1 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2014 Cuma

1 Mayıs, Taksim ve Ayasofya üzerine: İzzet ne zaman gerek?

Aldığım en güzel üslûp derslerinden birisidir Bediüzzaman'ın 31 Mart Olayları ardından Divan-ı Harp'te yargılanırken "Sen de şeriat istemişsin?" sorusuna karşı verdiği cevap: "Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!" Burada, dikkat ederseniz, talep edilen şeyden bir adımcık geri atmaz Bediüzzaman. Kendisine gelebilecek zarardan ötürü korkmaz. Taviz vermez. Takiyye yapmaz. Fakat şunu da yapmaz: Davanın haklılığına, üslûptaki sorun nedeniyle halel getirmez. Dava ile üslûbu birbirinden ayırır. Davanın hak olduğunun altını çizmekle birlikte üslûptaki sorunların şeriattanmış gibi anlaşılmasına engel olur. Amacın meşruiyeti ile üslûbun meşruiyeti arasındaki mesafeyi vurgular.

Bu metin benim için çok önemlidir, çünkü özellikle 'özgürlük' eksenli bütün tartışmalarda dindarların 'talebin meşruiyeti' ile 'üslûbun yanlışına' çekilmeye çalışıldığını gözlemlerim. O kadar çok örneği vardır ki bunun: Gezi olaylarında mesela 'ağaç kesmenin kötülüğü' gibi masum bir zemin üstünde 'kaldırım taşı söküp polise fırlatma' yanlışlığı yedirilmeye çalışılır dindarlara. Veyahut bir eylem sırasında (masum veya değil) bir evladımızın kaza eseri ölmesi üzerinden devlete/meşru hükümete topyekun bir başkaldırmanın yolları dayatılır. Bazen de bu saldırı dışarıdan değil, içeriden olur. 'Yolsuzluk' başlığını son günlerde büyük puntolarla kullanmaya başlamış bir grup, bunun yanlışlığı üzerinden bin nümayişle kendi kopardığı anarşi ve fitnenin meşruiyetine yollar arar. Dedim ya size, yöntem çoktur. Ama hepsinin istediği birdir: Amacın güzelliğine meftun edip araçlardaki sorunları görmezden gelmemizi sağlama. Bir nevi fikir ilizyonu, bir sihir.

Halbuki yine Bediüzzaman bir yerde der: "Gayrımeşru tarik, zıtt-ı maksuda gider." Doğruyu istemek yetmez tek başına her zaman. Doğruyu da 'doğru bir şekilde' istemek gerekir. Yoksa amacın tam tersi bir maksada götürür bizi. Bir masumun ölümü nedeniyle başlatılan eylemlerin başka masumların ölümüne sebep olması gibi. (Ki daha yeni yaşadık.) Karmaşa fasit bir dairedir. Sürekli kendini yiyerek beslenir, büyür; sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; başlarken hangi amaçla yola çıkıldığı bile unutulur.

Bu nedenle, ben, ne zaman "Yoksa sen özgürlüğe taraftar değil misin? Yoksa sen masumun ölmesine seviniyor musun? Yoksa sen polis şiddetini haklı mı buluyorsun? Yoksa sen yolsuzluklara taraftar mısın? Yoksa sen devletin baskısını destekliyor musun?" tarzı bütün baskılara aynı cümleyle direnirim: "Ben de özgürlük, ben de huzur, ben de temiz toplum, ben de mutluluk, ben de gelir eşitliği, ben de adalet isterim; ama ihtilalcilerin istediği gibi değil." Birşeyi ıskalıyorsunuz: Sizinle beraber olmayışımız, sizin istediğiniz şeyleri istemiyor olduğumuzdan değil (bazen bu da oluyor gerçi), sizin gibi istemeyişimizden kaynaklanıyor.

En yakın örneği; işte Taksim'de her 1 Mayıs'ta yaşananlar. Mekansal talep bağlamında söylüyorum: Bu ülkedeki dindar insanların Ayasofya'nın tekrar cami olmasından daha çok istediği birşey var mı? Müzeye çevrildiği günden beri yapılan, yazılan, söylenen, katlanılan şeyler ortada. Fakat ne zaman siz dindarların böylesi bir mekansal talep için insanları taşladığını, polislerle çatıştığını veya molotoflu saldırılar yaptığını gördünüz? Ne zaman mekansal bir talebi, topyekun milletin huzuruna tercih eden şeyler yaptılar, sorarım size?

Hal böyleyken, dindarlara üstperdeden racon öğretmek; devlet otoritesinin kölesiymiş, baskıdan hoşlanıyormuş, masum ölümlerine seviniyormuş, yolsuzluklara taraftarmış, iktidar yalakasaymış gibi ithamlarda bulunmak ne solun ne de bu sıralar kankalıklarını yapan Gülencilerin haddi değildir. Ve bunlarla musalaha diliyle de konuşulmaz. Argo tabir kullanacağım: Atarına atar, giderine gider yapılır. İzzetli olmak bir müslümana en çok böylesi zamanlarda yakışır. Alttan almaya gerek yok. Kur'an bize bunu öğretiyor: "Leküm diniküm veliyedin." Sizin dininiz size, bizimkisi bize. Siz bizim idealimiz değilsiniz. Üslûbunuz da meşru taleplerin iletilmesinde tek yol değil. Her şiddet eylemini tarafınızdan gördükten sonra durup durup "Ülkeyi kutuplaştırıyorlar!" diye söylenmeniz de sadece gülmemizi arttırıyor, başka birşey değil.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Farklı bir 1 Mayıs yazısı

İzm’leri dinlerden ayıran en büyük fark kanaatimce; dinlerin bütün sınıflara, izm’lerin ise sadece bir veya birkaç sınıfa saadet vadediyor oluşudur. Yani izm’ler, bizzat yolculuğuna başlarken bir sınıfı hedefler. Onun amaçlarına hizmet eder. Ama dinler, sadece bir sınıfın değil, bütün sınıfların saadetini hedeflemiştir. Bu yüzden mesajlarının da daha geniş kesimlere etkili olması beklenir.

Bu noktada feminizmi kadınlara, sosyalizmi fakir halk kitlelerine (özellikle işçi sınıfına), hedonizmi hayattan lezzet almaya müsait olanlara (özellikle gençlere) entegre olmuş, hedef almış izm’ler olarak örneklendirebiliriz. (Şualar’da Bediüzzaman’ın; “Ben Rusya’da esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık” demesi ne kadar manidardır.) İzm’lerin bu noktada yaptığı daha çok ezildiğini düşündüğü bir sınıfı galeyana getirmekle diğerlerini (diğer sınıfları) kendine boyun eğdirmektir. Bu yüzden tüm dünyaya saadet vadedemezler. Çünkü bütün dünya tek bir sınıftan ibaret değildir. Tek sınıf haline gelmesi de fıtraten mümkün değildir.

Yine bu noktada Bediüzzaman’ın Lemaat’ta geçen; “Lâkin saadet odur: Külle ola saadet. Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet: Umuma, ya eksere verirse bir saadet...” cümleleri ayrıca manidar görünüyor bana. Kur’an’ın medeniyet inşasının nasıl bir farkındalık ve geniş ufukluluk içerdiğini gösteriyor. Bütün sınıfları kapsayan bir mutluluk programının Kur’an’ın ana hedefini oluşturduğunu beyan ediyor.

Bence bu yönüyle İhtiyarlar Risalesi, Hastalar Risalesi, Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi gibi eserler de bunun ispatı sayılabilir. (Şimdi bunlara Tasavvuf, Aile, Taziye gibi değişik konu başlıkları altındaki derlemeler de dahil oldu.) Bediüzzaman’ın bu kadar farklı dallar hakkında eserler telif etmesi, aslında onun biraz da Kur’an’ın bu kapsamlılığını ortaya koyma çabası bence. Bediüzzaman, bunu göstermek, ispat etmek, insanları buna uyandırmak istiyor.

Hatta bu noktada Dokuzuncu Şua çok kıymetli Mukaddime’siyle bunun ispatı gibi... Orada da ahirete imanın toplumun bütün sınıflarına verdiği mutluluğu, sağladığı kazançları zikretmekle İslam’ın kapsamlılığına işaret ediyor Bediüzzaman. Çok boyutluluk ve çok sınıflılığına dikkat çekiyor.

Şimdi böyle eserler eşliğinde ufkumuzu şöyle bir mizana koyup tartma zamanı. Nasıl bir saadet düşlüyoruz? Sadece bir milletin, sadece toplumun bir kesiminin, bir coğrafyanın insanlarının veya sadece bir dinin tâbilerinin mutlu olabileceği bir gelecek mi hayalimiz? Yoksa tüm dünyayı birden mutlu etmeyi mi planlıyoruz?

Bence Kur’an’ın bize yaşatmayı düşündüğü saadet bizim hayallerimiz kadar kısır değil. Ensar Nişancı’nın bir semineri esnasında dediği gibi; “İslam medeniyetinin yükselişi için Batı’nın çökmesine gerek yok. Beraber de yükselebiliriz.”

Evet, belki de... Neden bir başkasının felaketi üzerine kendi saadetimizi bina edelim ki? Bu da nihayetinde bir kısır görüşlülük. Ben şimdi geleceğin hep beraber omuzlarımızda yükseleceğini düşünüyorum. En gür ses, bizim sesimiz olsa da. Diğer seslerin kısılmasına gerek yok. Hem bunun olmasını düşlemeye de gerek yok. 1 Mayıs da kutlanacaksa, bu kafayla kutlanmalı. Yalnız bir sınıfın mutluluğuna endeksli hayaller mutsuz kalmaya mahkûm...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...