Derinlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Derinlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2022 Pazar

Davud'un (a.s.) sesi dağlara ne yapar?

"Öyle ise, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor."

Mürşidim Lemeat'ında diyor ki: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur." Devamında da ekliyor: "Ben de varım derler." Yani ses bir bildirgedir. Her neyden çıkarsa çıksın. Aslında o şeyin bize/herşeye ulaşma çabasıdır. Neden ulaşmaya çalışıyor peki? Çünkü 'kendiliğini' bildirmek istiyor. Allah'ın sanatıyla dolmuş taşmış. Göğsüne bin hikmet konmuş. Halık-ı Kadîr "Ol!" buyurmuş da oldurmuş. Muştu işitmiş çocuk gibi heyecanlanıyor. Depreşiyor. Titreşiyor. Varlık varolduğuna sevinmez mi? Hem de nasıl sevinir. Aklını başından almadan sırrı, haberinin alınmasını arzuluyor, o da.

Nasıl düdüğünden çıkan buhar tencerenin iç basıncını azaltır. Gerilimini düşürür. İnfilak endişesinden uzaklaştırır onu. Şeyler de sanki sesleriyle rahatlıyorlar arkadaşım. Zira 'ifade etmek üzere yaratıldıkları' hakikatin bilgisini böylece paylaşıyorlar. Paylaşmak rahatlatıcıdır. Her kimden-kime olursa olsun. Tencerenden göremezsen pencerenden bilirsin. 'Duyulmak' da 'duymak' kadar ihtiyaçtandır. "Ya ben öleyim mi söylemeyince!" deyu şakıyan Yunus da şunu söylüyor bize. Belki iletkenlik dediğimiz hâdise de bu sırrın fizikteki karşılığından ibarettir. Yani sıcak bile soğurken etrafına 'sıcaklığın nice birşey olduğunu' anlatır. Soğuk bunu öğrenmekle biraz sıcaklanır. Talebeliğini gösterir. Sıcak meramını anlatmak biraz soluklanır. Aslında soğuklanır. Çünkü o da soğuğun talebesidir.

Fakat böyle söylemem garip geldi sana şimdi. O seslerin çoğunu anlamıyorsun çünkü. "Bu nasıl konuşmak?" diye soruyorsun belki. Arkadaşım, derim ki, diller Allah'ın ayetleridir. Hayat bizim hayatımıza, varlık bizim varlığımıza, mekan bizim mekanımıza sınırlı olmadığı gibi lisan da bizim lisanımıza münhasır değildir. Mesela: Sahilde Kürtçe türküler söyleyen birisine rastlamıştım bir vakitler. Dinleyenlerin belki pek azı ne söylendiğini anlıyordu. Ama dert anlatılmış olmuyor muydu yine? Benim-senin anlamayışımız sözü beyandan düşürür müydü? Evet. Ses yine vazifesini yapıyordu. 'Savt-ı vücud' fonksiyonunu görüyordu. Yaratılmış birşeyin muştusunu çevresine taşıyordu. Ancak kulak sahipleri anlamakta, hatta bazen işitmekte de, aciz kalıyorlardı. Dilencinin altın kesesini tutmaktaki acizliği Sultan'ı cömertlikten düşürmez. Gülün kulakları ilk yaratıldığından beri yok. Lakin bülbülün nağmesinden vazgeçtiği nerede görülmüş?

Sonra bir belgeseli hatırladım. Madencilikte ses teknolojilerini kullanmak üzerine yapılan çalışmaları naklediyorlardı. Nasılmış? Mesela: Madencilerin mahsur kaldıkları bölgeyi dışarıya bildirebilmeleri için ses-titreşim sistemleri kurmuşlar. Yani, cihaz nereden çalıştırılırsa, orada yaşayanların olduğu anlaşılacak. Kayalar buna engel olamayacak. Hatta iletkenliğiyle yardım edecek. İkincisi: Yine benzer teknolojilerle yeni madenler zahmetsiz keşfedilebilecekmiş. Toprak yankısından tanınacakmış. Bunu şöyle misallendireyim: Nasıl ki duvarın içine saklanmış birşeyin varlığı tıklanarak anlaşılabiliyor, boşluğu-doluluğu saptanabiliyor, aynen öyle de, kilometrelerce yerin dibinden gelen yankılarla da orada neler olduğu saptanabilecekmiş. Tabiî bunlar şimdilik sadece 'miş.' 

Sonra birden aklıma Davud aleyhisselamın mucizeleri geldi arkadaşım. Kur'an'da musırrane ikisi de anılıyordu. 1) Davud aleyhisselam demiri eliyle şekillendirecek kadar mahir-mucizevî bir ustaydı. Demirci ustasıydı. O bilgiyle zırh (ve belki daha nice şey) üretebiliyordu. 2) Dağlar onunla beraber zikrediyordu. İşte, 'dağların onunla beraber zikretmesi' ile 'demircilik' yani dolayısıyla 'madencilik' birbirine ilişince, "Acaba" dedim. "Davud aleyhisselamın bu mucizesiyle farkettirilmek istenen başka şeyler de var mı?"

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşuyorum. Sen de hatırında tutarak dinle lütfen: Ya Davud aleyhisselam da madenleri dağların zikrinden tanıyarak buluyorsa? Yani nasıl ki: Şimdinin mühendisleri arza bir çağrı gönderip, o çağrının yankılanışıyla, mahiyetinin haritasını çözebileceklerini düşünüyorlar, aynen öyle de, Davud aleyhisselam da, bir nebevî mucize ve irşad olarak, dağlara zikrettiriyor. Yani zikrini tekrar ettiriyor. Onlara ses verip karşılığını işitiyor. Belki de tesbihlerinden kendisine lazım olan nesneleri buluyor. Olamaz mı? Yeri-göğü ayakta tutan Allah'a bunu yaratmanın nesi güç gelir?

Mürşidim de 20. Söz'ünde şu mucizeyi aksiseda üzerinden anlatmaya çalışıyor:

"Ayetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür? Hakikat midir? Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen 'Elhamdülillah' de; dağ da aynen senin gibi 'Elhamdülillah' diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir."

Hani anlatılır ya: Lokman aleyhisselama bitkiler 'neye şifa olduklarını' söylerlermiş. Onun mucizesi de böyle birşeymiş. Belki Davud aleyhisselama da dağlar benzerini yapıyorlar. "Benden şu madeni çıkarabilirsin!" diye lisan-ı halleriyle, tesbihlerinin rengiyle, bildiriyorlar. Bunlar bana hep 'olabilir' geliyor. Fakat, yine başa dönelim, en doğrusunu Allah bilir. Biz sadece tefekkür ediyoruz. Hakikate ya isabet ediyor yahut da ıskalıyoruz. Kesin konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Çünkü daha kendi hakikatimizin sesini bile işitebilmiş değiliz. Ne diyelim arkadaşım? Alîm-i Hakîm bize hidayetinden çokça lütfetsin. Hem o yolları ararken düştüğümüz hataları rahmetiyle affetsin. Âmin.


18 Kasım 2018 Pazar

Kur'an sürükleyici değil mi?

Bir vakitler, öncelikle yamacından şahit olduğum, sonra da bir parça katıldığım bir tartışmaydı: Bir hukukçu, bir edebiyatçı ve ben laflıyorduk. Hukukçu gayet seküler idi. Edebiyatçı imam-hatip mezunu. Bende bir numara yok. Başlarda havadan-sudan bir sohbet iken işin rengi değişmişti. Sesler yükselmişti. Çünkü hukukçu Kur'an'ı 'zamanın gerisinde kalmakla' itham ediyordu. Edebiyatçı, itham ettiği noktalarda, Kur'an'ın onun sanrıladığı gibi şeyler söylemediğini belirtiyordu. Yok, aksi iddiada ise, yaslandığı ayet veya ayetleri nakletmesini öğütlüyordu. Diğerisi en nihayet "Ben ayet ayet söyleyecek kadar Kur'an okumadım!" deyiverdi. Edebiyatçı üsteledi: "O kadar roman okuyorsun. Her akşam elinde görüyoruz. Kur'an'ı da okusan ya." Hukukçunun o gün verdiği cevabı hiç unutmam: "O diğerleri gibi sürükleyici değil."

Unutmam. Çünkü Bediüzzaman'ın Lemeat'ta söylediği birşeyi kenarından-köşesinden anlamamı sağladı. Ki şöyledir: "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez."

Sanırım alışkanlıklarımız da zihnimizi bir tür şekillenmeye maruz bırakıyor. Misalen: (Konuyla ilgili herkesin altını çizdiği birşey.) Youtube çağında insanların 'görselin aynılığı'na karşı sabırları azaldı. Kısa zamanda anlatmalısın. Hızlı hızlı anlatmalısın. Sık sık kadraj değiştirmelisin. Herşey hareket halinde olmalı. Peki eskiden? Eskiden böyle değildi. Karşılıklı konuşan iki kişinin görüntüsü, eğer konu ilgimizi çekiyorsa, saatlerce izlenilirdi. Şimdi yapamıyoruz. Mevzu ne kadar sürükleyici olursa olsun. Gözümüz hareket istiyor. Kadrajlar değişsin istiyor. Herşey zıplasın, sıçrasın, oradan oraya hoplasın arzu ediyor. Ziyadesiyle aksiyon filmi izledik çünkü. Değişimin erişebileceği zirvelere gördük. O balı(!) tattık. Gözümüz o şehvetle tanıştı.

Onlar da beynimize yeni bir alışkanlık kazandırdı. Şekere razı olamıyoruz. Aynılığa eskisi kadar katlanamıyoruz. Örneğin: Ben şimdilerde hareketi azıcık eksik bir görsel öğenin başında yarım saatten fazla kalamıyorum. Araya birşey alıyorum. Bir mola veriyorum. Veya izleme ödevini bölüyorum. Sabrımın yeteceği parçalara ayırıyorum böylesi herşeyi. Dikkatimin zembereği kırılmış.

Romanla, hele şimdilerin 'çok satanları' ile, sık muhatap olmuş zihinlerde de benzer bir tahriş var. Bir metnin üzerinde kalabilmek için onun yükünün az olmasını istiyorlar. Yükünün azlığı ne demek? Yani üzerinde tekrar tekrar düşündürmesin. Beyni ardından çok da derinlere sürüklemesin. Rüzgar gibi geçsin. Güldürsün. Eğlendirsin. Ağlatsın. Duygulandırsın. Meşgul etsin. Bitsin. Bitsin. Bitsin. Yaşamaya devam etmesin. Sıçrama yaptırmasın. 'Acaba?' dedirmesin. Sonraya kalmasın. Dikkatimizi üzerinde eğleştirmesin. Tutmasın.

Günümüzde böyle metinler makbul. Çünkü zaten böylesi metinleri okumakla şekillenen zihinlere sahibiz. Dünya klasikleri denilerek bize dayatılan çoğu metin böyle. Bir yüzeye yayılma ürünü herbirisi. Giderek de basitleşiyoruz. Yüzeye yaklaşıyoruz. Yüzeye yayılıyoruz. Tıpkı çayda eriyen şeker gibi. Son yaklaştığında küçük bir parça yüzeye çıkıp 'daha çok görünür' oluyor. Ve en nihayet o da dağılıyor. Yani, en çok görünür olduğu an, aslında varlığının sonuna en çok yaklaştığı an. Elbette Kur'an'ın semasına çıkmakta zorlanırız. Çünkü Kur'an bu şekilde sürükleyici değil.

Peki gerçekten Kur'an sürükleyici değil mi? Evet. Elbette öyle değil. Fakat hayır. Elbette öyle. Cevabınız aslında 'nereye doğru sürüklenmek istediğinize' bağlı. Eğer varlığın Allah'a bakan yüzüne doğru sürüklenmek istiyorsanız Kur'an gayet sürükleyicidir. Kendi ifadesiyle 'kopmaz bir halat' veya 'sapasağlam bir kulp'tur. Sizi başında tutar. Heyecanla kendisini okutur. Hatta tırnaklarınızı kemirtir. Fakat aradığınız varlığın kendisine bakan yüzünde yuvarlanmaksa, elbette Kur'an'da aradığınızı bulamazsınız, sizi oralara doğru sürüklemez. Buna hizmet etmez. Canınızı sıkar. Akıp gitmenize izin vermez. Belki biraz da bu yüzden Tevbe sûresinde kısa bir mealiyle şöyle buyurulmuştur: "Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı (alaya alarak) der ki: 'Bu sizin hanginizin imanını artırdı?' İman edenlere gelince (bu sûre) imanlarını artırır ve sevinirler. Kalplerinde hastalık olanlara gelince: Onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler."

Benim o tartışmanın makamında arzettiğim bir misal var. Yeri geldi. Burada da arzetmek istiyorum. Gerçi pek eksik bir misaldir. Ancak yine de zihne yaklaştırıcı bir tarafı vardır. Faydası olacaktır. Şimdi, hayalgücünüzü avucunuza alıp, belki biraz da çocuklaşıp, iki araba düşlemenizi istiyorum. Bu arabalardan birisi tastamam tek parça. Bölünebilitesi yok. Tecezzi kabul etmiyor. Bir makineden hiçbir ekleme yapılmadan tek seferde dökülmüş. Aldığınız gibi kalmak zorunda. Onunla ancak bu şekilde oynayabilirsiniz. Diğeri ise elinize parçalı bir şekilde ulaşıyor.

Hatta biraz daha ileri gidelim. Zahmeti arttıralım. Bu araba legodan olsun. Paketini açıyorsunuz. Parçaları ortaya döküyorsunuz. Sonra birleştiriyorsunuz. İşte arabanız hazır. Oynayın bakalım. Fakat bir saniye! Neler farkettik öyle. Bu oyuncak yalnız araba olmaktan ibaret değilmiş. İstediğiniz vakit tekrar parçalarına ayırıp onları daha farklı bir şekilde birleştirebilirmişsiniz. Örneğin: Uçak olurmuş. Gemi olurmuş. Tabanca olurmuş. Tren olurmuş. Sizin hayaliniz nereye ulaşırsa onların hepsini olurmuş. İşte, maşaallah, ikinci oyuncak böyle bir oyuncakmış. Başta zahmet gibi görünen parçalı yapısı aslında nimete dönüşesiymiş. O parçalı hali sayesinde bu oyuncak 'bir iken bin' olabiliyormuş. Ayrılabilirliği 'daha farklı şekillerde de birleşebilirliği' haline geliyormuş. Elhamdülillah.

Kanaatimce, Kur'an'ın, roman okuyucularına 'sürükleyici' gelmeyen yapısında da böyle bir meziyet var. Ayetlerin konudan konuya geçer bir mahiyette bulunması aslında bizatihi bereket sebebi... Böylece Kur'an 6666 ayetten oluşmuş bir bütün iken 'ihtimal hesaplarına sığmayacak bir çoklukta' okumalara merkez olabiliyor. Eğer tek bir serüven etrafında birleşmiş bölünmez bir metin olsaydı Kur'an, yani roman gibi 'sürükleyici' olsaydı, o zaman bu bereketin kaynağı da olamazdı. Bir/birkaç anlama gelirdi ve okuması biterdi. Eskide kalırdı. Sonuna gelinirdi. Fakat yıldız yıldız inen ayetleri, herbir parçanın kendi başına da bir varlık/bütünlük ifade etmesiyle, tıpkı lego araba örneğimizde olduğu gibi, çoklu okumaların zemini olabiliyor. Ki mürşidim de bir yerde bu manayı sema-Kur'an, yıldız-ayet benzetmesiyle şöyle tarif ediyor:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir."

Evet. Kur'an'ın roman gibi sürükleyici olmamasında başka bir sürükleyicilik var. Ki ondört asırdır sayısız tefekkür erbabını peşinden sürüklüyor. Tek bir merkez etrafında şekillenmiyor belki. Tek bir yöne doğru gitmiyor. Fakat bu merkezsizlik onu 'çok merkezli bir evren' sahibi yapıyor. Hangi ayeti merkezi kılınsa diğerleri onun etrafında yeni bir düzene giriyorlar. Yeni bir okuma öğütlüyorlar. Yeni bir hikmet bağışlıyorlar. Yeni bir bakış açısı öğretiyorlar. Böylelikle serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü oluyor. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunuyor. Ama başta dedim ya: Birşeyde aradığınız sürükleyiciliği bulmanız onda ne tür bir sürükleyicilik aradığınıza bağlıdır. Ve bizim gibi, yüzeyde sürüklenmeye alışmış saman çöplerinin, mercanların indiği cennetlerden haberdar olmaması doğaldır.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Boğulmak da bir işe yarar

Bilmem ki o dönemlerde de takip edenleriniz oldu mu? Bir zamanlar kitaplar hakkında karalamayı severdim. Ancak, bir noktada, bu bana 'kendimin kenarından geçmek' gibi gelmeye başladı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Başkalarını anlatırken detaylaşıyorsunuz. Oradan size uzanan bir derinlik yoksa (yani o bir açıdan da siz değilseniz veya ondaki birşey sizde de yoksa veya onla meşgul olmaktan canınız huzur bulmuyorsa) böyle oluyor. Gösterdikçe görünmüyorsunuz. Yazdıkça (tam tersi olması gerekirken) uzaklaşıyorsunuz.

Detay olmaya diyecek birşeyim yok. Zaten aslolacak kadar kıymetli bulmuyorum kendimi. Mutlaka kendimden başka birşeyle (bir cümlenin virgülü olarak bile olsa) bir anlam bulmam lazım. Arızîye başka türlü huzur yoktur. Ama 'herşeyin detayı olmak' da o kadar silik bir his ki. Herşey hakkında konuşmuş bir hiçbirşey. Öyle ya! Her anlama gelebilen aslında hiçbir anlama gelmez.

Yüzeye yayılmış. Yayıldıkça sığlaşmış. Derinliği kaybolmuş. Çoğalırken azalmak bu. Mantık bile, bir noktadan sonra, insanı tevhide iman etmeye zorluyor. (Bu cümlemde hata var. Mantık insanı her zaman tevhide imana zorlar. Ancak insan her zaman farketmez.) Birşeye dair olmayacaksak herşeye dair olmaya başlıyoruz. Herşeye dair olmaksa hiçbirşeye dair olmaya çok yakın. Nasıl? Belki şöyle: Ayna, yansıtabildiği kadar değil, gösterebildiği kadar aynadır. Çünkü, 'yansısın' diye değil, 'görülsün' diye gösterir.

Aynanın potansiyel olarak 'herşeyi yansıtabilir' oluşu 'aynalığı' için gereklidir. Ancak onu pratikte faydalı kılan 'yansıttığı şeyi göstermesi'dir. Bu netlik gösterilecek şey sayısı arttıkça azalır. Bir ayna düşünün ki: Boyu bir karıştan hallice. Ancak bütün İstanbul'u kuşatacak bir yükseklikten, sözgelimi bir balondan, aşağı tutuluyor. O hâlâ bir ayna mıdır?

Potansiyel olarak: Evet. Pratikte ise: Hayır. O artık bir ayna değildir. Neden değildir? Çünkü görevini yapabilmesi için birşeyleri göstermesi gerekir. O kesrette ise hiçbirşey net görünmez. Bu demektir ki: Ayna ne kadar çok şeyi göstermeye çalışırsa o kadar aslî fonksiyonundan kaybeder. Potansiyelinden değil ama işleyişinden. Mahiyetinden değil amma ifasından. Sınırlı olanın 'daha çok şeye dair' oluşu, aynı zamanda, 'daha az şeye dair' oluşudur. Zaten 'sınır' dediğimizde kastettiğimiz şey de 'geçildiğinde kuralların değiştiği' yerdir. Çokluğunda zehir olan o kadar çok şey vardır ki azlığı şifadır.

Allah sonsuzdur. Çünkü Allah için isim, sıfat ve şuunatının iktizalarının/tecellilerinin kural değişikliğine uğradığı bir sınır yoktur. Ayna muhabbeti sıktı sizi. Daha somut birşey arayalım. Sahip olmaya gelelim. Sahip olunanların sayısını arttırmak, onlara sahip olma derecenizi arttırır mı, azaltır mı? Cevabı ararken Kungfu Panda'da Usta Oogway'in dediği hakikatli söze atıf yapalım: "Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur!" Sahip olduklarımızın sayısının artması onlardaki tasarrufumuzu azaltır.

Nice multimilyarderler vardır ki sahip olduklarının birçoğunu görmemişlerdir. Nice zenginler vardır sahip olduklarının bazılarını hiç bilmemişlerdir. Nice gayrimenkul kralları vardır mülklerinden birçoğuna adımlarını atmamışlardır. Sınırlı olanda 'kuşatmanın artımını' ifade eden her eylem, aslında o şeylere karşı duyulan 'birebir ilginin azalmasını' ifade eder. Bin güzele birden âşık olan Mecnun hiçbirinin vuslatına eremeyerek cezasını bulur.

Leyla-Mecnun bahsinin açıldığı iyi oldu. Çünkü Leyla'dan Mevla'ya gidiş sürecinde geçirilen o müthiş cinnet (kesretin cinneti) bana ayrıca kıymetli geliyor. Ona da dokunalım. Hikayeyi bilenler hatırlayacaklar: Mecnun birara aşkından öyle bir hale gelir ki, çölde karşılaştığı hayvanların dahi gözlerini, "Belki Leyla'yı görmüştürler!" diyerek öpmeye başlar. Bu bir cinnettir. Cinnetle aşkın yaklaştığı hal, aynı zamanda, Leyla'dan Mevla'ya geçişi de yakınlaştırır.

Sevileceklerin sayısı arttıkça insan ilgilenebilme sınırına yaklaşır. Bir kalp çok defa sevse de kaç defa atar? Sevmekte sınır yoksa da sevende sınır vardır. Sınırına yaklaşan aczine yaklaşır. Ayna, içine sığdıramayacağı kadar şeyi, aşktan bir cüretle kuşatmaya çalıştıkça yansıtmaktan kör olur. Göstermek istedikçe gizler. 'Yansıtmanın' her zaman 'göstermekle' aynı anlama gelmediğini farkeder. Bu boğulma ona suyun derinliğini ve boyunun kısalığını öğretir. Ve insan bir Leyla ile başladığı yolda, çoğalan Leyla'ların eziyetinden kurtulmak için, bir Mevla'ya sarılır. Çünü o 'bütün çoklukların kudret elinde dürüldüğü bir'dir.

Boğulmak da bir işe yarar. Sanıyorum bu türden tüm boğulmaların böyle bir öğreticiliği var. İnsan duvarlarına çarptıkça ayılıyor. Su boyunu aştıkça uyanıyor. Dışındaki nesnelerin duvarı değil çarptığı. En çok içindeki duvarlara çarpıyor. Sınırlarının duvarına çarpıyor. Kendini bilmenin aslı 'ne kadar olduğunu' bilmektir. Sınırlarını tanımayan tuttuğu alanı bilmediğinden ne olduğunu da bilmez. Sınırlarımız olduğunu farkettiğimizde 'kul' diyebileceğimiz bir mütevazı alana sahip oluruz. Sınırını farketmeyen ise 'ben' dediği ve giderek büyüdüğünü sandığı bir vehme sahip olur. "Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar."

Bunu bile bir derece hayra yorarız. Sonra bu yoğunluğun şiddetinden çökmeler başlar. Tıpkı bir Süper Nova gibi taşıyamayacağımız bir 'ben' yoğunluğu bizi içimize çökertir. Dert sahibi oluruz. Dert insanı nasıl olgunlaştırır? Dert insanı içinden ötesine yollar aratmakla ve açmakla olgunlaştırır. Omuzlarının gücüne güvenmeyen başka bir omuz arar. Ellerinin hamaratlığına güvenmeyen başka ellerden yardım ister.

Kabındaki suyla alemi sarayım diye uğraşırken en sonunda incelmekten kendini delersin. (İnşaallah) Kendinden ötesine çökersin. Böylece kısa bir yol bulursun. Yardım istemek kendini delmektir. Dua etmek bu deliği genişletmektir. Arkadaşım, sen, daha çok şeye sahip olmakla varlık arıyordun. Sınırlarını öğrenmen için bu 'had konulmamış kuvveler' gerekliydi. Zira kafesin tellerine çarpmak/tanışmak için göğü arzulamalıydın. İçindeki sınırsızlıklar aslındaki sınırları tanımanı sağladı. Had konulmayan yerlerinde haddini bildin. Canın acıya acıya bildin. Sarsıla sarsıla bildin. Artık bu yükü terket. Mahvoluyorsun.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki!

"Gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş." Mesnevî-i Nuriye'den.

Ben bu kadar değilim. Daha fazlası var. Semada yanar söner bir göktaşı değilim. İnanıyorum. Eylediğimden ibaret olamam. Korkuyorum. Yüzeyim beni bunaltıyor. Seziyorum. İçimde benden de güzel bir insan var. Kalemimle onu çıkarmaya çalışıyorum. Yazarken en çok yapmak istediğim bu. Sanıyorum her yazar az-çok bunu deniyor. Öyküler kurgulayanın da, denemeler karalayanın da, şiirler yazanın da arzusu yaşadığı gerçekten öte ikinci bir gerçeklik âlemine kavuşmak. Bulduğundan kaçıp umduğuna uzanmak. 'Daha çok' varolmak değil belki. Ama 'daha farklı' varolmak. Yazmak bize 'daha farklı varolabileceğimizi' söylüyor. Yaşanılandan başka ihtimaller de var. Yalnızca bu değilsin. İçinde çok âdemler gizlenmiş bir âdemsin. Kalemi batırdıkça birisinden ses geliyor.

Düştüğün boşluklar, üzerine üzerine gelen duvarlar, alnına anne eli gibi dokunan soğuk ter, nedensiz gözyaşların, içine sığamadığın odalar ve şu geçmeyen hüznün şahidin olsun. Hayatın hayaline yetişemiyor. Sen bu fiiler içinde sıkışmak için yaratılmadın. Yüzeydeki kardeşlerin hiçbirisi Yusuf yüzlü değil. Gözün onlarla doymuyor. Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Yolculuklar bitiyor fakat yol bitmiş gibi gelmiyor. Bu işte bir tuhaflık var! Uykuların kaçıyor. Ne güzel. Canın sıkılıyor. Ne iyi. Cebrail de o Nebî-yi Muhterem'e okumasını öğretmeden canını kolları arasına alıp sıkmıştı. Sıkı can iyidir. Tez okur. Sıkı can iyidir. Çok arar. O kardeşleri ardında bırakarak kuyuya koşuyorsun. Beyaz kağıda sığındığın her anın arkaplanında bu var.

Yusuuuf! Yusuuuf! Yusuuuf! Ne kadar derine düştü şu Yusuf? Sesleniyorsun. Ağzından ses çıkmıyor. Civardan ses gelmiyor. Sessizliğin sızısından başka ses yok. Hem kuyunun ağzını da körletmişler. Ne yapılacak? Kalemle kazmaya başlıyorsun. İşte biraz açıldı. Kulak sığar ancak. Yusufî ilhamlar kulağına değmeye başlıyor. Oh! Evet, çok şükür, hâlâ yaşıyor. Demek Yusuf ölmemiş. Çok şükür. Demek hâlâ biraz Yusuf'um. Çok şükür. Mutlu oluyorsun.

Fakat hayat kuyuyu beklediğin gibi bekler mi seni? Tekrar yüzeye çıkıyorsun. Ne için? Işık görmek için. Nefes almak için. Karnını doyurmak için. Kaleme mürekkep gerek. Onu almak için. Kolları dinlendirmek gerek. Onu başarmak için. Bahaneler üretiyorsun. Yusuf'un kardeşleri bahaneler üretiyor.

Neden Leyla'dan vazgeçtiğini Mecnun yanlarına da anlatabilmen lazım. Bahaneler bu işe yarar. Yüzeye tekrar çıktığında, Yusuf değil, kardeşleri seninle konuşmaya başlıyor. O kadar çok kardeşi var ki Yusuf'un. Bu kesret adama kulağını unutturur. Kazmaktan kolay yaşamak. Dalmaktan kolay süzülmek. Bir gün; çadırdaki sıcak yemek, rahat döşek, güzel sohbet, seni kuyudaki sesleri duymaz hale getirecek. Bir kulakta iki ses olmuyor. Bir kalbe iki aşk sığmadığı gibi. Biliyorsun, ama Yusuf da sende, kardeşleri de...

Yazarak direniyorsun. Oruç tutarak direniyorsun. Namaz kılarak direniyorsun. Bütün bu dirençler kuyuyu unutmamak için. Kuyu varsa umut var. Kardeşleri Yusuf'u kuyuya attılar. Kardeşler kim? Yusuf kim? Kuyu kim? Yakup kim? Atan sensin, atılan sensin, düşülen sensin, özleyen sensin. Her kıssa içindeki kıssa sensin. Bir yanın kuyunun içinde. Diğerleri kuyunun dışında. Her ayet üzerinden konuşulan sensin. Kulağın sığacak kadar yer aç onlarda.

Yakub'un ağlıyor. O farkında. O diğerleri gibi değil. Vicdanın sızlıyor. Nefsin kuyu üstündeki yalancı. Yırtılmamış gömleğe sürecek kan arıyor. Fıtratın diyor ki: "Bir ses var kulağımızda eksik." Yusuuuf, Yusuuuf, sesin var unutmaya başladığımız. Yüzün var güzelliği silinen. Ayağını bastığın taşlar soğumaya başladı. Senin de bizden bir parça olduğunu unutmadan nasıl yaşayacağız?

Yusuuuf! Yusuuf! Yakub seni özlüyor. Biz de seni özlüyoruz. Fakat secde etmemiş ne çok kardeşin var. Yüzleri gözlerimizi dolduruyor. Uykuları uyanıklığımızı alıyor. Tabire yer kalmıyor Yusuf. Secdemizi unutuyoruz. Tabir edilmeyince rüyalar hakikat sanılıyor. Korkuyoruz yüzeydeki bu kalabalıktan. Kesretten korkuyoruz. Vallahi, böyle giderse, kuyuyu da unutacağız. Kalem kalacak fakat kazmayı bırakacağız. Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki. Peki biz Yusuf'u çıkarmazsak kim çıkarır bizi kuyularımızdan?

30 Aralık 2015 Çarşamba

Yusuf'un başına kuyu ördüler

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Fakat öyle sanıyorduk. Unutkanlığımız, aldanışımız oldu. Kaybolmakla derinleşmek arasındaki nüansı ıskaladık. İnsan, kaybolduğu yerlerde, düştüğü tekrarlarla ayılırdı. Bir mütemadi aynılıktı aslında kayboluş. İçinden çıkamayıştı. Fakat kesrette öyle boğulmuştuk ki, tekrar ettiğimizi de farkedemiyorduk. Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Her şiir yazışımızda aklımızdan belki on sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Dünyadaki nimetler ne doyumluktu, ne de tadımlıktı. Hepsi farkedimlikti.

Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Yetmiyor, türlü türlü yollarla muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, dilenci kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı. Zatının acınasılığını unuttu çoktan. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden.

"İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Halbuki aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu onla karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki, farkedimlikler tadımlık olursa zengin oluruz. Ancak hiçbir şey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.

Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. Fakat neyde derinleşecektik? "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı." Kazmayı nereye vuracaktık? Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Ama kalmasıdır. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik, ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu. Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: "Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık.

Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar ortaya çıktı. Bunların tamamı 'Define varmış!' söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?

"Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde her birimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir derinlik oluştu. Etrafın yükseldiğinde kendini bir çukurda, sahte bir derinlikte hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf'u (a.s.) kardeşleri kuyuya atmıştı. Yine öyle oldu. Ama bu sefer Yusuf düşmedi. Kardeşleri etrafına kuyu ördüler.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...