Kimya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kimya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Sen hiç çimento torbası kaldıran bebek gördün mü?

"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz." Mesnevî-i Nuriye'den...

Cenab-ı Hüda rahmetiyle sarsın-sarmalasın onu. Bana herşeyi Allah'ın yarattığını Bediüzzaman öğretti. Deşe deşe öğretti. Düşündüre düşündüre öğretti. Gafil kafama tefekkür tokmağıyla vura vura öğretti. Hayır. Elbette evvelinde de iman sahibiydim. Elhamdülillah. Mesele bu değil. Mesele 'yaratılışın aslında ne olduğunu' kavramakta. Taklid ile tahkik arasındaki o eşiği aşmakta. Ben yaratılışın aslında nice bir iş olduğunu Risale-i Nur'la anladım. Fakat ilk okuyuşumda değil. Böyle anlaşılması da yanlış olur. Seneler sonra. Çok seneler sonra. Evet. Sanki kabımda birikti okumalarım. Ve birikti zihnimde düşünmelerim. Nihayet 'mukarenet' ile 'illiyet' arasındaki ayrılığa uyandırıldım. Şimdi, bu yazıda, becerebilirsem tabii, o uyanışın tasvirini yapmaya çalışacağım. Tevfik yine Ondan. Hamd da yalnızca Ona.

Uyanışımın başlangıcında şu var arkadaşım: Şirkin temelinde insanın 'sınırlılığı' saklanıyor. Ne demek bu? Yani, biz, şahitliği dört boyutu aşamayan canlılarız. Şehadet âlemimiz, en azından duyularımızla ulaşabildiğimiz kadarıyla, dört boyut. En, boy, genişlik, zaman. Eğer oluşların tamamının bu kadarcıkta gerçekleştiğini düşünürsek, şu yanlış kabulümüz, bizi tuzaklı bir daralmaya itiyor: "Yaratılışı ulaşabildiklerimizle açıklamak zorundayız." Elinizdeki malzeme yağ, yumurta ve tuzdan ibaretse sahanda yumurta yapmaktan başka şansınız yok gibi. Evet. Bir de işin şöyle bir kandırıcı yanı var: Sahada sahanda yumurta sonuç da veriyor. Toprağı ektiğinizde, suladığınızda, hakkıyla güneşlendiğinde ürün alıyorsunuz. Mukarenet süreçlerini tekrarladığınızda bir şekilde birbirlerini çağırıyor gibi duruyorlar. Yani sebeplere müracaatınız genelde bir yaratılış sonucunu veriyor. O halde sebeplerin yaratıcı olduğunu düşünmeye mâni ne olabilir?

Mâni "Yaratılış aslında nedir?" sorusunun cevabında saklı sanki... Yahut, hızlı gitmeyelim, daha kolayından başlayalım: "Müracaat-sonuç ilişkisi yaratılışı açıklamaya yeter mi?" sualiyle yüzleştiğinizde hakikatin perdesini aralamış oluyorsunuz. Evet. Müracaat ettiniz. Tamam. Müracaatınız yaratılışı netice verdi. Buraya kadar katılmadığımız bir durum yok. Peki ama bu başvuru-cevap süreci yine de yaratılışın onların eseri olduğunu iddialaşmaya yeter mi?

Sözgelimi: Bir devlet dairesine dilekçe verdim. Ve istediğim gerçekleşti. Bu beni "Dilekçe verdiğim adam/kadın, sağolsun, dediğimi hemen yaptı!" demeye götürür mü? Yoksa arzumun teferruatına göre yapılanları açıklamak için başkalarını da mı ararım? Eğer sokaktaki hasarlı binanın yıkılmasını talep etmişsem, mesela, bir insanın başarabileceği iş olmadığı için, buna da "Dilekçe verdiğim adam/kadın, sağolsun, dediğimi hemen yaptı!" der miyim? Yoksa şöyle daha mâkul bir bağlama mı taşırım meseleyi: "Dilekçemi o adama/kadına verdim. İlgili makamlara iletildi. O makamlar da illa ekipleri sevkettiler. İş makineleri, işçiler, belediye vs. Hepsi konuyla ilgilendiler ve bu sayede isteğim gerçekleşti."

İkincisi daha mâkul gözüküyor. Evet. Zira, arzumun gerçekleşebilmesi için çekilmesi gereken iş yükünü, bir adama/kadına yüklemem mümkün değil. İş ile işleyen arasındaki uyumsuzluğu gördüğüm anda, ben, asıl faili aramaya başlarım. Uyanış da, işte, tam bu farkındalıkta gözkırpmaktadır. Yine sözgelimi: Bana, 'dolu çimento torbasını havada tutan bebek videosu' izletilse, hilesi olduğunu sezerim. Çünkü bir bebek çimento torbasını havaya kaldıramaz. Yine bir bebeğin '100 kitabın müellifi' olduğu söylense gülümserim. Zira o yaşlarda bir âdemcikten böyle bir amel umulamaz. Ben de beklemem. Fakat çimento torbasını irikıyım birisinin elinde görsem veyahut yüz kitabı bir aksakallının yanında bulsam, ihtimal veririm ki, "Evet, bu olabilir, şu çimentoyu kaldıran bu beyzadedir, şu kitapları yazan da şu dededir." Yani aklı bozulmayan herkes fail ile fiil arasındaki dengesizliği-tutarsızlığı-uyumsuzluğu farkettiği anda gerçek faili aramaya başlar. Fiilin niteliğine göre failin de niteliği yükselir. Ancak burada şöyle bir sorunu daha mutlaka anmalıyız:

'Fail' ile 'fiil' arasındaki uyumsuzluğu farketmek 'bir fiil yaratma'nın aslında ne olduğunu idrak etmeye bağlıdır. Yaratmak yanında olmakla eşdeğer değildir. Yaratmak yaratmak için gereken bütün meziyetlere sahip olmakladır. Balı yaratanın arı olduğunu düşünmem için balı hep arının yanında bulmam yeterli midir? Düşünelim. Peki, ben balı arının değil de eşeğin yanında bulsaydım hep, bu onu fail yapar mıydı? (Marketten aldığım balın kavanozu neden 'balı yaratan' olamıyor mesela?) Yoksa hakikati bulmak "Bal yapma fiilinin vücuda gelmesi için tam olarak neler gerekiyor?" sorusunun cevaplanmasına mı bağlıdır? Ben bu sonuncusunun doğru cevabı verdiğini Bediüzzaman'dan öğrendim işte.

Evet. Süreç hep arının üzerinden işliyor. Doğru. Reddetmiyorum. Arı olmazsa bal da olmuyor. Kabul. Kavanozlar arılar kadar bal garantisi vermiyor. (Bunu da puan olarak hanenize yazayım.) Ama her kovanda bal bulabiliyorum. Yani, hep değil de, hep denilecek kadar genellikle, sık. İstisnası az. Orası tamam. Tamam, fakat, bal için gerekli olan ilim, irade, kudret üçlüsünü yine de arıyla açıklayabiliyor muyum? Yani arıda bulabiliyor muyum? Arı bal yaratabilecek kadar bir kimya, biyoloji, fizik bilgisine sahip mi? Yoksa yanında 100 kitap bulduğum bebek mi? Yoksa onun da fonksiyonu elektrik düğmesininki kadar mı? Basıyorum. Işık yanıyor. Evet. Kapatıyorum. Işık sönüyor. Tamam. Fakat yaratan o değil. Işık 'elektrik idaresi' kadar kompleks. (Aslında daha da kompleks.) Bir devlet organizasyonu kadar geniş. (Aslında daha da geniş.) Düğme sadece onun akışına verdiğim dilekçem. (Aslında dilekçeden öncesi de var.) Şebekesine bağlı olmasaydı elektrik düğmesine basmamla hiçbir yere elektrik gelmeyecekti. Bunu biliyorum. Aydınlık düğmeyi aşan iş.

Peki bal için nasıl bir şebeke işlediğini düşünüyor muyum? Düşünmüyorum. Gafletim 'hep olagelenler' hakkında dikkatimi köreltiyor. Temel problem de bu işte. Şahit olduğum dört boyutlu âlemde bundan fazlası görünmüyor zaten. Elektrik düğmesinin temasta olduğu kablolar nasıl duvarlar içinde gömülüyse, yaratılışın diğer bütün süreçleri de, o dört boyutun altında gömülü. Onlar gömülü olduğu için duyusal olarak hiçbir temasım yok. Onlara göstermenin hiçbir imkânı yok. Yalnız akıl görüyor. Kalp seziyor. Gayba iman etmek zorundayım. Fakat bu körükörüne inanmak anlamına gelmiyor. Gayba 'şehadet âlemindeki varoluş süreci' varoluşu açıklamaya yetmediği için, akl u kalp tam burada devreye girer işte, iman etmek zorundayım. Tıpkı elektrik düğmesinin duvarın içinden geçen kablolarla temasına iman ettiğim gibi. Halbuki o kabloları hiç görmedim. Sadece varolduklarını öngörüyorum. Onlar varolmasaydı bu ışık da varolamazdı.

İşte, Muhakemat'ta, mürşidim diyor ki: "... vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me'haz ve menşe zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlâta-i vehmiye..." Olay bu kadar. Mukarenetin yaratış olduğu sadece muğalata. Sadece vehim. Sadece itikad-ı örfî. İtikad-ı örfî bilim sûretini de giyebilir. Bana bastonuna dayanmış olarak havada duran bir adam gösterdiğinizde onun havada duramayacağını bilirim. Bu yüzden hilesini ararım. Vardır da. Baston dediğiniz aslında yere sabitlenmiş bir direktir. Ve adam da havada bağdaş kurmamıştır. O direğe dayanan bir zeminin üzerinde oturmaktadır. Fakat nazarıma direk-zemin görünmediğinde, aklım da gayba uyanmadığında, manzarayı açıklamak için bir vehme başvurabilirim. "Evet, adam havada oturuyor, yani hava onu taşıyor..." Peki dönüp havayla gerçekten yüzleşsem? "Sen insan kaldıracak güce sahip misin bakalım?" diye sorsam. O zaman hava ne cevap verir? Herhalde şöyle söyler: "Yahu, yarım akıllı, ben kuş tüyünü bile aşağı düşürürüm. Yaprağı tutamam. Kaldı ki böyle kocamanı! Benim âdetim öyle yapmak değildir. Sen bunu benden bilme de başka bir neden ara."

Birşeyin diğer şeyden önce olması veya her oluşunda ötekinin de yanında olması veyahut birlikte varolmaları, bunlar, yaratılışı açıklamaya yetecek şeyler değildir. Deneylenen yalnızca mukarenettir. Mukarenetin sebebi algımın sınırlılığı da olabilir. Misal: Her suyu kesen yüzgeç gördüğümde sahilde birisine köpekbalığı saldırıyor olsa, ben sadece yüzgeç kadarını görüyorum diye, yani suyun altını göremiyorum diye, şöyle diyemem: "Suyun yüzeyindeki yüzgeçtir ki böyle yüzenlere saldırıyor." Hayır. Diyemem. Neden? Çünkü sadece yüzgeç kadarı bana göründü. Altta fail başkasıydı. Faaliyetin tamamını göremediğim için algım fail tayinimi yanılttı. Yüzgeç ile saldırı arasındaki kurduğum neden-sonuç ilişkisi birbirine yakışmadı. Mukarenet doğruydu. Fakat yaratılış değildi. Evet. İki şeyin arasındaki zamansal-mekansal yakınlık yaratılışı açıklamaya yetmez. Çünkü, yaratılış, o şeyin ifade ettiği varlıksallıktan çok daha fazlasına muhtaçtır.

Yüzgecin dişleri yoktur. Yüzgecin insan paralayacak kuvveti yoktur. Yüzgecin gözleri yoktur. Fakat saldırı böyle birçok özelliğe daha sahip canlılar tarafından yapılabilir. Fiil failini tarif eder. Saldırının failini bulmak için saldırı fiilinin yükünü kaldırabileni bulmak gerekir. En yakın olanı, önce olanı, beraber olanı değil. Arının balı açıklayamayışı da buna benzer. Baldaki sanatın gerektirdiği ilim, irade, kudret, maharet vs... Bunlar arının taşıyabileceği şeyler değildir. Zira arı bal yapacak kadar zeki olsa hep zeki olur. Öyle bir âlim olsa hep öyle davranır. "Nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur." Böyle sıfatların lazımları birbirinden ayrılmaz. Kuantum matematiğiyle ilgilenen birisinden çarpım tablosuna cahillik beklemezsin. Fakat sütün vesilesiyle yaratıldığı ineğin çok aptallıklarını görebilirsin. Hüner onun olsaydı tezahürleri ayrılmazdı. Sütü yaratacak sanata, kimyaya, dehaya malik inek belki dünyayı yönetirdi. Öyle zekisinden bir canlı olurdu.

Bizim dört boyutlu âleme sıkışıklığımız çizgifilm karakterlerinin süreci değerlendirmesine benziyor. Tom'a göre onu Jerry'nin çelmesi düşürüyor. Fakat dışarıdan, daha aşkın boyuttan, bakan bizler biliyoruz ki: Çizer öyle çizdiği için, senarist öyle yazdığı için, film makinesi öyle yansıttığı için Tom düşüyor. Eğer çizer öyle çizmese, senarist öyle yazmasa, makine onu yansıtmasa böyle bir olay yaşanmayacaktı. Ki bazen onlar öyle istediğinde Tom havada yürür. Duvarı delip geçer. Fiziksel olarak mümkün olmayanlar mümkün edilir. Zira onlar için bu fiil birnevi "Ol!" demek misalindeki gibidir.

Daha aşkın boyutta olan bizler, iki boyutlu çizgifilm dünyasını böyle etkileyebiliyorsak, "(...) maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhîta; ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir?" Mürşidimin buradaki sorusu 'bozulmamış akıllar için' cidden gözaçıcı birşeydir.

Hülasa: Herşeyi Allah'ın yarattığını anlamak 'herşey' dediğimizde neyi kastettiğimizi idrak etmekle mümkündür. Sürecin müracaatımızla vukû bulan kısmına körelmiş değil sadece, bütünüyle, neler neler gerekiyorsa öyle tefekkürüyle mümkündür. Sahiden böyle karşısına geçildiğinde "(...) herbir ağaç 'Bismillâh' der. (...) Herbir bostan 'Bismillâh' der. (...) Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar 'Bismillâh' der. (...) Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der..." Bismillah demek vesileliğin ilanıdır. Yani. üzerimizden yaratılıyordur, yoksa biz yaratmıyoruzdur. O yüzden "Biz dahi 'Bismillâh' demeliyiz!" noktasına geliriz. Gelmeliyiz. Zira yaratılışın şahitliğimize sığan kısmına gömülüp gayba iman etmenin zenginliğinden mahrum kalmamak için 'Bismillah' gözü illa kuşanılmalıdır.

22 Eylül 2021 Çarşamba

Cennette nasıl bir fizik var?

Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'da, “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." diyor. Fakat 'irade' konusuna gelmeden önce dikkatini başka bir hususa çekmek istiyorum. Michio Kaku'nun Einstein'dan Ötesi isimli kitabında anlatılan birşeye. Muhtemel kıyamet senaryolarından birisine. Evet. Orada, "Evrenimiz dengesiz mi?" başlıklı bölümde söylenenlere bakınca, fiziğin de bir açıdan kıyameti öngördüğünü kavrıyoruz. Hatta bu kıyameti 'kainattaki tüm atomları kapsar şekilde' geniş düşünebildiklerini anlıyoruz. Neyse. Lafı uzatmayayım arkadaşım. Yerinden aktardığımda meramım billurlaşacak. Her hayrın başı 'Bismillah' diyelim:

"(...) GUT ve süpersicim kuramları dünyanın buharlaşmasından daha büyük bir felakete işaret etmektedir. Fizikçiler maddenin daima en düşük enerji durumunu (boşluk durumu olarak adlandırılır) aramaya çalıştığını öngörürler. Örneğin: Daha önce anlatıldığı gibi su daima yokuş aşağı akmaya çalışır. Bununla beraber, eğer bir nehrin üzerine baraj kurarsak, durumu değiştirmek mümkündür. Barajın arkasında biriktirilen su en düşük enerji hâli olmayan bir 'yalancı boşluk durumu' içerisindedir. Bu, suyun barajı patlatarak aşağıdaki gerçek boşluk durumuna akmak istediği, fakat başaramadığı anlamına gelir.

"(...) kuantum mekaniğinde suyun bir 'kuantum sıçraması' yapması ve barajın içinden geçmesi olasılığı mevcuttur. Belirsizlik ilkesi uyarınca suyun nerede olduğunu bilmediğimiz için onu olabileceğini en az beklediğimiz yerde (yani barajın öbür yanında) bulmamız konusunda belli bir olasılık vardır. Fizikçiler suyun engel içinden bir tünel açacağı kanaati taşımaktadırlar. Bu durum rahatsız edici bir düşünce uyandırmaktadır. (...) Ya evrenimiz olabilecek en düşük enerjili evren değilse? Ya daha düşük enerjiye sahip başka bir evren daha varsa ve birdenbire bir kuantum geçişi meydana gelirse? Bu bir âfet olurdu. Yeni boşluğun içinde fizik ve kimya yasaları tanınmayacak kadar değişebilirdi. Bildiğimiz şekliyle madde mevcut olmayabilirdi. Tamamen yeni fizik ve kimya yasaları ortaya çıkabilirdi. Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."

Bütün varlığı bir nehir olarak düşünmek... Ama bir saniye. Bu bana tanıdık geldi. Sanki mürşidim de ahiret hakkındaki bir bahiste benzer şeyler söylüyordu: "(...) Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekàya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur." Eh, evet, elbette İslamî meseleleri "Bugün böyle, yarın şöyle, öteki gün öyle..." diyen bilimin argümanlarına bağlamamalı. Onlara kat'iyyet atfetmemeli. Fakat sağladığı imkanı da kullanmalı değil mi arkadaşım? Ve dahi bütün evreni kapsayacak bir kıyameti kafalarını sığdıramayanlara göstermeli: Kuantum mekaniği de böylesi bir geçişi öngörebiliyor. En azından ihtimallerden bir ihtimal olarak tanıyor. Cahiller gibi "Olmaz öyle şey!" demiyor.


Bana bu mevzuda ilginç gelen ikinci şey de şu: Cennet-cehennem hayatlarıyla ilgili ayetlerde-hadislerde bugünün fiziği, kimyası, hatta biyolojisi ile anlaşılamayacak şeylerden bahsedilir. Cehennemlikler gördükleri azaba rağmen bir türlü ölmezler mesela. Cennetlikler de yine bizimkinden apayrı, aşkın, daha üst bir fizikte, kimyada, biyolojide yaşamaktadırlar. Şunu da mutlaka anımsayalım bu makamda: Cennetlikler karşılaştıkları nimetleri dünyadakilere 'benzetirler' ama 'apayrılığını' da ifade ederler. (Bediüzzaman'ın böylesi ayetleri tefsir ettiği 28. Söz'ün 1. Makam'ını vaktiyle "Cennette nasıl bir fizik var?" başlığı ile ders konusu yapmıştım. Youtube'da kaydı vardır.) Haşr-i cismanîyi, yani bedensel dirilişi, reddedenlerin kavrayamadıkları şeylerden birisinin de bu olduğunu zannediyorum arkadaşım. Yani: İçinde yaşadığımız fiziği, kimyayı, biyolojiyi mutlak görmek, değişemezliğine körükörüne inanmak, cennet-cehennem tasvirlerini 'ancak maddeyi inkâr etmekle inanılabilecek şeyler' sanmayı zorunlu kılıyor onlar için belki. Bizse, elhamdülillah, bu zorunluluğa katılmıyoruz. (28. Söz'ün 1. Makam'ı haşr-i cismanînin zaruretinin savunusunu da yapar.) Görünüşe göre fizikçiler de böylesi bir zorunluluğun olmadığını söylüyorlar: "(...) Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."

Şimdi tekrar en başa dönelim: “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." cümlesini Thomas Mann'a söyleten nedir? Bence kıymetli bir farkındalığıdır. Hakikaten irade sahibi olmanın bedeli bir tür boşluğa düşmektir. Evet. Zira seçilecek şeyde tereddüt vardır. Şıklar vardır. Alternatifler vardır. Yollar vardır. Yöntemler vardır. Karar vermeden hemen önceki o anda/dönemde insan bir boşlukta asılı kalır. Michio Kaku'nun yukarıdaki tasvirleriyle ele alırsak: En kararlı enerji düzeyine ulaşmadan, yani dengesini bulmadan, hemen önce bir baraj önündeki su gibi birikir insanın meyelanı. İçimizdeki geçiş/dönüşüm başlarken bir sıçrama da olur. Nihayet karar verilir. Yani karar bulunur. Burada 'karar' kelimesindeki bir zenginliğe de dikkatinizi çekmek isterim: Onun bir manası da sükûnettir. Değişmezliktir. Ölçülülüktür. Durgunluktur. Aleyhissalatuvesselamın Tirmizî'de naklolunan bir hadisinde "Semâ emvâcı karardâde olmuş bir denizdir!" buyurması bu anlam katmanına bakar. Yine Bediüzzaman'ın bu fani âlem hakkında en çok yaptığı benzetme 'kararsız' ifadesiyledir. "Sakın zannetme tebdil-i memleket delilleri bu Oniki Sûret'e münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir." Âşık Yunus'a da bir rahmet duası göndermeden ayrılmayalım bahisten: "Ne zaman anarsam seni,/Kararım kalmaz Allahım./Senden gayrı gözüm yaşım,/Kimseler silmez Allahım."

Ben şimdilerde bu iki fizik arasında bir bağ olabileceğini düşünmeye başladım. Belki de zâhirdeki bu âlemin 'kararsızlığı' bâtınımızda 'iradeyle' kendisini gösteriyor. Oradaki boşluk buradaki boşlukla karşılığını buluyor. Âlemden ayrı değiliz. Aynı sırrın parçalarıyız. Mürşidim de "Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir..." diyerek başladığı bahiste "Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar..." diyerek aynı kararsızlığa işaret eder. Yani kuvve-i gadabiyemiz (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviyemiz (menfaat güdüsü) ve kuvve-i akliyemiz (kârı-zarardan ayırma güdüsü) fıtraten sınır sahibi değildirler. Taşkınlığa yatkındırlar. Onların bu kararsızlığı vahiyle, nübüvvetle, şeriatla, sünnetle bir baraj sahibi yapılmıştır. İfrattan-tefritten korunmuştur. İstikamet böylece tayin edilmiştir. 'Sırat-ı müstakim' de buna denilmiştir: "Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir." Allahu'l-a'lem kaydıyla şunu da ekleyelim:


Belki de fizik âlemin dönüşümü bizimle başlamaktadır arkadaşım? İnsan cennet görmüş bir varlık olarak dünyaya dönmüştür. Harcı dünyadandır. Ancak sırr-ı imtihan gereği beka âlemine ayağını basmışlığı da vardır. İki âlem arasındaki bu gitgelli hukuku belki de köprünün bizzat kendisi veya bidayeti olmasına işaret eder. Michio Kaku'nun 'kuantum sıçramasının başlayacağı tünel' olarak tarif ettiği şey belki de insanın bizzat kendisidir. İmtihanıdır. Biz şu an bâki âlemlerle fâni âlemin arasındaki eşiğiz. Dışımız-içimiz arasındaki bu etkileşim de buna işaret ediyor olabilir. Âlemin özetiyiz. Çünkü belki âlem bizden geçiyor. Bizden geçerek dönüşüyor. Biz nasıl seçersek öyle dönüşüyor. Yahut dönüşmesi bizimle başladı. Kıyamette de tam dönüşümünü yaşayacak. Evet. Belki biraz da bu yüzden herşeyden bu kadar çok etkileniyoruz. Herşeyi bu kadar çok etkiliyoruz. Bu kadar ilgiliyiz. Bu kadar bilgiliyiz. Bu kadar kabiliyetliyiz. Allah'ın katında bu yüzden bir kıymetimiz var. Bu yüzden imtihanla muhatabız. Bu yüzden sınanıyoruz. Bu yüzden şeriatla mükellefiz. O büyük resimde denk geldiğimiz böyle bir eşik olduğu için belki. İblis de bizimle bu yüzden uğraşıyor.

Arkadaşım sözlerim çok mu farazî geldi? Haklısın. Bazen hayallerim aklımın önüne geçiyor. Lakin şu sana da gizemli gelmiyor mu? 'Eûzü' çekerek okumaya başladığımız Kur'an yine 'istiaze sırrı'nı anlatan Felak-Nas sûreleri ile bitiyor. Yani bütün süreç bize bir 'sığınma' öğretiyor. Neyden sığınıyoruz peki? Çok şeyden. Biraz şeytanımızdan, biraz nefsimizden, biraz kararsız âlemin gösterdiği kötü sûretlerin yapacağı tahripten, ama en çok da 'irade sahibi olmanın yaşattığı boşluk'tan. Kendimizden. Kararsızlığımızdan. Düşebileceklerimizden. Seçebileceklerimizden. Onlar sonucu olacaklardan. Yaratılacaklardan.

Evet. Biz, ne zaman şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam ile amel etsek, ne zaman onun öğrettiği marifetullahı hatırlasak, hatta ne zaman küçücük bir sünnete ittiba etsek, bir kararsızlıktan Allah'ın bizim için seçtiği karara kaçarız. Onun bizim için seçtiği şeyin kendi seçimlerimizden hayırlı olduğuna inanırız. Âlemler Rabbi Odur çünkü. Doğru kararı en iyi o bilir. Ona tevekkül ederiz. Yani özetle demem o ki: Belki de kararsız kainatın muhatap olduğu boşluğun bir özü/özeti irade sahibi olmak üzerinden bizde tezahürdedir. İnsanda da irade sûretinde sınanmaktadır. Onun da muvaffakiyeti Allah'a kaçmaktadır. Herşey böylesi bir bütünde bütünlenmektedir. Veya... Neyse. Çok uzattım arkadaşım. Seni de sıkmaya başladım. Duayla bitirelim en iyisi: Cenab-ı Hak, bizi, Kur'an'daki ifadesiyle 'kendisine firar edenlerden' eylesin. Âmin.

7 Ocak 2020 Salı

Milli eğitim bizi nasıl materyalist yapıyor?

"Allah, bir sivrisineği, hatta ondan daha da ötesi bir varlığı misal vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre saplananlarsa 'Allah bununla neyi kastetmiştir?' derler. (Allah) onunla birçoklarını saptırır. Birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır." (Bakara sûresi, 26)

Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Fakat, bir saniye, bu kadar yukarıdan başlamayalım. Son söyleneceği ilk söylemeyelim. Şöyle bir yerden konuşalım: Yıllar önce okumuştum. Gözlerinizden birisini yitirdiğinizde, Allah korusun, derinlik algınızı da yitirirmişsiniz. Yani derinlik algısını oluşturan şey iki gözle birden görebilmenizmiş. Küçümsemeyin kardeşlerim. Zira gözleriniz, her ne kadar birbirlerine pek yakın dursalar da, başka görüş açılarına sahipler. Arada, ne kadar miniminnacık olursa olsun, bir burnunuz var. Bu ikili bakış hoş nazarınıza bir avantaj sağlıyor. Beyin bu farklı görüntüleri birleştirdiğinde, acaba beyin midir birleştiren, size derinliği de gösterebiliyor. Eğer tek bir gözünüz olsaydı bu derinliği anlamayabilirdiniz. Bu arada: Tek gözümü kapadım ama mevzuu tecrübî anlamda bir noktaya getiremedim. Okuduğumu nakletmekle yetineceğim sadece.

Yok. Yetinmeyeceğim. Asıl mevzu başkaydı. Bu 'derinlik yitimi' meselesinin bana kazandırdığı bir bakış açısı var. Ahirzamanla ilgili, özellikle Deccal'le ilgili, rivayetlere bakarken daha zengin düşünmemi sağlıyor. Zaten mürşidimin de bu rivayetleri ele alış tarzı beni destekler gibi duruyor. O diyor ki mesela: Bu zamanın mimsiz medeniyeti maddeperesttir. Dehası tek gözlüdür. Herşeyi maddede görmeye/çözmeye çalışır. Malumunuzdur: Deccal'le ilgili rivayetlerde de onun bir gözünün kör olacağı söylenir.

Ben de, pek tabiî mürşidimin ayakizlerini takip ederek, Deccal'in tek gözlülüğünden maddeperest medeniyete, oradan da 'derinlik yitimine' doğru yürüyorum. 'Mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' ıstılahlarının ders verildiği her yeri bu körlüğe çalınmış merhemler gibi algılıyorum/okuyorum. "Birşeye o şeyin kendisi için bakmak yüzeyde takılmaktır!" diyorum. "Ondan daha aşkın olana ulaşmak için bakarsan bu defa derinliğe ulaşmış olursun." Ki mana-i harfî de budur. Şeyleri kendilerinden aşkın okumalara tâbi tutmaktır.

Refet abinin sorduğudur: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın; sevimli Re'fet'i kasten görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir; Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

'Bilimsellik' dediğimiz şey aslında bir yüzey bilgisinden oluşuyor. Kat'iyyen dikey bilgisini kabul etmiyor. Kilimciyi görmeden tezgâha bakanın nakışlardaki ahengi 'kilimliğin kanununa' bağlamasına benziyor. Eğer tamamında kırmızının yanına mavi konulmuşsa diyor ki bizimki: "Kırmızının yanına mavi gelmesi kilimliğin kanunundandır." Bir imtihan sırrı olarak sahiden de kırmızı bıraktığı yerlerin yanında mavi yaratılıyor çoğu zaman. O zaman daha bir emin konuşuyor: "Mavi sonuçtur. Kırmızı nedendir. Maviyi yaratan kırmızıdır!" Acaba öyle midir? Bunu görebilmemiz için derinliğe bakabilmemiz lazım. Fakat bilimsellik, şeyleri en yakındaki birlikteliklere/iktiranlara bağlamayı o kadar aşılıyor ki, derinlik nasıl sezilir, nasıl algılanır, tekrar görmekte zorlanıyoruz. Bunu şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim:

Kainatta bir eserin varlık sahasına çıkabilmesi için elbette o eseri netice verecek eylem gerekir. Yani neden ile sonuç arasında 'fiil' vardır. Bu fiil ise üç şeyden oluşur. Yahut da şöyle demeli: Üç şeyin zarureti her fiilin yüzünde okunur. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Hiçbirşey bu üçünün kendine özgü terkipleri olmadan vücuda gelemez. Çay yapacak olsanız mesela: A) Çay yapmayı bilmeniz gerekir. B) Çay yapmayı seçmeniz gerekir. C) Çay yapabilecek kuvvete sahip olmanız gerekir. Lakin bilim bize fiileri böyle göstermez. Ya nasıl gösterir? Bilimsellik fiilerin sadece 'kuvvetle' mümkün olduğuna inanmaktır. En azından doğaya bakarken bu seviyede kalmaktır. Sözgelimi: Yıldızların fiziğini incelediğinizde milyonlarca yıldır süren yanmaların büyük bir düzen gerektirdiğini düşünebilirsiniz. Ancak bu düşünceniz yıldızların nasıl ortaya çıktığını açıklarken işinize yaramaz. Çünkü yüzeyde 1) İlme 2) İradeye yer yoktur.

İlim ve iradenin bu 'istenmezliği' yüzeyin açıklamalarını imkansız kılmasındadır. Arıya balı verdiğiniz zaman bunu kuvvetle yapmak en mantıklısıdır. Ne de olsa arı uçmakta, çiçekten çiçeğe konmakta, sonrada gelip peteğine kusmaktadır. Bunlar onda bir yetkinlik olduğuna öyle-böyle yorulabilir. Ancak balın kimyasının kaldırmak, işte, bu pek ağır yüktür. Arıcığın zavallı kanatları başaramaz. İnsanın bugünkü tecrübesiyle bile başaramadığı bir formülü arının ilim ve irade yönleriyle yüklenmesi mümkün değildir. Bu yüzden matematikte şöyle sorularla karşılaşmak diğer türlüsünden daha olasıdır: "Bir arı üç günde şu kadar bal yapıyorsa beş günde ne kadar yapar?" Gördüğünüz gibi bu kuvvetin sorgulamasıdır.

Eğitim hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Biz hep neyi hesapladık? Hiçbir fizik, kimya, matematik veya biyoloji sınavında bize bir fiile gereken ilim ve irade miktarı soruldu mu? Asla. Asla böyle birşey olmadı. Biz hep kuvveti hesapladık. Gereken enerjiyi ölçtük. Zamana konsantre olduk. Hızı tutmaya gayret ettik. Fakat hiçbir ilim/irade hesabına alıştırılmadık. Bu bizi Deccal gibi körleştirdi işte. Varlık derinliğini kaybetti gözümüzde. Nedenlerin sonuçları yaratabilir olduğu da bu körlükten gelişti. Eşya derinliğini kaybetti. Çocukluktan beri maruz kaldığımız bir beyin yıkamadır bu aslında. Endoktrinasyondur. Seküler endoktrinasyondur.

Makaralar kurulur: "Ne kadar kuvvet gerekir?" Bakkala gitmek icap eder: "Ne kadar lira gerekir?" Suyu kaynatmak lazım olur: "Ne kadar ısıtmak gerekir?" Arkadaşlar, işte, bizi bu şekilde sadece kuvveti hesaplamaya/görmeye alıştırdıkları için bu kadar kolay ateist olabiliyoruz. Çünkü bize senelerce mukareneti yaratılış olarak satıyorlar. Alıştırıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Bu fıtratımız oluveriyor. Ve evet, sırr-ı imtihan gereği, Cenab-ı Hak bu fiilî duaları da kabul ediyor. Suyu ısıtınca neredeyse hep kaynatıyorlar. Makaraları kurunca neredeyse hep kaldırıyorlar. Doğru miktarla gidince neredeyse hep elde ediyorlar.

Fakat, bu bile-isteye aldanış, yine de bir fiilin yoktan sahaya çıkışını ifade etmeye yetmiyor. Yani bir fiil vücuda gelmek için gene ilim-irade-kuvvet üçlüsünü istiyor. Yalnız kuvvetle olmuyor. Lakin dedim ya başta: Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Büsbütün yüzeyi gözden düşürebilseydik imtihanın hikmeti kalmazdı. Büsbütün yüzeyle açıklayabilseydik de hidayetin tesiri olmazdı. Bu böyle sürüp gidecek. Ne akla kapılar kapanacak ne ihtiyar elden alınacak. Talebe talep ettiğine erişecek. Talep ettiği talebeye verilecek. Cenab-ı Hak bizi hidayetine talip etsin. Âmin.

21 Ekim 2019 Pazartesi

Zekeriya aleyhisselam susunca biz ne işittik?

Genelde maddelerin donarken hacimleri küçülür. Suyunkiyse aksine artar. Bu sayede göller/nehirler dipten değil üstten donarak sinelerindeki hayatı korurlar. Normalde bir 'yanıcı' ile 'yakıcı'nın biraraya gelişi yangına sebep olur. Ama Hidrojen ile Oksijenin hukuku başkadır. Kardeşlikleriyle 'söndürücü' suyun varlığına hizmet ederler. Esasında kainatta bulunan metallerin erime ısısı epeyce yüksektir. Sıvı olmaya çok sıcak bakmazlar. Pardon. Asıl ancak çok sıcakken (b)akarlar. Ama cıva bundan istisnadır. Böylece termometrelerimize güzelce bir hizmet eder.

Arkadaşım, hayret edersin, sanki her nerede bir kanun var yanıbaşında kardeşceğizi bir istisnası da vardır. Hatta o istisna öyle yerinde/gerekli bir istisnadır ki âkil olan şaşkınlıktan damağını şaklatır. En doğrusunu Allah bilir elbette. O varlığın bütününü gören 'ezel' makamının sahibidir. O makamda olmuş-olacak ayrımı yoktur. Hepsi bir 'Ol!' emrinin içindedir. Zamandan aşkındır. Biz, yani zamana mahkûm olanlar, kendi parçamızın rızkını kovalıyoruz. Mukayyet oluşumuz nedeniyle herşeyi sınırlarımıza buluyoruz. Bulandırıyoruz. Bunalıyoruz. Manzara, değil varolurken, yalnız gözlerimizde karışıyor. Karıştırıyoruz. Çünkü sığmıyor. Çünkü saramıyoruz.

Yarımlıklara 'şer' diyoruz. Tamamlananlara 'hayır' namını takıyoruz. Tamamına varıncaya kadar her 'hayır' gözümüzde 'şer' kalıyor. Bizi bu yanılgıdan ancak vahy-i ilahî kurtarıyor. Göremediğimiz bütünlüğün haberlerini veriyor. Çözemediğimiz yarımlıkları çözmeyi öğretiyor. Hikmetini bilince 'yaşananın şahitliğimizden ibaret olmadığını' sezinliyoruz. Böylece 'âlem-i şahadette' yani 'şahit olunanlar âleminde' yani 'parçalar âleminde' yaşayan bizler, bir lütf-i ilahî ile, parçalanmıyoruz. Parçalanan varsa 'ezel'in sahibinden gelen haberlere kulak tıkayanlardır.

Zekeriya aleyhisselamın sessizliğini düşün mesela. Kalbinin kulaklarında çın çın çınlasın. Hani Âl-i İmran sûresinin 40. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "Zekeriyya: 'Rabbim!' dedi, 'bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre, benim nasıl oğlum olabilir?' Allah şöyle buyurdu: 'İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.'" Ve 41. ayette şöylece ekleniyor:

"Zekeriyya: 'Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet göster' dedi. Allah buyurdu ki: 'Senin için alâmet; insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.'" Bazı müfessirler bu 'konuşamama'nın Zekeriya aleyhisselamın 'hiçbir fiziksel eksiği olmadığı halde bunu başaramaması' olduğunu söylüyorlar. Allahu'l-a'lem. Bana da bu mana sıcak görünüyor. Çünkü biliyorum. Mürşidim söylemişti. Bir kanunun kırılabileceğinin delili kırılan başka kanunlardır. Ne zaman bir 'sıradışılık'la tanışsak o bize bir/birçok 'istisnayı' tanıtır. Kardeşlerinden haber verir. Mucizelerin bir hikmeti de budur.

Hani, yine mürşidim, 'İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelmesi' konusunda şüphesi olanlara der: "Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsâ aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü, hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki hârika fertler ile tahsis edilmesin."

Bunun kainatta da birçok örneği vardır. Hatta, değil derinlikli okumalarla, ortaokul-lise seviyesindeki biyoloji bilgisiyle bir insan 'eşeysiz üreme' diye birşeyin varlığını bilir. Bitkilerde/hayvanlarda varolan nümunelerini tanır. Hatta bazen 'eşeyli' bazen 'eşeysiz' çoğalabilen canlıların varlığını yakinen biliriz. İşte bu tür misallerle Cenab-ı Hakkın verdiği ders açıktır: "Bu kanunu, bakınız, ne kadar kolay kırıyorum. Birçok örneğini görüyorsunuz. Bilimadamları bulup öğretiyorlar. O halde bu kanunu başka bir yerde daha kırabileceğimden neden şüphe ediyorsunuz? Neden İsa aleyhisselamı babasız yaratabileceğime şaşıyorsunuz?"

Bediüzzaman da sözünün devamında der: "Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bindokuzyüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karşı bir te'vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et."

İşte bence 'sapasağlam iken konuşamamak' da Zekeriya aleyhisselamla verilen bir derstir. Bir kanununu kırabilen Allah her kanununu kırabilir. Çünkü yalnızca bir kanunun kırılması bile 'hikmeti iktiza ettiğinde' kanunlarını iptal edebilecek bir Allah'ın varlığını öğretir. Demek, hâşâ, Allah kanunlarının esiri değildir. Mucib-i bizzat değildir. Allah'ın böyle bir Allah olduğunu anladıktan sonra sarsılmaz sandığımız yasaların ne engel olabilirliği vardır? Yoksa onların Allah'tan hariç, hâşâ, gücü mü vardır? Sırf yazılmış olmakla, cümle, yazarını kendisini değiştirmekten alıkoyabilir mi? Bu paragrafta belki yirmi kelimeyi değiştirdim. Ne engelledi? "İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!" Sözde müessiriyetlerimiz de Allah'ı anlamaya kapı olur.

Mürşidim mezkûr metnin finalinde der: "O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder."

Evet. Binler kere 'evet.' Kaideler ve onları bozan istisnalar sayısınca 'evet.' Her yasayı belirleyen yasa, her yasanın üstündeki yasa, her yasayı değiştirebilecek yasa, Cenab-ı Hakkın şe'n-i Rububiyetidir. Şânıdır. Esmaü'l-Hüsna'sıdır. Onun neyi/nasıl yaratacağını bizim çıkarımlarımız değil onun yaratış ahlakı belirler. İster Zekeriya aleyhisselamı sapasağlam iken susturur, ister kısır eşinden Yahya sahibi yapar, isterse de Meryem annemizi İsa aleyhisselama babasız kavuşturur. Arkadaşım, haddini bil, okumayı zor-bela başardığın küçüğün küçüğü parçalar üzerinden bütünün sahibine racon kesemezsin. Ancak vahyinde söylediğini alırsın. Çünkü o, bizim okuduğumuzdan çok, kendisinin haber verdiği gibidir. Elhamdülillah. Elbette.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....