27 Mayıs 2017 Cumartesi

Kendilik kuyularından kaçış

"Hiçbirşey düşünmemek için saatlerce kitap okuyordum." Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'ndan.

Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...

Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.

Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.

8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.

Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.

Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.

Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.

Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.

Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.

Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.

"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.

Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...