Kuyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kuyu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Gördüğün rüya kimin?

Arrival'ın akıllarda kalan sahnelerinden birisiydi. İzleyenler anımsayacaktır. Fizikçi Ian Donnelly (Jeremy Renner) filmin bir yerinde dilbilimci Dr. Louise Banks'e (Amy Adams) şöyle soruyordu: "Onların dilinde de rüya görüyor musun?" Bu sorunun bana ilginç gelen yanı (yahut da bende çağrışımlar uyandıran yanı demeliyim) okuduklarımın rüyalarıma etkisiyle ilişkiliydi. Örneğin: Üslûbunu çok beğendiğim bir kitabın rüyamdaki karakterlerin diyaloglarına tesiri oluyordu. Bunu sık sık yaşıyordum.

Karakterlerim kitaptaki yazış tarzıyla konuşmaya başlıyorlardı. Yahut da ben olayları izlerken kendime yaşananları o üslûpla anlatıyordum. Kendim gibi değil de okuduğum kitaplardaki gibi... Uyanınca güldüğüm bu tip hâdiselere bakışım şu cümleden sonra bir nebze değişti. Peşine düşülesi bir derinlik kazandı. Rüyalar bu açıdan da bir laboratuvar olabilir miydi?

Mürşidimin kendisinden daha meşhur bir sözü var. Kimin söylediğini bilmeyenler bile (hatta Bediüzzaman'ı sevmeyenler bile) yeri geldiğinde alıntılıyorlar. O cümle de şudur: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır." Fakat bu cümlenin ona nazaran az bilinen bir başka versiyonu daha vardır Risale-i Nur külliyatında. O da şöyledir: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."

"İnsanlığın sürümü nasıl yükselir?" yazımda da aynı maralı avlamaya çalışmıştım. Bu yazıda başka bir şekilde yaklaşmaya çalışacağım. (Yazar bu şekilde o yazının da okunmasını istirham eder.) Şahit olduğumuz düşünme biçimleriyle kurduğumuz hayaller arasında büyük bir ilgi var. Türkçeden başka dil bilmeyen bir insanın yabancı bir dilde rüya görmesi mümkün değildir. Hiç ezan duymamış bir insan rüyalarında ezanı duyamaz. (İlla ki bu ona Allah'ın bir fazlı olarak ikram edilsin.) Ancak 'edinilmiş bilgiler' ve 'öğrenilmiş bakış açıları' üzerinden yeni dünyalara uzanabiliyoruz. Uzandığımız dünya her ne kadar bir yönüyle 'yeni' de olsa aslında bizim kendimize özgü 'eski'lerimizden besleniyor. Herkesin dayandığı eskiye göre yenisi değişiyor. Kendi eskisi yine kendisinin sayılabilecek yenisi için bir sıçrama tahtası işlevi görüyor.

Bu açıdan Bediüzzaman'ın, 20. Söz'de, 'peygamber mucizeleri' ile 'modern teknoloji' arasında kurduğu ilgi hiç de yersiz değil. Hakikat ile hayalin ilişkisini hatırlatıcı bir mahiyeti var. Öyle ya! Bütün bu gelişmeler nihayetinde keşşaflarının gördüğü bir rüyanın ürünüydü. O keşiflere ulaşanlar malumatları olan şeyler üzerinden hayallerini geliştirdiler. Yeni tasavvurlara kaynak olabilecek bir 'olabilecekler' algısından faydalandılar. 'Olamaz' diyenlerden onları ayıran buydu. Onların olabilecekler çıtası farklı bir yükseklikte konumlanıyordu. "Vahiy, bu yönüyle, olabilecekler dediğimiz şeyin çıtasını beşerin yeni şeyler hayal edebileceği kadar yukarıya kaldırmıştır!" diyebiliriz. Ancak bu konuyu ismini andığım yazıya havale ederek daha ileri gitmeyeceğim.

Rüyaların laboratuvar oluşuna geri dönelim. Biz, hayatımıza yeni dahil olmuş sevinçlerin, vehimlerin, korkuların veya arzuların 'ben'deki tesirinin sandığımızdan fazla olduğunu nasıl anlarız? En çok rüyalarımızdan. Öyle değil mi? Eğer, gördüğümüz birisini sandığımızdan daha fazla önemsediysek, o kişi rüyalarımızda da bize görünmeye başlar. Yaşadığımız bir olay bizi tahmin ettiğimizden daha fazla etkilediyse rüyalarımızda da bu etkinin izleri görülür.

Bu açıdan bakıldığında, rüyalar, düşünce aynaları veya turnusollarıdır. Bizim bile farkında olmadığımız veya baskıladığımız veya yanlış okuduğumuz o karmaşık dünyanın asıl renginden (veya asıl rengin sandığımızdan farklı olabileceğinden) rüyalarımız bizi haberdar eder. Bu da, elhamdülillah, uykunun bahşettiği bir uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar!" hakikatinin 'uykunun da bir nevi ölüm olması' hasebiyle görünen bir ucudur. Allahu'l-A'lem.

Peki düşüncelerimizin rengini ne belirler? Ben bu noktada itikadın asıl belirleyici olduğunu düşünüyorum. 'Neye, ne kadar ve nasıl inanacağız' bilgisi 'nasıl düşüneceğiniz' bilgisinin de mimarıdır. Düşünce ancak onun açtığı yolda ilerler. Ali Şeriatî'nin İslam Bilim'de dikkatleri çektiği gibi, tevhide iman eden bir mü'min, varlıkta yaşanan hiçbir hâdiseyi birbirinden koparamaz. Adacıklara dönüştüremez. Hepsinin aynı Usta'nın (c.c.) kudret elinden çıktığına iman etmesiyle itikadının onu yönlendirdiği bakış açısı 'uyum'dur. Aradığı budur. O kainatta çelişki, çatışkı değil uyum arar. Ve uyuma dönük tefekkürler üretir. Kadere iman da aslında bu uyumun en büyük resmini ifade eder onun için.

Tekrar çizmek lazım altını: Tevhid kadersiz olmaz. Kader tevhide imanın zamanüstü boyutudur. Anları tevhid ile yaratan Hak Teala'nın zamanüstü şekilde bütün anların da yaratıcısı olduğunu görmek kadere inanmayı kaçınılmaz kılar. Yoksa, hâşâ, Allah kendi yarattığı zamanla sınırlandırılmış olur. Mahlukatından birisini aşamıyor olur. Kendi yarattığı sonraların öncesine hapsedilmiş olur. Ressam tabloyla sınırlandırılmış olur. Sen şu aptallığın zirvesine bak! Sınırlı olan nasıl ilah olabilir? Sonsuz kudret sahibi nasıl sınırlı olabilir? Ressam tablosuna nasıl sığar veya sıkışabilir? Allah böyle diyen şaşkınları ıslah etsin.

Tablonun bütününden çıkacak uyum ancak parçalarının tamamının yaratıştan önce bilinmesiyle mümkündür. Çünkü bu tablonun parçaları, birbirinden bağımsız varlıklar değil, öncelerin sonralarıdır. Hepsi girildiğinde ancak kapıyı açacak şifre gibidir. Tablodaki her bir detayın büyük tablonun içinde bir anlamı vardır. Eğer bir ressam tablosunun nereye varacağını bilmeden çizmeye başlarsa bundan uyum ve anlam çıkmaz.

Arrival'da dil ile zaman arasında kurulan bağı tekrar hatırlayalım. Cümle kurmak sırayla kelime seçmek değildir. Cümle kurmak, önceden bilinen ve hedeflenen bir anlama yönelik olarak, kelimeleri düzenle kullanmaktır. Bütünü 'ulaşılması gereken' olarak zihinde evvelen bulunmazsa parçaları anlamlı bir şekilde biraraya gelmez. Herbirisi dilbilimci olan, ancak birbirlerinden habersiz, beş kişinin kendilerine göre seçecekleri kelimeleri biraraya toplasanız, kelimelerin tek tek seçiminde gösterilen bütün meslekî inceliğe rağmen, ondan anlamlı bir cümle çıkaramazsınız. (Aynı dilde olmaları bile zor bir ihtimaldir.) Çünkü o beş kişi ulaşılması gereken bir bütünden haberdar değildir.

Dolayısıyla; şunun itikattan düşünceye, düşünceden rüyaya, rüyadan lezzete bakan yönü kendiliğinden ortaya çıkıyor. Lezzet ancak görülenle görülmek istenenin uyumundan ortaya çıkar. Bir insan ancak pasta yemekten umduğu lezzeti alacaksa pasta yemekten lezzet alır. Görünüşü tamamıyla aynı, ancak tadı berbat bir pastayı 'pasta' diye önüme koysanız, ben umduğum ile bulduğum arasındaki uyumsuzluktan dolayı pasta yemiş olmam. Veyahut da şöyle söyleyeyim: Ben'liğim lezzet açısından onun pasta olduğunu inkâr eder. Ben'den başlayıp ben'e uzanan döngü tamamlanmamıştır çünkü.

Burada, zannımca, 'görülmek istenen' imana tekabül ediyor. İman ettiğiniz zaman 'varlığı nasıl görmek istediğinizi' de seçmiş oluyorsunuz. Bu seçimden sonra düşünce biçiminiz ve ona bağlı olarak rüyalarınız da değişiyor. Hayalleriniz inandıklarınızdan bir şekil alıyor. Onlardan yaratılan hakikat de renk değiştiriyor. Azlar çoğalıyor. Çoklar azalıyor. Umulanlar farklılaşıyor. Rüyalarınızın renginde bir gelecek görüyorsunuz. Allah'ı "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyurduğu gibi buluyorsunuz.

Aleyhissalatuvesselamın, mü'min olduktan sonra az yemeye başlayan birisinin bahsi sadedinde söylediği "Kafir yedi mideyle, mü'min bir mideyle yer!" hakikati buradan da bize gözkırpıyor. Eskiden varoluşu 'elinden geldiğince sahip olmak' sanırdınız. Şimdi 'elinden geldiğince asıl sahibine bırakmak' olarak tanımlıyorsunuz. Amaç değişti. Rüya değişti. Daha çok tüketmek hayal edilmez oldu. Yedi mide bire düştü. Çünkü varlık tanımınız değişti.

Hep verdiğim bir örnektir. Burada da vereyim: Otobüs gibi bir toplu taşıma aracını takvayı önemseyen bir müslüman icat etseydi ne gibi farklılıklar olurdu? Bence bugünkü gibi kadınların ve erkeklerin (İslam kültürüyle yetiştikleri için) rahatsız oldukları karmaşa yerine mahremiyetin de korunduğu bir tasarım o teknolojiye eşlik ederdi. Yine şakayla verdiğim bir örnek olarak zikredeyim:

Postal tarzı giymesi ve çıkarması müşkül bir ayakkabı türünü günde beşvakit abdest alması ve namaz kılması gereken bir mü'min (hem de evlere ve ibadet yerlerine ayakkabıyla girmeyen bir mü'min) icat eder miydi? Atom bombası gibi suçlu-suçsuz ayırmadan binlerce kişiyi katleden bir silahı 'bir masumun ölümünü insanlığın ölümü' olarak gören bir müslüman yapar mıydı? Bana yapmazdı gibi geliyor. Çünkü o böyle bir rüya görmezdi. Onun dünyasında böyle bir hayal 'görülmesi meşru bir hayal' değildi. 'Teknolojiyi alalım ama ahlakını almayalım!' teorisinin ne ölçüde başarılı olabileceği buradan da okuyorsunuz. Teknoloji ancak onun rüyasını siz gördüğünüz zaman size zarar vermez oluyor. Öteki türlü her zaman bir risk var. Başkalarının gerçekleşmiş rüyaları sizin düşünce biçiminizi kötü şekilde etkileyebilir.

Bu yazı tam bir aşure oldu. Bir sorgulamayla toparlamaya çalışalım: Rüyalarımızı kimin dilinde görüyoruz? Kimin dilinde gördüğümüz rüyalar hayatımıza giriyor? Bu rüyalar bizim içimizde konuştuğumuz asıl dille ne kadar uyumlu? Her dilin, düşünce sistemini beraber getirdiği bir düzlemde, eylem-söylem tutarsızlığı dediğimiz şeyin bir 'dil karmaşası' olduğu söylenemez mi?

İçimizde bir kavga var. Medeniyetin kaşıdığı arzular ve İslam'ın öğütlediği ahlak rüyalarımız için kavga ediyor. Nefsin doğruları ile vicdanın doğruları çatışıyor. Diller karışıyor. Başkalarının rüyalarını yaşıyoruz. Yusuf kuyudan da zindandan da çıkar. Çünkü o güzel rüyalarını kimseye satmadı. Sen gökdelenlerin tepesindeyken bile kuyularından çıkamazsın. Çünkü kuyu üzerine görülmüş rüyalar satın aldın. Umduğun değişmeden bulduğun değişmeyecek.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki!

"Gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş." Mesnevî-i Nuriye'den.

Ben bu kadar değilim. Daha fazlası var. Semada yanar söner bir göktaşı değilim. İnanıyorum. Eylediğimden ibaret olamam. Korkuyorum. Yüzeyim beni bunaltıyor. Seziyorum. İçimde benden de güzel bir insan var. Kalemimle onu çıkarmaya çalışıyorum. Yazarken en çok yapmak istediğim bu. Sanıyorum her yazar az-çok bunu deniyor. Öyküler kurgulayanın da, denemeler karalayanın da, şiirler yazanın da arzusu yaşadığı gerçekten öte ikinci bir gerçeklik âlemine kavuşmak. Bulduğundan kaçıp umduğuna uzanmak. 'Daha çok' varolmak değil belki. Ama 'daha farklı' varolmak. Yazmak bize 'daha farklı varolabileceğimizi' söylüyor. Yaşanılandan başka ihtimaller de var. Yalnızca bu değilsin. İçinde çok âdemler gizlenmiş bir âdemsin. Kalemi batırdıkça birisinden ses geliyor.

Düştüğün boşluklar, üzerine üzerine gelen duvarlar, alnına anne eli gibi dokunan soğuk ter, nedensiz gözyaşların, içine sığamadığın odalar ve şu geçmeyen hüznün şahidin olsun. Hayatın hayaline yetişemiyor. Sen bu fiiler içinde sıkışmak için yaratılmadın. Yüzeydeki kardeşlerin hiçbirisi Yusuf yüzlü değil. Gözün onlarla doymuyor. Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Yolculuklar bitiyor fakat yol bitmiş gibi gelmiyor. Bu işte bir tuhaflık var! Uykuların kaçıyor. Ne güzel. Canın sıkılıyor. Ne iyi. Cebrail de o Nebî-yi Muhterem'e okumasını öğretmeden canını kolları arasına alıp sıkmıştı. Sıkı can iyidir. Tez okur. Sıkı can iyidir. Çok arar. O kardeşleri ardında bırakarak kuyuya koşuyorsun. Beyaz kağıda sığındığın her anın arkaplanında bu var.

Yusuuuf! Yusuuuf! Yusuuuf! Ne kadar derine düştü şu Yusuf? Sesleniyorsun. Ağzından ses çıkmıyor. Civardan ses gelmiyor. Sessizliğin sızısından başka ses yok. Hem kuyunun ağzını da körletmişler. Ne yapılacak? Kalemle kazmaya başlıyorsun. İşte biraz açıldı. Kulak sığar ancak. Yusufî ilhamlar kulağına değmeye başlıyor. Oh! Evet, çok şükür, hâlâ yaşıyor. Demek Yusuf ölmemiş. Çok şükür. Demek hâlâ biraz Yusuf'um. Çok şükür. Mutlu oluyorsun.

Fakat hayat kuyuyu beklediğin gibi bekler mi seni? Tekrar yüzeye çıkıyorsun. Ne için? Işık görmek için. Nefes almak için. Karnını doyurmak için. Kaleme mürekkep gerek. Onu almak için. Kolları dinlendirmek gerek. Onu başarmak için. Bahaneler üretiyorsun. Yusuf'un kardeşleri bahaneler üretiyor.

Neden Leyla'dan vazgeçtiğini Mecnun yanlarına da anlatabilmen lazım. Bahaneler bu işe yarar. Yüzeye tekrar çıktığında, Yusuf değil, kardeşleri seninle konuşmaya başlıyor. O kadar çok kardeşi var ki Yusuf'un. Bu kesret adama kulağını unutturur. Kazmaktan kolay yaşamak. Dalmaktan kolay süzülmek. Bir gün; çadırdaki sıcak yemek, rahat döşek, güzel sohbet, seni kuyudaki sesleri duymaz hale getirecek. Bir kulakta iki ses olmuyor. Bir kalbe iki aşk sığmadığı gibi. Biliyorsun, ama Yusuf da sende, kardeşleri de...

Yazarak direniyorsun. Oruç tutarak direniyorsun. Namaz kılarak direniyorsun. Bütün bu dirençler kuyuyu unutmamak için. Kuyu varsa umut var. Kardeşleri Yusuf'u kuyuya attılar. Kardeşler kim? Yusuf kim? Kuyu kim? Yakup kim? Atan sensin, atılan sensin, düşülen sensin, özleyen sensin. Her kıssa içindeki kıssa sensin. Bir yanın kuyunun içinde. Diğerleri kuyunun dışında. Her ayet üzerinden konuşulan sensin. Kulağın sığacak kadar yer aç onlarda.

Yakub'un ağlıyor. O farkında. O diğerleri gibi değil. Vicdanın sızlıyor. Nefsin kuyu üstündeki yalancı. Yırtılmamış gömleğe sürecek kan arıyor. Fıtratın diyor ki: "Bir ses var kulağımızda eksik." Yusuuuf, Yusuuuf, sesin var unutmaya başladığımız. Yüzün var güzelliği silinen. Ayağını bastığın taşlar soğumaya başladı. Senin de bizden bir parça olduğunu unutmadan nasıl yaşayacağız?

Yusuuuf! Yusuuf! Yakub seni özlüyor. Biz de seni özlüyoruz. Fakat secde etmemiş ne çok kardeşin var. Yüzleri gözlerimizi dolduruyor. Uykuları uyanıklığımızı alıyor. Tabire yer kalmıyor Yusuf. Secdemizi unutuyoruz. Tabir edilmeyince rüyalar hakikat sanılıyor. Korkuyoruz yüzeydeki bu kalabalıktan. Kesretten korkuyoruz. Vallahi, böyle giderse, kuyuyu da unutacağız. Kalem kalacak fakat kazmayı bırakacağız. Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki. Peki biz Yusuf'u çıkarmazsak kim çıkarır bizi kuyularımızdan?

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Kendilik kuyularından kaçış

"Hiçbirşey düşünmemek için saatlerce kitap okuyordum." Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'ndan.

Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...

Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.

Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.

8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.

Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.

Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.

Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.

Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.

Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.

Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.

"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.

Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?

27 Şubat 2016 Cumartesi

Yazmak kuyudan konuşmaktır

"Lasiyyema, kalb bazan meselenin derin yerlerinden, kuyu dibinde gibi bir tıntın ederse, lisan işitemez; nasıl tercümanlık edecektir?" Muhakemat'tan.

Evet, çok yalnızdım. Şükür ki, kelimeler içinde kaybolmayı öğrendim. Orada kayboldukça kendimi buluyordum. Bu yazmak meselesi, bir kıssa-i Yusuf gibi, kuyu hikayesi. Yüreğinde bir yer var. Orada sesler daha berraklaşıyor. Kesretin gürültüsü uzaklaşıyor. Yazarken oraya çekiliyorsun. Rahatlıyorsun. Bir anlamda da yükselmek gibi bu geriye çekiliş. Herşey daha net görünmeye başlıyor gözüne. Herşey sadece şey...

Kuyuya atmışlar seni. Kardeşin kardeş olmadığı bir dipte uyanıyorsun. Sırtında gömlek bile yok. Bu bir boşluk yaratıyor. Kardeşsiz kalmanın boşluğu. Gömleksiz kalmanın boşluğu. Kuyudaki boşluk. Yarın ne olacağını bilmemenin ve kestirememenin boşluğu. Boşluk boğucudur. Bir şekilde doldurmamız gerek. Yoksa biteriz. Ve yazıyorsun.

Yazmak aslında kuyudan konuşmaktır. Çığlık atarak o boşluğu doldurmaya çalışmaktır. Çığlık atmakla dolar mı boşluk? Asla! Fakat sesinin yankılanıp gelmesinden bir ülfet gelir sana. Konuştuğun kendindir. Yankı sesinindir. Fakat yalnızlığını alır. Yazmak yalnızlığını alır. Ama boşluğunu almaz. Bu yüzden bir yazan, hep yazar. Yazmayı bırakmışsa, ölmüştür.

Yazmak, ama birşeylere varmak için onu araç kılarak değil, bizzat onu severek yazmak. Bu kurtarıyor bizi. Çünkü amelin içinde saklı olan lezzetin keşfidir ancak yazdıran. Eğer yazmak sizin aracınızsa, bu kuyunun kolay kuruyacağını söyleyebilirim size. Çabuk bıkarsınız. Sonuçları elde etmekteki aceleciliğiniz, bazı bazı kaleminizin istikametini yitirmesine de neden olur. Yahut da hırsla yazarsınız. Sonuçlar elinize geçmiştir. Sonuçlar elinize geçtikçe daha çok sonuç için daha çok üretirsiniz. Sanayi işletmesi olmak gibidir sizin için yazarlık. Hakikat dervişi değil, bant işçisidir kalem. Yani o yerinde durur, önündeki değişir. Konunuzu dahi kendiniz seçmez, başkalarından alırsınız. Böyle yazmakla insan ne olur?

Güzelliğini başkalarını tasdikine muhtaç sananın köleliği bitmez. Kendisini kendisi üzerinden tanımlamayan hiçbir kemalin ömrü uzun değildir. Zira aynalar değişir. Yorumlar değişir. Zaman değişir. Bu kadar değişiklik içinde "İyi birşey yaptım!" demekten başka elinde bir teselli kalmaz. Seni seven çok kişi olabilir bugün. Fakat yarın, yaşlandığında, dilin insanların diline yabancı gelmeye başladığında, dünya ve düzen yerini değiştirdiğinde herşey yerinden oynar.

İhtiyarlıkta konuşan ihtiyar değil, susan ihtiyar makbuldür. Neden? Çünkü senin varlığın bir eskinin varlığıdır. Sen onları aşinası olmadıkları bir dili anlamaya zorlarsın. Bu zorlanmayı istemez gençler. Yüz kere anlattığın hatırayı tekrar dinlemek istemezler. Şimdi gençsin. Söylediğin şeylerin tazeliği ile bir teselli bulabilirsin. Fakat eskidiğinde ne yapacaksın? Bağlamdan uzaklaşıldığında cümlelerini güzel kılan ne olacak?

İşte bu noktada elinde kalacak son şey, kendinin yazmak fiiline verdiğin anlamdır. Sen kendini iyi birşeylere hizmet etmiş ve 'iyice' hizmet etmiş görüyor musun? Yazman bir işe yaradı mı gerçekten? Bunu, gördüğün ilgiden/ilgisizlikten bağımsız olarak 'evet' diye yanıtlayabiliyorsan, senden yazar olman beklenir. Artık kardeşlerin ister seni terketsin, ister seni sevsinler; ne intikam, ne ilgi peşinde olmazsın.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Yusuf'un başına kuyu ördüler

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Fakat öyle sanıyorduk. Unutkanlığımız, aldanışımız oldu. Kaybolmakla derinleşmek arasındaki nüansı ıskaladık. İnsan, kaybolduğu yerlerde, düştüğü tekrarlarla ayılırdı. Bir mütemadi aynılıktı aslında kayboluş. İçinden çıkamayıştı. Fakat kesrette öyle boğulmuştuk ki, tekrar ettiğimizi de farkedemiyorduk. Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Her şiir yazışımızda aklımızdan belki on sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Dünyadaki nimetler ne doyumluktu, ne de tadımlıktı. Hepsi farkedimlikti.

Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Yetmiyor, türlü türlü yollarla muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, dilenci kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı. Zatının acınasılığını unuttu çoktan. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden.

"İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Halbuki aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu onla karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki, farkedimlikler tadımlık olursa zengin oluruz. Ancak hiçbir şey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.

Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. Fakat neyde derinleşecektik? "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı." Kazmayı nereye vuracaktık? Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Ama kalmasıdır. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik, ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu. Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: "Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık.

Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar ortaya çıktı. Bunların tamamı 'Define varmış!' söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?

"Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde her birimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir derinlik oluştu. Etrafın yükseldiğinde kendini bir çukurda, sahte bir derinlikte hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf'u (a.s.) kardeşleri kuyuya atmıştı. Yine öyle oldu. Ama bu sefer Yusuf düşmedi. Kardeşleri etrafına kuyu ördüler.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...