Abdülvehhab Şarânî Hazretlerinin Türkçeye İslam'da Kardeşlik Hukukunun Esasları ismiyle çevrilmiş bir eseri var. Orada Musa aleyhisselam ile Cenab-ı Hak arasında şöyle bir diyalog zikrediliyor: Hak Teala vahyediyor ki: "Benim için amel işledin mi?" Musa aleyhisselam cevap veriyor: "Ya Rabbi, namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim..." Hakîm-i Mutlak'ın bu cevaba karşılığı şu oluyor: "Namaz senin için burhandır, oruç cennettir, sadaka gölgedir, zikir nurdur. Benim için hangi ameli işledin?" O zaman Musa aleyhisselam bu soru-cevabın eğitimi için olduğunu anlıyor: "Senin için olacak amele beni irşad buyur ya Rabbi!" Kıssa şöyle bir cümleyle hitama eriyor: "Bu vesile ile Musa aleyhisselam amellerin en faziletlisinin Allah için sevmek/buğzetmek olduğunu anladı."
Peki Ahmed vücudda/varlıkta geri bu amellerin fazilette/ihlasta en önceye gidişini nasıl anladı? Şöyle diyeyim: Bu kıssayı okuduğum zaman hatırıma Mehmed Kırkıncı Hoca merhumun "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır!" hadis-i şerifi hakkında yaptığı bir izah geldi. Yanlış anımsamıyorsam şöyle bir manayı deruhte ediyordu o izah: Âdemoğlu bir amel işlediğinde artık onun için 'yapmış olma'nın imtihanı başlar. Sözgelimi: Yüklü bir miktarda bağışta bulundunuz diyelim. Böyle bir cömertliği eyledikten hemen sonra şeytanınız sitayişlerle ihlasınıza yüklenir: "Of, of, of. Ne adamsın be! Helal. Maşaallah. Böyle bir hayrı da ancak senin gibi bir adam yapabilirdi. Başka kim var bu zamanda böyle bir sadaka verebilecek?" Eğer bu hususta ben gibi zayıflardansanız amelin sahipliğini büsbütün üzerinize alarak onu yakmanız işten bile değil. Halbuki doğru tavır şu olmalıydı: "Hâşâ, eğer Allah beni bu hayırda muvaffak kılmasaydı, nasıl şartları yoktan yaratıp ortaya çıkarabilirdim? Ben sadece bir vesileyim. İrade eden O. Yaratan O. Hatta, aksine, belki kusurlarım karışmıştır da o hayırda eksilmeler olmuştur. Asıl sahibi olduğu şeyde nasıl Mâlik-i Hakiki'ye hava atayım?"
Ancak şeytanının yanağına şu hakikatli tokadı basmak her kişiye değil er kişiye nasip olur. O nedenle nefsini terbiye etmemişler için her amel yeni bir sınanmaya vabestedir. Ortaya çıkanın heybeti arttıkça da sınanmanın şiddeti artar. Karun gibi "Bu bana ilmimle verildi!" demeye kadar gider. Cenab-ı Hak cümlemizi böylesi imtihanlardan korusun. Amellerimiz ortaya çıktığında niyetlerimizi yerinden oynatmasın. Âmin. Hasılı: 'Niyetin amelden hayırlı oluşu' henüz somut bir varlığa sahip olmayışından dolayı 'varlık imtihanına da uğratmaması' yönüyle anlaşılır. Allahu'l-a'lem.
Burada benim aklıma ikinci bir mana olarak da şu geliyor: Amelin bir varlık olarak ortaya çıkışı şahitlerini de çoğaltıyor. Misal: Yüz fakire bayramlık hediye etmeye niyetlendiniz diyelim. Yapıncaya kadar bu niyetin sizden başka tek şahidi Allah. Birisi daha yok. Dolayısıyla gönlünü etmeye çalışıp ihlası kaçırmanız ihtimali de yok. Herşey içinizde dönüyor. İçinizi de yalnız Rabbiniz biliyor. Fakat sonra o ameli vücud sahasına çıkarıyorsunuz. İnsanlar görüyorlar. Bazıları nasipleniyorlar. Bazıları duyuyorlar. Şahitlerin beğenisi ikinci bir iltifat olup yine göğsünüzü taciz ediyor. Onları da alsanız mı? Eyvah. "Şahit olarak Allah yetmez mi?" hükm-i Kur'anîsi öylece duruyor halbuki. Normalde yetmeli. Lakin nefis de şahitleri seviyor işte. Kaç kişi olsa "Dur!" demiyor işte. Ah! Her kabulde amel bir parça daha gasbınıza geçiyor. Belki de varoluşun asıl sahibi olan Rabb-i Rahîm, yarattığını sahiplenmenizden güceniyor, gazaplanıyor, kimbilir? Nihayetinde Ona gitmesi gereken teşekkürün arasına kalın bir perde olarak giriyorsunuz. 'Yolkesenlik' ediyorsunuz.
Bediüzzaman besmelenin sırrını anlattığı Birinci Söz'de kullanır bu ifadeyi: Katıu't-tarîk. Manası: Yolkesen. Yolkesenler çoktur. Perdeler sayısıncadır. Hepsinin çaresi de besmelenin manasını kuşanmaktır. O öyle bir devadır ki aradaki tüm perdeleri tek hamlede çeker: "Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız." Lakin küçük bir cevaz kapısı da vardır: "Hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."
Nehri şu yana çevirerek sözle bir bend yapayım: Bediüzzaman 'enenin/benliğin' yaratılış hikmetini açıkladığı 30. Söz'de fonksiyonunu da şöyle izah ediyor: "Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ; zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse o vakit bilinir." Devamında da diyor ki: "İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur!' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."
Yani insan Allah'ı anlayabilmek için bazı şeyleri kendisinde sanrılar. Sözgelimi: "Ben odamı nasıl temizliyorsam, temizlemediğimde de kirleniyorsa, bu temiz âlemi de bir temizleyen olmalı!" der. Veya "Ben kendi işlerimi/işyerimi nasıl düzenliyorsam, düzenlemediğimde de dağılıyorsa, bu düzenli âlemi de bir düzenleyen olmalı!" söyler. Farzettiği böylesi şeyler esasında Allah'ı idrak edebilmesi içindir. Hakiki değildir. Çünkü her fiilin hakiki sahibi ancak Allah'tır. Birşeyin hakiki sahibi olmak onu yoktan çıkarabilmeyi gerektirir. Gerisi emanetçiliktir. İnsan her ne kadar kendi tarlasını ektiğini düşünüyorsa da, eken Allah'ın kulu, ekilen Allah'ın toprağı, bitiren de Allah'tır. Beşerin sürece küçücük kesbiyle dahil oluşu onu bir yaratış sahibi yapmaz. Bir elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Bir evreni yaratmak içinse bir Allah.
"Bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar..." dediği mürşidimin budur. Bu durum, BMW'den yalnız bir araba satın almış kişinin "BMW'nin bütün hakları bana aittir!" demesine benzer. Hayır. Değildir. Aldığınız sadece bir arabanın emanetçiliğidir. Bozulsa yine BMW tamir eder. Yedek parçasını o üretir. Kur'an'da zikri geçen; 'göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanet'in bir vechi; işte bu 'ene/benlik'tir. İnsan onu yüklenmiştir. Fakat bu yükleniş, yukarıda dokunduğumuz gibi, hayırlı işlerinde bile ihlasını bir sınanmanın eşiğine getirmiştir: Allah'ın olanı sahiplenecek midir? Yoksa asıl sahibin O olduğunu kabul ederek geri çekilmeyi başaracak mıdır? İmtihan buradadır.
Kabul etmek gerekir ki biz bu imtihanı aşmakta zorlanıyoruz. Varlığımız arttıkça herşey daha da zorlaşıyor. Şahitleri çoğalttıkça sahipliği bırakmak güçleşiyor. 'Görünme çağı' da diyebileceğimiz bu devirde sosyalmedya kullanmayanımız çok az kaldı. Cami kumbarasına bir lira atarken dahi fotoğrafını çekip paylaşan ahirzaman çocuklarının "Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli!" diyen büyüklerini pek anladıkları yok. Niye böyle bir uyarı yapıldığını da anımsamıyorlar. İçlerinin yasasını çok düşünmüyorlar. Her şahitliğin/sahipliğin ayrı bir sınanma sayılacağına aldırmıyorlar. Takvayı amel-i salihin önüne geçiren sırrı sezmiyorlar. Hoş, bu lakırdıları yazıyorum da, ben pek mi hakikatindeyim bu işin? Yok. O da yalan. Fakat beynimin/kalbinin gerisinde şunu hep biliyorum:
Eğer Allah rızası için yapılmamışsa her yaptığımız hikaye olacak. Yalnız Onun var saydıkları ebediyen varolacak. Onlar yokluk da görünseler varolacaklar. "Gıybet etmedim!" diyenin 'etmediği' cennetinde varolacak. "Zina yapmadım!" diyenin 'yapmadığı' cennetinde varolacak. "Gönül kırmadım!" diyenin 'kırmadığı' cennetinde varolacak. Bunlar her ne kadar vücudî olmasalar da ahirette eylemlerden daha çok varolacaklar. Çünkü mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır. İşlediği amelden kaçıp niyetine sığınanlar, inşaallah, dünyada sakındıkları vücudları ahirette bulacaklar. Allahu'l-a'lem. Cenab-ı Hak'tan, burada bomboş bilemediğimiz avuçlarımızı, orada nimetleriyle doldurmasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Allah razı olsun
YanıtlaSil