11 Mayıs 2024 Cumartesi
Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur
11. Söz'den.
Mürşidim, Ramazan Risalesi'nin 7. Nüktesinde, şöyle bir ifade kullanıyor: "(...) savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir." Bu ifade bir mecliste medar-ı müzakere oldu. Neden? Çünkü 'Samediyete aynalık' mevzuunda hemfikir olamadık. Bir kısmımız metnin öncesini de delil göstererek dediler ki: "Burada kastedilen 'ihtiyaçların azaltılmasıyla' Samediyetin aynası olmaktır." Diğer bir kısmımız da dediler ki: "Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden ayna olmak mümkün değildir. Çünkü insanın ihtiyaçsız bir ânı yoktur. Hatta orucu dahi 'ihtiyaçsızlığı' değildir, aksine, 'fakrın tezyidi'dir. Yani ihtiyaçların arttırılmasıdır. İnsan oruçluyken kendisini Allah'a daha muhtaç hisseder. Niçin? Zira karşılayabileceği ihtiyaçlarını dahi karşılayamamış haldedir. Yani 'bile-isteye fakrını arttırmış' haldedir."
Tabii, tarafların durdukları eşiklerden bakınca, metnin öncesine yaklaşımlar da değişiyor:
"(...) yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir..." denildiğinde tam olarak ne anlaşılmalıdır? Sözü uzattığımdan farketmişsinizdir. Ben de ikincilerin tarafındayım. Ve 'Samediyete aynalık' kavramlaştırmasını 'ihtiyaçları azaltma' ekseninde okumuyorum. Evet. Allah'a 'herşeyin Ona muhtaç olması ama Onun hiçbirşeye muhtaç olmaması' yönünden ayna olabileceğimizi sanmıyorum. Hatta bir parça 'teşebbüh-ü bilvacip' kokusu da alıyorum önceki yaklaşımdan. Ürküyorum. Eşyasının Allah'a ayna olduğu doğrudur da aynılığı mümkün değildir. Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden bir mazhariyetse mahlukatın üstesinden gelemeyeceği bir iştir.
Fakat Samediyete aynalığa, tam tersi şekilde, 'ihtiyaçlarımızı arttırarak' muvaffak olabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla, 'hayvaniyetten çıkma' tefekkürümde 'ihtiyaçların azalması' değil, 'ihtiyaç şuurunun şiddetlenmesi.' Neden? Çünkü, oruç tuttuğumuzda, karşılanması âdet u ülfet haline getirilerek kanadıkları neredeyse unutulmuş yaralarımızı tekrar hayatlandırıyoruz. Fakirliğimizi kaşıyoruz. Onlara kasten maruz kalıyoruz. Melekleşiyoruz, evet, ama melekleşmek Allah'a daha az ihtiyaç duymak mıdır? Hâşâ. İslam'ın bize öğrettiği melek tasavvuru böyle birşeyi kapsamıyor. Aksine, melekler ihtiyaçlarına duyarlılık bağlamında bizden daha şuurlu varlıklar, tesbih u zikirlerini asla aksatmıyorlar, gaflete düşmüyorlar. Hep uyanıklar yani. Allah'a olan ihtiyaçlarının hep farkındalar.
Bizse düşüyoruz. Hem de biz gaflete daha çok 'otomatik karşıladığımız ihtiyaçlar' üzerinden düşüyoruz. Otomatikleşme, robotlaşma, ihtiyaç şuurunu köreltiyor. Hergün doğan güneş için yeterince şükrediyor muyuz? Fakat bir öyle bir böyle olan şeyler bizi kendileri için şükretmeye sevkediyorlar. Bir esnaf, ihtimallere bağlı hissettiğini kazancı için, daha çok şükretme ihtiyacı hissediyor. Güneşin doğuşu gibi garanti görmüyor çünkü. Sabit maaşla çalışan memur o kadar hissetmiyor. Oruç bu yönüyle ihtiyaçlarımızı ortadan kaldırmıyor. Hayır. Onun yaptığı bu değil kesinlikle. O 'otomatikleşmeyi' ortadan kaldırıyor. Âdetimizi, alışkanlığımızı, ülfetimizi bozuyor. Yaralarımızdan kaçmamayı öğretiyor.
Hergün serbestçe yeyip içtiğimiz için açlık hükmünü üzerimizde icra edemiyor. Varlığımızın parçası olduğunu gereğince hatırlatamıyor. Susuzluk yeterince hissedilemiyor. Onlarla bağlantılığı diğer zaaflar da ortaya çıkamıyorlar. Bu anlamda, pek kusurlu akledişime göre, melekleşmek de ruhlaşmak da 'ihtiyaç azalması'nı ifade etmiyorlar. Ya? 'İhtiyaçlarının daha fazla farkında olmayı' ifade ediyorlar. O da 'fakrın tezyidi' meselesine götürüyor beni. 'Fakrın tezyidi' nedir? Sılasını misafir edelim öncelikle:
"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."
'Sakın yanlış anlama...'dan sonrası aradığımız tılsımı fısıldıyor sanki: "Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir." Demek ki, ihtiyaçların hissedilmesinde korkulacak birşey yok, asıl korku 'teşebbüh-ü bilvacib'in olabileceğini düşlemek. Peki 'teşebbüh-ü bilvacip' ne?
"Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, 'İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir' deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler..."
Bakınız burada da Bediüzzaman Hazretleri acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapamayı 'tehlikeli bir alan' olarak işaretliyor. 'Ubudiyet yolunu seddetmekle' itham ediyor. O halde 'Samediyete aynalık'ı böyle anlamak doğru olabilir mi? Ramazan'ın böyle birşey olduğunu söylemek çok isabetli gelmiyor bana. Allahu a'lem. Doğru olan, bunun yerine, mürşidimizin "İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir..." tefekkürünü hatırlayıp 'Birinci Vecih' hakkında daha fazla düşünmektir:
"Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir..."
İşte, arkadaşlar, Ramazan Risalesi'ndeki 'Samediyete aynalık' meselesi, ancak 'Birinci Vecih' perspektifinden anlaşılabilir bence. Eğer bu perspektif bırakılıp da İkinci Vecih'in bakış açısı kuşanılırsa, bize de Samediyetten bir parça verilmiş gibi düşünülür ki, çok tehlikelidir. İnsan Samediyete bu yönüyle aynalık edemez. Zira Samediyet İkinci Vecih'te misal verilen sair sıfatlara benzememektedir:
"İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder' ve hâkezâ..."
İnsan, varlık anlamında, nerede 'Samediyet aynası' olduğunu iddia edebilir ki? Samediyete bu cihetten ayna olmak herhangi bir mevkide 'Allah gibi ihtiyaçsız olmak' ve de 'herşeyin size ihtiyaç duyması' gibi birşeydir. Beşer böyle olamaz ki. İnsan hangi konumda olursa olsun, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır. Arızî olanın Hayy u Kayyum karşısındaki pozisyonu değişmez. Ancak bilinci noktasında değişebilir. Yani, biz, her zaman Allah'a sonsuz derecede muhtacız da, bazen bunu idrakimiz diğer zamanlardan yüksek-eksik olabilir. Ramazan bize böylesi bir zenginlik katar. Farkındalığımızı yükseltir. Fakrımızı tezyid eder. Onunla yüzleştirir. Yoksa Samediyette Allah'a benzetmez, yüzbin hâşâ. (Mutasavvıfların çile, riyazet vs. gibi uygulamalarını da yine bu 'fakrın tezyidi' ekseninde kavrayabiliriz.)
En doğrusunu Allah bilir. Şuraya bağlayarak bitireyim sözü: 'Emanet ayeti' aldığımız yükü haber verdikten sonra hemen 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun altını çiziyor. Belki de burada aldığı emanetle duracağı yeri şaşıran insana kıymetli bir hatırlatma var. Evet. Üzerimizde İkinci ve Üçüncü Vecihler itibariyle görünen bazı emanetler var. Bazı aynalıklar yapıyoruz. Fakat bu emanetler hiçbir zaman mahlukiyetteki konumumuzu değiştirmeyecek. Kulluğumuzu yerinden oynatmayacak. Zalimliği-cahilliği varlığımızın ayrılmaz bir parçası olarak sırtımızda taşıyacağız hep. Hep eksik kalacağız. Hep yaralı olacağız. Hep arayacağız. Neden? Çünkü emanetçilik sahiplik değildir. Sahiplik ancak yaratıcılıktır. Yaratmayan hakiki sahip sayılamaz. Yoktan varedemeyen yoksunluk çekmekten kurtulamaz. İşte beni 'Samediyete aynalık' meselesinde uzun uzun kelam etmeye iten bu oldu kârilerim. İnşaallah meramımı anlatabilmişimdir. Tevfik ise Allah'tandır. Biz de inayetini, rahmetini, keremini Samediyetinden dileriz.
14 Kasım 2023 Salı
Sen asla tek kişi değilsin
Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?
Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.
Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?
Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.
Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.
30 Mart 2022 Çarşamba
Kandırmayanı olmayan kanmaz
'Bismillah' demenin bir 'tebliğ' bir de 'teslim' yönü var sanki arkadaşım. Evet. Verirken 'Bismillah' diyen özbir kalbine 'asıl mülk sahibinin Allah olduğunu' hatırlatır. Elhamdülillah. Alırken 'Bismillah' diyen de az farklısıyla aynısını yapar. Yani anımsar: Asıl bağışlayan muhatabı değil Allah'tır. Esbap yalnızca perdedir. Buradaki görünümler mecazîdir. Fakat her ikisi de 'Bismillah'larını birbirlerine (veya çevrelerine) işittirdiklerinde mübelliğ makamına geçerler. Çünkü işitenlere de alışverişin Malik-i Hakiki'si ihtar edilmiştir. İç-dış dengesi böylece kurulur.
Ne güzeldir. 'Alan' Bismillah dediğinde 'veren' içine söylediğini dışından tekrar işitir. Zikr-i hafîsi zikr-i cehrîyle destek bulur. Enfüsüne nasihati âfâkta şahitlenir. Kuvvetlenir. Delillenir. Veren 'Bismillah' dediğinde de alanın gönlüne aynı tebliğ dokunur. Hayy'dan gelen Hû'ya gitmiştir. Nedenlerin-sonuçların yaratışta tesiri yoktur. Böylece vesileler vesileliklerini ilan ederler. Demek 'Bismillah' müslümanca varlık algımızın bir tür alemidir. Sembolüdür. İşaretidir. Onu her deyişinde çarkların üstünde bir okumayı, şuursuzca da olsa, kasteder.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki:
"Hem veren 'Bismillah' demeli, hem alan 'Bismillah' demeli. Eğer o 'Bismillah' demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen 'Bismillah' de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."
İşte, arkadaşım, alanın 'Bismillah' deyişindeki yeterlilik, sanki biraz da 'tebliğ' makamına bakar. Allahu'l-a'lem. Veren 'Bismillah' şuurunu taşımıyor olsa da, alanın 'Bismillah' deyişi, vesilenin aşkınlık sanrısını berhava eder. Şahit arayışını boşa düşürür. İçindeki dalaleti köreltir. Tevehhümünü dağıtır. Firavun'un, "Rabbiniz değil miyim?" diye sormakla kavminden aldığı tasdik, sihirbazlarının imanına karşı sergilediği kızgınlık, bu meyanda söylenenleri haklı çıkarır. Kur'an yaşanan diyaloğu elbette pekçok hikmetle nakletmiştir. Onlardan belki birisi: Her sahtekâr kandırmacasına şahit ister. Kandırmayanı olmayan yeterince kanamaz. Öyledir. Perestlerin putlarına tutunduklarından fazla putlar perestlerine tutunur.
Kandırmadığımızda kanabilecekleri de kurtarıyoruz demek ki arkadaşım. Ne mutlu. Hatta derim ki: Mü'minin mü'mine aynalığı buradan da tefekkür edilebilir. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, onu 'dilinden-elinden emin olunan' diye tarif ederken, aynalığının mahiyetini de nazara veriyor sayılamaz mı? Şunu yalnız 'zararsızlık' olarak da düşünmemek lazım. Eksik kalıyor çünkü. Yeri geldiğinde 'faydasızlığımız' da faydadır. Şeytana yardım etmeyen meleğin yanındadır.
Yine zulmünden alıkoymamızın zalime yardım olduğunu Ondan öğreniyoruz. (Öğrendiklerimiz sayısınca salat u selam olsun.) Dikkat ettin mi? Hepsinin özünde dürüstlüğümüze yapılmış bir gönderme var sanki. Evet. Eğer kavmi Firavun'u iddiasında tasdik etmeseydi bu derece şaşırır mıydı? Herkes alırken 'Bismillah' deseydi verenler mağrur olabilirler miydi? Dürüstlüğümüze de bir başlangıç arıyorsan itikadımızı düşün isterim. Allah'ın yarattığı herşeyi yine Allah'a vermek doğruluğun bidayetidir bence. Burayı şaşırdıktan sonra aşağıda o ahlak kolay kolay toparlanmaz. İlk düğmesi yanlış iliklenmişi yukarıda toparlayamazsın çünkü.
30 Nisan 2020 Perşembe
Ayna güneşi incitmesin
Size de böyle olmuş mudur bilmem: Namaza başladığım ilk dönemlerde kendimle şu 'al-ver'i çok yaşardım: "Şu hayatına bak, amellerine bak, arkadaşlıklarına bak. Şu boş sohbetlerine, kemliklerine, serseriliklerine bak. Şu, şu, şu... Bak, bak, bak..." En nihayet bu 'al-ver'ler sonunda kendimi 'namaz kılmaya layık olmaktan' öyle uzak görürdüm ki seccadeyi bırakırdım. Derdim: "Namaz kılmak için onu kılmaya layık bir hayat yaşamak lazım. Sende böyle bir hayat yok. Kusurun bini bir para. O halde beynamazlığa devam."
Elbette bugünden bakınca yaşadığımın bir 'şeytan hilesi' olduğunu farkediyorum. (Elhamdülillah.) Çünkü buna ayılabiliyorum: Allah'a ibadet etmek, benim ibadet etmeye layık olmamla değil, Onun ibadet edilmeye layık olmasıyla ilgilidir. Allah Allah'tır. Ve dahi Rahman'dır, Rahim'dir, Kerim'dir, Rabbü'l-Âlemîn'dir. Tabii ki koşulsuz ibadete layık olandır. Şükrüm Rabliğinin hakkıdır. Hukukullahtır. Ben ister öyle olayım, ister böyle, ister daha başka bir şekilde, bu beni ibadet etme ihtiyacımdan/borcumdan kurtarmaz. Çünkü Allah'ın Allahlığı değişmez. İltifatın sahibi ister bülbül olsun, ister karga, ister çekirge, gülün iltifatı haketmesi önemlidir. Gülün güzelliği gül yüzünde durdukça iltifatı da sesten sese bürünüp ona ulaşır. Ulaşmalıdır. Sesin çirkinliği gülün haketmişliğine zarar vermez. Kıbleyi göstermek parmağı kıble etmez.
Buradan şuraya geçeyim: Bediüzzaman'ın kendisini 'üç şahsiyete' bölmesi hakkında daha evvel de yazmıştım. (Tekrara düşersem affedin.) Bu defa şu dersin başka bir yanını (daha kendime bakar bir yanını) yazmayı deneyeceğim: Efendim, şöyle-böyle İslamî konularda konuşmayı-yazmayı bir vazife olarak edinen herkesin, eğer haddini bilen birisiyse, şöyle bir vesveseye düştüğü olur: Bir yanına kirli hayatını koyar. Diğer yanına hakkında kelam edeceği hakikatlerin pir u pâklığını yerleştirir. Ve kara kara düşünmeye başlar: "Benim haddim mi bunlar hakkında söz söylemek? Ben kim? Bunları öğütlemek kim?" Bu elbetteki güzel bir tereddüttür. İçeride herdaim de muhafazası lazımdır. Maşaallah. Zaten bu endişe diri kalırsa ancak 'ihlas' diye birşeyin daha derinlerde varolduğu ümit edilebilir. Eğer bir insan kendisine kaldığında böyle ızdıraplar yaşamıyorsa, hem metinlerinde hem gündelik yaşamında, istikametten sapmaya daha yatkın olur. Böyle düşünürüm. Tecrübelerimi de hep bunu doğrular gördüm doğrusu.
Fakat bu endişenin ölçüsünü kaçırması da bir tür vartadır. Evet. Vartadır. Çünkü zaman ahirzamandır. Ahirzamanda herkesin eteğindeki hakikat taşını, elbette Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası içinde kalmaya özen göstererek, ortaya dökmesi gerekmektedir. Bu devir gayret devridir. Eğer mezkûr endişeler gibi şeylerle cümle istidat sahipleri geri dururlarsa bayrak yere düşer. Şerr-i cüzîden kaçılırken şerr-i kesir işlenilir. İşte mürşidimin 'üç şahsiyeti' bu noktada bana çok kurtarıcı gelmiştir. Hem 'tahdis-i nimet' dengesini bu alana taşımanın bir yolu gibi görünmüştür. Fakat önce üzerine konuştuğumuz metinden bir parça alıntı yapalım:
"Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. (...) İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
İşte bence mezkûr vesveseden kurtulmanın yolu Bediüzzaman'ın yukarıdaki 'üç şahsiyet' formülasyonunda var. Biz, hasbelkader (hesabü'l-kader) bu görevin omuzumuza kalmasıyla, bir yerde/zamanda Kur'an hakikatlerini anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve, evet, hayatımızın bize bakan tarafı böyle mübarek emanetleri taşıyabilecek gibi durmayabilir. Hadsizlik yapmak cidden gözümüzü korkutabilir. Lakin eğer kendimizi şahsiyetlere bölersek, yani Kur'an hizmetindeki mesaimizle ferdî hayatımızı birbirinden ayırabilirsek, şöyle bir umut ışığı ortaya çıkar:
Bizim kusurlarımız, onları sahiplenip pişmanlığını yüreğimizde taşıdığımız müddetçe, dilimizden dökülenleri kirletmez. Çünkü üzerimizden ifade edilen hakikatleri sahiplenmeyiz. Tenzih ederiz. Kusur bizde kemal Onda kalır. Aynanın çatlağı yansıttığının yüzeyini de çatlatmaz. Ayna, sadece bir ayna olduğunu itiraf ettiği sürece, yansıttığına zarar vermez. Ona zarar vermediği gibi kendisi de zarar görmez. Haddinden fazla iddialarla şımarıklık etmez. Güneşi yansıtan çizikli ayna "Ben güneşim!" dese de hadsizliktir, "Çizik onundur!" dese de.
Şunu unutmayalım: Allah anılmaya layık olandır. İslam öğretilmeye en yakışan şeydir. Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi dünya hayatının şeker u balıdır. Tırnağımızın kirine bakıp gül dağıtmayı bırakmamalıyız. Hem kimbilir? Belki o gülün hürmetine sahibi bize de rayihasından sürer. Bize de pâklığını edindirir. İnşaallah. Yalnız şuna pek dikkat etmeliyiz: O gülü taşımak gül olmak anlamına gelmez. Oradan ne sahiplensek hata ederiz. Farkı korumalıyız.
Hitabetiniz çok iyi olabilir. Kaleminiz pekçe tesir edebilir. Fakat ne biliyorsunuz? Bunlar istidraç da sayılabilir. Karun'un ilmi ona cehennemin derinliğinden daha fazla ne kazandırdı? O halde taşıdıklarımızın zararlarından korunmanın yolu onlardan kendimize kemal gömleği biçmemekte. Biçersek şahsiyetler karışmaya başlar. Gülü taşıyan merkep kokuyu kendinden bilmeye başlar. Halbuki merkep merkeptir. Semerinde gül her gören herkes de bunu bilir. Eşek kokuyu sahiplenmekle ancak nefsine muğalata eder. Başka hiçkimseyi de aldatamaz. Bediüzzaman'ın 'üç şahsiyeti' bu anlamda da bize bir yol gösteriyor. Aynayı-yansıttığını birbirinden ayırmamızı öğütlüyor. Eh, evet, hitama geldik. Yine ayrılıyoruz. Son olarak şunu da hatırlatayım sana: Yazdıklarımı "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla hatırında tut arkadaşım.
30 Nisan 2018 Pazartesi
İnsan da bir su birikintisidir
Evet, aynalık yönünden 'toprak, su ve çamurdan olan insan' ile yine 'toprak, su ve çamurdan olan su birikintileri' arasında hâlâ bir benzerlik görüyorum. Hatta şöyle düşünüyorum: 'Hayat' aslında bu aynalığın giriftleşmiş halidir. Yani: 'toprak, su ve çamurdan olan havuz'dan 'toprak, su ve çamurdan olan insan'a gelindikçe aynalık değişmez, fakat şiddetlenir. Birikintilerin aynalığını yaptığı 'bir' manzara ise insanınki 'bin'lercedir. Üzülür, sevinir, kızar, neşelenir, sever, tiksinir, ağlar, gülümser... Bütün bu dalgalanmalar içinde kimbilir onda neler neler yansır. Anlarına ne yıldızlar sığar. Ne gökler göğsüne iner. Böylece insan 'toprak, su ve çamurdan gelen' aynalık fonksiyonunu (elbette kemalatı/gelişimi ölçüsünde) ileriye taşır.
Yalnız, tam bu noktada, diğer yazımda eksik bıraktığım birşeye de dikkat çekeceğim: Bu üç öğenin birlikteliğinden doğan aynada, 'yansıtıcı' olarak yalnızca yüzeydeki su görünse de, aslında herbir parçanın kendi yeteneğince bir aynalığı vardır. Onların aynalığı sayesinde suyun yüzeyinde bizim bildiğimiz aynalık fonksiyonu oluşur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Toprak, güneş ışığını bildiğimiz şekilde 'resmini koruyarak' yansıtmaz, fakat toprağın kısmî tutuculuğu da aslında bir çeşit aynalıktır. Burada aynalığı ışıkla hemhal olan herşey için kullandığımı ifade etsem daha açık davranmış olurum. Evet, toprak da güneşin bir aynasıdır, ama bağrından çiçekler fışkırtan bir aynasıdır. Eğer toprak, güneşten gelenin birazını tutup birazını bırakmasaydı, ne göz ile onu görebilirdik, ne de bağrından çıkan şeyleri elde edebilirdik. Onun aynalığının 'tutması yüksek' yanıdır ki, rengini koyultur, ama bağrından doğacakları zenginleştirir.
Evet, çukurun dibindeki toprak da ışığı biraz tutuyor, biraz da bırakıyor. Onun bu kısmî aynalığı (suyla temas ettiği bölgede) çamura doğru evrilirken biraz daha azalıyor. Ve yüzeydeki su altındaki bu daha az bırakır aynalar sayesinde güzel bir yansıtıcıya dönüşüyor. Yani içiçe konmuş üç ayna sayesinde bizim bir gözlem âletimiz oluyor. Bu söylediklerim tuhaf geldiyse dibi bembeyaz taşlarla örülü havuzları hayal edin. Onların yüzeyindeki yansımaların gücü sizce ne kadardır? Bir havuzun zemininin rengi açıldıkça yansımalarının gücü de zayıflar.
Buradan şuraya geleceğim: Mürşidim metinlerinde tekrar be tekrar kendisini 'üç şahsiyete' ayırıyor. "Nedir bu 'üç şahsiyet' ayrımı hey efendi?" dersiniz diye evvela bir alıntı yapalım:
"İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
Başka bir yerde ise dünyanın 'üç yüz'ünden bahsediyor yine mürşidim: "Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır..." Yazıyı uzatmaktan korkmasam bir de "Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir..." diye başlayan bir bölümü alıntılayacaktım, ama gözüm kesmedi. Azıcığını alıp geçeceğim: " (Birincisi:) İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder."
"En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla söyleyeyim: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde kullandığı bütün bu üçlü sistemlerin Kur'an'daki mezkûr üçlü sistemle bir ilgisi var. Herbir şahsiyetinin 'su, çamur, toprak' üçlemesinde bir yeri var. Mesela: Kendisinin 'karanlık' bulduğu üçüncü şahsiyeti ne çok toprak seviyesindeki 'az yansıtıcılığa' benzer. Ubudiyet vaktinde büründüğü ikinci şahsiyetinin ise su ve toprağın etkileşiminden oluşan çamur seviyesine ne çok benzerliği vardır. Çünkü ubudiyet de insanın üzerinden yansıyan Esmaü'l-Hüsna ile etkileşim içerisine girmesinden doğar. Allah'ın isimlerinin tecellilerini farkeden insan o tecellilerin rengine göre renkten renge girerek bir ubudiyet sergiler. Tıpkı üzerinde güneşin yansıdığı suyun toprakla etkileşime girmesi ve onu çamurlaştırması gibi. İnsan da ubudiyet vaktinde yumuşar. Çamurlaşır. Değişir. Veya işlenmeye müsait bir hal alır.
Birinci makamdaki dellallık ise tam bir yansıtma makamıdır. Orada mürşid ancak yansıtandır. Allah'ın kendisine bağışladığı marifetullaha dair ilmi/ahlakı talebeleriyle paylaşır. Tıpkı bir su birikintisinin, üzerinde yansıyan manzarayı, o manzaradan hiçbirşeyi kendisine ait kılmadan seyircilerin gözüyle paylaşması gibi. Evet. Göl güneşten haber verir. Ama göle güneş sığmaz. Göl bunu iddia etmez. Cam parçası yıldızları gösterir. Ama cam parçasına yıldız sığmaz. Cam parçası bunu iddia etmez. İnsan da öğrettiklerinin, taşıdıklarının, haber verdiklerinin tastamam içine sığdığı bir ayine değildir. Makam-ı irşadda muvaffak olduğu aslında sadece güzel bir ayineliktir.
Meselenin 'dünyanın üç yüzüne' bakan tarafını da ele almak istiyordum, ancak yazı uzadı gitti. Sizi de bıktırmak olmaz. Zaten lafı dolaştıra dolaştıra konuşmamdan yoruldunuz. O zaman o ciheti de sizin keskin fehimlerinize havale ederek Risale-i Nur'da sıkça karşımıza çıkan böylesi üçlemelere şöyle bir dikkat çekmiş olalım. Ve unutmayalım: Bir yanımızın tastamam yansıtıcı olabilmesi için diğer bir yanımızın da karanlıkta kalması gerekiyor. İnsanda bunu 'aczi ve fakrı' sağlıyor. Dünyada bunu 'ademe ve fenaya bakan yüzü' besliyor. Bediüzzaman'da ise aynı fonksiyonu gören 'üçüncü şahsiyet' var. Her şekilde aynalar sırlanıyor. Sırsız ayna olmaz. Çünkü sonsuzu yansıtıyorlar. Sonsuzu yansıtan, evren iki sonsuzluk birden kaldırmadığından, sınırlanmak/sırlanmak zorundadır. Kusurlarımız da sınırlarımız/sırlarımızdır bizim.
6 Aralık 2017 Çarşamba
Kusur insanın imzasıdır
İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...
Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.
Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.
Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:
"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."
Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."
Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:
"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."
İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.
Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.
Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.
İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.
İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.
Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.
Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.
Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:
Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.
"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."
12 Temmuz 2017 Çarşamba
Boğulmak da bir işe yarar
Detay olmaya diyecek birşeyim yok. Zaten aslolacak kadar kıymetli bulmuyorum kendimi. Mutlaka kendimden başka birşeyle (bir cümlenin virgülü olarak bile olsa) bir anlam bulmam lazım. Arızîye başka türlü huzur yoktur. Ama 'herşeyin detayı olmak' da o kadar silik bir his ki. Herşey hakkında konuşmuş bir hiçbirşey. Öyle ya! Her anlama gelebilen aslında hiçbir anlama gelmez.
Yüzeye yayılmış. Yayıldıkça sığlaşmış. Derinliği kaybolmuş. Çoğalırken azalmak bu. Mantık bile, bir noktadan sonra, insanı tevhide iman etmeye zorluyor. (Bu cümlemde hata var. Mantık insanı her zaman tevhide imana zorlar. Ancak insan her zaman farketmez.) Birşeye dair olmayacaksak herşeye dair olmaya başlıyoruz. Herşeye dair olmaksa hiçbirşeye dair olmaya çok yakın. Nasıl? Belki şöyle: Ayna, yansıtabildiği kadar değil, gösterebildiği kadar aynadır. Çünkü, 'yansısın' diye değil, 'görülsün' diye gösterir.
Aynanın potansiyel olarak 'herşeyi yansıtabilir' oluşu 'aynalığı' için gereklidir. Ancak onu pratikte faydalı kılan 'yansıttığı şeyi göstermesi'dir. Bu netlik gösterilecek şey sayısı arttıkça azalır. Bir ayna düşünün ki: Boyu bir karıştan hallice. Ancak bütün İstanbul'u kuşatacak bir yükseklikten, sözgelimi bir balondan, aşağı tutuluyor. O hâlâ bir ayna mıdır?
Potansiyel olarak: Evet. Pratikte ise: Hayır. O artık bir ayna değildir. Neden değildir? Çünkü görevini yapabilmesi için birşeyleri göstermesi gerekir. O kesrette ise hiçbirşey net görünmez. Bu demektir ki: Ayna ne kadar çok şeyi göstermeye çalışırsa o kadar aslî fonksiyonundan kaybeder. Potansiyelinden değil ama işleyişinden. Mahiyetinden değil amma ifasından. Sınırlı olanın 'daha çok şeye dair' oluşu, aynı zamanda, 'daha az şeye dair' oluşudur. Zaten 'sınır' dediğimizde kastettiğimiz şey de 'geçildiğinde kuralların değiştiği' yerdir. Çokluğunda zehir olan o kadar çok şey vardır ki azlığı şifadır.
Allah sonsuzdur. Çünkü Allah için isim, sıfat ve şuunatının iktizalarının/tecellilerinin kural değişikliğine uğradığı bir sınır yoktur. Ayna muhabbeti sıktı sizi. Daha somut birşey arayalım. Sahip olmaya gelelim. Sahip olunanların sayısını arttırmak, onlara sahip olma derecenizi arttırır mı, azaltır mı? Cevabı ararken Kungfu Panda'da Usta Oogway'in dediği hakikatli söze atıf yapalım: "Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur!" Sahip olduklarımızın sayısının artması onlardaki tasarrufumuzu azaltır.
Nice multimilyarderler vardır ki sahip olduklarının birçoğunu görmemişlerdir. Nice zenginler vardır sahip olduklarının bazılarını hiç bilmemişlerdir. Nice gayrimenkul kralları vardır mülklerinden birçoğuna adımlarını atmamışlardır. Sınırlı olanda 'kuşatmanın artımını' ifade eden her eylem, aslında o şeylere karşı duyulan 'birebir ilginin azalmasını' ifade eder. Bin güzele birden âşık olan Mecnun hiçbirinin vuslatına eremeyerek cezasını bulur.
Leyla-Mecnun bahsinin açıldığı iyi oldu. Çünkü Leyla'dan Mevla'ya gidiş sürecinde geçirilen o müthiş cinnet (kesretin cinneti) bana ayrıca kıymetli geliyor. Ona da dokunalım. Hikayeyi bilenler hatırlayacaklar: Mecnun birara aşkından öyle bir hale gelir ki, çölde karşılaştığı hayvanların dahi gözlerini, "Belki Leyla'yı görmüştürler!" diyerek öpmeye başlar. Bu bir cinnettir. Cinnetle aşkın yaklaştığı hal, aynı zamanda, Leyla'dan Mevla'ya geçişi de yakınlaştırır.
Sevileceklerin sayısı arttıkça insan ilgilenebilme sınırına yaklaşır. Bir kalp çok defa sevse de kaç defa atar? Sevmekte sınır yoksa da sevende sınır vardır. Sınırına yaklaşan aczine yaklaşır. Ayna, içine sığdıramayacağı kadar şeyi, aşktan bir cüretle kuşatmaya çalıştıkça yansıtmaktan kör olur. Göstermek istedikçe gizler. 'Yansıtmanın' her zaman 'göstermekle' aynı anlama gelmediğini farkeder. Bu boğulma ona suyun derinliğini ve boyunun kısalığını öğretir. Ve insan bir Leyla ile başladığı yolda, çoğalan Leyla'ların eziyetinden kurtulmak için, bir Mevla'ya sarılır. Çünü o 'bütün çoklukların kudret elinde dürüldüğü bir'dir.
Boğulmak da bir işe yarar. Sanıyorum bu türden tüm boğulmaların böyle bir öğreticiliği var. İnsan duvarlarına çarptıkça ayılıyor. Su boyunu aştıkça uyanıyor. Dışındaki nesnelerin duvarı değil çarptığı. En çok içindeki duvarlara çarpıyor. Sınırlarının duvarına çarpıyor. Kendini bilmenin aslı 'ne kadar olduğunu' bilmektir. Sınırlarını tanımayan tuttuğu alanı bilmediğinden ne olduğunu da bilmez. Sınırlarımız olduğunu farkettiğimizde 'kul' diyebileceğimiz bir mütevazı alana sahip oluruz. Sınırını farketmeyen ise 'ben' dediği ve giderek büyüdüğünü sandığı bir vehme sahip olur. "Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar."
Bunu bile bir derece hayra yorarız. Sonra bu yoğunluğun şiddetinden çökmeler başlar. Tıpkı bir Süper Nova gibi taşıyamayacağımız bir 'ben' yoğunluğu bizi içimize çökertir. Dert sahibi oluruz. Dert insanı nasıl olgunlaştırır? Dert insanı içinden ötesine yollar aratmakla ve açmakla olgunlaştırır. Omuzlarının gücüne güvenmeyen başka bir omuz arar. Ellerinin hamaratlığına güvenmeyen başka ellerden yardım ister.
Kabındaki suyla alemi sarayım diye uğraşırken en sonunda incelmekten kendini delersin. (İnşaallah) Kendinden ötesine çökersin. Böylece kısa bir yol bulursun. Yardım istemek kendini delmektir. Dua etmek bu deliği genişletmektir. Arkadaşım, sen, daha çok şeye sahip olmakla varlık arıyordun. Sınırlarını öğrenmen için bu 'had konulmamış kuvveler' gerekliydi. Zira kafesin tellerine çarpmak/tanışmak için göğü arzulamalıydın. İçindeki sınırsızlıklar aslındaki sınırları tanımanı sağladı. Had konulmayan yerlerinde haddini bildin. Canın acıya acıya bildin. Sarsıla sarsıla bildin. Artık bu yükü terket. Mahvoluyorsun.
31 Mayıs 2017 Çarşamba
Atmadığını görebilmek
Arthur Rimbaud
Bu sıralar beni kendisiyle meşgul eden şeylerden birisi de şu: Sanki nerede bir güzel var ona bir ayna da yaratılıyor. Hem o kendisini seyretsin hem ayna onu seyretsin. İkisi de var. İkisi de yaşanıyor. Kilitsiz anahtar veya anahtarsız kilit olmuyor. Kalp bile kendine mukabil bir kalp arıyor. Güzel ile aynası birbirine bağlı. Tıpkı mürşidimin sivrisineğin gözüyle güneşi birbirine bağlaması gibi. Öyle ya! Göz olmasa ışığın ne kıymeti kalırdı? Âşık Veysel'in kendi kalbinden okuduğu: Güzelliğin ederi neydi aşk olmasaydı? Masivasının varlığı Allah'ın marifet aynası olduğu gibi, o büyük aynanın parçaları da birbirlerinin aynası, bir şekilde o kanunun birer parçası. Birbirleriyle yaşadıkları tecrübeden 'daha üst bir aynalığın' varlığını hissediyorlar. Eğer aynalar koridorunda boğulmazlarsa...
Şu an yaptığım yazma işi bile bir tür yansıtma aslında. Yahut da durup aynamda yansıtılanı seyretme. Seyre zaman ayırma. Yazarak kendimi seyrediyorum veya seyretmeye çalışıyorum. Tekrar tekrar düşünerek aynama uzanıyorum. Ona yoğunlaşıyorum. Görüyorum. Bu göz yüksek konsantrasyon istiyor. Kendilik nehrimde 'an' avlıyorum. Arkamda bıraktığım Ahmed'lerin izini takip ediyorum. Kendime, kendiliğime, mana-i harfîliğime, arızî varlığıma dokunuyorum. Beyaz kağıdın da bir yansıtıcılığı var. Ötesini görmek için baktığın herşeyin bir yansıtıcılığı var. Kalemimle üzerimi kazıyıp ortaya çıkarıyorum.
Bu yazıyı kaleme alıncaya kadar bir dizi şey yaşadım. Bir dizi metin okudum. Bir dizi tecrübe yaşatıldı bana. Bir dizi fikir ihsan edildi. Birçok şeye dikkatim çekildi. Birçok detay, ben farkında olmadan, bana dokunup gittiler. Sabah sokakta gördüğüm kediler. Ağladığına şahit olduğum kadın. Otobüsteki asık yüzler. Martıyla karganın kavgası. Gökyüzü, gökyüzü, gökyüzü... Bütün bunlar bir yere yansıdı. Ben de onların birazını okudum. Vahyin, Cebrail aleyhisselam ile Efendimiz aleyhissalatuvesselam iletilmesi gibi, biz de kalp aynamız üzerinden okuduk bazı şeyleri. Berzahı oydu. İçimde hem yansıtan hem yansıyanı izleyebilen bir göz vardı. Şuur insanın kendisini de izleyebildiği bir göz gibiydi. Yüzlerce fotoğraf çektim kendi içimde. Yazmak bundan başka ne ki?
Şimdi, eğer mecalin varsa, kulluk diye üzerimizde vazife olan herşeye bu pencereden bakmaya çalış. Belki de her eylediğimiz bir aynalıktan ibaret. Sadece bu aynalıkların derinlik farkı var. Göstermek bir aynalık olduğu gibi, gösterdiğini bilmek ve bildiğini göstermek de bir aynalık. Namaz kılıyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Oruç tutuyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Tefekkür ediyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve aynalığımızı gösterebilmek için. İbadetlerin çoğunda varolan bu hayatın akışından kopup bambaşka bir hale bürünme, en azından deneme bunu, durgunlaşma/berraklaşma, belki de aynanın kendi aynalığının farkına varması için gereken birşey. Çünkü insan da nihayetinde kendisinin ötekisidir. Kendim'izin iman etmesi için ben'i görmeyi ihtiyacı var. Ayet-i kerimenin işaret ettiği şekliyle ifade edersek: 'Attığın zaman' atanın 'sen' olmadığı görünce ancak 'sen'in imanı tamam olur.
24 Nisan 2017 Pazartesi
İyilik ruhun lezzetidir
Onun vesilesiyle ondan ötesini görmeye çalıştığımız herşeyde bir irşad ararız/yaşarız. Bu nesnenin ne söylediği kadar bizim neye açlık duyduğumuzla da ilgilidir. Nazar, duyduğu açlıklarla, kendisine has âlemin renklerini değiştirme yeteneğine sahiptir. Arayışlarıyla, âlemi değil, fakat âlemin ondaki izdüşümlerini etkileyebilir. Bakış açısı sihirbazlıkları yapabilir. Şunu en baştan kabul etmeli: İnsan kendisinde yansıyacaklara karşı nötr yaratılmamıştır. Fıtratı, yaşadıkları, onun bu yaşadıklarını anlamlandırışı, açlıkları, aç olmadığı halde arzuladıkları ve bunlarla bağlantılı olarak geliştirdiği nazarları sayesinde dış dünya ile seçici-geçirken ve hatta bazen seçici-değişken bir bağ kurar.
Serinin (Hayy ve Kayyum neden kardeştir?) önceki yazılarında inşa etmeye çalıştığım varlık algısının üzerinden konuşmaya devam edersem: Duyularımızla ancak eksik boyutta algılayabildiğimiz âlemin aslını gösteren üstboyuta yaklaşabilmek için onda derinleşmemiz gerekir. Derinleşmeden muradımız derinleştiğimiz şeyde daha fazla boğulmamızı sebep olacak bir dalgıçlık değildir. Bunu arzulamıyoruz. Etrafımızdaki eksik boyutlu şeylerin sayısını arttırmak istemiyoruz.
Aksine bundan kaçıyoruz. Eksiklik zatında olanı arttırmak onu tamam yapmaz. Eksiklik miktarında olanı arttırmak onu tamam yapar. Bizse daha başlarken varlığın zatında eksik boyutlu olduğunu söyledik. O yüzden miktarını arttırmamız bize fayda vermez. Bu derinleşme kabuğun ondan daha aşkın birşey murad edilerek arkada bırakılmasıyla mümkündür. Bakılan yine kabuktur, çünkü duyularımız ondan yukarısını göremez, ancak aklın ve kalbin ulaşmaya çalıştığı ardıdır. Çünkü onlar, mürşidimin tabiriyle, "Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır." Geçiş noktalarıdır.
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuran Kur'an'ın dikkatlerimizi çağırdığı hakikat, bir açıdan da, budur bence. Madde olarak, şöhret olarak, zenginlik olarak, tatmışlık olarak, görmüşlük olarak, yaşanmışlık olarak dünyayı arttırmak aslında sadece miktarı arttırmaktır. Onların ardındaki kemal manayı kavramak ise Allah'ın zikrine ulaşmaktır. Allah'ın zikri, şükrü, farkındalığı, marifeti ve imanı kalbi tatmin eder. Ama ona ulaşmamıza vesile olan nesnenin kendisi etmez. Arttırmakla da etmez. Amacı o değildir zaten.
Bunu şöyle bir örnekle daha açıklayıcı hale getirebiliriz: Deniz suyunun kendisi susuzluğu geçirme yönüyle eksiktir. Bu eksiklik zatındadır. Ne kadar deniz suyu içerseniz için susuzluğunuz geçmez. Fakat o deniz suyunu rafine ederek ulaşmanız gereken saf suya varırsanız, evet, o su susuzluğunuzu giderir. Çünkü saf su susuzluğu gidericidir. Zatında bu yönde arıza yoktur.
İşte, bizim şu eksik boyutlu dünya ile ilişkimiz de aslında 'doyurmayacak muhatabiyetlerle' örülüdür. Az önce saf suyun susuzluğumuzu geçirdiğini söyledik. Nereye kadar? Tekrar su içmek zorunda kalmayacak mıyız? Demek: Onun da tatmini deniz suyundan bir adım ileride, daha yavaş, daha uzun, ama geçici. Yemek, acıkmayı bastırsa da, ortadan kaldırmıyor. Kaldı ki: İnsanın dünyadaki eksik boyutlu nesnelerle doyuramadığı duyuları ve duyguları da var. Bunu da felsefe, sanat, estetik veya bilim gibi şeylerle bastırmaya çalışıyor. Ancak bunların hepsi deniz suyuna kıyasla saf su gibidir. Susuzluk geçirici değildir. Susuzluk bastırıcıdır. 'Tatmin edici' değildir 'yatıştırıcı'dır.
Kevser sûresinde de haber verilen 'cennet havuzu' hakkındaki bazı rivayetlerde, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, ondan bir kere içenlerin bir daha susuzluk çekmeyeceğini bildiriyor. Bence bu tarz rivayetler, sadece cennet nimetlerinin büyüklüğünü anlatma noktasında değil, dünyadaki tadışlarımızın ne kadar eksik olduğunu hatırlatma noktasında da önemli. Ve şu da önemli:
Birşeyi bizzat kendisi için tükettiğinizde ondan duyduğunuz yatıştırıcı etki (isterseniz buna geçici tatmin deyin) azalıyor. Fakat vesileliğinin hakkını verdiğinizde, bu vesile kılışın amacıyla doğru orantılı olarak, etkisi uzuyor. Bir sevdiğinizle buluşup yemek yediğinizi düşünün. Yemek burada nedir? Muhabbetin vesilesidir öyle değil mi? Bu yemeğin vesileliğinde yaşanılanların etkisi mi daha uzun sürer, yoksa, sırf karnınızı doyurmak için atıştırdıklarınızın mı? Ben oyumu birincisinden yana kullanıyorum.
Yine cebinizdeki bir miktar parayı düşünün. Sözgelimi: Bu para bir kilo baklava alacak kadar olsun. O parayı bir ihtiyaç sahibine verdiğinizde mi daha uzun süreli bir tatmin yaşarsınız, yoksa, baklava alıp yediğinizde mi? Ben yine oyumu birincisinden yana kullanırım. Çünkü o bir iyiliktir. İyilik ruhun tattığı bir lezzettir. Ruhun tattığı lezzetler, bedenin tattıklarına göre, daha uzun ömürlüdür. Hatta bazen ölümsüzdür. Siz bin yıl yaşasanız yine yüreğinizde kalır.
Demek: Her neyi, sadece kendisi için değil, aşkın amaçlar için yapsak ömrü uzuyor. Tatmin ediciliği artıyor. Bu da o şeyin bizzat kendisini derinleşmeye çalışarak veya onla meşguliyeti arttırarak değil, onu 'ondan ötesini' elde etmenin vesilesi yaparak mümkün oluyor. Belki de bu yüzden Kur'an'da "O takva sahipleri ki gayba iman ederler!" denilerek mü'minler övülüyor.
Çünkü onlar duyuların tattığından ötesine iman etmişler. Şeylerin kendilerinden ibaret olmadıklarını biliyorlar. Ötesini arıyorlar. Ötesine inanıyorlar. Ötesini kolluyorlar. Gözleri aynada değil aynada yakalayabilecekleri aşkın görüntüde. Zaten o takvaları ki, hem aynada takılıp kalmadıklarının delilidir, hem takılıp kalmama eğitimidir. Aynanın 'kendi'liğinden veya 'bizzat'lığından veya 'kusur'larından gelecek zararlardan sakınmayı âdet edinenlerin, aynadaki görüntüyü daha net görmesi/yakalaması normal değil mi? Refleksleri açık çünkü onların... Karıştırmamaya daha yatkınlar.
18 Mart 2017 Cumartesi
Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (3): Zeki Müren bizi neden göremiyor?
Birşeyin, başka birşey üzerinden görülmesi, o şeyin onda tastamam varolmasını gerektirmez. Yahut da, birşeyin bir yerde görülüyor olması, o şeyin orada tastamam varolduğu anlamına gelmez. Bu tıpkı, her istenildiğinde görülebilen sevimli yüzünün, sevdiğinizin fotoğraf albümünün içinde varolduğu anlamına gelmemesi gibidir. Hadi Vizontele filmine bir atıf yapalım burada. Evet, siz, televizyonda Zeki Müren'i görebilirsiniz. Ama hayır, Zeki Müren sizi göremez, çünkü görüldüğü yerde varolmuş değildir.
Peki Zeki Müren diye birisi hiç mi varolmamıştır? Elbette olmuştur. Şu gölgedeki kemal bir asıldan haber vermektedir. Ancak sizin televizyonda gördüğünüz Zeki Müren asıl Zeki Müren'in arızî bir varlığıdır. Ondan gelmektedir fakat o değildir. Ondan geldiğini benzerliğiyle, o olmadığını ise farklarıyla anlarsınız. İzlediğiniz Zeki Müren'in sesi tıpkı Zeki Müren'dir. "O zaman ondandır!" dersiniz. Fakat izlediğiniz Zeki Müren sorularınıza cevap veremez. "O zaman o değildir!" dersiniz. Asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapmasıyla ondan olduğunu, asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapamamasıyla da o olmadığını anlarsınız. Televizyonu açıp içine bakmanıza gerek yoktur.
Mürşidimin sıklıkla dikkat çektiği şu hakikat, aslında 'varolmak' ile 'görmek/görülmek' arasında kurduğumuz bağlantıyı tashih etmek içindir: "Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki; küllü cüz'îde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Meselâ: Küçük bir kabarcıkta güneşin tamamıyla tecelliyâtını ister. Bunu göremediği için o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki, şemsin vahdeti, tecelliyâtının da vahdetini istilzam etmez. Ve keza, delâlet etmek, tazammun etmeyi iktizâ etmez. Meselâ: Kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz. Ve keza birşeyi birşeyle tavsif edenin o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Meselâ: Şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder, fakat şems olamaz. Balarısı, Sâni-i Hakîmi vasıflandırır, amma Sâni olamaz."
Benzerlikler 'vahdet'e ve 'hamd'e bakar, eksiklikler 'subhaniyete' ve 'tenzihe' bakar. Biz Allah'a hamdederiz hazinesinden gelen ve Onu haber veren bağışları için. Kemal için, cemal için, ihsan için... Ve Onu tenzih ederiz görünenin kaldıramayacağı 'tastamamlık' için. Şer için, kusur için, çirkinlik için... 'Elhamdülillah' birincisi içindir. 'Subhanallah' ikincisi içindir. 'Allahu Ekber' ise bu ikisi içinde yaptığımız tefekkürlerin dahi onu anlamakta eksik kalacağını ifade içindir. Allah bizim marifetimizle eriştiğimiz her bilişten de yücedir. Tıpkı Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın duasında buyurduğu gibi: "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!"
Evet, bizde 'tecelliyat' sırrının bir gereği olarak Allah'ın Esmaü'l-Hüsnası yansıyor. Fakat bu yansımalar bizi üzerimizden görülenlerin sahibi kılmıyor. Çünkü onlar aslında bizde varolmuyor. Bizde sadece konaklıyor. Üzerimizden görülüyor olmalarıyla onlara sahip çıkamayacağımız gibi, başkaları da hataya düşüp onları bize ait görmemeli. Cam parçasında güneşin yansıması veya cam parçasından güneşin görülmesi, nasıl ki, 'güneşin içinde olduğu' veya 'onun olduğu' veya 'tastamam onunla olduğu' anlamına gelmez; bizim üzerimizden okunan her kemal, cemal ve fiil de bizde varoluyor anlamına gelmez.
Bizde sadece konaklıyor onlar. Tıpkı bizim de dünyada bir süre konakladığımız gibi. Demek, bu noktada bizi yanıltan, daha uzun ömürlü olanda daha kısa ömürlü olanın konaklamasını/yansımasını, aradaki süre farkından dolayı, sahiplik sanıyoruz. "O gitti ve şu kaldıysa demek bu onundu!" diyoruz.
Halbuki Baki olan Allah'tan başka ne kalıyor geriye? Gözüne değen sevgilinin yüzü, azıcık konaklayıp gözünde, gitti. Ayrılığına dayanamadın. Deliye döndün. Bu gideni şu kalan sevgilinin yüzünden sandın. Peşine düştün. Meyveyi tattın. Dilin yandı lezzetinin firkatiyle. Ağacının peşine düştün. Fakat gün geldi. O güzellik de şu yüzden gitti. Ağaç sandığın daha uzun ömürlü bir meyve çıktı sadece. Şimdi nereye gideceksin? Daha uzun ömürlü başka bir meyveye mi? Daha uzun süre kırılmayan bir aynaya mı? Bu kadar aynalarla oyalandığın yetmedi mi?
6 Haziran 2016 Pazartesi
Güzeller güzelliğin mülküdür
Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez.
Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin.
Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir
bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana
verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.
Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat
edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun
‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim
yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz.
Aldanıyoruz.
Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz
ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak
gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz.
Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini
yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O
istediğinde misafirliğin de biter.
"İman aksinin imkansızlığıyla
birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur
tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad
olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk
kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk
kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.
Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’
da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka
ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek
ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..."
hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik
imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz
putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’
ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle
şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.
Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim:
Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir
sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez.
Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri
değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla
durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten
‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.
Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı
gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın
mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın
aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna
ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her
esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her
tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan
edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz.
Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.
Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir
zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk
edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik.
Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o
elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı
koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın
mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe
canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat
kuvvet buluyor bizde.
Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:
"Mümkün ünvanı altındaki
eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh,
mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması,
o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri
ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır.
Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup,
bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin
ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir
ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede
hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."
Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin
değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin?
Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri
var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle
şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın.
Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.
25 Mayıs 2016 Çarşamba
Yazmak da bir terapi çeşididir
Bana öyle geliyor ki: Yazmak da bir terapi çeşididir arkadaşım. Yani kalemiyle de yaralarını sarabilir insan. İnşaallah. Metinleri üzerinden hayatının dakik bir MR’ını (emarını) çektirebilir. Dışarıdan dokunamadığı dokularını böylelikle seyredebilir. Öyle. Hakikaten kıymetli bir aynalıktır şu. Lazım bir seyirdir. Neden? Niçin? Ayna neden önemli çünkü? 'Ben'i bir parça 'o' kıldığı için değil mi? Evet. Aynada yansıyan ister istemez 'o’ olur bizim için artık. (Biz de olsak odur.) Yani insan kendisini yazarken bile bir başkasıdır. Kendim benden başkasıdır. Ben kendimin ötekisidir. Kendisinin 'o'su olmayan yaralarına merhem çalamaz. Şifa sunamaz. İyileşmek isteyen bir 'o' bulmaya muhtaçtır daima. Doktorlar bile kendi hastalıklarını kolay kolay teşhis edemez.
Terzi söküğünü dikemez. Berber saçını traş edemez. Bu zayıflık özüne dair yargılarında ‘ötekilik imkanını/kıyasını’ yitirmesinden kaynaklanıyor belki de insanın. Ötekisizlik insanın zayıflığıdır. Ötekisi olmayanın berikisi de olmaz. Herşey kıyaslandığı şeylerle birlikte varolur. Farklılık farklı olduklarınla güzel. Varolmak başka olduklarınla. En azından masiva için bu böyle. Bizim arızîliğimiz ben’imizi sen’lere, siz’lere, o’lara, on’lara muhtaç ediyor. Biz’le ben ‘ben’ oluyor.
İşte, hayatını metinlerinden izleyenler, kendilerine ‘üçüncü kişi’ nazarıyla bakmayı da öğrenirler. Bu duygusallığın bencillik yahut da körlük olduğu zeminlerde bizi âkil olmaya zorlar. Üçüncü kişi olmak ehl-i akıl olmaktır. Birinci kişi olmak ehl-i kalp olmaktır. Bir öyküde veya romanda, kurguyu/yaşanmışı üçüncü kişi olarak anlattığınızda, aktarımı da karakterin özüne sınırlamış olursunuz. Üçüncü kişi kahramanın dünyasına ne kadar girebilir? Ne kadar tahlil edebilir veya buna okurunu ne kadar inandırabilir? Fatiha’da "Malikiyevmiddin..." ile "İyya kena'budu..." arasında atlanan eşiği hatırlayalım. Aynı zamanda bize verilen bir üslûp dersidir bu sanki. An gelir ki hissedileni anlatmaya üçüncü kişi yetmez. Hesap gününün sahibine “Ancak sana kulluk ederiz...” diyerek yaklaşabilirsin. Orada 'o' kalamazsın. Sen olursun. En çıplak/aciz halinle sen...
Fakat 'ben' olmak yorucudur. Kalbin pervanesi aklın motorundan o kadar büyüktür ki dikkatin benzini ona çok dayanamaz. "Hanzala kafir oldu!" diye endişesini haykırırken Hanzala radyallahu anhın söylemek istediği belki de buydu arkadaşım. İnsan hayatı bazı bazı 'ben' makamında, ama çoğunlukla da 'o' makamında yaşıyor. Ben olmaya uzun süre dayanamıyor. İhsan makamı ağır geliyor. Yine Mektubat-ı Rabbanî’de bu makamda deniliyor ki: “Şeyhü’l-İslam Hirevî buyuruyor ki: ‘Beni az bir zaman Hak Tealadan gafil edenin günahlarının affolmasını umarım.’ İnsanın yaşayabilmesi için gaflet lazımdır. Allahu Teala çok merhametli olduğundan herbirini yaratılışlarına uygun işlerle uğraştırmaktadır. Böylece gaflet hasıl olmaktadır. Varlık yükü bu şekilde hafifletilmiştir.”
'O' olmamız aczimizdendir. 'Ben' olmamız lütfundandır. ‘O’ olmamız kurbiyettir. ‘Ben’ olmamız akrebiyettir. Yazmak 'ben' olarak yaşarken zorlandığımız yerlerde bize 'o' olmayı nasip ettiği için de kıymetli arkadaşım. Evet. Buna kesinlikle inanıyorum: Yazmak bir terapidir. Varlık yükünde bir hafifletmedir. Kimse okumasa da. Çünkü ‘ben’imizi 'o' olarak da görebilmeyi öğretir. Uzaklaşmayı öğretir. Teşhis öğretir. Tedaviye kapı açar. Çünkü illa ki itiraf ettirir. Kalemimizi içimize dokundurur. O olmak parçası olduğumuz resme daha yukarıdan bakabilmektir biraz da. En doğrusunu Allah bilir. Fakat belki Alak sûresinde zikredilen ‘kalemle öğretilme’ beyanın bir vechi de budur. İnsan kaleminden kendisine dair bilmediği çok şeyi de öğrenebilir. Bu da bir keremdir.
Mürşidim de sanki bu sırra dokunur gibi Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor: “Bunu neşretmeye hakkım olduğunu sanıyorum. Zira, kaleme alınmadığı müddetçe, herbir Remizde, tedaviye ihtiyaç tekerrür ediyor. Kaleme alınınca o ihtiyaç giderilmiş oluyor; fakat bu defa, neşredilmediği müddetçe bir nevi münakaşa temayülü devam ediyor. Neşredildiğinde o da zail oluyor ve kalb tatmin oluyor.”
13 Mayıs 2016 Cuma
Peygamber neden tevbe eder?
İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.
Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.
Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.
Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.
Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.
Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."
15 Ekim 2015 Perşembe
Hulusi abi beni yazmakla nasıl barıştırdı?
Her iki mektubu yanyana koyup okuduğunuzda, mezkûr metinlerin mucbir bir sebepten dolayı böyle bir içeriğe sahip olduğunu hissediyorsunuz. Doğaçlama değiller. Yani, sanki Risale-i Nur metinlerine edebiyat üzerinden (edebî olmadıkları noktasında) bir eleştiri yapılmış ve bu talebeler de Üstadlarının metinlerine yapılan eleştiriyi üzerlerine alınmışlar ve savunmuşlar gibi. (Bu, Bediüzzaman'ın talebelik hassalarından olarak saydığı 'Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın' perspektifinden anlaşılır bir tavırdır.) Bu nedeni merak etmekle birlikte, şu ana kadar ikna edici bir cevap da bulamadım. (Belki Ahmet Özkılınç abiye sormalıyım.) Her neyse...
Ben şimdi bu iki mektuptan birincisinin, yani Hulusi abiye ait olanın, bana sunduğu deva hakkında konuşmak istiyorum. Bu mektubu ilk okuyuşumun üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu tesiri ve devayı bana ilk okuyuşta mı sundu? Emin değilim. Fakat bu okuyuşlardan birisinde beni yazmakla barıştırdığını hatırlıyorum. Peki, edebiyat eleştirisi içeren bir metin insanı yazmakla nasıl barıştırır? Bu sorunun cevabını vermeden evvel, yazıyla haşir-neşir olan pekçoğunuzun da benzerini yaşadığını tahmin ettiğim bir halet-i ruhiyeden bahsedeceğim. O halet de şudur ki: İnsan, edebiyat ve belagat arasındaki nüansı anlamadığı sürece, metnin sanatı, metni yazmanın önündeki engel konumundan kurtulamıyor. Yani yazılanın sonu gelmeyen bir 'daha güzel' derinliğine sahip olması ve sizin bu 'daha güzel'in şehvetinten kurtulamayışınız, kaleminizi yazamaz hale getiriyor.
Bu, kendi içinizde yaşadığınız bir hırs ve hased aslında bir nevi. Ve hırs/hased, çıkması hiç bitmeyen bir merdiven gibidir. Neye ulaşsanız hep bir fazlası oluyor ve bu bir fazlası, bir eksiğini elde etmenizin de (onunla mutlu olabilmenizin de) katili oluyor. Mürşidim, bu bir fazlasının bir eksiğini katletmesi meselesine şöyle işaret eder: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Ulaşabildiğin hasen, elde edemediğin ahsenden ahsendir. Kavuştuğun güzel, kavuşamayacağın 'daha güzelden' daha güzeldir. Çünkü gerçektir. Gerçek, hayalle yaptığı maça, somut oluşu (veya ulaşılabilirlik) açısından bir sıfır önde başlar.
İnsanın, hassaten yazmaya başladığı ilk yıllarda, kalemle yaptığı en büyük kavgalardan birisi de 'yazıp yırtmalar' üzerinden yaşanıyor. Yazıyorsunuz, fakat aynı zamanda da yaşıyorsunuz. Yaşarken, olduğunuz yerden daha ileride bir yerde bitiriyorsunuz hayatı. Yaşamak 'ben'ler arası bir yolculuktur. Bu yolculuk hiç bitmiyor. Ve hiçbir yazınızı, işte tam da bu sebepten ötürü, aynı kişi olarak okumuyorsunuz ikinci seferinde. Her yazdığınızdan, son noktayı koyduğunuz andan itibaren, uzaklaşıyorsunuz.
Bu uzaklaşma, ikinci buluşmada oradaki bazı ifadeleri garipsemenize neden oluyor. "Böyle de olmaz ki canım!" diyerek tashihe girişiyorsunuz. Tashih yetmiyor. Baştan yazıyorsunuz. Eskisi 'artık iflah olmaz' gelince yırtılıp çöpkutusunu boyluyor. Yeni birşey başlıyor sıfırdan. Fakat o sıfırdan başlayış da sonsuzun karşısında bir hiç. İnsan, ayine-i bâki olması hasebiyle değişime doymuyor. Bir değiştiriyor. Yetmiyor. Bir daha değiştiriyor. Yine yetmiyor. Çünkü kendisi de sürekli değişiyor esmaü'l-hüsnanın tecellileri karşısında. Rabbülâlemin olan Allah'ı kendi küçük âlemimize sığdırmamız, Ârş-ı Âzâm sahibini kendi kalbî ve küçük arşımızda tastamam misafir etmemiz mümkün değil. Sınırlıyız. Bu sınırlar sayesinde 'daha güzeller' ortaya çıkıyor. Ve bu daha güzeller hiç bitmiyor. Eğer kusurlarınızla barışıp parça olmaya razı olmazsanız. Yani 'daha azı' kalmaya...
İktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar, bir yönüyle de 'daha fazlasını isteme' güdümüzün bizi mecnun edeceğini farkedip 'istikametli bir haddini bilme' halini almamızı ifade ediyorlar. Tam bu noktada ahseni terkedip hasen olmayı kabul ediyoruz. Daha iyiye dair olmayı, daha iyi olmaya tercih ediyoruz. Sahip olmaktansa dahil olmayı seçiyoruz bu perspektifte. İhlas temalı yazılarımı okuyanlar hatırlarlar: Ben, ihlası da, sahip olmadan dahil olmaya geçiş olarak görüyorum. Yani bütünün sahibi/hâkimi olmayı terkedip onun içinde küçücük (bir an-ı seyyale kadarcık) olsun yer tutmayı yeterli görmek ihlasın başlangıcı ve sonucu. İhlaslı olan; öne çıkmak, ilk anılmak, hep anılmak, hep görünmek, önce görünmek istemiyor. İhlaslı olan vazife zamanı öne çıkmayı, ücret zamanı kendini geri çekmeyi seviyor. Ve yine ihlaslı olan, kendi adına varolmayı değil, Cenab-ı Hak adına varolmayı seviyor. Fenafillah dediğimiz sır, biraz da bu. Hakkın hatırını diğer bütün hatırlardan âli tutma. Buna kendin de dahil.
Yazmakla ilgisine geleyim: Belagat ve edebiyat arasındaki nüanstan bahsettim yazının giriş kısmında. Bunu ilk kez Kenan Demirtaş abiden dinlemiştim. Belagat, muhatabın ve mukteza-i halin de dikkate alındığı, daha doğrusu mektubun manasının zarfından/kağıdından daha kıymetli olduğu bir alana tekabül ediyor. Belagatta mesajın nakli, sanatına kıyasla daha bir odak noktasında. Fakat edebiyat, sözün sanatına konsantre olmuş durumda. Sözün sanatlı olmasını muhataba ulaşmasından daha ehemmiyetli buluyor. Zaten muhatabı da sözden sonra, ikincil derecede nazar-ı dikkate alıyor. Bu yüzden belagat, edebiyattan daha kapsamlı ve külli bir alana tekabül ediyor.
Yine mesela Kur'an'ın belagatinden sözedilir. Ama Kur'an'ın edebiyatından sözedilmez. Çünkü kelamullah tenezzül-ü ilahîdir. Allah, kullarının seviyesine göre konuşmuştur onda. Tenezzül-ü ilahî bu açıdan da bize büyük bir ders veriyor. Kudreti herşeye yeten Allah, bizimle, 'bize göre' değil de azametine göre konuşsaydı nasıl onu anlayabilirdik? Hz. Musa'nın (a.s.) yaşadığı kıssadan da ders alıyoruz ki, tahammülü mümkün olmayan ve 'bütün lisanların gücüne sahip' bir beyandır onunkisi.
Hulusi abinin mektubuna geri dönelim. Orada şöyle söylüyor Hulusi abi Risale metinlerine dair: "Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem."
Burada Hulusi abinin Risale-i Nur'u edebiyattan öte görmesi, bir yönüyle edebî olanın ihlasa muvafık düşmeyen kusurlarından da bir tenzih içeriyor. "Edebiyat satılmıyor..." derken söylemek istediği bu. Bediüzzaman, elbette kelam ederken tedris ettiği ilimler çerçevesinde mesajının sıhhatine dikkat ediyor, fakat ondan ötede lafızların ve ibarelerin sanatlı oluşuna, hele çok sonraları öğrendiği bir lisan olan Türkçede eser yazarken, daha edebî ifadeler kullanmaya dikkat etmiyordu. Süsle değil, hakikati olduğu gibi beyan etmeyle işi vardı onun. Yani aradığı belagatti. Muhatabına ve mukteza-i hale uygun söz söylemekti. Bu, onu metnin sahibi değil, mesajın parçası kılıyordu. Ve bu metne özensizlik değildi, aslonanın bu metin olmadığını farkedişle asla gösterilen bir özendi.
Bana gelelim. Bu metin beni yazmakla nasıl barıştırdı? Ben bu mektubu okuyana kadar yazdıklarını çok yırtıp atan, çok silip yeniden başlayan biriydim. Bu mektubu mezkûr perspektifle farkettikten sonradır ki, aslolanın ben veya metnim olmadığını anladım. 'Edebiyat satmayı' bıraktım.
Ondan sonra kalemimden çıkanlara karşı tavrım şöyle oldu: Yazdığım yazıya bakıyorum. Genel olarak vermek istediğim mesajı taşıyorsa, üzerine artık düşmüyorum, silip silip tekrar yazmıyorum. Onu resmin kendisi gibi değil, işaret ettiği şeyin parçası olarak tahayyül ediyorum. Bunu başardığı sürece de işini yapmış sayılır. Kusurlu olmaktan sahibi kurtulmamış ki, metni de kurtulsun! Kolay anlaşılmak. Açık olmak. Aynanın hüneri budur. Bütünü gösterebildiği ve bütüne uyduğu sürece parça başarılıdır. Neden yazdıklarımızı yırtıp yırtıp yeniden yazıyoruz? Çünkü kendimizi ve metnimizi mesajın aslı sanıyoruz. Hayır, biz mesajın ancak parçasıyız. Kalıcı değiliz. Bir an-ı seyyale gölgesinde varolsak yeter. İşaret etsek yeter. Allah şahit olsa, yeter. İnsanın herşeyde olduğu gibi yazmakta da işini zorlaştıran kendini kendinden büyük birşeyin yerine koyması. Ve taşıyamaması.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...