"Melikin atiyyelerini ancak matıyyeleri taşır." İmam-ı Rabbanî (r.a.), Mektubat'tan.
Size de böyle olmuş mudur bilmem: Namaza başladığım ilk dönemlerde kendimle şu 'al-ver'i çok yaşardım: "Şu hayatına bak, amellerine bak, arkadaşlıklarına bak. Şu boş sohbetlerine, kemliklerine, serseriliklerine bak. Şu, şu, şu... Bak, bak, bak..." En nihayet bu 'al-ver'ler sonunda kendimi 'namaz kılmaya layık olmaktan' öyle uzak görürdüm ki seccadeyi bırakırdım. Derdim: "Namaz kılmak için onu kılmaya layık bir hayat yaşamak lazım. Sende böyle bir hayat yok. Kusurun bini bir para. O halde beynamazlığa devam."
Elbette bugünden bakınca yaşadığımın bir 'şeytan hilesi' olduğunu farkediyorum. (Elhamdülillah.) Çünkü buna ayılabiliyorum: Allah'a ibadet etmek, benim ibadet etmeye layık olmamla değil, Onun ibadet edilmeye layık olmasıyla ilgilidir. Allah Allah'tır. Ve dahi Rahman'dır, Rahim'dir, Kerim'dir, Rabbü'l-Âlemîn'dir. Tabii ki koşulsuz ibadete layık olandır. Şükrüm Rabliğinin hakkıdır. Hukukullahtır. Ben ister öyle olayım, ister böyle, ister daha başka bir şekilde, bu beni ibadet etme ihtiyacımdan/borcumdan kurtarmaz. Çünkü Allah'ın Allahlığı değişmez. İltifatın sahibi ister bülbül olsun, ister karga, ister çekirge, gülün iltifatı haketmesi önemlidir. Gülün güzelliği gül yüzünde durdukça iltifatı da sesten sese bürünüp ona ulaşır. Ulaşmalıdır. Sesin çirkinliği gülün haketmişliğine zarar vermez. Kıbleyi göstermek parmağı kıble etmez.
Buradan şuraya geçeyim: Bediüzzaman'ın kendisini 'üç şahsiyete' bölmesi hakkında daha evvel de yazmıştım. (Tekrara düşersem affedin.) Bu defa şu dersin başka bir yanını (daha kendime bakar bir yanını) yazmayı deneyeceğim: Efendim, şöyle-böyle İslamî konularda konuşmayı-yazmayı bir vazife olarak edinen herkesin, eğer haddini bilen birisiyse, şöyle bir vesveseye düştüğü olur: Bir yanına kirli hayatını koyar. Diğer yanına hakkında kelam edeceği hakikatlerin pir u pâklığını yerleştirir. Ve kara kara düşünmeye başlar: "Benim haddim mi bunlar hakkında söz söylemek? Ben kim? Bunları öğütlemek kim?" Bu elbetteki güzel bir tereddüttür. İçeride herdaim de muhafazası lazımdır. Maşaallah. Zaten bu endişe diri kalırsa ancak 'ihlas' diye birşeyin daha derinlerde varolduğu ümit edilebilir. Eğer bir insan kendisine kaldığında böyle ızdıraplar yaşamıyorsa, hem metinlerinde hem gündelik yaşamında, istikametten sapmaya daha yatkın olur. Böyle düşünürüm. Tecrübelerimi de hep bunu doğrular gördüm doğrusu.
Fakat bu endişenin ölçüsünü kaçırması da bir tür vartadır. Evet. Vartadır. Çünkü zaman ahirzamandır. Ahirzamanda herkesin eteğindeki hakikat taşını, elbette Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası içinde kalmaya özen göstererek, ortaya dökmesi gerekmektedir. Bu devir gayret devridir. Eğer mezkûr endişeler gibi şeylerle cümle istidat sahipleri geri dururlarsa bayrak yere düşer. Şerr-i cüzîden kaçılırken şerr-i kesir işlenilir. İşte mürşidimin 'üç şahsiyeti' bu noktada bana çok kurtarıcı gelmiştir. Hem 'tahdis-i nimet' dengesini bu alana taşımanın bir yolu gibi görünmüştür. Fakat önce üzerine konuştuğumuz metinden bir parça alıntı yapalım:
"Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. (...) İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
İşte bence mezkûr vesveseden kurtulmanın yolu Bediüzzaman'ın yukarıdaki 'üç şahsiyet' formülasyonunda var. Biz, hasbelkader (hesabü'l-kader) bu görevin omuzumuza kalmasıyla, bir yerde/zamanda Kur'an hakikatlerini anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve, evet, hayatımızın bize bakan tarafı böyle mübarek emanetleri taşıyabilecek gibi durmayabilir. Hadsizlik yapmak cidden gözümüzü korkutabilir. Lakin eğer kendimizi şahsiyetlere bölersek, yani Kur'an hizmetindeki mesaimizle ferdî hayatımızı birbirinden ayırabilirsek, şöyle bir umut ışığı ortaya çıkar:
Bizim kusurlarımız, onları sahiplenip pişmanlığını yüreğimizde taşıdığımız müddetçe, dilimizden dökülenleri kirletmez. Çünkü üzerimizden ifade edilen hakikatleri sahiplenmeyiz. Tenzih ederiz. Kusur bizde kemal Onda kalır. Aynanın çatlağı yansıttığının yüzeyini de çatlatmaz. Ayna, sadece bir ayna olduğunu itiraf ettiği sürece, yansıttığına zarar vermez. Ona zarar vermediği gibi kendisi de zarar görmez. Haddinden fazla iddialarla şımarıklık etmez. Güneşi yansıtan çizikli ayna "Ben güneşim!" dese de hadsizliktir, "Çizik onundur!" dese de.
Şunu unutmayalım: Allah anılmaya layık olandır. İslam öğretilmeye en yakışan şeydir. Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi dünya hayatının şeker u balıdır. Tırnağımızın kirine bakıp gül dağıtmayı bırakmamalıyız. Hem kimbilir? Belki o gülün hürmetine sahibi bize de rayihasından sürer. Bize de pâklığını edindirir. İnşaallah. Yalnız şuna pek dikkat etmeliyiz: O gülü taşımak gül olmak anlamına gelmez. Oradan ne sahiplensek hata ederiz. Farkı korumalıyız.
Hitabetiniz çok iyi olabilir. Kaleminiz pekçe tesir edebilir. Fakat ne biliyorsunuz? Bunlar istidraç da sayılabilir. Karun'un ilmi ona cehennemin derinliğinden daha fazla ne kazandırdı? O halde taşıdıklarımızın zararlarından korunmanın yolu onlardan kendimize kemal gömleği biçmemekte. Biçersek şahsiyetler karışmaya başlar. Gülü taşıyan merkep kokuyu kendinden bilmeye başlar. Halbuki merkep merkeptir. Semerinde gül her gören herkes de bunu bilir. Eşek kokuyu sahiplenmekle ancak nefsine muğalata eder. Başka hiçkimseyi de aldatamaz. Bediüzzaman'ın 'üç şahsiyeti' bu anlamda da bize bir yol gösteriyor. Aynayı-yansıttığını birbirinden ayırmamızı öğütlüyor. Eh, evet, hitama geldik. Yine ayrılıyoruz. Son olarak şunu da hatırlatayım sana: Yazdıklarımı "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla hatırında tut arkadaşım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Allah razı olsun, belki çok kişinin hissettiği düşündüğü şeyler, lakin bu kadar fasih ifade takdire şayan.
YanıtlaSil