14 Kasım 2023 Salı
Sen asla tek kişi değilsin
Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?
Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.
Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?
Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.
Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.
29 Eylül 2022 Perşembe
Peygamberimiz hangi tarikattendi?
"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.
Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.
İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..."
Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.
26 Ekim 2019 Cumartesi
Münafık neden kâfirden daha eşeddir?
Mevzuun optiğe bakan yanını anlamak kolay. Karanlıkta kaldığınızda gözünüz, daha doğrusu gözbebeğiniz, genişleyerek ortama adapte olur. Nesneleri az-çok seçmeye başlar. Şekillerini kabaca algılar. Bu nedenle yeniden ortama ışık bastırdığında geçici bir körlük yaşarsınız. Gözbebekleriniz küçülerek maruz kalınan ışığın miktarını azaltır. Makule çeker. Körlüğünüz geçer. Ancak bu karanlık-ışık geçişlerini sıklaştırırsanız, hem körlüğünüz kalıcılaşır, hem de gözleriniz ağrımaya başlar. Çünkü göz böylesi hareketleri sık yapmaya yatkın bir organ değildir.
Mürşidim kısa bir mealiyle "Neredeyse şimşeğin ışığı onları kör edecekti!" buyrulan Bakara sûresinin 20. ayetini tefsirinde ilginç bir noktaya dikkatlerimizi çeker: "Gözün şuaı, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek, kemal-i sür'atle hücum ederek, gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuaından o şekilleri alıp götürüyor."
Bu izahı nereden hareketle söyler peki? İşaratü'l-İ'caz aşinaları cevabı bilirler ya fakat bilemeyenler için bir hatırlatma geçelim: Ayette geçen 'yahtafu' kelimesi üzerinden. Çünkü bu kelime 'kaptırmak' manasına gelmektedir. Ben, biraz da yukarıda konuştuklarımızdan hareketle, Bediüzzaman'ın bu tefsirini şöyle anlarım: Bir fırtınanın karanlığında, o karanlığa adapte olan gözler tam manzarayı az-buçuk seçmeye başlayacakken, birden bir şimşek çakar, ışık düzeyi değişir. Gözün adaptasyonu berbat olur. Yeniden kıvamını bulmaya çalışır. Aydınlık normalde 'gördürücü' birşeyken bu anlık hali, yani devamsızlığı, aksine 'körleştirici' olur.
Ancak burada daha başka birşey var. Bu iş göz işi değil. Göz sadece bir temsil. Bakara sûresinde geçen bu tasvirler bize aslında 'münafıkların psikolojisini' anlatıyor. Onların hakikate muhatabiyetlerindeki ikircikli halin onları düşürdüğü şaşkınlık ortaya konuluyor. Hatta Bediüzzaman aynı bahiste diyor: "Kâfirlerin kalbleri gibi münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet. Bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz."
Arkadaşım şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan cesaret alarak 'içimizin yasasına' dair şöyle birşey söylesem şaşırır mısın: Mutluluk da bir ziyadır. Yani bir ışıktır. Kalbin gözü, yaşadığı ortamın durumuna göre, ondan bir parça alabilecek şekilde adapte olur. Az-çok birşeyler seçer. Hani Bediüzzaman'ın İslam'dan çıkanın saadet yönünden doğma-büyüme kâfire bile yetişemeyeceğini açıklarken söylediği birşeydir: Kâfirin açık kalmış bazı lâmbaları olabilir. Fakat mürtedin gönlünün bütün ışıkları sönmüştür. Ben onu, işte biraz da bu bahisten hareketle, şöyle anlarım:
İslam'ı kevserinden bir kere tatmış, diline bu bal bir kere dokunmuş, damağı bu lezzetle tanışmış, artık ne kadar ağzını kezzapla çalkalarsa çalkalasın bu tattan kurtulamaz. Hakikate aşina vicdanı ona 'olması gerekenin' sinyallerini verir. Bu sinyaller hiçbir zaman 'kâfircesine bir habersizlik içinde' susturulamayacağı için de, münafık, kâfirin dahi kavuştuğunu sandığı saadetten mahrum edilmiştir. Tıpkı, ertesi gün idam edileceğini bilen bir mahkûmun, bu kem akıbetten haberi olmayan sair mahkûmlar kadar yediklerinden lezzet alamaması gibi. Hatta 'yiyememesi' gibi.
Doğrunun şimşeği sürekli çakarken kalbinin gözü gafletin mutluluğunu görmeyi başaramaz. İsterse en kara şeytanları arıyor olsun. Anlık parlamalar bu kadarcık bir görmeyi dahi elinden almıştır. Gözünden önce kalbinin ellerinden kapmıştır. Evet. "Münafık kâfirden eşeddir." Çünkü gözünün ışığa tahammülü yoktur. Her parıltıyla savaşır. Her nurla kavgalıdır. Çünkü aydınlığa dair herşey onu 'ecnebi dinsizleri gibi' olmaktan alıkoyar. İslam'ın tezahürlerinden bu yüzden rahatsızdır. Yani dışına taşırdığı esasında içinin kavgasıdır. Gözünün ağrısıdır. Allahu'l-a'lem.
6 Haziran 2016 Pazartesi
Güzeller güzelliğin mülküdür
Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez.
Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin.
Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir
bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana
verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.
Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat
edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun
‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim
yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz.
Aldanıyoruz.
Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz
ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak
gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz.
Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini
yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O
istediğinde misafirliğin de biter.
"İman aksinin imkansızlığıyla
birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur
tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad
olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk
kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk
kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.
Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’
da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka
ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek
ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..."
hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik
imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz
putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’
ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle
şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.
Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim:
Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir
sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez.
Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri
değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla
durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten
‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.
Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı
gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın
mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın
aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna
ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her
esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her
tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan
edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz.
Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.
Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir
zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk
edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik.
Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o
elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı
koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın
mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe
canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat
kuvvet buluyor bizde.
Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:
"Mümkün ünvanı altındaki
eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh,
mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması,
o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri
ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır.
Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup,
bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin
ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir
ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede
hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."
Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin
değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin?
Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri
var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle
şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın.
Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.
24 Mart 2015 Salı
Karanlık neyden yaratılır?
Diyelim ki, herhangi birşey eline geçmedi. Çok sevdin, kavuşamadın. Çok istedin, elde edemedin. Çok uzandın, tutunamadın. Artık onun hakkında kafanda dolaşan tek fikir, tek hayal, tek tasavvur, eğer kavuşabilseydin, o sende veya sen onda kalsayın olabilecek güzel şeyler hakkında. Hiç aksi yönde tefekkür etmiyoruz/edemiyoruz. "Belki de berbat olacaktı herşey!" diyemiyoruz. Platonik olanın risksiz huzuru kimseye yeterli gelmez. İnsan sevdiği şeyler hakkında karamsar olamıyor işte.
Karamsarlık da aslında bu sahip olamayışın bir tecellisi. Senin olmayan sende karamsarlıktır. Bencilin gözünde malikiyetinde/sahipliğinde olmayan her nokta karanlıktadır. Işığı kendisidir çünkü. İnsanın zalim oluşu/zulmeti/karanlığı/karartması sahip olamadığı hakkında çektiği kederden geliyor olabilir mi? Ne ki, senin olmadı, senle olmadı, sende kalmadı; artık senin için bir karanlık kaynağı oluyor. Gidişinden elem çektiğin gibi 'kalabilmesi' ihtimalinden de elem çekiyorsun. Bir giden, hep gidiyor. Her gün gidiyor. Her an gidiyor. Tüm firaklar ebedîdir böyle bakınca. Unutamadığın sürece öyle.
Hem unutmak kurtarıcı mı? Bu konuda da şüphelerim var. Unuttuğum şeylerin kederinin kalbimden gittiğini bana kim ispat edebilir? Halbuki unutkanlarımızın neşeli olduğuna da şahit olmuyoruz. Alzheimer hastalarının sürekli bir neşe halinde olduğunu kim söylemiş? Bence unutulanın (eğer öyle birşey mümkünse) bıraktığı iz dahi gitmez, kalır.
İnsan, sürekli yeni bir insan olarak, hayatının her parçasında birşeylerin iz bırakıp şekline şekil kattığı, bir heykel gibi. Yaralanmış bir yerini tekrar eski haline döndürmen mümkün değil. "Eski hal muhal. Ya yeni hal, ya izmihlal..." Yıkılıp çökeceğiz artık değişemediğimizde. Heykelin son rötuşu atıldığında. Şahitliğimiz bitmiş olacak. Ve biz o zaman bencilliğimizin her anının eleme kaynak olduğunu; hodbin olanın ister istemez hodgam, hodendiş ve bedbin yaşadığını anlayacağız. Allah, bize, gaybda olan kendisine iman etmemizle, görünürde olan kendimize dayanmanın arasındaki farkı böyle öğretecek. Varolanın kendisinden vazgeçmesi, bir nevi 'var iken yoku seçmesi' zordur. İmtihan kolay birşeyin üzerinde dönmüyor demek. Fenerini kıracaksın, güneşin olacak. Çünkü karanlık fenerinin ışığından yaratılıyor.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...