Güzel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güzel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2022 Cuma

Sahi bu çiçekler niye gülüyor?

Burada keder yok. Kederini insan getiriyor arkadaşım. (Tıpkı cehenneme odununu kendisi götüreceği gibi.) İnan olsun. Doğarken. O olmasa keder de varolmazdı. Gözün eksikliğiyle çirkinlik belirginleşti. Bizden evvel eksik gözler de yoktu. Bütünü görmeyi ilk biz ihmal ettik. Hatta İblis de bize bakarken kör oldu. Varlığa katılmış eksikliğiz biz. Sınırlarımızdan dolayı köreliyoruz. Bizden bakanı da köreltiyoruz. Seçemeyen gözlerimize vahiy lütfediliyor. Kabullenildikçe duvarlar duvarlardan korunuluyor. Varlık bizsiz eksikti üstelik. Ayın tutulması için bize ihtiyacı vardı. Mevsimleri dört sayacak idrak bizdeydi. Güneşin bir kandil olduğunu ancak biz farkederdik. Bizsiz herşey anahtarsız kilit. Tamamlanmamız için imtihan ediliyoruz. Tılsım bizimle açılacak. Belli. Veyahut ilk açılacak tılsım biziz. Biz tamamlanınca âlem de tamamlanacak. Gökler hep cennet olacak. Yerler hep çiçek kesilecek. Fanilik bekayla ödüllendirilecek. Melekler alkış tutacak. Sonlular sonsuzlaşacak. Tamamlanmazsak sonsuza dek cehennemde eksiğiz.

Hariç tutarsan bizi dünyanın neşesi yerinde. Nereden mi biliyorum? Çiçeklerinden. Yeryüzü de çiçek çiçek gülümsüyor arkadaşım. Farkedilmek istiyor. Muhabbetin tezahürü tebessümdür. Kim sevilmek istese tebessüm eder. Kim görülmek istese süslenir. Tebessüm daima öncesinden güzelidir. Öncesinden güzel ne görsek tebessüm bilmeliyiz. Etrafımızda tebessüm edenleri görmüyor musun? Bu kadar hüsün amaçsız olabilir mi? Toprak neden bu kadar takıştırıyor? Ki görünmemek güzelliği hikmetsiz kılar. Evet. Görünmeyecekse daha güzelin anlamı yoktur. Yoksa Hüda çiçeksiz de bitkileri çoğaltabilirdi. Meyvesiz de ağaçlar varolabilirdi. Kuru kozalağı çam ağacına yetmiyor mu? Şeftalinin güzelliğine ne mecburiyeti var? 

Hem nice çiçeksiz şey var da yayılmakta zorlanmıyorlar. Arzın herbir köşesini dolduruyorlar. Bunlar böyleyken onlar neden öyle? Galiba yüzleşmemiz gereken asıl soru şu arkadaşım: Varolan güzel olmaya mecbur mu? Varolmak güzel olmayı zaruri kılar mı? Güzel olmayanlar varolamıyorlar mı? Bir de üstüne çiçek kadar cennet olmaya ne gerek var? Sahi ya. Çiçek minyatür cennettir. Bahçen cennetin bir misal-i musağğarıdır. Bunu yaratanın ötekini de yaratacağından şüphe edilmez. Madem toprağı gül yapabilecek kudreti/sanatı vardır. Madem kışı bahar kılabilecek hikmetin sahibidir. Bu evreni de cennete çevirebilir. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: "(İnsan) Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever." Çünkü sevmek bir kanundur. Kütleçekimi gibi. Çakıl taşını çeken göktaşını da çeker. Sevmeyi bilen güzelliği bilir. Ve güzellik de sevilmekten haberdardır sanki. Yârini beklemektedir.

Zâhirin doğruluğu güzelliktir. Bâtının güzelliği doğruluktur. Cemîl-i Mutlak şu dünyada ilk güzelliği muhatap kılmıştır bize. Güzele baktığımızda ölümü unuturuz. Mü'min-kâfir hepimiz hemfikir bir şekilde meftunu oluruz. Her neyi sevsek ona bir tahayyül beka sûreti veririz hatta. Sonsuzlaştırdığımızı severiz. Sevdiğimizi sonsuzlaştırırız. Doğruysa faniliğimizi hatırlatır. Doğru olan güzelliğin asıl sahibine işaret eder çünkü. Diğer parmağıyla da aslolmadığımızı imâ eder. Doğruya dair anlaşmazlıklarımız bitmez bir türlü. Neye güzel dediğimizse o kadar tartışılmaz. Bir çiçek herkes için güzeldir mesela. Bir bebek herkes için neşedir. Ama anlamı herkese bir değildir. Celle Celaluhu güzellikle tanıştırır önce. Güzel herkesi çağırır kendine. Mü'min-kâfir güzel hakkında tartışmaz. Sınav böyle başlar. Bitmesiyle başka şekildir. Onun umumî daveti içinde doğruyu aramaktır hüner. Doğru hatta bazen güzelden vazgeçmeyi de gerektirir.

Biz de bir kâfir gibi güzeli sevmekle başlıyoruz işe. Çiçeği seviyoruz işte. Fakat onu doğrunun kapısı kılmakla da terketmeye başlıyoruz. Çiçek kendisi için olmamakla terkediliyor. Mazruftan zarfa dönüşüyor. Güzelden geçmek zor imtihan. Burada sınanıyoruz. Bu güzelliğin amacında mesaj görüyoruz. Hayretimiz hevamıza galip geliyor. Oyalanmıyoruz. Aşıyoruz. Okuyoruz. Bu kadar güzel olmaya mecbur olmayan herşeyin güzelliğinde mesaj var. Arkasına yöneliyoruz. Her tasarımın arkasında bir matematik yok mu? Her matematiğin arkasında bir ilim görünmez mi? Üstelik her çiçeğin matematiği diğerinden başka. Lalelik başka, güllük başka, şebboyluk başka. Bir irade ile muhtemel matematikler içinde bir seçim gerekmez mi? Onları varlığa çıkarmaya kudret lazım değil mi? Bu ilme, iradeye, kudrete bir sahip bulmak gerek doğrusu. 

Allah'ı bulduktan sonra da iş bitmiyor. Çiçek kadar güzel birşey, onu yaratabilecek kadar güzel bir Allah, sanatını hiçlik çamuruna atmaya kıyar mı? Onca hikmetten sonra böyle hikmetsizlik işler mi? Hakîm olan emeğini abes eder mi? Ahiret gözkırpmaya başladı şimdi arkadaşım. Bitmedi. Yürüyelim. Güzellik görünmekle tamam olur. Halbuki gözümüzün yetmediği ne güzellikler var şu çiçekte. Onları görmek için de başka gözler gerekmez mi? İşte melek kardeşlere de iman ediverdik. Bitti mi? Hayır. Var. Bizimle bu kadar çiçek çiçek mektuplaşan Allahımız peygamberle de haberleşmez mi? Şu zor okunanların 'elif-ba'sını bir muallim vesilesiyle öğretmez mi? Öğretmezse şunca mektubu okunmamış kalmakla ziyan olmaz mı? Peygamberlere ve kitaplara iman de geldi dünyamıza işte. Durmayalım. Cennete bir kapı bulduk. Koşalım. 'İlim' dedik. Çiçekte ne güzellikler takdir edilmiş anladık. Kâfir-mü'min hepimiz güzelliğine hakverdik. Peki, çiçeği yaratan, 'çiçeğin nasıl birşey olacağını önceden bilmeden' onu yaratabilir mi? Takdirsiz, ölçüsüz, tayinsiz, bilmeksiz çiçeklik mümkün mü? İşte kadere imana da "Hoşgeldin!" demelisin artık arkadaşım.

Daldan dala atlayan şu yazı için beni hoşgör. Avuçlarım küçük. Doğruya yer vermeye çalıştıkça güzellikten kaybediyorum. Örtünüyorum. Halbuki güzelin tebliği daha umumîdir. Güzel doğrudan önce gelir. Güzelin doğruluğunda herkes hemfikir. Fakat doğrunun güzelliğinde hemfikir değiliz. Bu yazı güzel olsaydı daha çok sevilecekti. Fakat doğru olanı da Allah daha çok seviyor. Tesettür, mütesettirin, doğruyu güzele tercih ettiğinin resmidir. Allahım, senin sevgini, nâsın sevgisine tercih ediyorum. Sen de hakkımda rahmetini azabına tercih et. Taksiratımı affet. Âmin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.

22 Aralık 2017 Cuma

Güzele bakmak yaradır

Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)

Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:

"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:

Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.

Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.

Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."

Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.

İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.

Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.

Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!

Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.

Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Belki de ben çirkin değilim sen çok yakınsın

Yakından bakılan hiçbir yüz güzel değildir. Gözenekleri vardır. Siyah noktaları vardır. Sivilceleri vardır. Belki terlidir. Yediği yemekten iz kalmıştır. Belki düzgünce de traş olmamıştır. Burun kılları uzamıştır. Dişine maydanoz takılmıştır. Yakından bakarak kimseye âşık olmazsınız. Yanında uzun müddet kalınarak kimseye hayran olunmaz. (Ancak ki o insanın kemali bütün hayatını kaplayan bir kemaldir.) Bu yazıma aranızda hak verecek çokların olduğunu umuyorum. Öncelikle hemen belirteyim: Sosyalmedya düşmanı değilim. Doğru şekilde kullanıldığında pekçok hayrı olduğuna inanıyorum. Nitekim kendim de kullanıyorum. (Hem de istemediğim kadar çok.) Ancak sosyalmedyanın bize kötü birşey yaptığının da farkındayım. Nedir o? Bizi 'an'ların insanı haline getiriyor.

Bazılarımızın bundan bir şikayeti olmayabilir. Ancak özellikle yazar-düşünür kısmımızın olmalı. Çünkü yazmak/düşünmek özünde 'an'a değil 'sürec'e bakan şeyler. Süreçle yetişen, olgunlaşan ve kemalini bulan şeyler. Aklınıza gelen herhangi birşeyi bir twit olarak paylaşmakla bir yazı haline getirmek arasında büyük farklar var. Yazı bir olgunluktur. Üstünde durulmuşluktur. Tekrar tekrar düşünülmüşlüktür. Bir yazıyı ne kadar hızlı yazarsanız yazın, bir saatte bile yazsanız, başından sonuna geldiğinizde başka bir insan olursunuz. Hakkında yazdığınız meseleden bir nebze uzaklaşırsınız. Yazmaktan yorulursunuz.

Yorulmak uzaklaşmaktır. Öfkeniz geçer. Heyecanınız diner. Bu uzaklık aynı zamanda bütünü görme imkanı verir size. Birşey hakkında fazla duygulanmak ona aşırı yakın olmanın (zamansal veya mekansal) alametidir. Uzaklaştıkça duygulanım azalır. Mantık daha rahat işler. Mürşidimin de dediği gibi: Zaman bir müfessirdir. Üzerinden zaman geçen olaylar sizin için bir derece tefsire uğrar. Açıklık kazanır. İnsanlar hakkında yazar. Başkaları başka başka bakış açıları sunar. Siz de o meseleye bakarken olgunlaşırsınız bekledikçe.

Hakkında bir yazı yazsanız güzellikle ortaya koyacağınız, belki daha az yanılacağınız, belki muhatabınızı daha güzel ikna edeceğiniz birşeyi twitlerle anlık iletiler şeklinde tüketmek elinizi zayıflatır da zayıflatır. Sonra tekrar yazacak enerjiniz de kalmaz. Ben bunun sancısını çok çekiyorum. Hem şu da var: Twit attığınız hiçbir mesele arkanızda kalmıyor. Ancak hakkında yazınız olan meseleleri arkanızda bırakabiliyorsunuz. Bu yönüyle twitter'ı yazar katili gibi görmeye başladım. Hatta çoklarını katlettiğini gözlerimle görüyorum. Ahmet Haşim bir yerde 'resim' ve 'fotoğraf' arasındaki farkı ortaya koyarken diyor ki:

"Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı fotoğraf aletinin keşfiyle 'portre' ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiçbir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça sanatkârı resmedeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatının iniş ve çıkışını gözlemek ve onu birçok değişikliklerinde tesbit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görmeğe muvaffak olur. Fotoğraf bu zihnî tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilmez."

Bu metinde ifade edilen hakikatin 'anlık ileti' ve 'yazı' arasında da geçerli olduğunu söyleyemez miyiz? Ben söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Öyle ya! Acele bizi parçayla muhatap ediyor. "Hayır küllî, şer cüz'îdir..." sırrında gizlenen bütüncül bakıştan aklımızı mahrum ediyor. Yazmak yerine twit atmayı seçtiğimiz herşey belki de kürtaj ettiğimiz bir fikir. En iyi ihtimal bir erken doğum. Bebek için yine tehlikeli. Hadi, hepsi için böyle olduğunu söylemek abartı olur, ama yok mu böyle cinayetler? Kaç yazar öldürdü sosyalmedya siz de görüyorsunuz.

Metinlerini okumaktan keyif aldığınız insanların anlarıyla karşılaştığınızda nasıl inkisar-ı hayale uğradığınızı biliyorum. Ben de yaşadım çünkü. Belki bazıları da benimle yaşadı. Bir yazıda güzel olan insan, aslında bir yazı bütünlüğünde güzelliği görülebilen insandır, anlarda değil. (Bazı filmlerin güzelliği de sonuna kadar izlemekle ortaya çıkmaz mı?) Anların adamı olmaya çalıştıkça çirkinleşmeye başlıyoruz. Belki de sosyalmedyadan üzerimize akan çirkinlik de bu açıdan yanıltıcı bir çirkinlik.

Bu insanlar, bir saat yanlarında otursanız siz de bileceksiniz, böyle kötü değiller. Ama o anlarda, o çirkin anlarda, kötüler. Cüz'îde şer daha sık göz kırpmaya başlıyor. Normalde bu anları bilmezdiniz. Şahitleri olmazdınız. Hayatlarını bu kadar yakından görmezdiniz. Ancak devir değişti. Artık o anları size pek kolay ulaştırabiliyorlar. Bu da korkunç değil mi! Örtünemiyoruz. Settar isminin bir perdesini kendi elimizle yırttık. Zamanın örtücülüğünü kullanamıyoruz. Beklemenin olgunluğundan faydalanamıyoruz. Özgürleşirken esir alındık. Ne kadarına ulaşabilirsek o kadarı da bize ulaşıyor. Kimin köle kimin efendi olduğu belli olmayan bir ilişki bu.

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Atmadığını görebilmek

"Ben bir başkasıdır."
Arthur Rimbaud


Bu sıralar beni kendisiyle meşgul eden şeylerden birisi de şu: Sanki nerede bir güzel var ona bir ayna da yaratılıyor. Hem o kendisini seyretsin hem ayna onu seyretsin. İkisi de var. İkisi de yaşanıyor. Kilitsiz anahtar veya anahtarsız kilit olmuyor. Kalp bile kendine mukabil bir kalp arıyor. Güzel ile aynası birbirine bağlı. Tıpkı mürşidimin sivrisineğin gözüyle güneşi birbirine bağlaması gibi. Öyle ya! Göz olmasa ışığın ne kıymeti kalırdı? Âşık Veysel'in kendi kalbinden okuduğu: Güzelliğin ederi neydi aşk olmasaydı? Masivasının varlığı Allah'ın marifet aynası olduğu gibi, o büyük aynanın parçaları da birbirlerinin aynası, bir şekilde o kanunun birer parçası. Birbirleriyle yaşadıkları tecrübeden 'daha üst bir aynalığın' varlığını hissediyorlar. Eğer aynalar koridorunda boğulmazlarsa...

Şu an yaptığım yazma işi bile bir tür yansıtma aslında. Yahut da durup aynamda yansıtılanı seyretme. Seyre zaman ayırma. Yazarak kendimi seyrediyorum veya seyretmeye çalışıyorum. Tekrar tekrar düşünerek aynama uzanıyorum. Ona yoğunlaşıyorum. Görüyorum. Bu göz yüksek konsantrasyon istiyor. Kendilik nehrimde 'an' avlıyorum. Arkamda bıraktığım Ahmed'lerin izini takip ediyorum. Kendime, kendiliğime, mana-i harfîliğime, arızî varlığıma dokunuyorum. Beyaz kağıdın da bir yansıtıcılığı var. Ötesini görmek için baktığın herşeyin bir yansıtıcılığı var. Kalemimle üzerimi kazıyıp ortaya çıkarıyorum.

Bu yazıyı kaleme alıncaya kadar bir dizi şey yaşadım. Bir dizi metin okudum. Bir dizi tecrübe yaşatıldı bana. Bir dizi fikir ihsan edildi. Birçok şeye dikkatim çekildi. Birçok detay, ben farkında olmadan, bana dokunup gittiler. Sabah sokakta gördüğüm kediler. Ağladığına şahit olduğum kadın. Otobüsteki asık yüzler. Martıyla karganın kavgası. Gökyüzü, gökyüzü, gökyüzü... Bütün bunlar bir yere yansıdı. Ben de onların birazını okudum. Vahyin, Cebrail aleyhisselam ile Efendimiz aleyhissalatuvesselam iletilmesi gibi, biz de kalp aynamız üzerinden okuduk bazı şeyleri. Berzahı oydu. İçimde hem yansıtan hem yansıyanı izleyebilen bir göz vardı. Şuur insanın kendisini de izleyebildiği bir göz gibiydi. Yüzlerce fotoğraf çektim kendi içimde. Yazmak bundan başka ne ki?

Şimdi, eğer mecalin varsa, kulluk diye üzerimizde vazife olan herşeye bu pencereden bakmaya çalış. Belki de her eylediğimiz bir aynalıktan ibaret. Sadece bu aynalıkların derinlik farkı var. Göstermek bir aynalık olduğu gibi, gösterdiğini bilmek ve bildiğini göstermek de bir aynalık. Namaz kılıyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Oruç tutuyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Tefekkür ediyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve aynalığımızı gösterebilmek için. İbadetlerin çoğunda varolan bu hayatın akışından kopup bambaşka bir hale bürünme, en azından deneme bunu, durgunlaşma/berraklaşma, belki de aynanın kendi aynalığının farkına varması için gereken birşey. Çünkü insan da nihayetinde kendisinin ötekisidir. Kendim'izin iman etmesi için ben'i görmeyi ihtiyacı var. Ayet-i kerimenin işaret ettiği şekliyle ifade edersek: 'Attığın zaman' atanın 'sen' olmadığı görünce ancak 'sen'in imanı tamam olur.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Kader barıştırır...

Herşey kendi fenasına doğru gidiyor. Bizde görünenlerin aslında bizim olmadığını ömrümüzün sonuna doğru bizden alınmasıyla anlıyoruz. Her güzellik varlık konağında misafir. Varlığın kendisi bile varlıkta misafir. Akıp gidiyor herşey. Bu akıp gidişler içinde ayakta durmaya çalışıyoruz. Akıntıya karşı yüzmenin hiçbir anlamı yok. Akıntı çok güçlü. Akıntı karşı konulmaz. Akıntı ölüm. Ölüme karşı koyabilen oldu mu hiç? O vakit onunla yüz(leş)mesini öğrenmek gerek. Akıntı ancak onun aktığı yöne doğru yüzenlere yardım eder.

Meselenin nehirle boğuşmak olmadığı buradan anlaşılıyor. Nehirle barışacaksın. Nehirle beraber yüzeceksin. Onun debisini gücün haline getireceksin. Yahut şöyle ifade edelim: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." Akıntıya dahil olarak gücünden güç alacaksın. Bırakıp gidenler canını yakmayacak, hatta sana can sağlığı verecek.

Bu nasıl mümkün olur? Bu ancak onların gidişini doğru şekilde anlamlandırmakla olur. Yaralarının bir anlamı varsa, onlara bakmak yüzünü güldürür, canını acıtmaz. Sızısıyla bile barışırsın. Kesiğine nakış muamelesi yaparsın. Dostun için yediğin bir kurşun neden pişmanlığın olsun? Sen ona her bakışında varlığıyla iftihar edersin. Yavrusu için aç kalmak hangi anneye elemdir? İşte biz de yaralarımız böyle iftihar vesilelerine dönüştürmeliyiz. Bunun yolu doğru anlam. Anlam dönüştürücüdür.

Anlamda bir sihir var. Akıntıyı sırtımıza almamızı sağlıyor. Yaşadığın olayı anlamlandırış şeklin onu sırtına mı yoksa karşına mı aldığını da belirliyor. Kadere iman, bu açıdan, sırtına alışların en güçlüsü. Çünkü iradenin eseri sandığın meselelerde aslında hata yapmaz bir iradenin kontrolünden geçtiğini ihtar ediyor. Yazar için editörün varlığı bir rahatlıktır.

Neden rahatlıktır? Metinlerinin basılmadan önce ehil bir başkası tarafından okunduğunu bilmek, onların o kadar da kötü olmadığına/olmayacağına dönük bir teselli sağlar. Biz de kesbettiklerimize karşı bir teselli buluruz kadere iman sayesinde. 'Keşke'lerimize ilaç olur. Kaçırılan fırsatlar başkasının kontrolünden geçmiştir. Bir hatada herşeyi yıkacak kadar başıboş değilizdir çok şükür.

Biz ne kadar kesbedersek kesbedelim Allah yaratmaktadır fiilerimizi. Onun yaratışı hayırdır. "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir." Ve Onun yaratışı mutlak güzeldir. "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir." Onun halkına bakan yönü elbette hayırdır varlığın. Bir bizim elimizi yakmakla ateş kötü olmaz. O kadar da ileri gitmiş olamayız. O kadar da herşeyi batırmış olamayız. Bundan büyük teselli olabilir mi?

24 Haziran 2016 Cuma

Ya düşen de düştüğünü farketmeyince?

"Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu aşağıların en aşağısına indirdik."
(Tin sûresi, 4-5)

Huzursuzluğun 'boşluk'la, boşluk hissinin 'anlamsızlık'la, anlamsızlığın da 'tevhidden kopuş'la ilgili olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Evet. Boşluğu hissettiğimiz anlar aslında düştüğümüzü sezdiğimiz zamanlardır. Düşmek bütünden kopmaktır. En yamanı bütünün anlamından ayrılmaktır. Boşluklar hakkında bizi tedirgin kılan şey de bu düşme hissidir. Düşme demek 'daha kötü' demek. Daha aşağısı demek. Alışılandan uzaklaşma demek. Meçhul demek. İnsan bilmediğinden korkar. Çünkü bilinmeyen tutunulamayandır. Alışılmamıştır. Ülfeti yoktur. Tekrar edilmez. Yarını öngörülmez. Bilmek bir tutunma şeklidir nihayetinde. Hatıralarımız dahi dünyaya bağlandığımız iplerdendir.

Dikkat edelim: 'Şey' denilebilecek her neye dair yeni birşeyi malumatımıza eklesek, aslında, o şey hakkında tutunacaklar-kulplar edinmişiz gibidir. Tutunmak rahatlatır. Tutunmak kolaylaştırır. Tekrarı mümkün kılar. Cennetten dünyaya yolculuğun 'düşme'yle isimlendirilmesi bununla da ilgilidir belki. Bilinmeyene bir yolculuktur bu. Korkuludur. Düşmeyse korkunun ikizidir. Sanki onun yoludur.

Bilim birşeyi kanuna bağladığında neden rahatlıyoruz? Çünkü o şey artık tekinsiz olmuyor. Kestirilebilirliğin güven hissini veriyor. Determinist sanrı, bu güven hissini suistimalle kimilerini şirke bulaştırsa da, kestirilebilirlik, hem kainat hem insanlar hakkında bizi rahatlatır arkadaşım. Dengesiz insanların korkutucu gelmesi bundandır. Karşılarında kendimizi sürekli bir düşme hissiyle boğuşur buluruz. Gerilir de geriliriz. Değişken insanlar bu hissi çok sık yaşatırlar. Hele bir de onları seviyorsak...

Çocukların depremi 'tepkileri kestirilebilir olmayan ebeveynler'iyle yaşadıkları düşüşlerdir. Dengesiz anne-babalar evlatlarını tedirgin kılar. Yasası bir türlü kavranamayanlar karşısında yaşanılan da düşme hissidir. Uyanacağı dünyanın güvenli olduğu ümidiyle yatağa girmeyen çocuk düşmekten kurtulamaz. Tutunacak başka şeyler arar. Sığınacak yerler arar. Arkadaşları olur çoğu zaman kaçtıkları.

Düşme hissinin şifası için tutunabileceği 'bilgiler/bilmeler' peşinde koşar. 'Tekrar cenneti'ne ulaşmaya çalışır. Madde aldığında düşlediği sanrıyı yaşıyorsa, Allah korusun, kulp olarak onu bile seçebilir. Bütün derd u meselesi düşme hissini azaltmaktır. Hakikate sığınamayan, daha az boşluk için, sanrılarına sığınır. Dikkati dağıtmak, insanı uçurumdan kurtarmaz ama, süreci daha az can acıtıcı kılar.

Gaflet, yaşattığı aynılıkla, mezkûr tekinsizliği 'gidermiş gibi' sanrılattığından cazibedar gelir. Yani, gaflet, 'düşenin düştüğünü de farketmemesi'dir. Onu günahtan daha korkutucu yapan da budur. Günah işleyenin, farkındaysa, tevbe ihtimali vardır. Pişmanlığı tevbe olabilir. Fakat gaflette olanın, ayılmadıkça, böyle bir imkanı da yoktur. Tutunacak birşeyi olmayanlar, onların vesilesiyle daha yukarılara çıkamayanlar, en azından düşmenin verdiği işkenceden kurtulmamalıdır. Gaflet yaşattığı sanrıyla bu işkenceyi elimizden alır. "Gaflet hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar..." derken mürşidimin dikkatimizi çektiği de budur.

Dikkat edersen yokoluşla 'boşluk' arasında da bir ilgi görünüyor arkadaşım. Âlemin fenaya gidişi kalbimizdeki yarım kalmışlıkla karşılığını buluyor. Boşluk fenadan besleniyor. Evet. Heba olduğunu hissettiğimiz herşeye karşı bir kırılma yaşıyoruz. Bir değmezlik ruhumuzu sarıyor onlara karşı. Bir küsmeklik geliyor hayata herbirinden. Hatta her anından... Tevhid ile büyük resme, sonsuz bir anlama, kavuşturamadığımız herşeyden tedirginlik duyuyoruz. Çünkü hususi manzaramızın büyük resimden koptuğunu seziyoruz.

Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde der ki: "Hiçbir mekanik hareketimiz yoktur ki, aramasını bilirsek, sebebini kalbimizde bulmayalım." Kainat kıyametine doğru akarken biz de içimizdeki boşluğa doğru akıyoruz. Kalabilmemiz için 'bakiye tebdil etmenin çareleri'ni bulmaya ihtiyacımız var. İşte bu çaba tastamam bir tutunma çabasıdır: "Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?'"

8. Söz'ün hayatı 'kuyuya düşme' meseliyle anlatması öylesine bir seçim mi? Asla. Aslında tam yaşadığımızdır. Tutunacak bir iman, hakikat, anlam bulamadığımızda tıpkı o kahramanların soluduğu cinsten bir düşme hissiyle boğuşuyoruz bitevi: "Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor."

Teselliyi dalda, yani daldaki aynılıkta, aramamak lazım. Bu mümkün değil. Ne duygularımız ne de yaşadıklarımız aynı kalmayacak-kalmıyor. Her doğan ölüyor. Her genç yaşlanıyor. Her başlayan bitiyor. Ardındaki esmaü'l-hüsnanın 'anlam aynılığı' huzur vermeli. Düşürmeyecek kulp o. Doğru 'aynılık' o. Aynılık somutta değil soyutta yani. Maddede değil manada. Parçada değil bütünde. Şunu da bir düşün arkadaşım: Kur'an kendisine neden 'sapasağlam kulp' diyor? Düşmelerimize tam şifa verdiği için olabilir mi? Yani, şu ifadenin, psikolojide de böyle bir tefsiri yapılabilir mi? Öyle ya, her kulp elle tutulmaz, bazıları var ki ancak kalple kavranabilir. Onlara da 'anlam' denir. Demek, bâki anlamlara tutunmak için inayet yine Rabb-i Rahîm'dendir. Zira kaynağı Odur. Anlamlar ilminden doğar. Bahşetmesiyle bilinir. Onun bıraktığı kadar kalır. Biz de anlamını yalnız Ondan dileyelim. Âmin.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Güzeller güzelliğin mülküdür

Ne yazık arkadaşım. Bize esmaü'l-hüsnadan bir tecelli bahşedildiği zaman hemen ‘mülkümüz olduğunu’ sanrılıyoruz. Yani, hâşâ, sanki koparılmış da bir parçası bize verilmiş gibi tahayyül ediyoruz. Tuttuk mu kalır. Avuçlarımızı sıkarsak çıkmaz. Geri alınmaz. Böyle zannetmekte elbette hata var. Çünkü bize bağışı Rahman'ın hazinesinden eksilmez. O öyle bir Malik-i Hakikî'dir ki verdiği mülkünden çıkmaz-çıkamaz. ‘Ondan’ fakat ‘Onda kalarak’tır tüm hediyeleri. (6. Söz'deki kıssayı hatırla tam şimdi. Allah emanet verdiğini senden satın alıyordu.)

Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez. Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin. Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.

Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun ‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz. Aldanıyoruz.

Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz. Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O istediğinde misafirliğin de biter.

"İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.

Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’ da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur. "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..." hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’ ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.

Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim: Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez. Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten ‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.

Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz. Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.

Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik. Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat kuvvet buluyor bizde.

Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:

"Mümkün ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."

Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin? Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın. Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Bencillik de güzeldir bazen

"Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O halde söyle bana bu kıza karşı takınman gereken tutumu biliyor musun? Çünkü başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir. Bu kadar dengesiz biri senin için tehdittir Markie ve bir tuzaktır." Philip Roth, Öfke'den...

Yürüyen karadelikler vardır. Konuşan, nefes alan, çay içen. Maruz kaldığınızda karardığınızı hissedersiniz. Başkalarının enerjilerini emerek yaşarlar çünkü. Acılarının zikriyle hayata tutunurlar. Esasında zayıf değillerdir. Ama tasannu ile bile olsun kullanışlılığını öğrenmişlerdir. Evet. Sahibinin silah olarak kullandığı bir zayıflık, eğer ondan bencillikle korunmuyorsanız, bir karadeliktir. İçine çeker. Boğar. Batırır. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Merhamet, eğer istikametle istimal edilmezse, sahibini ‘en kullanışlı aptallar’dan eder. Yani şu âlemde ifratı-tefriti tehlikeli olmayan duygu yoktur.

İnsan şefkat ettiğinin parçası haline gelir. Ve onu da parçası haline getirir. Kalbin tabiatı budur. Kalp dahlolarak sever. Ayık akılsa hissedilene mesafe koymaya çalışır. Kendini dışarıya iter. Yörünge arar. Kapılmamak ister. Mantık esasında bir mesafe arayışıdır zaten. Bütünü unutmama gayretidir. Kuşatıcılığın verdiği dengedir. Sarhoşluğundaysa o da baktığında boğulur. Artık başka kuvvelerin esaretindedir. O zaman bütünden vazgeçip parçalanır. Parça olur.

Belki ben de çekildim arkadaşım. Çıktım-çıkamadım. Bilemiyorum. Fakat umuyorum. Şunu da hatırlıyorum: Kapılanlardan çoğunu mahveden şefkatiydi. İyi yaptıklarını sanarak yaptılar. Yanlış anlaşılmasın. Karıncayı inciteceklerden değillerdi. İncitmediler de. Lakin kendilerine pek zulmettiler. Nasıl? Neden? Niçin? Çünkü hepsini gerçek sandılar. O kadar çok acıdılar ki sevdiklerine. Acılarını da aramsız sahiplendiler. Yapmacıklığı ayıracak tecrübeleri yoktu. Manipülasyona yatkınlardı. Kahraman olmak istiyorlardı. Birilerini kurtarmak arzuluyorlardı. Kurgudan fazlasını çektiler. Bunu samimiyetleri yüzünden yaşadılar. Oysa yıpranmadı adına yıprandıklarının hiçbirisi onlar kadar.

Karamsarın ağzında dert biber değil sakızdır. Memnuniyetsizliği keyifle kaşınmasıdır. Yakınmaları alışkanlığıdır. İyimserin gamıysa hakikattir. Etkisini atlatamaz. Sarsıntısını teğet geçemez. Tasannuya karşı kalkansızdır. Bu tabiatta olduklarını farkettiğim çocuklara şunu tavsiye ediyorum: Ebeveynlerinizin sorunlarıyla mesafenizi koruyun. Neden mi? Çünkü bilerek-bilmeyerek sizi kandırıyorlar. Gönül ayarlarınızla maytap geçiyorlar. Şöyle ki: Onlar çoğu zaman duygularını sizin kadar yaralayıcı şekilde yaşamıyorlar. Ağlamaları bile yaz yağmuru gibi. Sizdeki gibi hayata/kendilerine büyük faturalar çıkarmıyorlar. Kalbinizdeki kadar şiddetli de sarsılmıyorlar. Çünkü tecrübeliler. Çünkü büyükler. Duvarlarını inşa etmişler. Duygularından korunacak kadar benciller. Ama siz onlara baktığınızda sizdeki gibi oluyor sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz.

Böyle bir çocuk ailenin yaşadığının on katını yaşar. Mesela: Ebeveyni küçük bir borçtan dolayı tartışır ama o mâli felaketin eşiğinde olunduğunu sanır. Her gerilimde yuvasını uçurumun kenarında zanneder. Bu yüzden her ebeveynin yapması gereken açıkça anlatmasıdır: Bizim birşey için endişelendiğimizi düşünürsen hissettiğin gibi olmadığını bil. Kalbimiz kalbinizden farklıdır.

Aşırı duygusallık empati yükünü ağırlaştırır. Muhatabınızda ‘bir’ sizde ‘yüz’ olur. Zayıflıklarını silah kılanlar size kolay zarar verirler. Hem de kullanırlar. Böyle birisinin dertlenmesi beş dakika sonraki kahkahasını bile kaçırmaz belki. Fakat sizin uykularınız kaçar. Neden böyle olur? Bence şundan: Şefkat kurguyu gerçeğe kalbeder. Yansıtılan yalan olabilir ama sizdeki tesiri gerçektir.

Şefkat gibi bencillik de hikmetsiz değil arkadaşım. Allah bir yerindelik ile yaratıyor herşeyi. Dozunda bencillik de mezkûr karadeliklerden korumamızı sağlar işte. Kurgu saldırılara karşı duvarımız olur. İçimizdeki depremleri önler. Tam da bu noktada bir ayrıma girişmem gerek. Evet. “Avcı: Kış Savaşı” filmindeki karakterler üzerinden yapacağım bu ayrımı. Buz Kraliçesi Freya (Emily Blunt) ve kız kardeşi Ravenna'nın (Charlize Theron) yansıttığı iki farklı bencillik var bence.

Açalım: Freya'nın bencilliği ‘acılardan korunma isteği’nden doğuyor. Kaybının ardından yaşanıyor. İfratından da kötüleşiyor. (Kötülük bencilliğin ifratıdır çünkü.) Ravenna'nınki öyle değil. O kuvve-i şeheviyesiyle kötü. Arzularından dolayı kötü. Menfaatleri ekseninde bencil. Aynası gözlerini kör etmiş. Sahip olmak istedikleri bencilleştirmiş. Freya'nın bencilliği ‘kuvve-i gadabiyesi/korunma güdüsü’ ile gelişirken Ravenna'nınki ‘kuvve-i şeheviyesi/elde etme güdüsü’ ile şekilleniyor. Yani ki arkadaşım: Freya dünyaya düşmansa kalbinin kırılmasını istememesinden. Ravenna düşmansa eline geçmemesinden. Birisinin sembolü ayna. Ötekisininki buz.

İşte, ben de tam burada arkadaşım, kuvve-i gadabiye noktasında bir bencilliğin kuvve-i şeheviye hususunda bir bencilliğe göre hikmetli bir duruşa sahip olduğunu iddia ediyorum. Bu tarz bir bencilliğin (elbette ifrata gidilmeden) bir ölçüde bizi esaretten kurtardığını düşünüyorum. "Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazap edilmez. Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemîme..." derken Bediüzzaman'ın da böylesi istikametli bir mesafe tavsiye ettiğini düşünüyorum. Eğer ‘bencilliğin maslahatından (veya maslahatlı bir bencillikten)’ bahsedeceksek, bu, ötemizle ilgimizi kuran duygularımızın ‘bizi onların esiri haline getirmesinden korunmak’ bağlamında anlaşılabilir diye yorumluyorum. Allahu’l-a’lem.

Anahaberlerin, sosyal medyanın, çeşitli manipülatörlerin dolduruşuna gelip dünyayı dertten-kederden ibaret görenlerimiz için böylesi bir bencillik gerekli birşey. İstimalinden zarar görmezler. Duygularını tahrişten korumuş olurlar. An şart ki: Aşırıya kaçmazlarsa! Büsbütün vurdumduymazlığa koşmazlarsa! Öyle ya: Taşıyamayacağı yükün altına girmek en itaatkâr köleyi bile sahibine küstürür. Nefsine ettiği zulüm en nihayet âdemoğlunu da nefsi kudret elinde olan Zat'a isyankâr eder. Bu büyük bir tehlikedir. İnsan bundan da korunmalıdır.

Evet. Ona isyan edeceğine biraz bencil ol. Mesafeni koru. Kalbini ötenden ayır. Çünkü hepsine yetişemiyorsun. Ellerin küçük. Hem yetişsen bile gücün yetmiyor. Pazuların zayıf. Kur'an'ı hatırla. Hidayete ermeyen yakınları için rahmet dilemekten men edilen nebileri düşün. Elbette bu haberlerin bize gelmesinde bir hikmet var. Ne biliyorsun? Taşıyamayacağın yükün altına girme diye verilmiştir belki de şu bencillik? Nihayetinde mürşidim de ‘rahmet-i İlâhiyeden daha ileri şefkati sürmek mânâsız ve haksız’ demiyor mu?

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir

Dışarıdan bakınca şöyle görünüyor: Eskiden daha güçlüydüm. Şimdi daha zayıfım. Dünyayı avuçlarımda tutma isteğim azaldı. Üzerine kavga etmek arzumu kaybettim. Eskiden üstüne düştüğüm şeylerin şimdi ancak yanından geçiyorum. Bu, dışarıdan bakılınca, hakikaten zayıflıktır. Ve muhtemelen beni hayatta başarısız kılacak. Ama, diğer anlamda, güçlendim. Dünyaya karşı duyulan bir ilgisizliğin, üzerine boğuşmakla elde edilecek her kuvvetten güçlü olduğunu gördüm. Önemsememek karizmatiktir. Birşeyi önemsememek, sizi önemseyen herkesten daha avantajlı hale getirir. Çünkü kaybetmezsiniz. Yarışmadığınız için yenilmezsiniz. Rakibi olan endişe eder. Geçilmekten korkan koşar. Siz etmezsiniz. Siz koşmazsınız. Eğer bu ilgisizlik bir tasannu değilse.

Züht, bu anlamda ehl-i zühtün omzunda bir yük değil, rahatlığıdır. Dünyanın kendisine en çok kollarını açtığı dönemlerde bile zahit, onunla hemhal olmaktan çekinir. Çünkü hemhal olmanın bir bedel ile mümkün olduğunu bilir. Bu bedel, üzerine/üzerinde didindiğinin omzunda ağırlaşmasıdır. Kalp tanıştığını arkasında bırakamaz. Hakkında uğraştığını 'an'da bitiremez. Sevdiğini terkedemez. Sevmek, bir açıdan ruha çizik atmaktır. Ruh, zamanın eskitemediğidir. Allah, insana bir hafıza bağışlamakla farkındalığını zamana da yaymıştır. Bu yayılıştan akıl doğmuştur. Akıl her duygunun sonsuzlukla çarpımıdır. Çünkü zamana yayılmış bir farkındalığın kıyaslayacağı/kıyaslanacağı şeylerin sayısı da an'lar kadar fazladır. Hafızamız sayesinde ve de yüzünden biz hiçbir şeyi arkamızda bırakamayız. Eğer bıraktıysak, o bizim için 'şey' bile olmamıştır. Peki, birşey insan için nasıl şey olur?

İşte ben bunun da duygularla ilgili birşey olduğunu düşünüyorum. Duygular, dışarından gelen bilginin/etkinin bizi değiştirirken çıkardığı sesler gibidir. Ben, yola başladığım Ahmed'den daha başka bir Ahmed olarak bitireceksem hayatı, işte bu 'başka bir Ahmed oluş' duygularla oluyor. Ahmed denilen şeyin değiştiğini, dünyanın testeresinin üzerimde işlediğini, çıkan duygu sesleriyle anlıyorum. Ya iyileşiyorum yahut da kötüleşiyorum. Meselenin hormonal düzeyi ancak bedenin bu değişime ettiği eşliktir. Asıl mesele maddî mesajın manevî dünyamda yaptığı etkiye şahitliğimdir. Ki bu şahitlik hissederek oluyor.

Kalbim kırılıyor, kalbim ısınıyor. Gülüyorum veya küsüyorum. Kızıyorum veya seviniyorum. Bütün bu etkiler Ahmed'in cisimden ibaret olmayan dünyasının değiştiğini haber veriyor bana. Üzüldüğümde Ahmed'i yanlış bir yere sürüklediğimi farkediyorum. Sevindiğimde Ahmed'in doğru yolda olduğunu anlıyorum. Tıpkı elimi ateşe uzatmanın yıkıcı birşey olduğunu yakıcılığın acısıyla hissetmem gibi. Bundan kaçınmam için bunu hissetmem gerekir. Burada hissetmezsem cehennemde bu hissetmeyişi kaza ederler.

Nihayetinde cennete layık bir olgunluğa erişmek için yetişmeye gelmişim Rabb-i Rahim'in medresesine... Ben dünyanın omuzlarına basıyorum. Adımlarımı sabitlemeye çalıştıkça dünya da benim omuzlarıma basıyor. İki türlü de etkileyebilir beni. Nasıl etkileneceğim imtihan gereği bana bırakılmış. Ya güzel görüp güzel düşüneceğim yahut da çirkin görüp çirkin düşüneceğim. Dünya için boğuşmak beni an'larda görünene mahkûm ediyor. Ondan kaçınmak dışarıdan seyretmemi sağlıyor. Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir. Yeterince yakından bakınca her yüzde bir pürüz var. Demek ki, zahit, pürüzlerin riskini almaktan kaçandır.

9 Ağustos 2013 Cuma

Biz sadece arkadaşız

İnsanlara birşeyler anlatmaya çalışırken en çok çektiğim sıkıntı; anlattıklarımın, hayatımdan bekleniyor oluşudur. Ne zaman karşımdakinin benden böyle bir beklenti içinde olduğunu tasavvur etsem, söylemeye hevesim kaçar düşündüklerimi. Zira, eğer öyleyse, şu benim omzuma yüklenen ağır bir yüktür. Ben, bu yükü kaldıramam. Yanlış anlaşılmasın. Elbette iyi bir insan olmak isterim. Ama iyi insan olmak, yalnızca istemekle olmaz. Benimkisi gibi kuru istemekle hiç olmaz. O nedenle de yazdıklarımdan insanların olmadığım bir ben'i tahayyül etmesi, asıl ben'i rahatsız eder. Zannın fazlası sakıncalıdır. Hüsnüzannın bile... Ben de rahatsız olurum. Olmadığım birşey gibi davranmaktan Allah'a sığınırım.

Yapmadığım iyilikleri söylemek değil bu. Bana bağlı birşey de değil. Eskiden beri, güzel şeyler anlatanlar hakkında sahip olduğumuz bir yüceltme refleksi. Onların da 'kuru üzüm dalı' gibi olabileceğini düşünmeden giriştiğimiz bir renklendirme. Dilinden sunulanın ondan sanılması. Ayna ile güneşin karıştırılması. Perde olduğunun ve ancak perde olabileceğinin unutulması. Gafletin bir derece masum, hoşgörülen; ama yine de sakıncalı hali. Anlatıcıdan istifadeyi arttıran, fakat anlatıcıyı çok zor durumlarda da bırakabilen bir tahayyül. Zatın yerine delilin geçtiği bu asırda, bununla da uğraşmak gerek. Kazıye-yi makbulenin ateşi sönmüş, Bediüzzaman böyle söylüyor. Devir, artık burhan devri.

Yazdığım kitlenin içinde böyle insanların olması beni rahatsız eder. Çünkü onlar, sözlerinize değil, daha çok tavırlarınıza bakarlar. Ağzınızdan çıkan bin altını, hayatınızdaki bir bakır yüzünden kaldırıp çöpe atarlar. Halbuki siz, hakikati anlatırken; istediğiniz, zatınıza duyulacak bir muhabbet değildir. Bunu arzu etmezsiniz, etmemelisiniz. Siz sadece; size açılan, farkettirilen bir güzelliği kardeşlerinizle paylaşmak istersiniz. En az onlar kadar muhtaçsınızdır çünkü ona.

Fakat zorlar böyleleri sizi tebliğ yolunda. Söylediğinizden ötürü size hayalî bir rol biçer; oraya, istemeden sizi oturtur; sonra da uymayınca hesap sorar, küser. Ağzınızdan çıkan bal da olsa sirke muamelesi yapar. Yanlış yere kanalize olmuştur çünkü. Balı sizden sanmıştır. Bu sanması, yani zannı, onun tuzağı olmuştur.

Hz. Nuh aleyhisselamın, Kur'an'da iki kere geçen bir serzenişi vardır kavmine. Ben ne zaman o serzenişi okusam, aklıma işte bu mesele gelir. Der ki oralarda Nuh Efendim: "Ben size bir meleğim de demiyorum." Nedense, çok dokunur bana bu ayet. Hakikaten, hakikat anlatıcılarının ne zaman böyle bir iddiası olmuştur? Her birisi, önce nefsine demiş, önce kendisini mihenge vurmuştur. Onlar böyle yaparken, sofra arkadaşlarına ne olmuştur ki; hakikatin tamamını onların hayatlarından bir melek mükemmeliyetinde beklerler? Bu mümkün müdür?

Böyle insanlarla sık karşılaşınca insan düşüncelerini paylaşmaktan da soğur. Çünkü fıtratında, taşıyamayacağı yükü yüklenmekten kaçmak da vardır. Sırf bu yanlış beklenti ve telkinden dolayıdır ki; bir toplumda güzeli anlatanlar azalır, günahını anlatanlar çoğalır. Çünkü günahını anlatmak, böyle bir yük yüklemez insana. Aksine, yükünden almakla rahatlatır.

Bir zaman ben de böyle düşünerek insanlarla aklıma gelen şeyleri paylaşmaktan hayâ ediyordum. "Beni birşey sanacaklar, taşıyamayacağım!" diye üzülüyordum. Fakat daha sonraları Barla Lahikası'nda rastladığım kısacık bir mektup, benim bu yaramı tedavi etti. Üzerimdeki yükü aldı, beni kendime getirdi. O mektupta talebesi Hüsrev'e aynen şöyle diyordu Bediüzzaman:

"Bahtiyar kardeşim Hüsrev,

Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin."

İşte bu mektuptaki serbesti beni kendime getirdi. Öyle ya, ben de bu sofrada aldığı dersi arkadaşlarına söyleyen, müzakere ve müdavele-i efkâr eden, kıymetter mücevheratı birbirine ve müşterilerine gösteren birisiydim. Öyleyse kendimi sıkmama, insanların bana yüklediği hüsnüzannın altında ezilmeme ne gerek vardı? Bu hüsnüzan onların hatalarıydı. Zira Bediüzzaman, onlara, anlatıcının konumunu böyle biçmiyordu. Anlatıcı, içlerinden herhangi birisi gibi, bir arkadaştı sadece. Kendi dersini çalışmış, arkadaşlarına sunuyordu. Bundan fazlası değildi ve öyle olduğu sanılmamalıydı. Abilik, şeyhlik değil, arkadaşlıktı.

Bu dersi, bu metinden alıp rahatladım. Ondan sonradır ki, insanlara aklıma gelen birşeyleri anlatırken şeytanın sağdan (değil soldan) kulağıma üflediği "Sen bu makamın adamı mısın? Sus, anlatma artık!" tarzında bir vesveseden kurtulmuş oldum. Evet, hakikaten ben o makamın adamı değildim. Ama Risale-i Nur mesleğinde de o makam, şeytanın anlattığı gibi değildi. Arkadaş makamıydı. Ve arkadaşların birbirlerine düşüncelerini anlatmaları için kendilerine daha üst bir konum biçmelerine gerek yoktu. Kibirlenmelerine kapı yoktu. Ben de böylece bir ders aldım, rahatladım. Bana bu dersi aldıran Rabbime şükür. O zaten hiçbir kuluna taşımayacağı yükü yüklemez.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...