12 Ekim 2015 Pazartesi

Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı

"Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola." Kastamonu Lahikası'ndan.

Çok şeyler öğrendiğim ve hâlâ da öğrenmekte olduğum bir ağabeyimle yaşadığım anlaşmazlıktan (yoksa yorum farkı mı demeli) dolayı bu yazıyı gerekli gördüm. Çünkü bu yazı, konuyu kafamda da netleştirecek. (Kustuktan sonra içimde ne tuttuğumu öğreneceğim.) Şöyle bir noktadan başlayayım: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, mabeynimizde, metnin tamamından ve dolayısıyla biraz da bağlamından kopuk bir şekilde yorumlanıyor. Tahlilime geçmeden önce hadisin tamamını alıntılarsam: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir." (Buhari, Nikah 5; Müslim, İmaret 155)

Kaynaklarda, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, bu muhteşem düstûru 'sevdiği hanımla evlenmek için' Medine'ye hicret eden birisi üzerinden söylediği nakledilir. Dikkat edilirse, burada yapılan tesbit, belirsiz bir fiile dönük değil, 'hicret' fiiline dönüktür. Yani fiilin kendisi bellidir. Fiilin şer'î oluşu noktasında bir sıkıntı (veya yorum farkı) yoktur. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicret emrini verdikten sonra o hicreti yapmamak mümini mesuliyet altına sokar. Fakat yapılması şer'an mecburî olan bu fiilin niyetinin de lillah için olması lazımdır ki, işte, "Ameller niyetlere göredir..." hadisi bize bu dersi veriyor.

Yaşadığım anlaşmazlık içerisinde farkettiğim şey şu ki: Biz bu hadisi 'zararları belirgin' fiiler için de bir meşruiyet aracı olarak kullanıyoruz. Örneğin; zahir-i şeriata uygun görünmeyen fiilerde dahi, niyetin iyi oluşuyla o fiilin salih amele dönebileceği yönünde bir yorumlayışımız var. Oysa, hadisin tamamı bize böyle bir hakkı vermiyor. Bu yorum tarzının zahir-i şeriatı küçümseyen yanı da yatsınamaz üstelik. Çünkü din bizi sadece kalpteki niyetle değil, ondan önce 'eylemlerle' sorumlu tutmuştur.

Helal ve harama taalluk eden her işimiz, bir niyet işi olmadan önce bir fiil işidir. Niyet, tıpkı yukarıdaki hadis metninde olduğu gibi, fiili eyleyenin 'fiilde kaliteye ulaşmak için' sıhhatini sorgulaması gereken birşeydir. Fakat namazı, orucu, zekatı, haccı vs... yapmadığı, yani hayırda fiili olmadığı halde (hatta buna mukabil haramlarla iştigal ettiği halde) bir de bu emirleri/nehiyleri küçümser tarzda niyetin güzelliğine yapılan vurgu veya onun rıza-i ilahîye matuf olmayan fiileri dahi salih amele dönüştürebileceği düşüncesi giderek "Benim kalbim temiz..." hamakatinin başka tarzda söylenmesine benzer. Zaruretler mi? Zaruretler zaten şeriatın küllüne dahildir. Din, zaruretlerin haram/helallere tesirinden habersiz değildir ki. Fakat zarurete ve şartlarına senin hevan değil, Kur'an ve sünnet karar verir.

Yani demem o ki: Biz, bir insanın Allah rızasını aradığını önce fiillerinden anlarız. Bediüzzaman'ın mahkeme müdafaalarında sıklıkla altını çizdiği gibi, kalbe değil ele bakarız. Hatta, en çok da bu yüzden belki, İhlas Risalesi ismiyle de meşhur 21. Lem'a'nın ilk düsturu şöyledir: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Yani değildir: "Niyetinizde rıza-yı İlahî olmalı." Niyet, hakikat bilgisi gibi umuma açık değildir. Önce amelde rıza-yı İlahî olmalıdır ki, eylem üzerinden tanımayı gerçekleştirelim. Yoksa kimsenin kalbini bilemeyeceğimizden en kerih bir işi yapanla, en iyi bir işi yapanı niyetçe birbirinden ayıramayız.

Kulluk, kardeşlik mabeyninde fiilde şeffaflık ister. Allah Resulü'nün, Safiye annemizin yüzünü açarak sahabe efendilerimize gösterdiği gibi, amelin açıklığı şeytanın fitne yollarını kapatır. Aksinin en bed örneklerini Fethullahçıların 'maslahat/tedbir' adına şeriat-ı İslamiyede verdikleri tavizlerde gördük. Başkaları da başka örneklerini bize gösteriyorlar. Özetlersem: Varlığı spesifik bir 'zamanın ilcaatı' veya 'iyi niyet' ile rıza-i İlahî'ye matuf olan amellerin değişmemesi için, okumamıza önce fiiller üzerinden başlamamız şart. Okumaya önce niyetten başlamak sağlıksızdır.

Biz, eğer ihlaslı olma iddiasındaysak, hazır olalım, bizi önce fiilerimizden tanıyacaklar. Allah'ın emri ve nehyi dairesinde sorunlu, dolayısıyla takvayla ilgisi sorunlu fiiler işleyip sonra da "Ameller niyetlere göredir..." diyemeyiz. Böyle fiiller işleyenleri de 'taraf-ı muhalifi iltizam' kokan bir bitaraflıkla 'samimi' bulamayız.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicreti emrettikten sonra Mekke'de kalmayı seçen bir müslüman "Benim niyetim iyi. Kalıp burada İslam'ı anlatmaya devam edeceğim..." diyemezdi. Deseydi de kimse onun iyi niyetine hamletmezdi. Çünkü zahir-i şeriat onu hicrete mecbur ediyordu. Biz de insanların zahir-i şeriata uymayan amellerini gördüğümüzde elbette bir çeşit halet-i ruhiye okuması yapabiliriz. (Bıçakla üzerimize koşan birisine dair yaptığımız niyet okuması suizan olabilir mi?) Aksi, aklın fonksiyonunu iptal olur. Müminin feraseti nerede kalır? Hucurat sûresindeki 'zannın çoğundan kaçınma' emri, bu noktada, hem daha bireysel/gizli, hem de niteliği meşkuk fiiller için geçerlidir. (Devamındaki 'Casusluk etmeyin!' emri de bunu destekler.) Kötülüğü, işleyeni tarafından da malum ve sakınılıyor olanı deşmemek içindir. Aksinde, zahir-i şeriata uymayan işler için dinin koyduğu tüm müeyyideler duman olur. Çünkü kimse niyeti göremez. Tekrar olacak, ama altını bir daha çizeyim: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, fiilin rıza-i İlahî dairesine isabet ettiği, fakat niyetin isabet etmediği bir durum için söylenmiştir. Fiilin de isabet etmediği bir durumu meşrulaştırmak için değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...