Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2021 Cuma

Ferrari neden LPG taktırmaz?

Sosyalizm dünya kavgasını 'özel mülkiyet'i bitirmekle bitirebileceğini sanmış. Fena aldanmış. Çünkü sahipliği bitirdiği her sosyolojide sorumluluk hissini de köreltmiş. Yani ki insanlar sahibi olmadıkları şeylerin sorumlusu da olmak istememişler. "Mahsûl benim değilse tarlayı sürmek neyime!" diye dikelmişler. Buradan da tembellik çıkmış. Halbuki İslam öyle dememiş. Ya? İslam demiş ki: Mülk sorumluluk itibariyle senin. Daire-i muamelatta öyle kabul ederim. Ama Malik-i Hakiki olmak bahsinde yalnız emanetçisin. Daire-i itikadda öyle kabul ederim. Tarlanı ekip mahsûlünü alacaksın. Helal u hoş olsun. Lakin emanetçiliğinden yana hatırlatmaları da gözardı etmeyeceksin. Zekatın, sadakan, ibadetin de hoş olsun.

Arkadaşım, başka bütün ayetler bir kenarda dursa, yalnız 'sistemindeki bütünlük'ten dolayı İslam'ın hak din olduğuna iman ederdim. Mesela: "Mü'minler ancak kardeştirler!" buyuran din aynı zamanda 'hamdın da Allaha mahsus olduğunu' emrediyor. Ne mucize! Ne uyum! Ne sanat! Ne incelik! Evet. Bunlar bence 'evreni kuşatan bir kanun'un fertleridir. Aynı güzelin farklı sûretleridir. Yani ki birbirlerinin bütünleyicileridirler. Birisi olursa ancak diğerisi de olur. Birisi kuşanılırsa diğerinin kemaline erişilir. Öyledir: Hamdı topyekün olarak Allah'a verenler ancak aralarında kardeşliği tesis edebilirler. Hızlı mı gittim? Karıştırdım mı? Peki. O zaman bu büyük hakikate bakmanın daha kolay yollarını aramaya çalışalım. Bismillah:

Sualle başlayalım: Şunca nizâlar niye çıkıyor arkadaşım? Para, menfaat, güç, mülk sevgisi, şöhret tutkusu, bencillik, kibir, hased... vs. Dilediğince ekleyebilirsin. Kem duygular-nesneler sayısınca çarpabilirsin. Fakat bence hangisinin ardına düşsek ilânihaye varacağız: İnsanlar varlıkta asıl 'hamd'ı paylaşamıyorlar. Evet. 'Hamd'ı. Hamd nedir peki? Onu da şöyle tarif etmeyi deneyeyim: Eşyanın yaratıldığı kemal üzere işlemesinden birçok övülecek güzellik, meziyet, hüner, muvaffakiyet, sanat, uyum, düzen, kıymet vs. ortaya çıkıyor. Aynalığını ettiği Zât-ı Zülkemal'in kemali, güneş karşısında kabarcık misali, üzerinde pırıldıyor. Adam olan âdem bunları farketmeden yapamıyor. Herşey Ustasının medhine durmuş. Varlığını yudumlarken Esmaü'l-Hüsna'ya da şahit kılınmış. Dili durmuyor. Lisan-ı halleri kâllerinden ziyade söyleşiyor. Öyle ki: Her mükemmel makine mühendisine bülbüldür.

Daha da mı aşağı inelim. Peki. Bir de şu misale kulak ver o zaman: Bir Ferrari meraklısı aslında neyi satın almış oluyor? Sürüş keyfini mi sadece? Hayır. O aynı zamanda arabasına edilen iltifatın/övgünün de bir parçasını aldığını düşünüyor. Asıl sahiplikle arasındaki mesafeyi aştığını vehmediyor. 'Bunun mümkün olmadığını' söyleseniz de umursamıyor. Bir tür muğalata ile nefsini kandırıyor. 'Onunla olan'ı 'onun yarattığı' sanrılıyor. Eh, evet, nihayetinde sürerken o da beğenilecek. Belki alkışlanacak. Hem de övülecek. Yani bütün bunlardan ona da bir hisse düşecek(!). "Onun Ferrarisi var!" denilecek en azından. "Ferrarisi olan adam!" Çünkü kendisi gibi başkaları da 'satın almak' ile 'üretmek' arasındaki farkı karıştırıyorlar. Sanki o üretmiş gibi hazır alıcısını da övmeye başlıyorlar. Aldanıyorlar.

Hani bir Hoca Nasreddin fıkrası vardır. Önünden en şık haliyle geçen beyzade umduğu ilgiyi göremeyince sorar: "Hoca neden birşey söylemiyorsun?" Hoca cevap verir: "Ne söyleyeyim beyzadem?" Beyzade göğsünü şişirip anlatır: "Şu görkemli atıma baksana. Ne diyorsun onun için? İltifatın yok mudur?" Hoca der: "Yanlışlık olmasın? Bir küheylana iltifat seyisine gider. Siz at bakıcısına benzemiyorsunuz." Beyzade şaşırır. Lakin uyanmaz. Bu defa üstündekilere dikkatini çeker: "Hele şu kaftanımın kumaşına bir bak. Hele şu şalvarımın süslerine bir dikkat et. Hele şu papuçlarımın nakışını incele. Bunlara da mı iltifat etmeyeceksin?" Hocamız dersini sürdürür: "Bunların övgüsü de dikenlerine gider beyzadem. Siz terziye de benzemiyorsunuz." Hülasa: Beyzade nesinden bahsetse Hoca Nasreddin ustasını işaret eder. Son çare boyuna-posuna vurgu yapan beyzadeye de cevap hazırdır: "Beyzadem, bunları yaratan da siz değilsiniz ki, onların hamdı da Allah'ın hakkıdır."

Hocanın bu tedrisi aslında Kur'an'da geçen 'tahdis-i nimet' sırrının izahıdır arkadaşım. Aynı zamanda 'Elhamdülillah'ın da tam manasıdır. Fakat hamda geçmeden önce Bediüzzaman'ın da Mesnevî-i Nuriye'de tahdis-i nimet sırrını anlatışını hatırlayalım:

"Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki: Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür. İkinci veçhi ise in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'âmını ifşa, esmâsına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam 'Ne kadar güzel oldun' dediğine karşı 'Güzellik paltonundur' dediği zaman tevazu ile tahdis-i nimeti cem etmiş olur."

Yazı uzuyor ama bir de Barla Lahikası'na gidelim istiyorum senle: "Bazan tevazu küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki ne küfrân-ı nimet çıksın ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese 'Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.' Eğer sen tevazukârâne desen 'Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?' O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, 'Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz." O vakit mağrurâne bir fahirdir. İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: 'Evet. Ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.'"

İşte, arkadaşım, mü'minlerin kardeşliği de böyle bir varlık algısına dayanıyor bence. Onlar birbirleriyle kardeş olabiliyorlar. Çünkü 'medih kavgası' yaşayacak bir hak iddiaları yok.  'Elhamdülillah' ile iman ediyorlar ki: "Bütün mevcudatta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât Onundur. Öyle ise hamd dahi Ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur. Ona aittir. Evet, âyât-ı Kur'âniyenin işârâtıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubûdiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor."

Bu anlamda bir 'Senin-benim' davaları kalmadığı için belki ayet-i kerime de buyuruyor: "Mü'minler ancak kardeştir." Mü'min olmayanların kardeş olamamalarına şaşırılmaz. Çünkü tevhid dışındaki bütün itikadlarda 'hisse iddiaları' vardır. Hissedar kavgasına müsait tevehhüm alanları bulunmaktadır. Ancak bir mü'min tevhid ile herşeyin yaratılışını Allah'a verdikten sonra alınan mahsûlden nasıl kavga fikri çıkarabilir? Sahadaki duruma bakmayın lütfen. Hayatiyyat kitabiyyata uymaz her zaman. Başta söylediğim gibi: Ben İslam'ın tutarlılığını anlatmaya çalışıyorum. Yani kitabiyyata bakıyorum. Evet, İslam bizi 'medihleri sahiplenmeme' noktasında öyle bir düzleme çıkarıyor ki, bunun sonucu ister-istemez kardeşlik oluyor. Kardeşlik olmuyorsa demek ki birileri beyzade gibi 'sahiplik' ile 'yaratıcılığı' karıştırıyor. Daha doğrusu 'emanetçilik' ile 'Malik-i Hakiki' olmayı birbirinden ayıramıyor.

Ferrariyi satın alan asıl sahibi midir? Yoksa emanetçisi midir? Her ne kadar kağıt üzerinde sahibi gibi algılansa da aslında emanetçiliktir. Üretici firmanın kullanım haklarını kısmen devretmesidir. Zira bir sorun oluştuğunda yine müdahaleyi üretici firma yapar. Onarımını-bakımını o üslenir. Parçasını o üretir. O değiştirir. Satın alansa sadece kullanım hakkı elde etmiştir. Hatta bazen yapacağı tasarruflara üretici firma izin vermez de elinden alır. (LPG taktırmak isteyen kişinin başına gelen gibi.) Evet. Daha derine inersek: 

Asıl sahiplik ancak yaratıcılıktır. Çünkü malik sahipliğinde acze düşmezse malikiyeti hakiki olur. Ki ancak herşeyi 'hiçkimseye muhtaç olmayacak şekilde' kendisi yapıyorsa mülkünde yoksunluğa düşmez. (Samediyet sırrının anlattığı budur. Samediyet Malik-i Hakikiliğin olmazsa olmazıdır.) Ferrari bile Allah'ın yarattığı âlem olmadan arabayı üretemez. Metalini, plastiğini, kimyasını yoktan çıkaramaz. Dolayısıyla hakiki sahiplik iddiasında asla bulunamaz. Onda hal böyleyken sanki kullanıcısı mı bunu başarabilecektir? Hülasa: Arkadaşım, mü'minler ancak kardeştir, çünkü ancak mü'minlerin 'elhamdülillah' düzeyinde böyle bir kardeşlik yaşanabilir. Medhi herkes asıl sahibi olan Allah'a bıraktığında, ki bu varlığın da fıtratına uygun olandır, Allah da o bırakanları kardeşlik sahibi yapar. İşte dinimiz böyle tutarlı bir dindir arkadaşım. Şu yazıda buna dokunmaya çalıştım. Yaklaştım-yaklaşamadım. Sürçmek bizden tevfik ise Hüda'dandır. Muvaffakiyeti Ondan dileriz.

27 Nisan 2021 Salı

İhsan'ın Eliaçık, dininin ucu açık...

Hakkını yemeyelim: İhsan Eliaçık'ın gerçekten 'eli açık.' Fakat bahşını babasının tarlasından değil de Allah'ın razılığından yaptığı için hoşgöremiyoruz. İçimize sindiremiyoruz. Nihayetinde başkasının malından cömertlik yapana 'cömert' demezler. Ya? 'Hırsız' derler. Evet. Aynen. Başkasının malından cömertlik yapan hırsızdır. İnsan ancak mülkiyeti sözkonusuysa eli açık olabilir. Emanetçisi olduğundaysa yapamaz. Paşa gönlüne göre dağıtamaz. Bahşiş veremez. Peşkeş çekemez. Malik-i Hakiki'nin rağmına saçıp savuramaz. Savurursa ne olur peki? Mülkün Asıl Sahibi (c.c.) hesabını sorar. Öyle ya: Fatiha'da kendisini mü'minlere 'Malikiyevmiddin' yani 'Hesap Gününün Sahibi' olarak tarif edenden kim/nasıl kaçabilir? Nasıl malından kaçırabilir? Nereye saklanıp da hesabından kurtulabilir? Alîm-i Mutlak olan Allah elbet hesabını ıskalamaz.

Duymuşsundur sen de: Evvelce kırdığı cevizler kesmemiş olacak ki en nihayet ateistleri de cennete iteklemeye kadar vardırdı işi. Gerçi, Allah var, ateistlerin böyle birşey arandığı yok. Ricacı olmuş da değiller. Zaten inanmıyorlar ki adamlar. Neye ricacı olsunlar? Hem niye ricacı olsunlar? Cennet-cehennem enterese etmiyor ki onları. Fakat Eliaçık'ın eli Suyudurmaz Çeşmesi gibi. Durmuyor. Duramıyor. Akıyor. Dağıtıyor da dağıtıyor. Paylaştırıyor da paylaştırıyor. Katolik kilisesi bile cennetten arsa ayarlarken bu kadar bonkör değildi be arkadaşım. En azından bir çorba parası olsun tokatlıyordu rahipleri. Eliaçık o kadarına bile bakmıyor. Damat gibi sırtlarına vura vura sürüklüyor adamları. İlla gireceksin! İnanmıyor musun? Yahu boşver. Ne önemi var? İhsan'ın eli açık ya. Tü, tü, tü. Yani hocamızın hem eli açıktır hem de dininin ucu açıktır. Dün deistleri sokar, bugün ateistleri, yarın da kimbilir? Azıcık nazını çekerse İblis'i bile içeri alabilir.

Aaa, zulmetmeyelim, elbette böylesine zırvalarken dayandığı argümanlar var. Mesela diyor ki: "Kur'an'da ateistlerin cehenneme gireceğini söyleyen ayet yok." Sahi. Bektaşî gibi gönülsüzce aranınca "Hakikaten yok!" diyebilirsiniz belki. Yani arkadaşım 'ateist' kelimesi Kur'an'da gerçekten hiç geçmiyor. Ama, fakat ve de lakin. Mevzuu lügat cambazlığından biraz uzaklaştırınca insan uyanıyor ki: Müşriklerin cehenneme gideceğine dair çok ayet var. "Eee?" Yani Allah'a ortak koşanların cezalandırılacağını söylüyor Kur'an. "Eeee?" Yahu ne 'Eeee'si? "Bu işin ateistlerle ne ilgisi var?" diye mi soruyorsun bir de! Cık, cık, cık. Yahu ateistler de müşrik değil mi? "Nasıl yani?" Şöyle yani: Ateistler de tıpkı müşrikler gibi tek olan Allah'ı inkâr ettikten sonra onun mülkünü, sıfatlarını, isimlerini, yaratışlarını, tecellilerini başkalarına/sebeplere dağıtıyor değiller mi? "Eveeet. Aaaa. Saahiii." Yaaaa. Şimdi derkettin işte. Ateistler aslında politeistlerdir. Bir Allah'ı inkâr ettikleri için sebepler sayısınca ilahları kabul etmişlerdir. Bakma Eliaçık'ın aptala yattığına. Onun gözü ancak işine gelmeyenlere açılmıyor. Yoksa şapkasından ne tavşanlar çıkardığını tanıyanlar bilir.

Bediüzzaman da bu konu hakkında diyor ki: "Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede, bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır." 

Yani bu anlamda ateizm müşrikliğin dibidir. Zirvesidir. En rezilidir. 1000 tanrıya taptıkları söylenen Hititler bile bu kadar aptallaşmayı göze alamamışlardır. Yalnız Allah'ın hesabına eli açık Eliaçık da şu tezadı görmezden gelmektedir: Kur'an, Mekke müşriklerini cehenneme sokmaktan çekinmezken, ondan bin beter müşrik olan günümüz ateistlerini mi sokmaya kıyamamaktadır? Neden? Hangi mecburiyetle? Eliaçık'ın tevili hazırdır: Çünkü 'ateist' kelimesini Kur'an'da bulamamaktadır. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kelimeyi apaçık bulsaydık da Eliaçık eli açıklığı bize izin vermeyecekti. Hatta Eliaçık eli açıklığını daha ileri vaziyetlere götürecekti. "Mesela?" Mesela: İsimleri bizzat Kur'an'da cehennemlikler olarak geçmeyen ateistleri kıyıp sokturmayacaktı. Ebu Leheb'in bizzat adı geçmese, ihtimaldir, Eliaçık ona da cehennemi kondurmayacaktı. 

Tabii ki tevil cambazlarında tevil tükenmez. Eliaçık'ta da teviller tükenmiyor. Ateistleri bile cennete sokarak 'dinin gönderilmesini amaçsızlaştırdığını' farketmiyor. Farkediyorsa da önemsemiyor. Allah'ı abesle itham ediyor. Kendisinin ikinci bir argümanı da şöyle şekilleniyor arkadaşım: "Bir ateist ahlaklı olduktan sonra Allah'a inanmasa da olur. Zaten Allah'ın istediği gibi bir kul olmuştur." Ooo... Görüyor musun tesbiti. Vay, vay, vay. Hey gidinin kilolu Gandhisi hey. Nasıl da yakıştırdın kendine böyle bir panteizmi? Neyse, o pehlivan cüsseni tartmayalım da, ettiğin lafların cirmini tartalım. Tartalım ama kendi sözümüzle tartmayalım. Sen daha sosyalizmin 's'sini söyleyemezken Marksizmin tahsilini yapmış, davasını savunmuş, bedelini de ödemiş bir filozoftan alıntı yapalım. Bilgiler Kitabı'ndaki söyleşisinde diyor ki Leszek Kolakowski:

"Sekülerleşme çağında yaşıyoruz. Ki bu da kendi içinde çelişik bir olgudur. Etkisini ancak birkaç on yıldır tam anlamıyla yaydığından, geleneksel dinin tamamen unutulduğu, yitirildiği, gömüldüğü bir toplumun neye benzediğini bilmiyoruz. Bunun ahlakî ya da entelektüel kalıntılar biçiminde varlığını sürdürebileceğinden sözetmiyorum. Ama eğer her türlü dinden arınmış bir toplum hayal etmeye kalkışırsak, bu, birçok noktada, muhtemelen bir tiranın yönettiği, kaygının ve tamahkârlığın egemen olduğu Thomas Hobbes'un geometrik modeline benzer. Dinsel miras fiilen yok olursa iyi ile kötü arasındaki ayrım da geçerliliğini yitirir. Ama bunu kanıtlayamam. Çünkü zorunlu amprik koşullar yerine getirilemez." 

Yani, işin kitabını yazmış filozof-profesör Kolakowski "Dinsiz ahlak da varolamaz!" diyor, ama bizim kenardan sosyalist müslüman Eliaçık'ımız "Ahlaklı olduktan sonra dine gerek yok!" deyu ahkâm kesiyor. Vay arkadaş vay. Elbette merakı olan sormadan edemiyor: İyi de 'akide' olmadıktan sonra 'ahlak' neyin üzerinde duracak? Bir ateist için bir hamamböceğiyle insan arasında varoluşsal hiçbir ayrım yokken ikincisine neden ayrı bir saygı gösterilecek? Neden malından çalınmayacak? Neden canı yakılmayacak? Neden kendisinin tanrısı olduğu bir düzlemde insan başkasını nefsine tercih edecek? Hangi kutsala(!) boyun bükecek? Hangi ahirete erteleyecek? Ateist ahlakının sahiden dayanağı var mı? İyiliğin de kötülük kadar hiçliğe gittiği bir inanışta 'iyi olmaya çabalamanın' ontolojik bir anlamı bulunabilir mi? 

Tabii bu suallere İhsan Bey'den cevap bekleyemiyoruz. Onun böylesi çelişkileri çözmeden önce göbeğiyle Gandhiliği arasındaki çelişkiyi çözmesi lazım. Tok karna yaptığı sosyalistliği bir yere oturtması lazım. Das Kapital'i abdestle okumayı anlamlandırması lazım. İşi çok yani. Bitirip buralara gelemez. Sonra bir de artık kendi malından cömertlik yapmayı öğrenmesi lazım. Allah'ın razılığı bol keseden dağıtılarak cömert olunmaz. Öyle cömert olunsaydı, hele sen sıranı bil, İblis cömertlerin şahı olurdu. Çünkü o bin yıllar önceden başladı usûlsüzce dağıtmaya. "Dağıtıyorum!" deyu insanlığı kandırmaya. Cümle Eliaçıklar da bağışladıklarını yine ondan ders alıyorlar zaten. Fakat yaratamadıktan sonra vaadetmenin anlamı ne ki? Allah sahiden vermedikten sonra onun adına verilenlerin hakikati ne ki? Nereye götürür ki? Vesselam.

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Bediüzzaman'ın bahtı da Şeyh Bedreddin'e benzemesin

Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar'ın Şeyh Bedreddin isimli eseri "İyi ki okudum!" dediğim eserlerden oldu. Zira hazret hakkında kulaktan dolma bilgilerden fazlasına sahip değildim. Kitabı okuduğumda ise kulağıma dolanların çoğunun lafügüzaf olduğunu öğrendim. Bu yazdığıma belki en çok sol görüşlü arkadaşlar şaşıracaklar ama yapacak birşey yok: Nazım Hikmet'in destanında yansıttığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin arasında hiçbir ilgi olmadığını gördüm. Hatta hakiki Şeyh Bedreddin sünnilikte öyle kavi bir duruşa sahip ki, bu duruş, bugünün soft hocalarına bile 'yobaz' diyenler için epey sarsıcı olacaktır. Ahmed Güner Hoca'nın alıntıladığı bir-iki fıkhî görüşüne yer vererek misallendirelim:

"Her kim herhangi bir peygamberi bir şekilde ayıplayıp ya da peygamberlerin sünnetlerinden bir sünnete razı olmazsa kâfir olur. (...) 'Hazreti Peygamber şu şeyi çok severdi' mesela 'kabağı' denilse, bir kişi de 'Ben onu sevmem!' dese, kâfir olur."

Kitaptaki bu tarz alıntıları okuduğunuzda yazar gibi şöyle demekten kendinizi alamıyorsunuz: "Şeyh ehl-i sünnet bir müslümandır." Hem kitabın hüneri sadece bundan ibaret de değil. Yazar, evvel telif edilmiş araştırmaları da, yine bizzat Şeyh Bedreddin'in eserleri üzerinden, sigaya çekiyor. Olabilir. Hepsine katılmayabilirsiniz. (Benim de 'acaba' dediğim hususlar oldu.) Lakin genel fotoğrafa da karşı koyamazsınız. O fotoğrafta görünen de şudur: Sosyalistlerin bayraklaştırdığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin'in hiçbir alakası yok. Hatta Şeyh Bedreddin'i sembolleştirme fikri ilk olarak sosyalistlerin değil liberallerin aklına gelmiş. Mizancı Murad Bey onu II. Meşrutiyet yıllarında serbestî rüzgârına 'gelenek' olarak seçmiş. Zaten genel olarak Şeyh'e dair çarpıtmalar da ithal ideolojilerin tutunabilmek için kendilerine bir kök/gelenek bulma ihtiyacından kaynaklanmakta.

İşin bu kısmını merak edenleri kitaba havale ederek mevzuun başka bir boyutuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Nedir? Şeyh Bedreddin'in 'devlette göre alma'ya dair duruşudur. Evet. Şeyh Bedreddin bu tutumunda da sünniliğin sahip olduğu çerçeveyle hareket ediyor. Zulmüne âlet olabileceği hükümdarların tekliflerini kabul etmezken hayra yönlendirebileceğini düşündüğü zeminde vazifeleri kabul ediyor. Misalen: Timur'dan gelen şeyhülislamlık teklifini reddedip Edirne'de inzivada yaşamayı tercih ederken Musa Çelebi'nin kadıaskerlik teklifini kabul edebiliyor. Buna dair eserlerinden yapılan bazı alıntılar ise şöyle:

"Birçok sahabe, Hz. Ali'ye muhalefetini koymasından sonra, Hz. Muaviye'nin yönetimi altında birçok görevler üstlenmişlerdir. Halbuki haklı olan Hz. Ali'ydi. Yine sahabiler, fâsıklığı ve zulmüne rağmen, Yezid'den de görev almışlardır. (...) Zalim bir idarecinin hâkimlik görevini almak caizdir. Ancak zalim idareciden görev alındığında hakkaniyete uygun karar verilemeyecekse caiz olmaz. (...) Şehir halkından birisi, ilim ve iffeti sebebiyle kadılık görevi için taayyün etmişse, yani tek seçenek olarak belirli hâle gelmişse, görev talebinde bulunmamazlık edemez. Yerine cahil veya fâsık birisi atanırsa talepte bulunmayan kişi günahkâr olur." Görüldüğü gibi Şeyh'in bu noktada da devlete komple bir düşmanlığı yoktur.

Buradan şuraya geleceğim: Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de devletle ilişkisinde Şeyh Bedreddin'e yakın bir duruşa sahip olduğunu düşünenlerdenim. Amma sosyalistlerin tahayyül ettiği 'kalkışmacı Şeyh Bedreddin'e değil 'sünni olan Şeyh Bedreddin'e. Evet. Bediüzzaman da 'yönetim durumuna göre' devletle ilişki içinde olmuştur. Rus esaretinden dönüşünde Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye üyeliğini kabul ettiğini biliyoruz mesela. Yine Sultan Reşad merhumun Rumeli seyahatine katıldığını da tarih bize aktarıyor. I. Dünya Savaşı yıllarında da Osmanlı ordusunda 'gönüllü alay kumandanı' olarak görev yaptığı malum birşey. Fakat daha sonraki dönemde, yani tek parti iktidarı zamanında, bizzat Mustafa Kemal'in teklif ettiği 'şark umumi vaizliğini' kabul etmemiştir kendisi. Hatta yıllar sonra dahi tutumunda bir değişiklik olmamıştır: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi." Ancak aynı Bediüzzaman'ın Menderes döneminde devlete önceki kadar mesafeli olmadığı da gerçektir.

Farkediyorum ki, Bediüzzaman'ın bu ikinci duruşu üzerinden, bugünlerde bir muğalata gerçekleştiriliyor. Sanki Bediüzzaman her halûkârda 'devletten görev almanın' veya 'devletle temas halinde olmanın' kötülüğünden bahsediyormuş gibi bir hava estiriliyor. Yanlıştır. Hakikat adına buna direnmek mecburiyetindeyiz. Zira resmin bütünü bize öyle birşey söylemiyor. O bütünlükten olsa olsa göreceğimiz, tıpkı Şeyh Bedreddin'in tavrında olduğu gibi, 'zulme alet olacağını düşündüğü yerde görev kabul etmemek' ve 'hayra vesile olacağını düşündüğü yerde kabul etmek'tir. Ki bu sünni ulemanın malum duruşlarından bir duruştur.

Elbette bundan başka duruşlar seçenler de olmuştur. Sözgelimi: Mezhepler Tarihi'nde anlatılır ki: İmam-ı Âzam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh devletten ne görev ne de akçe almıştır. İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh devletten akçe almış ama görev almamıştır. İmam-ı Şâfiî, İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhim ecmain hazeratı ise hem görev hem akçe almışlardır. Görüldüğü gibi bu duruşlardan birisi tutum olarak belirlense de diğerleri de büsbütün kenara atılamaz. Dışlanamaz. Çünkü duruş sahipleri kenara atılabilecek kişiler değildir. Onlar bu ümmetin imamlarıdırlar. Yıldızlarıdırlar. Hayatlarıyla mehazdırlar. Hem devletle ilişkisinde İmam-ı Âzam Hazretlerine yakın bir tavır sergileyen İmam-ı Ahmed rahmetullahi aleyh dahi arkadaşı olan diğer imamları haram işlemekle itham etmemiştir.

Yani korkumun özeti şu: Devletle/hükümetle ilişkilerinde kronik bir şekilde muhalefete saplanmış bir kitle Bediüzzaman'ı da ardından sürüklemeye çalışıyor. Tıpkı başkalarının Şeyh Bedreddin'i sürüklemeye çalıştığı gibi. (Tarih tekerrür ediyor.) Kendilerine bir kök/gelenek olarak onu seçiyor, çarpıtıyor ve dışarıda kalanları da töhmet altında bırakıyorlar. Hayır. Bu oyuna gelmeyelim. Kimseyi töhmet altında bırakmayalım. Sevad-ı Âzam'ın duruşuna bakarak istikameti koruyalım. Devlet müslümanlar için öcü değildir. Zalim olmak öcüdür. Zulme âlet olmak öcüdür. Bu iki arızayı aşabileceğine düşünen/güvenen varsa elbette görev alabilir. Nitekim nice ulema devlete birçok görevde hizmet vermişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. İdeolojik bağnazlıklarla/saplanmışlıklarla o salihlerin ruhlarını incitmeye ne gerek var?

Yazıyı yine Ahmed Güner Sayar Hoca'nın duruma dair bir tesbitiyle bitirelim: "(...) Kolaylık, Şeyh Bedreddin'in hakiki kimliğini aramak yerine, araştırıcının onu kendi düşünce ve eğilimlerine uydurmak gayretine dayanmaktadır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin'in şiî, rafizî, alevî, bâtınî, hurufî, ibahî, mülhid, zındık, panteist, iştirak-i emval ve iştirak-i nisa taraftarı, sosyalist, komünist, enternasyonalist, ihtilalci, âsî, makyavelist, sahte şeyh, hırsız, esrarkeş, yarı deli, deli vb. olarak etiketlenmesi akla zarardır. 'Halk, yansıdığı kaba göre zuhur eder, suyun rengi kabın rengidir' diyen Beyazid-i Bistamî ne kadar haklı imiş!"

12 Ekim 2018 Cuma

Zenginlerin iyiliğine ne zaman inanırız?

Takipçilerim bilirler. Hayrın vücudî yanına nazar edip ona sık sık 'varlıksallık' derim. Elbette gayet eksik bir karşılıktır bu. Fakat manasını fikre yaklaştırmak için bunu yaparım. Özündeyse hayrın Allah'ın razı olduğu şeylerden ibaret olduğunu bilirim. Şunu da kabul ederim: İmtihan âleminde her cevap 'çantada keklik sorular'a karşı aranmaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'ademî görünen vücudîlikler' ve 'vücudî görünen ademîlikler' de vardır. Ve onlar 'iki kere iki dört eder'e alışmış akıllarımıza zaman zaman takla attırmaktadırlar.

Takla attırmak ne demek? Hep verdiğim örnekleri tekrar edersem: Bir mü'min zekat/sadaka türünden bir hayırda bulunduğunda malının artacağına iman eder. Halbuki, zâhirde, verdiği şey malından eksilmektedir. Varlıksallığı azalmaktadır. Fakat, Cenab-ı Hak, Kur'an'da vaadetmiştir. Hayra harcanan mal artar. İşte, burada, kalb-i selim sahibi mü'min, İslamiyetinin gereği olarak, Allah'ın buyruğunu kendi gördüğüne tercih eder. Aklının o an için kuşatabildiğini terkedip nassa teslim olur. "Ben görünürde malımın azaldığını sanıyorsam da Cenab-ı Hakkın buyurduğu haktır. Bu mal artacaktır. Bakış açımın darlığı nedeniyle şu an bana görünmüyordur!" der.

Bu sayede yeni okuma-anlama imkanları açılır önünde. Verdiği şeyin ahireti adına bir 'varlıksallık artımı' olduğunu; kalbine bağışlanan 'birine yardım etme mutluluğunun' da bir 'varlıksallık artımı' sayılabileceğini; Cenab-ı Hakkın, o hayır hürmetine, kendisini çeşitli musibetlerden koruyarak (bir tür 'müstakbel maliyetlerden kurtarma' ile) varlığını arttırmış olabileceğini ve böyle daha nice ihtimalleri düşünür, tahlil eder, idrak eder. Artışın 'hak' ancak keyfiyetinin kendisinin kuşatamayacağı şekillerde de 'mümkün' olduğunu kabul eder.

Bunun tam tersi riba/faiz için geçerlidir. Faiz de zahiren malın artımıdır aslında. Bir insan faize para yatırdığında malının artacağını umar ve öyle de görür. Fakat kudsî metinler, ayetler ve hadisler, bize hakikatte durumun tam tersi olduğunu söyler. Faiz malın bereketini kaçırır. Musibeti çağırır. Bu durumda da mü'minin tavrı "Nasıl olur ya öyle şey?" diye itiraz etmek yerine nasların söylediğine teslim olmaktır. Onların geldiği yüce makamın kendi aklının durduğu yerden çok yüce olduğunu, onların güneş kendisininse ancak ateş böceği sayılabileceğini kabul ettiğinde, ışıklarının altında dolaşmayı daha çok sever. Bizim 'tevekkül' dediğimiz şeyin özünde yatan 'teslimiyet' budur. Tefekkür de gücünü bu hüsnüzandan alır. Biz, kendi sınırlılığımızı kabul ile, Allah'ın sonsuz ilminin, hikmetinin, rahmetinin kanatları altına sığınırız.

Sonuçta da hep o haklı çıkar zaten. Hatta yazıya misal olarak seçtiğimiz zekat-faiz ikilisinin bu açıdan önemli bir örnekliği de vardır. Lakin burada ben sözü, onun gibi güzelce ifade etmekten aciz olduğum için, mürşidime bırakıyorum. O İşaratü'l-İ'caz adlı eserinde diyor ki:

"Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor."

Peki zekat ve faiz arasında bu zıtlaşma neden yaşanıyor? Ben bunu, bencileyin, 'iyiliğin ölümü' ile açıklıyorum. Ne demek peki iyiliğin ölümü? Belki biraz şu demek: Bizi birbirimize katlanır kılan şeylerden birisi de sevgimizdir. (Ancak sevdiği şeylerle beraber yaşayabilir insan.) Bu sevginin aktığı, can aldığı, güçlendiği oluklardan birisi de muhatabının 'iyiliğine inanma'dır.

İnsan iyi olduğuna inandığı şeyin varlığını gerekli görür. Hayatına saygı duyar. Tehlikelerden korumaya çalışır. Ancak iyiliğine inanmıyorsa, o zaman onun varlığıyla ilişkisi böyle olmaz, 'Olsa da olur olmasa da olur' kıvamına gelir. Hatta eğer olmamasında bir menfaati varsa 'Olmasa daha iyi olur!' noktasına da gelebilir. İşte, kanaatimce, mürşidimin bahsettiği 'tabakalar arası boşluk' böylesi bir sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkar.

Bir insanın diğer bir insanın varlığından mutlu olması için illa ondan bir menfaat görmesi gerekmez. İyi olduğuna inandığımız şeylerin bize erişen menfaatleri olmasa da varlıklarından mutlu oluruz. Ömründe hiç balina görmemiş, etini yememiş, yağını kullanmamış bir insanın televizyonda yavru bir balinayı gördüğünde yaşadığı mutluluğu düşünün. Bunu menfaatle açıklamanın bir yolu var mıdır? Yahut da soyu tükenme tehlikesi yaşayan hayvanlara karşı duyduğumuz ızdırabı nazara alalım. Bunlar hakikaten menfaatle mi ilişkilidir?

İyilik düşüncesi varlıkla ilişkimizi menfaatten aşkın kılar. Biz iyiliğine inandığımızın bir zenginin varlığından mutlu olmayı, ondan hiçbir menfaat görmesek de, başarabiliriz. Çünkü fayda görenler vardır. Çünkü o dünyaya güzel şeyler katmaktadır. Çünkü o bir güzelliktir. Ve güzellik sevilmek için ikinci bir nedene ihtiyaç duymaz. Cemal zatında sevilir.

Faiz, bence, işte bu iyilik düşüncesini öldürdüğü için zekatın zıttı ve kardeşliğin düşmanı oluyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Biz, modern zaman çocukları olduğumuz için, ribanın hep 'paranı yatıracaksın faiz gelecek' tarafını düşünüyoruz. Fakat riba aslında 'faizle borç verme' esasına dayanıyor. Hatta Veda Hutbesi'ni okumuşlar hatırlayacaktır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, orada faizi yasaklarken amcası Hz. Abbas'ın (r.a.) 'faizle aldığı-verdiği borçları' anıyor. İlk onu kaldırdığını söylüyor. Yani riba, öncelikle, insanların birbirlerine 'hiçbir kâr gütmeden' verecekleri maddi yardımları öldürüyor.

Ribanın olmadığı bir âlemde insanlar ancak birbirlerine 'aşkın bir manayı murad ederek' yardımda bulunabilirler. Borç verebilirler. Borç alabilirler. Ve bu aşkın manadan dolayı da içlerinde bir minnettarlık, bir sevgi, bir şefkat, bir saygı hissederler. Fakat faizin dirildiği bir toplumda maddi yardımların sûreti büyük ölçüde değişir. Borçlar faizle alınır. Alacaklar faizle tahsil edilir. Ve bu alışverişi yaşayanlar arasında duygusal bir etkileşim olmaz. Hatta, daha kötüsü, 'fazladan alınan' yavaş yavaş muhtaç tarafta bir öfkenin birikmesine de sebep olur. Tefecileri bu hayatta seven kim vardır?

İşte ben de diyorum ki: Ribanın yasaklanıp zekatın yollarının iyiden iyiye açılmadığı hiçbir yerde fakirler zenginlerin iyiliğine inanmazlar. Hep bir menfaat ile yapıldığını düşünürler varlıksal görünen şeylerin. Okul yaptırıyorsa kesin vergiden düşecektir. İkramiye dağıttıysa kesin fazla mesai yaptıracaktır. Bir yerden veriyorsa kesinlikle başka bir yerden alacaktır.

Ancak zekatın normalleştiği bir toplumda 'aşkınlık' alışıldık birşey olur. Allah emretmiştir. Hep öyle yapılagelmiştir. Ve insanlar seküler bir menfaatleri olmadan da yardım edildiğine/edilebildiği fikrine alışmışlardır. Bu nedenle menfaatlerini görmedikleri zenginlerin dahi iyiliğine inanırlar. Madem ki zekatını veriyordur. O halde o da iyiliğin bir parçasıdır. İyiliğin parçası olan da iyidir. Ve iyi olan sevilir.

Çok uzattım. Toparlayıp bitireyim. Özetle söylemek istediğim şu: Zekatın varlığı ve ribanın yasaklanması toplumda büyük bir varlıksallığı diriltiyor. Büyük bir boşluk dolduruyor. İnsanların kalplerinde iyilik düşüncesinin yeşermesine büyük bir faydada bulunuyor. Böylece hüsnüzannı ve sevgiyi arttırıyor. Olmadığında ise kimse kimseye 'Menfaati olmadan selam vermez!' bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Ve tabii mutlu olmuyoruz. Çünkü mutluluk önce kalplerde başlar.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Farklı bir 1 Mayıs yazısı

İzm’leri dinlerden ayıran en büyük fark kanaatimce; dinlerin bütün sınıflara, izm’lerin ise sadece bir veya birkaç sınıfa saadet vadediyor oluşudur. Yani izm’ler, bizzat yolculuğuna başlarken bir sınıfı hedefler. Onun amaçlarına hizmet eder. Ama dinler, sadece bir sınıfın değil, bütün sınıfların saadetini hedeflemiştir. Bu yüzden mesajlarının da daha geniş kesimlere etkili olması beklenir.

Bu noktada feminizmi kadınlara, sosyalizmi fakir halk kitlelerine (özellikle işçi sınıfına), hedonizmi hayattan lezzet almaya müsait olanlara (özellikle gençlere) entegre olmuş, hedef almış izm’ler olarak örneklendirebiliriz. (Şualar’da Bediüzzaman’ın; “Ben Rusya’da esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık” demesi ne kadar manidardır.) İzm’lerin bu noktada yaptığı daha çok ezildiğini düşündüğü bir sınıfı galeyana getirmekle diğerlerini (diğer sınıfları) kendine boyun eğdirmektir. Bu yüzden tüm dünyaya saadet vadedemezler. Çünkü bütün dünya tek bir sınıftan ibaret değildir. Tek sınıf haline gelmesi de fıtraten mümkün değildir.

Yine bu noktada Bediüzzaman’ın Lemaat’ta geçen; “Lâkin saadet odur: Külle ola saadet. Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet: Umuma, ya eksere verirse bir saadet...” cümleleri ayrıca manidar görünüyor bana. Kur’an’ın medeniyet inşasının nasıl bir farkındalık ve geniş ufukluluk içerdiğini gösteriyor. Bütün sınıfları kapsayan bir mutluluk programının Kur’an’ın ana hedefini oluşturduğunu beyan ediyor.

Bence bu yönüyle İhtiyarlar Risalesi, Hastalar Risalesi, Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi gibi eserler de bunun ispatı sayılabilir. (Şimdi bunlara Tasavvuf, Aile, Taziye gibi değişik konu başlıkları altındaki derlemeler de dahil oldu.) Bediüzzaman’ın bu kadar farklı dallar hakkında eserler telif etmesi, aslında onun biraz da Kur’an’ın bu kapsamlılığını ortaya koyma çabası bence. Bediüzzaman, bunu göstermek, ispat etmek, insanları buna uyandırmak istiyor.

Hatta bu noktada Dokuzuncu Şua çok kıymetli Mukaddime’siyle bunun ispatı gibi... Orada da ahirete imanın toplumun bütün sınıflarına verdiği mutluluğu, sağladığı kazançları zikretmekle İslam’ın kapsamlılığına işaret ediyor Bediüzzaman. Çok boyutluluk ve çok sınıflılığına dikkat çekiyor.

Şimdi böyle eserler eşliğinde ufkumuzu şöyle bir mizana koyup tartma zamanı. Nasıl bir saadet düşlüyoruz? Sadece bir milletin, sadece toplumun bir kesiminin, bir coğrafyanın insanlarının veya sadece bir dinin tâbilerinin mutlu olabileceği bir gelecek mi hayalimiz? Yoksa tüm dünyayı birden mutlu etmeyi mi planlıyoruz?

Bence Kur’an’ın bize yaşatmayı düşündüğü saadet bizim hayallerimiz kadar kısır değil. Ensar Nişancı’nın bir semineri esnasında dediği gibi; “İslam medeniyetinin yükselişi için Batı’nın çökmesine gerek yok. Beraber de yükselebiliriz.”

Evet, belki de... Neden bir başkasının felaketi üzerine kendi saadetimizi bina edelim ki? Bu da nihayetinde bir kısır görüşlülük. Ben şimdi geleceğin hep beraber omuzlarımızda yükseleceğini düşünüyorum. En gür ses, bizim sesimiz olsa da. Diğer seslerin kısılmasına gerek yok. Hem bunun olmasını düşlemeye de gerek yok. 1 Mayıs da kutlanacaksa, bu kafayla kutlanmalı. Yalnız bir sınıfın mutluluğuna endeksli hayaller mutsuz kalmaya mahkûm...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...