Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar'ın Şeyh Bedreddin isimli eseri "İyi ki okudum!" dediğim eserlerden oldu. Zira hazret hakkında kulaktan dolma bilgilerden fazlasına sahip değildim. Kitabı okuduğumda ise kulağıma dolanların çoğunun lafügüzaf olduğunu öğrendim. Bu yazdığıma belki en çok sol görüşlü arkadaşlar şaşıracaklar ama yapacak birşey yok: Nazım Hikmet'in destanında yansıttığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin arasında hiçbir ilgi olmadığını gördüm. Hatta hakiki Şeyh Bedreddin sünnilikte öyle kavi bir duruşa sahip ki, bu duruş, bugünün soft hocalarına bile 'yobaz' diyenler için epey sarsıcı olacaktır. Ahmed Güner Hoca'nın alıntıladığı bir-iki fıkhî görüşüne yer vererek misallendirelim:
"Her kim herhangi bir peygamberi bir şekilde ayıplayıp ya da peygamberlerin sünnetlerinden bir sünnete razı olmazsa kâfir olur. (...) 'Hazreti Peygamber şu şeyi çok severdi' mesela 'kabağı' denilse, bir kişi de 'Ben onu sevmem!' dese, kâfir olur."
Kitaptaki bu tarz alıntıları okuduğunuzda yazar gibi şöyle demekten kendinizi alamıyorsunuz: "Şeyh ehl-i sünnet bir müslümandır." Hem kitabın hüneri sadece bundan ibaret de değil. Yazar, evvel telif edilmiş araştırmaları da, yine bizzat Şeyh Bedreddin'in eserleri üzerinden, sigaya çekiyor. Olabilir. Hepsine katılmayabilirsiniz. (Benim de 'acaba' dediğim hususlar oldu.) Lakin genel fotoğrafa da karşı koyamazsınız. O fotoğrafta görünen de şudur: Sosyalistlerin bayraklaştırdığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin'in hiçbir alakası yok. Hatta Şeyh Bedreddin'i sembolleştirme fikri ilk olarak sosyalistlerin değil liberallerin aklına gelmiş. Mizancı Murad Bey onu II. Meşrutiyet yıllarında serbestî rüzgârına 'gelenek' olarak seçmiş. Zaten genel olarak Şeyh'e dair çarpıtmalar da ithal ideolojilerin tutunabilmek için kendilerine bir kök/gelenek bulma ihtiyacından kaynaklanmakta.
İşin bu kısmını merak edenleri kitaba havale ederek mevzuun başka bir boyutuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Nedir? Şeyh Bedreddin'in 'devlette göre alma'ya dair duruşudur. Evet. Şeyh Bedreddin bu tutumunda da sünniliğin sahip olduğu çerçeveyle hareket ediyor. Zulmüne âlet olabileceği hükümdarların tekliflerini kabul etmezken hayra yönlendirebileceğini düşündüğü zeminde vazifeleri kabul ediyor. Misalen: Timur'dan gelen şeyhülislamlık teklifini reddedip Edirne'de inzivada yaşamayı tercih ederken Musa Çelebi'nin kadıaskerlik teklifini kabul edebiliyor. Buna dair eserlerinden yapılan bazı alıntılar ise şöyle:
"Birçok sahabe, Hz. Ali'ye muhalefetini koymasından sonra, Hz. Muaviye'nin yönetimi altında birçok görevler üstlenmişlerdir. Halbuki haklı olan Hz. Ali'ydi. Yine sahabiler, fâsıklığı ve zulmüne rağmen, Yezid'den de görev almışlardır. (...) Zalim bir idarecinin hâkimlik görevini almak caizdir. Ancak zalim idareciden görev alındığında hakkaniyete uygun karar verilemeyecekse caiz olmaz. (...) Şehir halkından birisi, ilim ve iffeti sebebiyle kadılık görevi için taayyün etmişse, yani tek seçenek olarak belirli hâle gelmişse, görev talebinde bulunmamazlık edemez. Yerine cahil veya fâsık birisi atanırsa talepte bulunmayan kişi günahkâr olur." Görüldüğü gibi Şeyh'in bu noktada da devlete komple bir düşmanlığı yoktur.
Buradan şuraya geleceğim: Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de devletle ilişkisinde Şeyh Bedreddin'e yakın bir duruşa sahip olduğunu düşünenlerdenim. Amma sosyalistlerin tahayyül ettiği 'kalkışmacı Şeyh Bedreddin'e değil 'sünni olan Şeyh Bedreddin'e. Evet. Bediüzzaman da 'yönetim durumuna göre' devletle ilişki içinde olmuştur. Rus esaretinden dönüşünde Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye üyeliğini kabul ettiğini biliyoruz mesela. Yine Sultan Reşad merhumun Rumeli seyahatine katıldığını da tarih bize aktarıyor. I. Dünya Savaşı yıllarında da Osmanlı ordusunda 'gönüllü alay kumandanı' olarak görev yaptığı malum birşey. Fakat daha sonraki dönemde, yani tek parti iktidarı zamanında, bizzat Mustafa Kemal'in teklif ettiği 'şark umumi vaizliğini' kabul etmemiştir kendisi. Hatta yıllar sonra dahi tutumunda bir değişiklik olmamıştır: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi." Ancak aynı Bediüzzaman'ın Menderes döneminde devlete önceki kadar mesafeli olmadığı da gerçektir.
Farkediyorum ki, Bediüzzaman'ın bu ikinci duruşu üzerinden, bugünlerde bir muğalata gerçekleştiriliyor. Sanki Bediüzzaman her halûkârda 'devletten görev almanın' veya 'devletle temas halinde olmanın' kötülüğünden bahsediyormuş gibi bir hava estiriliyor. Yanlıştır. Hakikat adına buna direnmek mecburiyetindeyiz. Zira resmin bütünü bize öyle birşey söylemiyor. O bütünlükten olsa olsa göreceğimiz, tıpkı Şeyh Bedreddin'in tavrında olduğu gibi, 'zulme alet olacağını düşündüğü yerde görev kabul etmemek' ve 'hayra vesile olacağını düşündüğü yerde kabul etmek'tir. Ki bu sünni ulemanın malum duruşlarından bir duruştur.
Elbette bundan başka duruşlar seçenler de olmuştur. Sözgelimi: Mezhepler Tarihi'nde anlatılır ki: İmam-ı Âzam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh devletten ne görev ne de akçe almıştır. İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh devletten akçe almış ama görev almamıştır. İmam-ı Şâfiî, İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhim ecmain hazeratı ise hem görev hem akçe almışlardır. Görüldüğü gibi bu duruşlardan birisi tutum olarak belirlense de diğerleri de büsbütün kenara atılamaz. Dışlanamaz. Çünkü duruş sahipleri kenara atılabilecek kişiler değildir. Onlar bu ümmetin imamlarıdırlar. Yıldızlarıdırlar. Hayatlarıyla mehazdırlar. Hem devletle ilişkisinde İmam-ı Âzam Hazretlerine yakın bir tavır sergileyen İmam-ı Ahmed rahmetullahi aleyh dahi arkadaşı olan diğer imamları haram işlemekle itham etmemiştir.
Yani korkumun özeti şu: Devletle/hükümetle ilişkilerinde kronik bir şekilde muhalefete saplanmış bir kitle Bediüzzaman'ı da ardından sürüklemeye çalışıyor. Tıpkı başkalarının Şeyh Bedreddin'i sürüklemeye çalıştığı gibi. (Tarih tekerrür ediyor.) Kendilerine bir kök/gelenek olarak onu seçiyor, çarpıtıyor ve dışarıda kalanları da töhmet altında bırakıyorlar. Hayır. Bu oyuna gelmeyelim. Kimseyi töhmet altında bırakmayalım. Sevad-ı Âzam'ın duruşuna bakarak istikameti koruyalım. Devlet müslümanlar için öcü değildir. Zalim olmak öcüdür. Zulme âlet olmak öcüdür. Bu iki arızayı aşabileceğine düşünen/güvenen varsa elbette görev alabilir. Nitekim nice ulema devlete birçok görevde hizmet vermişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. İdeolojik bağnazlıklarla/saplanmışlıklarla o salihlerin ruhlarını incitmeye ne gerek var?
Yazıyı yine Ahmed Güner Sayar Hoca'nın duruma dair bir tesbitiyle bitirelim: "(...) Kolaylık, Şeyh Bedreddin'in hakiki kimliğini aramak yerine, araştırıcının onu kendi düşünce ve eğilimlerine uydurmak gayretine dayanmaktadır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin'in şiî, rafizî, alevî, bâtınî, hurufî, ibahî, mülhid, zındık, panteist, iştirak-i emval ve iştirak-i nisa taraftarı, sosyalist, komünist, enternasyonalist, ihtilalci, âsî, makyavelist, sahte şeyh, hırsız, esrarkeş, yarı deli, deli vb. olarak etiketlenmesi akla zarardır. 'Halk, yansıdığı kaba göre zuhur eder, suyun rengi kabın rengidir' diyen Beyazid-i Bistamî ne kadar haklı imiş!"
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder