14 Kasım 2023 Salı
Sen asla tek kişi değilsin
Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?
Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.
Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?
Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.
Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.
24 Haziran 2023 Cumartesi
Parça bütünlüğünden vazgeçebilecek mi?
Üstelik, dahilini tanıdığı gibi, haricindeki bütünlükleri de tanır hayat sahibi. Onlara isimler takar. Belki zaten fıtratlarına nakışlanmış aşinalığı bulur. Tutunur. Tutunduğunu tanımlar. Tanımlarına tutunur. Bilebildiğini bu yolla bildirir. ('Sarman!' diye seslenir mesela, kedisi de isimlendirilmesinden bilindiğini anlar, bilir, gelir.) Bilgi de ancak bu yolla doğar-gelişir. (Hatırlayalım ki, Hz. Âdem babamız, melek kardeşlere 'tâlim-i esma' sınavındaki muvaffakiyetiyle parmak ısırtmıştır.) Bütünlüğünün böylesi şuurunda bir parça, başka parçaları da, bütünlüğüne kıyaslayarak tanıyabilir. Yolcu yolunda isim takarak ilerler.
Fakat, işte düğüme geldik, imtihan da burada başlar arkadaşım. Kendisine dair böylesine yüksek bir bilince sahipken, hakikatin 'aslında parça olan bütünlüğüne' görünen eksik şekillerini terkedip, 'Bütünün Hakiki Sahibi'ne veya 'Hakiki Bütünün Sahibi'ne (ki 'Âlemler Rabbi'dir O) teslim olmayı becerebilecek midir insanoğlu? Vahyiyle kendisine ihsan ettiği 'Hakiki Bütünün Bilgisi'ne veya 'Bütünün Hakiki Bilgisi'ne râm olacak mıdır? Yoksa bir parçacık bütünlüğüyle, yani ona sığdırdığı kadarıyla, baştan mı çıkacaktır? O yalancı bütünlüğü hakiki bütünlüğün yerine, hatta en üstüne, koymayı mı deneyecektir?
Ene Risalesi'nin çizdiği resim buna benziyor:
"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Bir 'ben-sen' diyebilme yeteneği var ki bizde pek tehlikeli. Parça için hem hazine hem endişe kaynağı. Çünkü asabiyetle durulursa arkasında bütünden kopuşu ifade ediyor. 'Ben' diyorsun mesela. O 'ben'den hariç herşeyi 'sen' yerine koyuyorsun. Halbuki aldığın her nefeste kainatın hakkı var. Vücudundaki elementler ölen yıldızların tozları. Fiziğindeki tüm dengeler âlem hiçten çıkarken kurulmuş. Kimyası öyle. Biyolojisi öyle. Neler neler belki daha öyle. Şecere-i hilkatin bir ulu meyvesisin. Ezelden takdir edilmiş, nihayet zamandaki yerine asılmış, varolmuşsun. Ağaçla beraber ağaçsın. Yani bir 'Kün!/Ol!' emrinin içine herşeyle birlikte sığınmışsın. Ama ağacına dönüp tekebbürle "Ben ben, sense sen!" diyebiliyorsun. Bütünlüğünü kendine rakipleştiriyorsun. Hatta üzerinde hak iddia ediyorsun. Terbiyesiz tasavvurlara-tasarruflara girişiyorsun. Haddini o kadar aşıyorsun ki, herşeyi yoktan vareden Malik-i Hakiki'ye dahi, 'sen-ben' çekebiliyorsun. Halbuki güneşin tecellisi bir an olmasa yansıma kalır mı? Aynadaki sûret, hakikisine 'sen-ben' çekse, hakikatini küstürmez mi?
Parça yüzünü bütüne, Bütünün Sahibi'ne, dönerse dengesini bulur. Kendisindeki kayıtlılığın arızalarından bir parça kurtulur. Evet. Büyük resme yaklaşan hayra da yakınlaşır. Çünkü Muhakemat'ta denilmiştir: "Hayır küllî, şer cüz'îdir." Melekler, sayısı ne kadardır Allah bilir, Âdem aleyhisselama secde eder. Yalnız İblis bundan sakınır. Demek şer yalnızdır. Yalnızlara daha yakındır. Hele parçasında boğulanlara pek yakındır. (Kibir bu türden bir yalnızlık değil midir arkadaşım?) Kendisini, kendisinde tanımladığı bütünlüğü, Bütünün Sahibi'nin hakikat tarifine tercih edenler rahmetten hep kovulacaktır.
Rahmet, parçasından başını kaldırıp, bütüne bakanları sever ancak. Bütündeki yerini kollayanları sever. Bu yüzden belki yine mürşidim der: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Kendisini geniş aynalarda sınayan, cüz'î bütünlüğüne emniyet etmeyen, başta yanlışta olsa bile, akıbette istikamete sevkolunur. Parçasını mutlaklaştıran, onu 'bütünler üstü bütün' gören, başta istikamette olsa bile, en nihayet hakikatle irtibatını kaybeder: "Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Ahirzamanda, beşerin kendi konumunu bu derece merkeze almasıyla, çevresel felaketlerin atbaşı gitmesi, 'cidden uyandırıcı' bir niteliğe sahiptir.
Kim buz parçasını eritmiyorsa tehlikede! Evet. Özümüzü kayırmak yok. Hadi bakalım. Ben kendime 'cemaatsiz nurcu' diyorum mesela. Eğer kastettiğim "Ben kendime yeterim!" ise tehlikedeyim. (Hem de ne tehlikedeyim.) Fakat yalnız ben tehlikede değilim arkadaşım. Bir cemaat "Bizim cemaat bize yeter!" diyorsa o da tehlikede. Bir kavim "Bizim kavim bize yeter!" diyorsa o da tehlikede! Bir devlet "Benim devletim bana yeter!" diyorsa o da tehlikede! Kim tehlikede değil peki? Ümmet tehlikede değil. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyurmuş: "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" Fakat, bir saniye, acele etme. Teenni gerek. Ümmet dediğin de sadece bugünün müslümanlarından oluşmuyor. 14 asra yayılmış bir bütünlük var. O bütünlüğün içinde bir büyüklük var. Bir nuranî çizgi var. İşte onlar, bin maşaallah, Ehl-i Sünnet'tir. Parçalarımızı sınayacaksak sahabe mesleğinin esasları üzerine sınayacağız. Belki o zaman büyüklerimizin hizaya çekmesiyle tehlikeden kurtulacağız. Allah büyüktür. Umudumuz, kendimizden değil, Ondandır. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
15 Mart 2023 Çarşamba
Evrenin başı güneşini nasıl takip ediyor?
Yani, "Ey münkir, bak herşey ibadet ediyor, bu kadar ibadet varsa mutlaka Mâbudları da vardır!" desem, münkir de bana şöyle demez miydi: "Bence hepsi yanlış yapıyorlar. Bir rüyaya kapılmış gidiyorlar. Onların zaten katılmadığım bir davranışları ile beni cerhedemezsin." Sonra, elhamdülillah, metnin içerisindeki bir detaya uyandım. 'İbadet' kavramını biraz dar ele aldığımı düşünmeye başladım. Deniliyordu ki mesela orada: "(...) bilmüşahede bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri, bir Mâbud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi..."
Tabii böyle metni alıntılayıp bırakınca olmayacak. İzahı da gerekecek. Tevfik Hüda'dan. Eh, evet, öncelikle soralım o zaman: İbadetle aslında ne yapmış oluyoruz? Düşünün. Düşünün. Düşünün. Evet. Süreniz doldu. Kağıtları gösterin. Zannediyorum 'şükür' diyeceksiniz, 'hamd' diyeceksiniz, 'tefekkür' diyeceksiniz, 'teslimiyet' diyeceksiniz. Daha nice güzel tarifi ekleyeceksiniz. Maşaallah. Diliniz şeker yesin. Ve bunların hepsini de haklı olarak söyleyeceksiniz. İtiraz etmiyorum. Fakat bunlarla birlikte, ibadetle, birşeye daha muvaffak kılındığımızı düşünüyorum. Nedir? İhtimalleri teke düşürmektir.
Peki 'ihtimalleri teke düşürmek' ne demek?
İzah misalsiz olmaz. Namazımızı ele alalım. Size namazı 'sadece bir başlık' olarak verdiğimi düşünün mesela. İçeriğini kendiniz dolduracaksınız. (Yakında hadis inkârcıları da öyle şeyler yapacaklar gibi görünüyor.) Nasıl doldururdunuz? Beraberinde elinizde hiçbir dinî verinin bulunmadığı bir dünyayı da hayal etmenizi istiyorum. Hayy bin Yakzan gibisiniz. Beşeriyetle tanışıklığınız yok. Ne yapardınız? Takla mı atardınız? Yerde mi yuvarlanırdınız? Şınav mı çekerdiniz. Amuda mı kalkardınız? Allah'ı razı etmenin yolunu ne şekillerde arardınız? Hangi kelimelerle dilegetirirdiniz? Bireysel namaz tercihiniz nasıl olurdu
Hatta biraz daha geriye gidelim: 'İbadet' diye birşeyin başlık bilgisi kadarcık olsun bilgisi gelmemiş sayalım. Böyle bir cehaletten doğacak ihtimaller karşısında sizi ne/nasıl birliğe getirebilirdi? Acaba insan sayısı kadar din olmaz mıydı? İnsan sayısınca ahlak bulunmaz mıydı? Putların sayısı insan sayısını aşmaz mıydı? Doğru, insan sayısınca, hatta o insanların farklı şartlardaki doğru algılarıyla çoğalacak sayıda, artmaz mıydı? Demek, biz, sünnet-i seniyye ile somutlaşmış bir ibadet dünyasına kavuştuğumuzda, yüce bir birliğe de kavuşmuş oluyoruz. Muhtemellerin ekserini eleyerek teke dönüyoruz. Disipline ediliyoruz. (Ehl-i Sünnet dairesinde kaldıktan sonra mezhepler de meşrepler de meslekler de bizi disipline ediyorlar.)
Bakış açımızı genişletmek bu noktada başlıyor. İbadetin ilk tesirlerinden birisi bizde bu oluyorsa kainattaki disiplini/disiplinleri de bu zeminde kavramak mümkün olamaz mı? Yani, herbiri (tıpkı yukarıda 'namaz' misalinde olduğu gibi) farklı bir fizik, kimya, biyoloji ile amel edebilecek (hatta her anları farklı olabilecek) varlık dünyasını 'kanunlara bağlanmış bir şekilde' hareket ettiren de onların ibadetleri olabilir mi? Öyle ya. Biz namazda geçecek süreyi binlerce farklı şekilde geçirebilirdik. Çay içebilirdik. Yemek yiyebilirdik. Top oynayabilirdik. Televizyon izleyebilirdik. Ceptelefonumuzu kurcalayabilirdik. Ancak bir imama uyduk. Namaza durduk. O anda o imama iktida eden herkesin hareketleri tekleşti. Lisanları birleşti. Bir disiplinin kaydı altına girdiler. Muhtemellerin evreninden vazgeçtiler. Artık yalnız bir dünyaları var.
İşte 'anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri' veya 'bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri' ve bunlarla beraber musırrane zikredilen 'bilmüşahade'lik bizi "İbadetin 'ortak alanını' görmeye çağırıyor olabilir!" diye düşündüm. Herşeyin intizamı ibadeti olabilir. Çünkü, ibadet, ihtimalleri terkedip Allah'ın razı olduğu tekilliğe yönelmektir. Vahdetin bu şekilde umumen câri oluşu, yani herşeyin muhtemelleri terkle bire yönelmesi, biri arıyor oluşu, biri yapmaya adanması, bire tutunmak istemesi, birin etrafında dönmeye temayülü, bu karşı konulmaz evrensel yasa 'ibadât-ı umumiye' başlığını dolduruyor sayılabilir. Tabii bunca lafazanlığı 'Allahu a'lem' kaydını unutmadan yapıyoruz. Herşeyin en doğrusu Allah bilir. Dilimize dökülenler kırık aynamızda gözükenlerdir. Ama, siz de farketmişsinizdir, bu 'merkeziyet-ibadet' ilişkisinin mezkûr metni fehme yaklaştıran bir yanı var. 'Herşeyin ibadeti'ni kavramada bu yaklaşımın faydası dokunabilir.
Hepsini alsak uzun kaçardı. Metnin sonundan bir alıntıyla bitirelim: "(...) kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın ve o makbul ibâdâtın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mâbud-u Lâyezâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir." Evet. Gösterir. Eğer ışık aldıkları merkez tek olmasaydı ayçiçeklerinin başları bu kadar güneşi takip etmezdi. Arkadaşım, evrenin düzeni de, başının güneşini takip ediş şekli olmasın sakın?
28 Ekim 2022 Cuma
Sahi bu çiçekler niye gülüyor?
Hariç tutarsan bizi dünyanın neşesi yerinde. Nereden mi biliyorum? Çiçeklerinden. Yeryüzü de çiçek çiçek gülümsüyor arkadaşım. Farkedilmek istiyor. Muhabbetin tezahürü tebessümdür. Kim sevilmek istese tebessüm eder. Kim görülmek istese süslenir. Tebessüm daima öncesinden güzelidir. Öncesinden güzel ne görsek tebessüm bilmeliyiz. Etrafımızda tebessüm edenleri görmüyor musun? Bu kadar hüsün amaçsız olabilir mi? Toprak neden bu kadar takıştırıyor? Ki görünmemek güzelliği hikmetsiz kılar. Evet. Görünmeyecekse daha güzelin anlamı yoktur. Yoksa Hüda çiçeksiz de bitkileri çoğaltabilirdi. Meyvesiz de ağaçlar varolabilirdi. Kuru kozalağı çam ağacına yetmiyor mu? Şeftalinin güzelliğine ne mecburiyeti var?
Hem nice çiçeksiz şey var da yayılmakta zorlanmıyorlar. Arzın herbir köşesini dolduruyorlar. Bunlar böyleyken onlar neden öyle? Galiba yüzleşmemiz gereken asıl soru şu arkadaşım: Varolan güzel olmaya mecbur mu? Varolmak güzel olmayı zaruri kılar mı? Güzel olmayanlar varolamıyorlar mı? Bir de üstüne çiçek kadar cennet olmaya ne gerek var? Sahi ya. Çiçek minyatür cennettir. Bahçen cennetin bir misal-i musağğarıdır. Bunu yaratanın ötekini de yaratacağından şüphe edilmez. Madem toprağı gül yapabilecek kudreti/sanatı vardır. Madem kışı bahar kılabilecek hikmetin sahibidir. Bu evreni de cennete çevirebilir. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: "(İnsan) Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever." Çünkü sevmek bir kanundur. Kütleçekimi gibi. Çakıl taşını çeken göktaşını da çeker. Sevmeyi bilen güzelliği bilir. Ve güzellik de sevilmekten haberdardır sanki. Yârini beklemektedir.
Zâhirin doğruluğu güzelliktir. Bâtının güzelliği doğruluktur. Cemîl-i Mutlak şu dünyada ilk güzelliği muhatap kılmıştır bize. Güzele baktığımızda ölümü unuturuz. Mü'min-kâfir hepimiz hemfikir bir şekilde meftunu oluruz. Her neyi sevsek ona bir tahayyül beka sûreti veririz hatta. Sonsuzlaştırdığımızı severiz. Sevdiğimizi sonsuzlaştırırız. Doğruysa faniliğimizi hatırlatır. Doğru olan güzelliğin asıl sahibine işaret eder çünkü. Diğer parmağıyla da aslolmadığımızı imâ eder. Doğruya dair anlaşmazlıklarımız bitmez bir türlü. Neye güzel dediğimizse o kadar tartışılmaz. Bir çiçek herkes için güzeldir mesela. Bir bebek herkes için neşedir. Ama anlamı herkese bir değildir. Celle Celaluhu güzellikle tanıştırır önce. Güzel herkesi çağırır kendine. Mü'min-kâfir güzel hakkında tartışmaz. Sınav böyle başlar. Bitmesiyle başka şekildir. Onun umumî daveti içinde doğruyu aramaktır hüner. Doğru hatta bazen güzelden vazgeçmeyi de gerektirir.
Biz de bir kâfir gibi güzeli sevmekle başlıyoruz işe. Çiçeği seviyoruz işte. Fakat onu doğrunun kapısı kılmakla da terketmeye başlıyoruz. Çiçek kendisi için olmamakla terkediliyor. Mazruftan zarfa dönüşüyor. Güzelden geçmek zor imtihan. Burada sınanıyoruz. Bu güzelliğin amacında mesaj görüyoruz. Hayretimiz hevamıza galip geliyor. Oyalanmıyoruz. Aşıyoruz. Okuyoruz. Bu kadar güzel olmaya mecbur olmayan herşeyin güzelliğinde mesaj var. Arkasına yöneliyoruz. Her tasarımın arkasında bir matematik yok mu? Her matematiğin arkasında bir ilim görünmez mi? Üstelik her çiçeğin matematiği diğerinden başka. Lalelik başka, güllük başka, şebboyluk başka. Bir irade ile muhtemel matematikler içinde bir seçim gerekmez mi? Onları varlığa çıkarmaya kudret lazım değil mi? Bu ilme, iradeye, kudrete bir sahip bulmak gerek doğrusu.
Allah'ı bulduktan sonra da iş bitmiyor. Çiçek kadar güzel birşey, onu yaratabilecek kadar güzel bir Allah, sanatını hiçlik çamuruna atmaya kıyar mı? Onca hikmetten sonra böyle hikmetsizlik işler mi? Hakîm olan emeğini abes eder mi? Ahiret gözkırpmaya başladı şimdi arkadaşım. Bitmedi. Yürüyelim. Güzellik görünmekle tamam olur. Halbuki gözümüzün yetmediği ne güzellikler var şu çiçekte. Onları görmek için de başka gözler gerekmez mi? İşte melek kardeşlere de iman ediverdik. Bitti mi? Hayır. Var. Bizimle bu kadar çiçek çiçek mektuplaşan Allahımız peygamberle de haberleşmez mi? Şu zor okunanların 'elif-ba'sını bir muallim vesilesiyle öğretmez mi? Öğretmezse şunca mektubu okunmamış kalmakla ziyan olmaz mı? Peygamberlere ve kitaplara iman de geldi dünyamıza işte. Durmayalım. Cennete bir kapı bulduk. Koşalım. 'İlim' dedik. Çiçekte ne güzellikler takdir edilmiş anladık. Kâfir-mü'min hepimiz güzelliğine hakverdik. Peki, çiçeği yaratan, 'çiçeğin nasıl birşey olacağını önceden bilmeden' onu yaratabilir mi? Takdirsiz, ölçüsüz, tayinsiz, bilmeksiz çiçeklik mümkün mü? İşte kadere imana da "Hoşgeldin!" demelisin artık arkadaşım.
Daldan dala atlayan şu yazı için beni hoşgör. Avuçlarım küçük. Doğruya yer vermeye çalıştıkça güzellikten kaybediyorum. Örtünüyorum. Halbuki güzelin tebliği daha umumîdir. Güzel doğrudan önce gelir. Güzelin doğruluğunda herkes hemfikir. Fakat doğrunun güzelliğinde hemfikir değiliz. Bu yazı güzel olsaydı daha çok sevilecekti. Fakat doğru olanı da Allah daha çok seviyor. Tesettür, mütesettirin, doğruyu güzele tercih ettiğinin resmidir. Allahım, senin sevgini, nâsın sevgisine tercih ediyorum. Sen de hakkımda rahmetini azabına tercih et. Taksiratımı affet. Âmin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.
29 Eylül 2022 Perşembe
Peygamberimiz hangi tarikattendi?
"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.
Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.
İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..."
Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.
8 Mayıs 2021 Cumartesi
Güneş nasıl secde ediyor?
Bu durum elbette hatırıma hemen 9. Söz'ü getirdi. Hani 'namazın beş vakte hikmet-i tahsisini' anlatan o latif metni. Sahi. Mürşidim de orada böylesi bir döngüselliğe dikkat çekmiyor muydu? Yani zaman içiçe sarılı evreler içinde yaşanmıyor muydu? Öyle ki, büyük dairede olan tasarrufları, küçük dairemizde beş vakitle müşahede ediyorduk. İzdüşümlerini âlemimizde böyle görüyorduk. Ah. Sözü neden kendimde oyalıyorum ki arkadaşım? Yerinden alıntılayayım:
"Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar."
İki misalini hemen ilave edelim ki tamam olsun: "Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlatır."
Yani 'sabah/fecir' ve 'öğle/zuhr' vakitlerinde en geniş daireden en has daireye paralellikler vardır. Bu paralelliklerin işaretlediği izdüşümler vardır. Bu izdişümlerin tetiklediği çağrışımlar vardır. Bu çağrışımlar şuurla ilkmeklenmelidir. Hakları verilmelidir. İnsanın görevi budur. Çünkü, "Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir."
Demek en küçük âlemler/döngüler en büyük âlemlerle/döngülerle namazından buluşur-kavuşur. Zira namaz hâzâ anlamdır. Üzerine yaratıldığımız hikmetin konsantre ifadesidir. İdrakidir. Tahatturudur. Evet. Namaz cümle varlığın anlamının fihristidir. Madem ki herşey ibadet için yaratılmıştır. Öyleyse onların kolları da birbirine ibadetle dolanır. Dilleri tesbih, tahmid ve tekbirlerle anlaşır. İnsan böylece evren döngüsüne dahil olur. Sırrını irade eder.
Sonra dikkatimi mezkûr eserin 5. Nükte'sindeki 'secde' vurguları çekti arkadaşım. Evet. Mürşidim orada yatsı/işâ namazını bir tür 'secdeye' benzetiyordu. İzdüşümlerini de 'secdenin izinde' arıyordu. Fakat nasıl bir secdede? Orada Bediüzzaman hem ölümü hem dirimi secdeye yaklaştırıyordu. Yani nasıl ki baştaki fotoğrafta hem doğum hem ölüm secde haline benziyordu. Her ikisinde de insan yataydaydı. Toprağa yakındı. Aynen öyle de: Yatsı vakti de hatırlattığı gidiş ve müjdelediği doğuşla böyle bir çağrışıma denk düşüyordu. Fanilik secdeyle çağrışıyordu:"Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti' nefer gibi vazife-i ubûdiyet-i dünyeviyesinden emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir' ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevâlde gurub seccadesinde 'Allahu ekber' deyip secde ettikleri, hem emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir'den gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde 'Allahu ekber' deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın."
Ne kadar anladım? Doğrusu cevaplamaya çekiniyorum. Ama hissesiz de kalmadım elbette. Elhamdülillah. Hem şunu da anladım ki: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Ebu Zer radyallahu anha "Ey Ebu Zer, güneş nereye gidiyor, biliyor musun?" diye sorması ve yine kendisinin "Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve müsaade ediliyor. Birgün ona ‘Buradan doğ!’ denilecek o da battığı yerden doğacaktır..." buyurması çok büyük hikmetler barındırıyor. Çünkü döngülerin tamamının sonunda secde var. Bir nevi 'son' secde yani. 'Secde' de son. Sırları özbir kardeş.
Evet. Secde dalganın başı-sonu. Hem başı. Hem sonu. Hem fena. Hem miraç. Hem fenaya değecek kadar yaklaşma. Hem de kendi arşına yükseliş. Hem ölüm. Hem diriliş. Hem başlangıç. Hem bitiş. Aleyhissalatuvesselam 'güneşin secdesine' dikkatimizi çekerken 'insan-âlem-zaman' benzerliklerini vurguluyor olabilir mi? Belki de. Elbette görebilene. Ben bizzat göremedim. Mürşidim bir parça gösterdi. Elhak: "Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır." Bizim gibilerse o burak misallerden dökülen kırıntılardan nemalanır. Karınca hali böyledir. Burağın haliyse öyle.
30 Nisan 2020 Perşembe
Ayna güneşi incitmesin
Size de böyle olmuş mudur bilmem: Namaza başladığım ilk dönemlerde kendimle şu 'al-ver'i çok yaşardım: "Şu hayatına bak, amellerine bak, arkadaşlıklarına bak. Şu boş sohbetlerine, kemliklerine, serseriliklerine bak. Şu, şu, şu... Bak, bak, bak..." En nihayet bu 'al-ver'ler sonunda kendimi 'namaz kılmaya layık olmaktan' öyle uzak görürdüm ki seccadeyi bırakırdım. Derdim: "Namaz kılmak için onu kılmaya layık bir hayat yaşamak lazım. Sende böyle bir hayat yok. Kusurun bini bir para. O halde beynamazlığa devam."
Elbette bugünden bakınca yaşadığımın bir 'şeytan hilesi' olduğunu farkediyorum. (Elhamdülillah.) Çünkü buna ayılabiliyorum: Allah'a ibadet etmek, benim ibadet etmeye layık olmamla değil, Onun ibadet edilmeye layık olmasıyla ilgilidir. Allah Allah'tır. Ve dahi Rahman'dır, Rahim'dir, Kerim'dir, Rabbü'l-Âlemîn'dir. Tabii ki koşulsuz ibadete layık olandır. Şükrüm Rabliğinin hakkıdır. Hukukullahtır. Ben ister öyle olayım, ister böyle, ister daha başka bir şekilde, bu beni ibadet etme ihtiyacımdan/borcumdan kurtarmaz. Çünkü Allah'ın Allahlığı değişmez. İltifatın sahibi ister bülbül olsun, ister karga, ister çekirge, gülün iltifatı haketmesi önemlidir. Gülün güzelliği gül yüzünde durdukça iltifatı da sesten sese bürünüp ona ulaşır. Ulaşmalıdır. Sesin çirkinliği gülün haketmişliğine zarar vermez. Kıbleyi göstermek parmağı kıble etmez.
Buradan şuraya geçeyim: Bediüzzaman'ın kendisini 'üç şahsiyete' bölmesi hakkında daha evvel de yazmıştım. (Tekrara düşersem affedin.) Bu defa şu dersin başka bir yanını (daha kendime bakar bir yanını) yazmayı deneyeceğim: Efendim, şöyle-böyle İslamî konularda konuşmayı-yazmayı bir vazife olarak edinen herkesin, eğer haddini bilen birisiyse, şöyle bir vesveseye düştüğü olur: Bir yanına kirli hayatını koyar. Diğer yanına hakkında kelam edeceği hakikatlerin pir u pâklığını yerleştirir. Ve kara kara düşünmeye başlar: "Benim haddim mi bunlar hakkında söz söylemek? Ben kim? Bunları öğütlemek kim?" Bu elbetteki güzel bir tereddüttür. İçeride herdaim de muhafazası lazımdır. Maşaallah. Zaten bu endişe diri kalırsa ancak 'ihlas' diye birşeyin daha derinlerde varolduğu ümit edilebilir. Eğer bir insan kendisine kaldığında böyle ızdıraplar yaşamıyorsa, hem metinlerinde hem gündelik yaşamında, istikametten sapmaya daha yatkın olur. Böyle düşünürüm. Tecrübelerimi de hep bunu doğrular gördüm doğrusu.
Fakat bu endişenin ölçüsünü kaçırması da bir tür vartadır. Evet. Vartadır. Çünkü zaman ahirzamandır. Ahirzamanda herkesin eteğindeki hakikat taşını, elbette Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası içinde kalmaya özen göstererek, ortaya dökmesi gerekmektedir. Bu devir gayret devridir. Eğer mezkûr endişeler gibi şeylerle cümle istidat sahipleri geri dururlarsa bayrak yere düşer. Şerr-i cüzîden kaçılırken şerr-i kesir işlenilir. İşte mürşidimin 'üç şahsiyeti' bu noktada bana çok kurtarıcı gelmiştir. Hem 'tahdis-i nimet' dengesini bu alana taşımanın bir yolu gibi görünmüştür. Fakat önce üzerine konuştuğumuz metinden bir parça alıntı yapalım:
"Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. (...) İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
İşte bence mezkûr vesveseden kurtulmanın yolu Bediüzzaman'ın yukarıdaki 'üç şahsiyet' formülasyonunda var. Biz, hasbelkader (hesabü'l-kader) bu görevin omuzumuza kalmasıyla, bir yerde/zamanda Kur'an hakikatlerini anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve, evet, hayatımızın bize bakan tarafı böyle mübarek emanetleri taşıyabilecek gibi durmayabilir. Hadsizlik yapmak cidden gözümüzü korkutabilir. Lakin eğer kendimizi şahsiyetlere bölersek, yani Kur'an hizmetindeki mesaimizle ferdî hayatımızı birbirinden ayırabilirsek, şöyle bir umut ışığı ortaya çıkar:
Bizim kusurlarımız, onları sahiplenip pişmanlığını yüreğimizde taşıdığımız müddetçe, dilimizden dökülenleri kirletmez. Çünkü üzerimizden ifade edilen hakikatleri sahiplenmeyiz. Tenzih ederiz. Kusur bizde kemal Onda kalır. Aynanın çatlağı yansıttığının yüzeyini de çatlatmaz. Ayna, sadece bir ayna olduğunu itiraf ettiği sürece, yansıttığına zarar vermez. Ona zarar vermediği gibi kendisi de zarar görmez. Haddinden fazla iddialarla şımarıklık etmez. Güneşi yansıtan çizikli ayna "Ben güneşim!" dese de hadsizliktir, "Çizik onundur!" dese de.
Şunu unutmayalım: Allah anılmaya layık olandır. İslam öğretilmeye en yakışan şeydir. Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi dünya hayatının şeker u balıdır. Tırnağımızın kirine bakıp gül dağıtmayı bırakmamalıyız. Hem kimbilir? Belki o gülün hürmetine sahibi bize de rayihasından sürer. Bize de pâklığını edindirir. İnşaallah. Yalnız şuna pek dikkat etmeliyiz: O gülü taşımak gül olmak anlamına gelmez. Oradan ne sahiplensek hata ederiz. Farkı korumalıyız.
Hitabetiniz çok iyi olabilir. Kaleminiz pekçe tesir edebilir. Fakat ne biliyorsunuz? Bunlar istidraç da sayılabilir. Karun'un ilmi ona cehennemin derinliğinden daha fazla ne kazandırdı? O halde taşıdıklarımızın zararlarından korunmanın yolu onlardan kendimize kemal gömleği biçmemekte. Biçersek şahsiyetler karışmaya başlar. Gülü taşıyan merkep kokuyu kendinden bilmeye başlar. Halbuki merkep merkeptir. Semerinde gül her gören herkes de bunu bilir. Eşek kokuyu sahiplenmekle ancak nefsine muğalata eder. Başka hiçkimseyi de aldatamaz. Bediüzzaman'ın 'üç şahsiyeti' bu anlamda da bize bir yol gösteriyor. Aynayı-yansıttığını birbirinden ayırmamızı öğütlüyor. Eh, evet, hitama geldik. Yine ayrılıyoruz. Son olarak şunu da hatırlatayım sana: Yazdıklarımı "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla hatırında tut arkadaşım.
22 Ağustos 2019 Perşembe
Gökyüzü kaderin nasıl delili olur?
Hani hakkında okumalar yaptıysan bilirsin: Sema müthiş mesafeler âlemidir. Işığın bile koşuşturmaktan yorgun düştüğü, güzelim güneşimizin dünyaya ancak sekiz dakikada haber yollayabildiği, en yakınımızdaki yıldızdan bilmem kaç yıl sonra haberdar olabildiğimiz bir genişliktir uzay bize. Üstelik bu iş öyle bir derecededir ki akıl tamamını anlamaktan aciz kalır. Uzağın arkasında uzak, ırağın arkasında ırak, gurbetin arkasında gurbet vardır. Güneşin hemen solundaki kardeşinin bize ulaşması belki de kırkbin yıl sürmüştür. Hatta bilimadamları derler ki: Işığı hâlâ ulaşmamış bir sürü yıldız da vardır. Varlardır ama görülmemişlerdir. Işıkları bir bardak su içip soluklanmadan milyonlarca yıldır bize doğru koşmaktadır. Bazılarınınsa ışığı ulaşmaktadır fakat kendileri çoktan yokolmuştur. Yani varlıklarının ışığı ulaşmış ama yokluklarının karanlığı henüz gelmemiştir. Bu nedenle bu yok kardeşleri de varlarmış gibi algılarız. Tıpkı, Allah saklasın, güneşimiz şimdi yok olsa bunu ancak sekiz dakika sonra anlayacağımız gibi.
Hülasa-i kelam: Gözümüzün tanışlığı ışığa mecbur olduğu için bilişimizin usûlü de ışığa tâbidir. Bize haberi kırk yılda ulaşan yıldızın malumumuz olan ahvali kırk yıl öncesinindir. Kırkbin yılda gözümüze teşrif edenin seyrettiğimiz sûreti kırkbin yıl evvelinindir. Daha hızlısını bilmemekten en hızlı şey sandığımız ışığın korkunç mesafeler karşısında katmerli bir kaplumbağa kesilişi gözün algıladığı ile aslında olan arasına nüanslar bırakır. Ancak bu nüanslar yine hikmetlidir. Öğreticidir. Gereklidir. Zira yine ancak bu nüanslar sayesinde insan aynı sahneye bakarken farklı farklı zamanları bir anda müşahade eder. Kırk yıl öncesinin manzarası kırkbin yıl öncesininkine karışır. Hepsi ‘şu anda oluyormuş gibi’ görünür. Yani, arkadaşım, semaya baktığımızda aslında kuşatamayacağımız kadar çok zaman dilimine aynı anda bakarız. Bir milyon yıl öncesi ile bir yıl öncesi aynı fotoğraftadır o anda. Nesneler arasındaki mesafe farklılıklarının tamamı artık âdemoğlu açısından farklı zaman dilimlerinin şahitliğinde dönüşmüştür.
Peki bu şahitlik bize ne kazandırıyor? Kanaatimce: Bu şahitlik bize öncelikle ‘ezel’i anlamakta bir parça yardımcı oluyor. Elbette bu yardım ancak ‘olabilirliğe’ açık bir kapı bulmakla fehmimize kazandırdığımız rahatlıktır. Hakikatini anlatmaz. Yalnız bir işaret eder. Fakat böylesi işaretler insanın gönlünü imana yaklaştırmakta faydalıdır. 'Olabilirliği' bir kerecik seyretmek şüpheleri bir hayli azaltır. Bu yüzden kurduğumuz bağı anacağız. Lakin, ona geçmeden, mürşidimin yaptığı ‘ezel’ tarifini burada anmak istiyorum: "Ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."
Yani: Biz, kaderin lazımlarından birisi olan 'ezel'i, Cenab-ı Hakkın herşeyin sonradan ne olacağına karar verdiği bir 'zaman içi öncelik' gibi görmüyoruz. Biz onu bir tür 'zamanüstülük' olarak tarif ediyoruz. Zira zamanı da yaratan O olduğuna göre elbette sınırlarından/kayıtlarından münezzehtir. Öncesinde bir yerde durup sonrasında neler olacağını tahmin etmez. Tahminine göre işlerin yürümesine mecbur etmez. Evet. Öncelik-sonralık dediğimiz şeyler bize göre öncelik-sonralıktır. Cenab-ı Hak varlığı böyle müşahade etmez. Ya? O olmuş-olacak, gelmiş-gelecek, yaşanmış-yaşanacak herşeyi bir anda görür. Varlığın zaman diye birşeyle muhatap oluşu sınırlarından kaynaklanır. İnsan gözü mekanı sınırlı bir şekilde algılayabildiği için algıladığı parçaları birbirine zamanla bağlar. 'Önce bunu gördüm, sonra şunu gördüm, sonra onu gördüm'e çevirir.
Mürşidim tarifin devamında bu mevzuu açar şekilde diyor: "Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."
İşte bence "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" ayeti bize tam da bu noktada büyük bir hakikati ders veriyor. Sahi, arkadaşım, biz üstümüzdeki göğe baktığımızda aslında ne görüyoruz? Bir anı değil mi? Evet. Biz aslında anların fotoğrafını çekiyoruz. Herşeyi nazarımızda 'şimdi'leştiriyoruz. Fakat, yukarıda anlattıklarımızdan hareketle düşünecek olursak, aslında çektiğimiz fotoğraf anın değildir. Orada on yıllardan yüzyıllara, yüzyıllardan bin yıllara, bin yıllardan milyon yıllara farklı düzeyde birçok zamanın parçası vardır.
En uzakdaki yıldızın milyonlarca yıl önceki haliyle en yakındaki yıldızın kırk yıl önceki hali aynı kareye girmiştir. Hepisi de hep beraber bizim nazarımızda 'şimdi' olmuştur. Sahi bu ‘farklılıklar içre şimdilik’ bize bir parça 'ezel'i anlamakta yardımcı olmaz mı? Bahardaki dirilişlerin şahitliği haşirdeki dirilişe delil oluşturduğu gibi, göğe bakan insanın gözündeki bu toplanış da 'manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâ'yı anlamayı sağlamaz mı? Bana sanki bu mesafeli yaratılışın bir hikmeti bu olabilirmiş gibi geliyor. Elbette en doğrusunu bilen Allah'tır. İstikametimizi Ondan dileriz.
15 Nisan 2019 Pazartesi
Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (2)
Efendim, bu defa, Allah'ın avn u inayetiyle, Öztürk'ün 'mana Allah'tan lafızlar Aleyhissalatuvesselamdan' taksimini Bediüzzaman'ın 'vahyin ve ilhamın farkları' adına söyledikleriyle mizana vuracağız. 'İnşaallah' diyelim. Tevfik herdaim Allah'tan.
Peki neden böyle bir yol tutacağız? Çünkü sayın Öztürk'ün paşa gönlüne göre eylediği taksimden sonra işin az-buçuk vahiyden ilhama döndüğünü düşünmekteyiz. Evet. Yani, kendisinin yüce beyanlarının aksine, mevzuun "Vahiy olsun da ister çamurdan olsun!" denilebilecek kadar basit olmadığını düşünüyoruz. İndirilişin usûlünde yapılacak oynamaların mahiyetinde de hasarlar meydana getireceğini, onu vahiy mertebesinden ilham mertebesine düşüreceğini zannediyoruz. Bakalım doğru zannediyor muyuz? Ama bizi Öztürk'ün bozuk terazisi değil can karilerimiz tartacak.
Şuradan başlayalım. Mürşidim Şualar isimli eserinde diyor ki: "Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor." Metnin ilerleyen kısmında ise bu nüansın sebebini anlamızı sağlayacak bir ayna-güneş örneği veriyor Bediüzzaman. Onu alıntılamayacağım. Çünkü yazıyı epey uzatacak. Özetle şu anlamı çıkarabiliyoruz oradan:
Güneşin, her yansıtma özelliği olan şeyde, 'o şeyin kabiliyetine göre' bir yansıması vardır. Ancak bu yansıma bizzat güneşin kendisi değildir. Neden? Çünkü o şeyin sınırlarıyla sınırlanır. Tozlu bir ayna güneşi kendi aynalığının ve de tozlarının sınırlarıyla yansıtır. Kırmızı bir cam güneşi kendi kırmızılığıyla kirletir. Lekeli bir yüzey güneşi lekelerinden zararlarla resimler. Vesaire... Lise fizik derslerinde en zayıf notları alanlarımız bile yansımanın güneşin kendisi olmadığını bilir. Yansıyan güneştendir ama güneş değildir. Gezegenleri etrafında çeviremez.
İşte aynen bunun gibi, başta insan olmak üzere, cümle mahlukatın latifelerine de Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir yansıması olarak manalar gider. Arılar yollarını onlarla bulur. Güvercinler yuvalarını onlarla tayin eder. Bugünlerde modern bilimin endoktrinasyonuyla 'içgüdü' demeyi âdet edindiğimiz bu türden yönelişlerin tamamında bir ilhamın, ama seviye seviye, mertebe mertebe, cins cins payı vardır. Yani, tabir-i caizse, ihtiyaç halindeki her canlının sinesine bir ilham iner. Çünkü, mahlukatı rızık vermesine muhtaç oldukları gibi, yönlendirmesine de muhtaçtırlar.
Peki bu türden yönlendirişlerin tamamına 'vahiy' diyebilir miyiz? el-Cevap: Diyemeyiz. el-Soru: Neden? el-Cevap: Çünkü 'ilham' mahlukatın sınırlarıyla sınırlanan bir konuşma iken 'vahiy' bu sınırlardan aşkın bir tekellüm-ü ilahîdir. (Arı yönünü güvercinlerle veya yarasalarla aynı şekilde bulmaz.) Yani, vahiyde işler, "Biz ona şiir öğretmedik!" ayetinde de belirtildiği üzere, kişinin/şeyin sınırlarına, ihtiyaçlarına, ilmine, yoğunlaşmasına, amaçlarına, anlayışına, aklına, sezişine, menfaatine, sanatına, hatta o gün keyfinin yerinde olup-olmamasına göre şekillenmezler. Ya? İşte burada alıntı yapmaktan kaçamayacağım karilerim:
"Mesela: Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."
Yani vahiyle ilham arasında hem geliş amaçları, hem geliş yolları, hem geliş şekilleri, hem muhatapları açısından büyük farklar vardır. Bir insan, eğer şiire kabiliyeti varsa, o kabiliyetin nisbetine göre, aldığı eğitime göre, yaptığı okumalara göre, o günlerde etkisinde olduğu şeylere göre, çağındaki eğilimlere göre, hatta sevdiğinin kaşına-gözüne göre, yani sınırlarıyla/renkleriyle bulanarak, ilhamına bir elbise biçer. İşte bu gibi şeylerde mana kalbe Allah'tan bir feyz-i ilahî sûretinde gelir. (İlham perileri yoktur yani.) Biçimlendirme ise kuldandır. Kul kendisinin eksikleriyle bulayarak o manaya bir giysi giydirir. İnsanlara arzeder. Nihayetinde ürettiği beşerî birşey olur.
Fakat vahiy şiir değildir. İnsanın biçimlendirebileceği birşey değildir. Bizzat tekellüm-i ilahîdir. Yani Allah'ın konuşmasıdır. İnsan, ilhamını biçimlendirirken, kalbine inenden kalıbına göre birşey anlar, sonra o kalıba göre bir giysi biçer, gösterir. Böylece ürettiği kendisindeki yaralarla yaralanmış olur. Kendi zamanıyla sınırlanmış olur. Aklının, düşünüşünün, sezişinin, marifetinin, önyargılarının, görüşünün, sandıklarının, sosyolojisinin ve hatta biyolojisinin esiri olur. Onların verdiği boyayla boyalanır. Peki vahiy böyle midir? Veya kendisini böyle ifade etmekte midir? Veya iman ettiğimiz İslam vahyi bize böyle mi anlatmaktadır? Bunları düşününce karşımıza şöyle bir resim çıkar: (Yine alıntı yapmaktan kaçamayacağım anlayışlı karilerim.)
"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, 'Kelâmullah' ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor."
Yani, tabir-i caizse, Kur'an-ı Hakîm, 6. yüzyılda Mekke'de dünyaya gelen Muhammed isminde (canımız ona kurban olsun) okuma-yazma bilmeyen birisinin kalbine gelen ilhamları/manaları metne dökmesi gibi birşey değildir. Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ! Zaten o Fahr-i Kainat Aleyhissalatuvesselam da kalbine gelen ilhamları Allah'ın diline koyup söyleyecek bir düzenbaz değildir. Hâşâ! Milyon kere hâşâ! Kur'an-ı Hakîm kendisini nasıl ifade ediyorsa öyledir. Hem hükümlerinin tesiri de öyledir. Geçerliliği de öyledir. Belagatı da öyledir. Fesahati de öyledir. İhbar-ı gaybı da öyledir. Mucizatı da öyledir. Haberleri de öyledir. Kıssaları da öyledir. Bunlar, bir beşerin kalbine gelen duyuşları dile dökmesi değil, dile gelmez hakikatleri Rabbü'l-Âlemîn'den haber vermesidir.
İşte, "Aleyhissalatuvesselamın kalbine gelen manaydı, nasıl söyleneceğini ise o belirliyordu!" diyen, çaktırmadan bize demektedir ki: "Duyuşundan anladığını anlattı. Şiir gibi içine doğanlara kendince/kalıplarıyla bir biçim verdi. Beşeriyetiyle sınırladı. Renkleriyle boyadı." Hey yavrum hey! Sanırsın din yeni baştan yazılıyor! Sürümüne güncelleme geldi! Her neyse. Onları bilmeyiz, ama biz, hem Cenab-ı Hakkı böyle bir kitaba "Kelamım!" demekten, hem o düzmeceyi yapana "Habibim!" demekten tenzih ederiz. Evet. Bu yazıyı da çok uzattım. Fakat yine yarım kaldım. Bir yazı daha borçlanalım. Mustafa Öztürk'e gelen ilhamları konuşmaya devam edeceğiz.
29 Mart 2017 Çarşamba
Latifleşme çabaları...
Hem sadece canlılarda mı hapı yutuyor? Hayır. Fazlası var. Maddî olarak latifleşen şeyler kesiflerden daha üst bir boyutta işler yapabiliyorlar. Işık, cisim olarak bir taştan daha latifken, bir taşın başaramayacağı hızda ve harikalıkta işler yapabiliyor. Hava, sudan daha ele gelmez bir haldeyken, ses ve ışık gibi şeylerin iletkenliğinde daha üst bir konuma yükselebiliyor. İnternete yüklediğiniz elektrik letafetinde bir bilgi bir kitapta saklı kalan katı varlığından daha hızlı yayılabiliyor. Bütün bunların verdiği ders ise şu: Kesif olmak 'daha çok varolmak' demek değil. Daha yoğun bir şekilde varolmanız 'daha üst bir düzeyde varolmanız' anlamına gelmiyor. Bir şairin, şiirlerine binen düşünsel varlığı, o şairin bedeninden daha hızlı dünyayı dolaşabiliyor.
Bu farkındalıktan sonra, insanın, cevabı eşliğinde hayatını şekillendireceği soru şu: Varolmam için 'varolmam' gerekir mi? Biraz daha açalım: Varolmam için 'kendim olmam' gerekir mi? Buradaki 'kendilik' ifadesini 'kesafetimizi arttıran sınırlar' anlamında kullanıyorum. (Yoğunluk/kesafet de birim başına düşen daha çok kendilik miktarı değil midir?) Ve hakikaten de insanın 'kendim' dediği şeyi tarifi 'ötekisine' çizdiği sınırlar üzerinden şekilleniyor. Bu sınırları keskinleştirdikçe ve çoğalttıkça daha çok 'kendi' olduğumuzu sanıyoruz biz.
Kendiliğimiz belirginleştikçe kesafetimiz/yoğunluğumuz da artıyor gibi geliyor. Tüm asabiyetlerin çıkış noktası burası. "Beni ötekimden ayıran çizgiler belirginleştikçe ben daha çok ben olurum. Ben daha çok ben olursam hem daha çok varolurum." Bu inanış, bizim, nefsî düzeyde tanımladığımız varlık alanı. Zira nefis, parçası olduğu bütünün değil, bilincinde olduğu parçasının menfaatleri üzerine yaşar. Cebindeki parayı insanlığın ihtiyacına sarfetmektense ihtiyacına harcamayı önemser. Bu, parçanın, varlığını koruması için bağışlanmış bir yetenektir. Şeriat dairesinde kaldığı sürece hikmetlidir.
Bu noktada mürşidimin "Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun..." demekle neyi kastettiğine de yaklaşıyoruz. Hayvanlık varolanın kendi parçası adına yaşamasıdır. Kendi parçası adına yaşayanın ancak kendisi kadar bulabildiği varlık yerine, kalp ve ruh farkındalığında, ötesiyle anlam arayan insanın hayatını seçmeliyiz. Biz kalbimizin veya ruhumuzun varlığını en çok neyle hissediyoruz? Bizi, ötekimiz ile ilgili, onun için duygulanır hale getirmesinden değil mi? 'Kalpsiz!' dediğimiz insanların şikayetçi olduğumuz yanları, aslında hissediş yoksunluğu, yani öteye ilgisizlik, ötesi için menfaatleri dışında bir telaş hissetmeme değil mi?
"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder."
Burada şu ayrımın da altını çizmeliyim: Birşeyle menfaatlerimiz için ilgilenmemiz aslında onunla ilgilenmek sayılmaz. Onunla dolayısıyla ilgilenmiş oluruz. Asıl ilgilendiğimiz kendimizdir. Varlığı devam etmesi gereken kendimizdir. Çıkarları korunması gereken kendimizdir. Başkalarıyla hakiki ilgilenmek şefkatle başlayan bir yolculuktur. O zaman ötekimizin varlığına kendi varlığımızdan daha fazla ilgili ve taraftar oluruz. "Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!" diyen sahabe efendilerimiz bize en çok bunu ders veriyorlar.
İnsanın annesi ve babası zahiren varlığının kaynağıdır. Fakat Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığı kalp ve ruhun derece-i hayatında öyle bir varlık alanı daha açar ki, maddi ve bedeni varlığımız o düzlemde detaylaşır, 'olmasa da olur' noktasına gelir. Bitirirken baştaki vurguya geri dönelim: Kesif bir şekilde varolmak 'daha çok varolmak' demek değildir. Zayıf bir şekilde varolanların gösterdikleri harikalar bize asıl varlığın bizden daha büyük birşey için latifleşmekle olabileceğini öğretiyor. O zaman başta namaz olmak üzere ibadetlere 'insanın latifleşme çabaları' diyebilir miyiz? Bütünün anlamını hatırlayarak ve hatırlatarak latifleşme çabaları...
10 Ekim 2016 Pazartesi
Güneş neden eksilmez?
Güneşten birşey eksilmez onu tüm çiçekler sevse. Bu bir nuraniyet sırrıdır. Mürşidimin ders verdiği şekilde: Nasıl ki, binler aynalar tek bir ayna gibidir güneş için, onu yormaz. Sevilmek de sevileni, aynı şekilde, yormaz. Bir ayna ne kadar zahmetse güneş için (ki hiç zahmeti yoktur) binlerce ayna da o kadar zahmettir. Maşukunda ışık gibi varolan, ona yük olmadığı gibi, onu da yüklenmez. Ne kadar çok insanı, canlıyı, mahlukatı severseniz sevin. Onların kalbinize ayrı ayrı yükü yoktur. Ve ne kadar çok insan, canlı, mahlukat tarafından sevilirseniz sevilin, onların da ayrı ayrı cemalinize yükü yoktur.
İşte tam da bu noktada sevgi ile nur birbirine yaklaşıyor. Âşık ile yâri arasındaki ilişki, ayna ile güneşin ilişkisi gibi. Peki sevgi ne burada? Sevgi de Şems-i Sermed'den bir nur. Fakat bu nur ism-i Nur'dan gelmiyor. Bunun kaynağı ism-i Vedûd.
Her ismin bir nuru var bence. Yahut da şöyle demeli: el-Esmaü'l-Hüsna'dan her ismin bizimle hukuku nur gibi. Binbir ışık geçiyor üzerimizden. (Fakat burada şunu hatırlatalım: Işık vs. ancak kusurlu bir misaldir ism-i Nur'u anlamaya.) Bu önemli. Şeylerle nur gibi muhatap olmak cisim gibi muhatap olmaya benzemez. Nur gibi muhatap olanlar yük almadıkları gibi yük de olmazlar. Cisim gibi muhatap olduklarınız size yük oldukları gibi siz de onlara yük olursunuz. Fakire sadaka verdiğinizde sadaka cebinizde yük olmaz. Ama sonsuza dek sizin olur. Birisinden para çaldığınızda para yine de sizin olmaz. Ama cebinizde yük olur.
İnsan, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olmasını ve aynı zamanda nihayetsiz uzak olmasını kendi cismaniyetiyle/sınırlarıyla anlayamıyor. Cisim gibi muhatap olduğu için herşeyle, ötesinde bir muhatabiyet nasıl olur, kavrayamıyor. Bence kalbimize bırakılmış duygular ve bedenimize bırakılmış duyular arasındaki fark bu noktada da öğreticidir. Duyulandıkları sınırlıdır insanın. Peki ya duygulandıkları? Duyular varlığından haberdar olmak için birşeyin cismine bir şekilde temas etmeye (veya cisimden gelen birşeylere temas etmeye) muhtaç olurlar. Duygular da böyle midir?
Duygular varlığından haberdar olsalar yeter. Her sevenimizin hatırındayız ve her sevdiğimiz hatırımızda. Ölümleri bile birşeyi değiştirmiyor. Masallarda çok rastlanır: Bir genç, uzak diyarlarda bir güzelin varlığından haberdar olur. Yüzünü görmemiştir. Sesini işitmemiştir. Ama bir şekilde varlığından haberdar ederler onu. Bu haberdar oluş duygulanmaya yeter. Gaybî bir aşk yaşanır. Buna 'masal' mı diyorsun? Öyleyse sana cenneti özleten ne? Cennetten öte Cemalullahı isteten ne? Oraya duyduğun hasret duyularla mı açıklanır yoksa duygularla mı?
Duyular-duygular meselesinde akıl-kalp düzlemine geçelim. Belki güzel birşey diyeceğim. Kalbin akla bir üstünlüğünü de buradan anlayabiliriz. Akıl, birşeyin varlığına inanmak için delilleri hep yanında/hatırında taşımak zorundadır. Kalp buna muhtaç olmaz. Haberdar olsa yeter. İhtimal verse yeter. Çünkü ona açtır. Çünkü ona muhtaçtır. Çünkü ona taraftardır. Bütün bu zayıflıkları inandığı şeyin arkasındaki güce dönüşür. Lemeat'ta "İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman. Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan. Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman. Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-i iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman..." derken mürşidim biraz da dikkatimizi çektiği budur.
Anlatılır ki: Sultan, Mecnun'un dillere destan sevdasını duyup da Leyla ile onları buluşturmak isteyince önce Mecnun'u buldurur, sonra Leyla'yı. Nihayet bir mecliste ikisini birden görünce Mecnun'a eğilip der: "Bu kara kuru kız için miydi bütün bu yangın?" Mecnun ona şöyle cevap verir: "Onu benim gözlerimden görmelisin!" Bu hikaye bize birşey öğretiyor: Biz birşeyi kalbimize soktuğumuz zaman aynı zamanda ona belli ölçülerde taraftar oluruz. İman taraftarlıktır. Taraftarlığın artısı ne? Önce ona hak vermeye çalışırız. Önce onu savunuruz. Önce ona delil ararız. Önce ona sığınırız. Önce onu kayırırız. Yani diğerlerinden ayırırız. Bu, güzelliği haber verilene aşkımız gibidir. İştiyakımız tereddütlerimize kalkan olur. Şeytan vesvese verse, şeytana değil, şeytandan kaçarız.
Mutasavvıfların aşkta buldukları kemali imanın-muhabbetle ve taraftarlıkla ilgisi üzerinden okuyabiliriz. Âşık, âşık olduğunun aksine inanmak istemez. Muhabbetin gözü kusura kör olduğu gibi vesveseye de kördür. Bu şu şarkıda söylendiği gibidir biraz: "Çok âşığın var diyorlar. 'Yalan' de. Yeter bana." Kelamında yalan olmayan yâre imanmaya yatkınlıktır imanımızın selabeti. İman etmek 2x2:4 ederden öte birşeydir. 2x2'inin 4 etmesine kendi içinde de bir şahit ve arzu bulmaktır. O şahiti ve arzuyu bulduktan sonra sana 2x2'nin 5 veya 3 ettiği yönünde gelen her demagojik argüman kalbindeki 'taraftarlığa' toslar.
"Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır."Hakka tarafgir olmak onda sebatı netice verir. Sebat tefekkürü tetikler. Tefekkür şüpheye karşı delil üretir. Delil vehmi süpürür. Eğer iman salt aklın işi olsaydı, aklımıza gelen her vesvesede imanımız da tehlikeye düşerdi. Fakat hayır, vesvese ancak bizi diri tutar ve 'akıl süpürgesini' ve 'bekçi-i imanı' harekete geçirir. O şüphenin içimizde büyüye büyüye kalbe tesir etmesini önlemek için vardır akıl ve fikir. Bizzat imanın yatağı olmak için değil. Tek kaynağı olmak için değil. Hadis-i şerifte övülen 'kocakarı imanını' biraz da böyle anlayabilirsin.
2 Temmuz 2015 Perşembe
Çiçek güneşe nasıl yaklaşır?
Bazen zıt zıttının tamamlayıcısıdır. Hatta zıtlığın iki kutbu aynı amacın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Tıpkı 'özlem' ve 'vuslat' gibi. (Özlemsiz vuslat lezzetsiz. Vuslatsız özlem kahredicidir.) Fakat âlemi parçaları üzerinden okuyanın gözünde zıtlıkların tamamı kavga sebebi, hayatın kendisi mücadele, dolayısıyla da varlık 'anlaşmazlığın tezahürü'dür. Teolojisi de bu yüzden şirkten hali kalamaz. Aynı âleme tevhid ile bakmakta olan mü'minin nazarında ise zıtlıklar birbirlerine güzellik katmak için yaratılmış parçalardır. Tabloda hem beyaz hem siyah olabilir. Hem kırmızı hem sarı bulunabilir. Bütünlüğe bakmayı aklında tutanlar için farklılıklar ancak katkıdır. Çünkü her ne olsa bir yanıyla bütüne dairdir.
Bütüncül bakanlar için kelimelerin karşılığı da değişiyor. Oyunbozanlık ortadan kalkıyor. Onlar için sıradışılar 'bütünbozanlar' değil. Cümle bir anlam ifade ettiğine göre harflerin herbirisinin durduğu yerde bir hikmeti var. Ne kadar alışılmadık olurlarsa olsunlar. Bütünü anlamlı olan parçalar anlamsız olamazlar.
İşte, Allah'ın, 'hep öyle yapmak zorunda' olmadığını, 'bazen öyle bazen böyle' yapabildiğini bu sıradışılıklar vasıtasıyla anlayabiliyoruz biz. İradesinin kudretinden farkını uğradığımız şoklarla seziyoruz. Hayretimizle ayırıyoruz.
Dualarımızın her defasında gerçeğe dönüştüğünü düşünün mesela. Bunu sağlayan kudretin, nereye kadar Onun, nereye kadar bizim olduğunu nasıl ayırabilirdik? Her istediğimizin yerine getirildiği bir âlemde 'bize ait olan' ile 'Allah'ın mülkü olanın' sınırları karışırdı. 'Ol!' emretmesiyle olduruverenin kim olduğu netleştirilemezdi. Öyle ya! Dileklerimizin yaratışımız olmadığını her istediğimizin elimize geçmemesiyle anlayabiliriz ancak. Aralarındaki mesafenin açılmasıyla tanırız. Yoksunluğumuz asıl failin kim olduğunu öğretir. Yani arkadaşım, biz, Allah'ın Allah olduğunu kabul edilmeyen dualarımızla da anlarız.
İşte, sıradışılık dediğimiz şeyin, kabul edilmeyen dualarımız gibi, yapabilme gücünü Allah'a teslim eden bir yanı var. İnsanın 'hep öyle olan şeyler' için fail farkındalığı oluşturması kolay birşey değil. Determinist bir âlem algısına kapılması mümkün. Zorunluluk sanması kabil. Aksinin mümkün olmadığını düşünmesi tabii. Fakat, her vakit gözümüz önünde gerçekleşen sıradışılıklar, bizi Allah'ın iradesini farketmeye adım adım yaklaştırıyor. Tokat tokat uyarıyor.
Zaten kulun Allah'a yaklaşması maddi mesafeler aşmakla değildir. Allah, hâşâ, maddeden değildir ve mekanla kayıtlı da değildir. Marifetine yeni pencereler açmakladır Ona yaklaşmak. Daha çok teveccüh etmekledir. Çiçek güneşe ancak böyle yaklaşır. Hak Subhanehu ve Teala dünyevi gözlerimize sığmaz. Fakat sonsuzun anlamı insanın uhrevi kalbine sığar. Çünkü kalb bir ayna gibidir. Bütünün bütün detaylarını kuşatamaz ama hakkında fikir sahibi olma yetisine sahiptir. Evet. Sezgi biraz buna da bakıyor. Yani kuşatılamayanın bilinmesi...
Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı: Allah'ın esması olarak okuduğumuz veya sıfatı, şe'ni olarak tarif ettiğimiz şeylerin de ancak şuzuzat sayesinde görülebilir olmasıdır. Allah, eğer seçim yapabilen bir iradeye sahip olmasaydı, Zat'ının esması, sıfatları ve şe'ni hakkında nasıl marifet sahibi olabilirdik? Öyle ya! Fiileri yaratmasında iradesiyle bir seçim yapmasından ve o seçimin niteliği hakkında bir tefekkürden biz marifet-i ilahîye sahibi oluyoruz. "Şu, şu, şu seçenekler de vardı ama hep bunu seçti. Demek ki Allah bunu seçen, böyle seçmek sıfatı olan, bunu seçmeyi seven bir Allah. Böyle bir Allah..." diyebiliyoruz. Yani: İradesinin varlığını bilmemiz fiilerinden şuunatına kadar uzanan bir okuma yapabilmemizi sağlıyor. Yaratışını 'zatındaki kemalden gelen bir kasıtla' süslenmiş kılıyor.
Şunu da söyleyip bitireyim arkadaşım: Bence biz Ramazan'da kainattan aldığımız bu sıradışılık dersine kendi irademizle de dahil oluyoruz. Tabir-i caizse kendi sıradanlığımızı oruçla bozuyoruz. Bu iradeli bozuşla, her zaman öyle olmak zorunda olmadığımızı görüp alışkanlıkların köleliğinden kurtulduğumuz gibi, determinist âlem algısından da sıyrılıyoruz. Ve bu iradeli sıradışılık deneyimi âlemdeki sıradışılıklara daha uyanık hale getiriyor bizi. Birşeyleri değiştirebileceğimizi hissettiriyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:
"Mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."
Abartı bulma sözlerimi. Buna dair her oruçlunun anlatacağı birşeyler vardır. Ramazan, pekçok insan için, bir/birçok kötü alışkanlığın terki zamanıdır. Değişim zamanıdır. Başkalaşım zamanıdır. Kendi adıma konuşayım: Namaza bir Ramazan ayında başladığımı söyleyebilirim. Ve yine, yaşadığım her Ramazanın, duyarlılığıma birşeyler kattığını ilave edebilirim. Nihayetinde söylemek istediğim şu ki: İnsanî yanımızın hayvanî yanımıza galip gelişi, bir açıdan da, o hayvanî alışkanlıkları iradeli yoksunluklarla terbiye etmekte yatıyor. Seçilmiş sıradışılıklar hem âleme hem bize zenginlikler katıyor. Ve belki bu yüzden, beşerin binlerce yıllık ömründe yaşadığı en sıradışı şeyler, peygamberlerin zamanında yaşanıyor.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...