Atlayanlar bilirler. İp atlamanın sırrı ritmi yakalamaktır. Kenardan izlediğiniz harekete bedeninizle (ve de kalbinizle) uyum sağlamaya çalışırsınız. Ahengi yakaladığınızdan emin olduğunuzda sisteme dahil olursunuz. Tutturmuşsanız gerisi sadece tekrarlamaktır. Bir-iki zıpla. Bir-iki zıpla. Ritim bir tekrardır. Ama ipi tutanlar ritmi değiştirdiğinde dikkat oyuna tekrar dahil olur. Yani 'yeni bir ayarlama' yapar. Dikkatin buradaki fonksiyonu ritim değişikliklerini yakalamaktır. Yeni ahengi keşfetmektir. Ritmin terki dikkatin tekrarıdır. Dikkatin terkiyse ritmin. Yahut da şöyle söylemeli: Ritim tekrar etmezse dikkat tekrar eder.
Bir de bahtımızı radyo misalinde deneyelim: Bir radyonun yakalayabileceği yüzlerce-binlerce frekans vardır. Ve herbir frekans aslında bir ritimdir. Ritmini yakaladığınız yayın duyulur hale gelir. Bu nedenle istasyon değişikliği istediğinizde düğmeyle oynarsınız. Düğme bir tür dikkat timsalidir. Frekanslarsa iplerin ritmi. Doğru frekansı yakaladığınızda yayına dahil olmak kolaydır. Belki biraz da bu sırrı sezdiğimizden anlaşamadıklarımız hakkında 'frekansımız tutmadı' ifadesini kullanırız. Anlatmak istediğimiz o kişiyle aramızdaki ritim farklılığıdır denilebilir. Fıtratımız, kültürümüz, dinimiz, yaşam şeklimiz, hatta herbir seçimimiz ritmimize birşeyler katar/eksiltir. Ortak paydalar çoğaldıkça kalpler birbirine yaklaşır. Bir müslüman "Selamün aleyküm!" dediğinde aynı mütebessim "Aleyküm selam!" duasını duyar dünyanın her yerinde. Bunu da bir 'istasyon kontrolü' sayarsam alınma arkadaşım. Nihayetinde her iletişim frekans kontrolüyle başlar. Sünnet-i seniyyeyse ümmetin ortak dikkatidir.
Ursula K. Le Guin 'Zihinde Bir Dalga'sında yazmayı bu zeminde açıklar. Hatta bir yerinde der ki: "(...) Vizyonlarla falan dopdolu oturuyorum ama bir türlü çıkartamıyorum onları ortaya. Çünkü doğru ritmi yakalayamıyorum. Bak, ritmin ne olduğu son derece derinlikli bir mesele, sözcüklerlerden çok daha derine gidiyor. Bir görüntü, bir duygu, zihinde henüz kendisine uygun sözcükleri yaratmazdan çok önce bir dalga yaratıyor. Yazarken de bu dalgayı yeniden yakalayıp işe koşmak gerekiyor. Görünüşte bunun sözcüklerle en ufak bir alakası yok. Sonra dalga zihinde kıyıya çarpıp kırıldığında kendisine uyacak sözcükleri oluşturuyor." Başka bir yerde ekliyor: "Her romanın karakteristik ritmi vardır. Yazar o ritme kulak vermiş ve uymuş olmasa cümleler aksar. Karakterler kukla olur. Hikâye sahte dururdu. Yazar ritme tutunmuşsa kitabın belli bir güzelliği olur."
Başarısızlık da yine ritimle ilgilidir Le Guin'e göre: "Ben bir yazarın sözcükleri bulmasını engelleyen şeyin çoğu zaman fazla erken ulaşmaya çalışması, acele edip kapmaya çalışması olduğunu düşünüyorum. Dalganın geri gelip kırılmasını beklememesi. Yazar olduğu için yazmak istiyor. Falanı söylemek ya da insanlara filanı anlatmak. (...) Ama dalganın gelip de onu bütün fikirlerin ve kanaatlerin ötesine, yanlış kelimeyi kullanmasının mümkün olmadığı yere, taşımasını beklemiyor." Tıpkı mürşidimin 'vakt-i merhun' ifadesinde kastettiği gibi. Yahut da "Senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." bahsinin devamında hava, su, nur temsilleriyle anlattığı gibi.
Fakat ben Le Guin'in söylediklerine ek olarak 'anlamanın da' bir ritim meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Bir insanı/kitabı anlamak da, tıpkı yazmak gibi, bir ritim meselesidir. Bence Bediüzzaman'ın da "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez. Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." derken dikkat çektiği birşeydir bu. Fehmi zorlaştıran ritim farklılaşmasıdır. 10. Söz'ün başında da şöyle özetlenir bu arıza: "Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun!"
Hepimiz birşeyler okuyoruz. Birşeyler dinliyoruz. Birşeyler izliyoruz. Çoğusu yabancı kaynaklı bunların. Bu okumalar, dinlemeler, izlemeler elbette ritimlerini bizde inşa ediyorlar. Üzerimizden geçe geçe bayırlarımızı patikalara çeviriyorlar. Bizi yeni dikkatlere sahip kılıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Sunî fıtrattır. İptila fıtratıdır. Bir uyuşturucu müptelası da en az susayan kadar alıştığı şeyi ister. Halbuki suyun ihtiyacı gerçektir. Doğuştandır. Uyuşturucu ihtiyacı sahtedir. Sonradan edinilmiştir. İşte muhatap olduklarımız da ritimlerine alıştırarak bizde bir sunî fıtrat oluşturuyorlar. Elbette ahirzamanın yoğun iletişiminde maruz kaldıklarımız fehmimizi ruh-u Kur'an'dan uzaklaştırıyor. Dili yabancı geliyor. Dikkat çekişleri yabancı geliyor. Uslûbu yabancı geliyor. Mürşidimin "Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." dediği gibi oluyoruz. O kadar senedir gafletle yoğrulduk ki.
İslamî metinlerle ünsiyetimizde de bu tipte problemler yaşanıyor. Başka hiçbir sebep olmasa sıkılmaktan okuyamıyoruz. Sebebi bence yine ritimle ilgili bir mesele. Biz onların frekansına ayarlı değiliz. Çocukluğumuzdan bugüne maruz kaldığımız şeyler o kadar Kur'an'dan uzaktı ki. Onlara o kadar mükerrer muhatap olduk ki. Tekrar fabrika ayarlarımıza dönmek için bize epeyce dikkatli mesai gerek. Benzer birşeyi Risale-i Nur okuyanlar da yaşıyorlar. İlk başladıklarında çok değişik bir üslûp görüyorlar. Çok geçişken. Sadece Arapça-Farsça kelimelerin çokluğundan değil. Cümleleri de uzun. Konu edindiği şeyleri birinden diğerine hızlı geçişlerle anlatıyor. Sebat olan mehrini verirseniz güzeller duvaklarını elbette açıyorlar. Ama bunsuz bir muvaffakiyet dileyenlerin sonuca ulaşması kolay değil. Çünkü yaptığınız şey sadece bir kitabı okumak değil. İçinizdeki ritmi değiştirmek. Peki bu ritmi değiştirdiğinizde ne olacak?
Risale-i Nur'un ritmine alıştığınızda İslamî metinlerin ritimlerini yakalamak da kolaylaşıyor. Dilleri aşina geliyor. Yüzleri tanıdıklaşıyor. Dahası da var: Kur'an'la muhatabiyetinizde de seviye arttırdığınızı hissediyorsunuz. Onun mucize başkalığı uzağınıza düşmüyor artık. İdmanlısınız. Çalıştınız. Aşinası olanların dillerini takip ettiniz. Bu tedris sizi yetiştirdi. Merdivene çıkardı. Yeni ritmi yakaladığınız için hakikate dahil olabilirsiniz. Bütün bu süreç yaşanmadan mı istiyorsunuz herşeyi? O zaman gözlerinizi kapatıp da hızla çevrilen iplere dahil olmaya çalışın bakalım. Ne kadar başarabiliyorsunuz? Çocukken bizde başaran yoktu. O halde çocukluk etmemek lazım. Herşeyin hemen ve de emeksiz olmasını isteyen ancak çocuklardır.
Okumak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Okumak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Aralık 2021 Pazar
4 Mart 2020 Çarşamba
Kur'an'da neden 'inek' isminde bir sûre var?
Bu yazıya da gülünçlü bir hatıramla başlayayım. 90'ların ortası. Ortaokuldayım. Galiba birinci sınıftayım. Şimdiki sisteme çok hâkim değilim, amma o vakitler ilkokul beş yıl, ortaokul da üç yıldı. İlkokulda yabancı dil eğitimi olmazdı. Ortaokulda başlardı. İngilizce tabii. Başka yabancı dil yok. Onun da zaten öğretmeni yok. İdareten Pakize Altınmeşe isminde bir hocamız giriyor. Branşı matematikti galiba. O kısmı net anımsamıyorum. Her neyse. Tabii "Konuş!" desen İngilizce konuşamıyor lakin azıcık malumatı var. Yaşıyorsa Allah afiyet versin. Sevdiğimiz bir hocamızdı.
Hocayı seviyoruz ama her yaptığını da sevmiyoruz elbette. Serde öğrencilik var. Öhöm! Birşeylerden şikayetçi olmak lazım. İsyansız olmaz. Efendim, ben de hocamın kelime egzersizlerinden şikayetçiyim, çünkü İngilizce kelime haznem iki elin parmağını geçmiyor. (Şimdi de çok iyi durumda olduğu söylenemez.) Fakat hocayı durdurabilmek ne mümkün! Branşı matematik değilmiş de dünyaya yabancı dil öğretmek için gelmiş gibi alıyor kartları eline gezdire gezdire herkese soruyor. Kartlar dediğim, işte, üzerinde resim olup arkasında İngilizcesi yazan şeyler. Siz söyledikten sonra çevirip arkasını gösteriyor. Doğru-yanlış anlamış oluyorsunuz.
Birgün yine başladı gezdirmeye. Hey yüce Allahım. Ama bu defa başka birşey yapıyor. O kartı gösteriyor siz de kartta gördüğünüz şeyi "It is a bilmem ne nane!" diye cümle içinde kullanıyorsunuz. Neyse. Sora sora döndü dolaştı. Gelip başıma dikildi. Sınıf da kırk kişi falan. Yani öyle kolay kolay dönüp dolaşamazsınız. Üstelik ben döngünün sonlanacağı yerdeyim. Ya nasip! Belki de zil çalar. Yok efendim. Bahtı insanın dostu olacak. Çalmadı. Hoca da elindeki kartı bana gösterdi. Ben de elbette cehaletimin bana verdiği yetkiye dayanarak sordum: "Hocam bu ne?"
Bunu iki şekilde de soruyorum. 1) O resimdeki şey ne? Öyle bir çizer çalışmış ki kartı, Allah nazarlardan saklasın, resim sürrealist çizgiler taşıyor. Bir Picasso da Türkiye'den çıksın. Karşısında değilim. Ama neden şimdi? Ve neden ben? Evet. Resmi birçok şeye benzetiyorum yani sizin anlayacağınız. İhtimaller bir sürü. Aslında ne olduğunu da öğrenmeliyim. 2) Ne olduğunu öğrenmem de yetmiyor. O şeyin İngilizcesini de bilmeliyim. Bilmeliyim ki, 'şak' diye terkibin içine yerleştirip, muhterem hocamın dudaklarını saadetten kulaklarına vardırmalıyım. İnşaallah.
Epey de heyecan var tabii. Hocam nihayet soruma cevap verdi: "Bardak!" Bakınız, bugünkü aklımla elbette gerekli tahlili yapabiliyorum, hocanın hangi soruya cevap verdiğini anlayabiliyorum. Ama o günlerde bu işler böyle kolay değildi. Ben de cevabı hocamın 'gördüğüm şeyin İngilizcesini söylediğine' yordum. Ve mal bulmuş mağribî gibi cevabı yapıştırdım: "It is a bardak!" Artık size hocanın nasıl güldüğünü mü anlatayım, arkadaşların kahkahaları mı tasvir edeyim, mevzuun yıllar sonra bile arkadaşlar arasında hatırlatıldığını mı aktarayım, işte öyle bir felaket oldu. Hatta Pakize Hanım o günden sonra ne zaman beni görse gülümserdi.
Kartlar mevzuu mühim. Şimdilerde küçükler için de böyle şeyler üretiliyor. Bizimkiler pek küçük değildi. Ama bunlar iskambil kağıdı büyüklüğünde şeyler. Düzen aynı. Resimler-kelimeler. Çocuklara resimleri vasıtasıyla kelimeleri öğretiyorlar. (Renkleri öğretenleri de var.) Demek işçilik değişse de öğrenmenin başı değişmiyor. Bir dil öğreneceksen önce kelimelerini öğrenmelisin. Eğer bir ilim öğreneceksen o zaman da o ilmin kavramlarını bilmelisin. Vaktiyle Sosyalizmin Alfabesi diye bir kitap okumuştum. Solculuğun en çok kullanılan kavramlarını tek tek anlatan yazılardan oluşuyordu. 'Komünizm' ile 'sosyalizmin' birbirinden farklı şeyler olduğunu ilk o kitaptan öğrendiğimi anımsıyorum. Daha başka şeyler de öğrenmiştim. Fakat hızlı geçelim.
Geçenlerde bir vesile ile Kur'an'daki sûre isimlerine bakarken bu kartlar meselesi geldi aklıma. Sonra da Âdem aleyhisselamın kıssasını düşündüm. Hani şu tâlim-i esma ve Âdem'e secde mevzularını. 20. Söz'de de geçer. Bediüzzaman bu kıssanın insanın meleklere sırr-ı tefevvukunu anlattığını söyler. İnsan meleklerden üstündür. Çünkü meleklerin bilmediği isimleri de bilir. Bu isimleri/kelimeleri iki yönden de düşünebiliriz. 1) İnsan donanımı itibariyle meleklerden daha fazla 'şey' de tanıyabilir. Bu da yeteneklerinde vardır. 2) Fakat bundan daha önemlisi: Cenab-ı Hakkı daha fazla yönüyle/ismiyle de tefekkür edebilir. Bu 'bilebilme' potansiyeli nedeniyle işte meşhur kıssada meleklere galip gelmiş ve onları Rablerine karşı hayranlıkla söyletmiştir: “Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur. Herşeyi bilen ve herşeyi hikmetle yapan Sensin.”
20. Söz benim Kur'an'a bakışımı çok etkileyen bir metindir. Bu tabiri kullanmak ne kadar doğru bilemiyorum ama âdeta 'çakralarımı açmıştır.' İşte onun hemen başında İblis'in kalbe attığı sorular böyle dillendirilir: "Dersiniz: 'Kur'ân mu'cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.' Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz'iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hadise sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'ân umum ehl-i akla ders veriyor..."
Meraklısını esere havale ederek buradan sadece şu soruyu tırnaklayacağım bugün: "O sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var?" Aslında bu soruyu Kur'an sûreleri sayısınca çoğaltabiliriz. Çünkü Kur'an sûrelerinin isimleri hep böyle. Yani tek kelimelik. Tek kavramlık. Hatta internette şöyle bir karıştırdığınız zaman ateistlerin bu durumu da mevzu ettiği paylaşımlara rastlayabiliyorsunuz. Yani soruyorlar: "Bu nasıl Allah kelamı ki sûre adları inek, örümcek, arı vs. Böyle bölümlendirmesi olan kitap mı olur? Veyahut böyle bir kitap ciddiye mi alınır?" Elbette modern çağın çocukları saygı duyulası bilginin ancak akademik başlıklar altında sunulabileceğine inanıyorlar. Schopenhauer'ın kitap isimleri gibi: Yeterli Sebebin Dörtlü Kökü.
Ancak Kur'an kainatı yaratan Allah tarafından vahyedildiği için, elbette, 'şefkatli bir uyumun' kokusunu barındırıyor. Bu kainatta ayet olarak önünüze serilmiş 'şeyler' birer 'isim' olarak da Kur'an'da kendilerini gösteriyorlar. 114 isim. 114 kavram. 114 kelime. 114 kart gibi. İlk emri "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" olan vahyin okumayı yeni söken insancıklara yaptırdığı bir egzersiz. Başlıyorsunuz. "Okunacak olan nedir?" diye mushafı ilk kez elinize aldığınızda isimler gözünüze çarpıyor. Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide... Kaçacak yeriniz yok. Okunacaklar olarak herşey parıldıyor. Metin hayata göndermeler yapıyor. Kainata hangi başlıklar atılmışsa Kur'an'a da onlar isim olarak serpilmiş. İki kitap da aynı yerleri gösteriyor.
Bu uyumdur. Hem uyumdur hem metoddur. Yolun yordamıdır. İslam yoluna girenin bir tahayyüle/tasavvura gömülüp şahitliklerini ötelemesi mümkün değildir. "Bunlar uğraşmaya değmez küçük şeylerdir!" diyerek âlem-i şahadeti küçük göremez. Okunacakların ilk kelimeleri onlardır. Tâlimin ilk egzersizleri bu küçük(!) şeylerle yapılmıştır. Yani ki bu kitap 'şeyleri sıradanlığa gömmenin' dersi değildir. 'Şeyleri sıradanlıktan çıkarmanın' eğitimidir. Madem ki Kur'an'da geçmiştir. Artık onu küçük göremezsin. Ardında bırakamazsın. Döner varırsın. Düşünürsün. Çünkü tekrar tekrar onu hatmedersin. Arkadaşım, eğer görebilirsen, buradan bir azamet parlıyor. Kur'an, içinde her neyi anarsa, ona kainatta rastlayışımızı da büyütüyor. Yani Kur'an'da 'inek' diye bir sûre varsa bu da senin için. Gözündeki perdeye takılıp onu küçük görme diye. Evet. Evet. Aynen öyle. Ayetlerin öyle bir yazı karakteri var ki küçük görüldükçe okunmazlar.
Hocayı seviyoruz ama her yaptığını da sevmiyoruz elbette. Serde öğrencilik var. Öhöm! Birşeylerden şikayetçi olmak lazım. İsyansız olmaz. Efendim, ben de hocamın kelime egzersizlerinden şikayetçiyim, çünkü İngilizce kelime haznem iki elin parmağını geçmiyor. (Şimdi de çok iyi durumda olduğu söylenemez.) Fakat hocayı durdurabilmek ne mümkün! Branşı matematik değilmiş de dünyaya yabancı dil öğretmek için gelmiş gibi alıyor kartları eline gezdire gezdire herkese soruyor. Kartlar dediğim, işte, üzerinde resim olup arkasında İngilizcesi yazan şeyler. Siz söyledikten sonra çevirip arkasını gösteriyor. Doğru-yanlış anlamış oluyorsunuz.
Birgün yine başladı gezdirmeye. Hey yüce Allahım. Ama bu defa başka birşey yapıyor. O kartı gösteriyor siz de kartta gördüğünüz şeyi "It is a bilmem ne nane!" diye cümle içinde kullanıyorsunuz. Neyse. Sora sora döndü dolaştı. Gelip başıma dikildi. Sınıf da kırk kişi falan. Yani öyle kolay kolay dönüp dolaşamazsınız. Üstelik ben döngünün sonlanacağı yerdeyim. Ya nasip! Belki de zil çalar. Yok efendim. Bahtı insanın dostu olacak. Çalmadı. Hoca da elindeki kartı bana gösterdi. Ben de elbette cehaletimin bana verdiği yetkiye dayanarak sordum: "Hocam bu ne?"
Bunu iki şekilde de soruyorum. 1) O resimdeki şey ne? Öyle bir çizer çalışmış ki kartı, Allah nazarlardan saklasın, resim sürrealist çizgiler taşıyor. Bir Picasso da Türkiye'den çıksın. Karşısında değilim. Ama neden şimdi? Ve neden ben? Evet. Resmi birçok şeye benzetiyorum yani sizin anlayacağınız. İhtimaller bir sürü. Aslında ne olduğunu da öğrenmeliyim. 2) Ne olduğunu öğrenmem de yetmiyor. O şeyin İngilizcesini de bilmeliyim. Bilmeliyim ki, 'şak' diye terkibin içine yerleştirip, muhterem hocamın dudaklarını saadetten kulaklarına vardırmalıyım. İnşaallah.
Epey de heyecan var tabii. Hocam nihayet soruma cevap verdi: "Bardak!" Bakınız, bugünkü aklımla elbette gerekli tahlili yapabiliyorum, hocanın hangi soruya cevap verdiğini anlayabiliyorum. Ama o günlerde bu işler böyle kolay değildi. Ben de cevabı hocamın 'gördüğüm şeyin İngilizcesini söylediğine' yordum. Ve mal bulmuş mağribî gibi cevabı yapıştırdım: "It is a bardak!" Artık size hocanın nasıl güldüğünü mü anlatayım, arkadaşların kahkahaları mı tasvir edeyim, mevzuun yıllar sonra bile arkadaşlar arasında hatırlatıldığını mı aktarayım, işte öyle bir felaket oldu. Hatta Pakize Hanım o günden sonra ne zaman beni görse gülümserdi.
Kartlar mevzuu mühim. Şimdilerde küçükler için de böyle şeyler üretiliyor. Bizimkiler pek küçük değildi. Ama bunlar iskambil kağıdı büyüklüğünde şeyler. Düzen aynı. Resimler-kelimeler. Çocuklara resimleri vasıtasıyla kelimeleri öğretiyorlar. (Renkleri öğretenleri de var.) Demek işçilik değişse de öğrenmenin başı değişmiyor. Bir dil öğreneceksen önce kelimelerini öğrenmelisin. Eğer bir ilim öğreneceksen o zaman da o ilmin kavramlarını bilmelisin. Vaktiyle Sosyalizmin Alfabesi diye bir kitap okumuştum. Solculuğun en çok kullanılan kavramlarını tek tek anlatan yazılardan oluşuyordu. 'Komünizm' ile 'sosyalizmin' birbirinden farklı şeyler olduğunu ilk o kitaptan öğrendiğimi anımsıyorum. Daha başka şeyler de öğrenmiştim. Fakat hızlı geçelim.
Geçenlerde bir vesile ile Kur'an'daki sûre isimlerine bakarken bu kartlar meselesi geldi aklıma. Sonra da Âdem aleyhisselamın kıssasını düşündüm. Hani şu tâlim-i esma ve Âdem'e secde mevzularını. 20. Söz'de de geçer. Bediüzzaman bu kıssanın insanın meleklere sırr-ı tefevvukunu anlattığını söyler. İnsan meleklerden üstündür. Çünkü meleklerin bilmediği isimleri de bilir. Bu isimleri/kelimeleri iki yönden de düşünebiliriz. 1) İnsan donanımı itibariyle meleklerden daha fazla 'şey' de tanıyabilir. Bu da yeteneklerinde vardır. 2) Fakat bundan daha önemlisi: Cenab-ı Hakkı daha fazla yönüyle/ismiyle de tefekkür edebilir. Bu 'bilebilme' potansiyeli nedeniyle işte meşhur kıssada meleklere galip gelmiş ve onları Rablerine karşı hayranlıkla söyletmiştir: “Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur. Herşeyi bilen ve herşeyi hikmetle yapan Sensin.”
20. Söz benim Kur'an'a bakışımı çok etkileyen bir metindir. Bu tabiri kullanmak ne kadar doğru bilemiyorum ama âdeta 'çakralarımı açmıştır.' İşte onun hemen başında İblis'in kalbe attığı sorular böyle dillendirilir: "Dersiniz: 'Kur'ân mu'cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.' Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz'iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hadise sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'ân umum ehl-i akla ders veriyor..."
Meraklısını esere havale ederek buradan sadece şu soruyu tırnaklayacağım bugün: "O sûre-i azîmeye de 'el-Bakara' tesmiye etmekte ne münasebet var?" Aslında bu soruyu Kur'an sûreleri sayısınca çoğaltabiliriz. Çünkü Kur'an sûrelerinin isimleri hep böyle. Yani tek kelimelik. Tek kavramlık. Hatta internette şöyle bir karıştırdığınız zaman ateistlerin bu durumu da mevzu ettiği paylaşımlara rastlayabiliyorsunuz. Yani soruyorlar: "Bu nasıl Allah kelamı ki sûre adları inek, örümcek, arı vs. Böyle bölümlendirmesi olan kitap mı olur? Veyahut böyle bir kitap ciddiye mi alınır?" Elbette modern çağın çocukları saygı duyulası bilginin ancak akademik başlıklar altında sunulabileceğine inanıyorlar. Schopenhauer'ın kitap isimleri gibi: Yeterli Sebebin Dörtlü Kökü.
Ancak Kur'an kainatı yaratan Allah tarafından vahyedildiği için, elbette, 'şefkatli bir uyumun' kokusunu barındırıyor. Bu kainatta ayet olarak önünüze serilmiş 'şeyler' birer 'isim' olarak da Kur'an'da kendilerini gösteriyorlar. 114 isim. 114 kavram. 114 kelime. 114 kart gibi. İlk emri "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" olan vahyin okumayı yeni söken insancıklara yaptırdığı bir egzersiz. Başlıyorsunuz. "Okunacak olan nedir?" diye mushafı ilk kez elinize aldığınızda isimler gözünüze çarpıyor. Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide... Kaçacak yeriniz yok. Okunacaklar olarak herşey parıldıyor. Metin hayata göndermeler yapıyor. Kainata hangi başlıklar atılmışsa Kur'an'a da onlar isim olarak serpilmiş. İki kitap da aynı yerleri gösteriyor.
Bu uyumdur. Hem uyumdur hem metoddur. Yolun yordamıdır. İslam yoluna girenin bir tahayyüle/tasavvura gömülüp şahitliklerini ötelemesi mümkün değildir. "Bunlar uğraşmaya değmez küçük şeylerdir!" diyerek âlem-i şahadeti küçük göremez. Okunacakların ilk kelimeleri onlardır. Tâlimin ilk egzersizleri bu küçük(!) şeylerle yapılmıştır. Yani ki bu kitap 'şeyleri sıradanlığa gömmenin' dersi değildir. 'Şeyleri sıradanlıktan çıkarmanın' eğitimidir. Madem ki Kur'an'da geçmiştir. Artık onu küçük göremezsin. Ardında bırakamazsın. Döner varırsın. Düşünürsün. Çünkü tekrar tekrar onu hatmedersin. Arkadaşım, eğer görebilirsen, buradan bir azamet parlıyor. Kur'an, içinde her neyi anarsa, ona kainatta rastlayışımızı da büyütüyor. Yani Kur'an'da 'inek' diye bir sûre varsa bu da senin için. Gözündeki perdeye takılıp onu küçük görme diye. Evet. Evet. Aynen öyle. Ayetlerin öyle bir yazı karakteri var ki küçük görüldükçe okunmazlar.
29 Nisan 2019 Pazartesi
Bu özgürlüktür Bayan Merrett!
İman bir mü'mini nasıl özgürleştirir? Yok, bir saniye, çok ileriden başladık. Şuradan gelelim: Okuma-yazma bilmek bir çocuğa neler katar? Ian Mcewan Zamanın İzlerinde'de buna dair diyor ki: "Okuma-yazma bilen çocuk birşey okuduğunda kafasının içinde bir ses duyar. Çabucak gerçekleşen birşeydir bu. Çocuğu ona kitap okumaya vakit bulabilen ya da bulamayan yetişkinlerin kaprislerinden kurtarır." Buna benzer birşeyi, ama biraz daha büyüklere dair olanını, The Professor and The Madman (Deli ve Dahi) filminde duydum. Orada, akılhastanesine kendisini ziyarete gelen Bayan Merrett'in (Natalie Dormer) okuma-yazma bilmediğini öğrendiğinde, diyordu ki Dr. W.C. Minor (Sean Penn): "Size öğretebilirim. Çocuklarınıza öğretebilirsiniz. Bu özgürlüktür Bayan Merret. Buradan sadece kitapların sırtında çıkıp gidebilirim. Kitapların kanatlarında dünyanın sonuna kadar gidebilirim."
Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?
Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.
Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.
Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.
Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.
Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?
Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.
Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.
Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.
Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.
13 Eylül 2017 Çarşamba
Ahmed 'başka kitapları' neden okur?
En'am sûresinin 68. ayetinde, kısa bir meal olarak, "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!" buyruluyor. Yine Tirmizî ve İbn Mace'de geçen bir hadiste de "Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz!" emrediliyor. Mürşidim de bir yerde II. Cihan Harbi'yle zihnen fazla meşgul olmanın şöyle bir sakıncası olabileceğine dikkat çekiyor: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Belki size tuhaf gelecek ama, ben, nicedir bu üç mübarek kelam arasında bir ilgi seziyordum. Fakat teşhis edemiyordum.
Yakınlarda bu bağı, hiç hesap etmeyeceğim bir yerden, Murat Gülsoy'un İstanbul'da Bir Merhamet Haftası isimli deneysel çalışmasından, öğrendim. Elbette o kitabın hiçbir yerinde bu metinler alıntılanıp "İşte onların arasındaki bağ şudur!" denmiyor. Böyle bir izah yok. Fakat, bir yerinde 'kötülüğün görünürlüğü' hakkında öyle şeyler söyleniyor ki, sanki 'sezgim' eksik parçasını onunla buluyor ve bir tür 'hakikate' dönüşüyor. Orası da şurasıdır:
"İzlemek, müdahale etmeden izlemek, bakmak, görmek, dolaylı bir onaylama mekanizmasından başka birşey değil. Modernlik sonrası dünyanın medyayı kullanma biçimi tam da bu ikili işleve dayanmakta. Kötülük gizlendiği ölçüde kaynağına zarar verebilir. Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir. Kötülük sahibi olmak başlangıçta iktidarla mümkündür ancak sürdürülmeye muhtaç bir iktidardır bu. Sonsuza genişlemekten başka stratejisi olamaz kötülüğün. Dolayısıyla, yırtıcı, iktidarını bir biçimde seyirlik hale getirmek zorundadır. Bir kez seyirlik hale gelen iktidar izleyicisinin onayını alır.
Onaylamak gönüllü yapılan bir eylem değildir. İzleyicinin, güçsüzlüğünü ve etkisizliğini kavradığı anda yaşadığı psikolojik bir dönüşümdür. Bu süreç kötünün güçlüye ve haklıya dönüştürülmesi ile tamamlanır. Onaylamamanın tek yolu 'karşı kuvvet oluşturmak'tır. İzleyici bunu yapacak erke sahip olmadığını anladığı anda kötülüğü onaylamanın anaforuna kapılmak üzere olduğunu hisseder. Psikolojik bütünlüğü korumak için bu durumla başaçıkacak bir strateji/bir açıklama bulmak zorunda kalır. Yırtıcının iktidarı bu şekilde haklı bir duruma dönüşür izleyicinin zihninde. Bir başka değişle, onay önce gelir, ardından açıklama. Bu izlemenin işlevidir."
Bu ifadeler eşliğinde, bencileyin, farkettiğim şu: Birşey varolduğu andan itibaren iki güdüyle/arzuyla/taleple birlikte varoluyor. 1) Bir kere varolan her kere varolmak istiyor. Yani devam istiyor. Sonsuzluk istiyor. Beka istiyor. (Varoluş öyle büyük bir nimettir ki varolan aksini tasavvur edemez.) 2) Bir kere varolan her yerde varolmak istiyor. Yani yayılmak istiyor. İşgal etmek istiyor. Kabullenilmek istiyor. (Varolan, kendinde öyle meziyetler görür ve onları öyle beğenir ki, her yerde aynı meziyetlerin takdir edildiğini görmek ister.) Bu iki güdü, arzu veya talep ile vücuda geliyor herşey. Masivadan her ne varolsa bu iki şeyi arzulayarak varoluyor ve elde ettikçe de devam ediyor. Bu noktada diyebiliriz ki: İyiliğin varoluşu, onun bu iki talebinin tatminiyle ilgili olduğu gibi, kötülüğün eksiltilmesi de yine bu iki talebinin karşılıksız bırakılmasıyla ilgilidir.
Yani: Biz bir kötülüğe, hadiste ifade buyrulduğu gibi, karşı koyduğumuz zaman öncelikle 'yayılma arzusuna' bir bıçak vurmuş oluyoruz. "Sen bende yayılamazsın. Bana yayılamazsın. Benimle yayılamazsın!" demiş oluyoruz. İkinci olarak da bu tebliğin etkisiyle kötülük 'yanlış olduğunu' işitmiş oluyor. Birşeye yanlış olduğunu söylemek ona 'devam edici olmadığını' söylemiş olmaktır. Zira yanlış olan arızîdir. Olagelemez. Devam edemez. Kökü kesiktir. Fıtrata aykırıdır.
Birşeyin yanlışlığı ifade edildiğinde aslında söylenen o şeyin 'akışa uygun olmadığı'dır. Bu akışa ister hikmet diyelim, ister uyum, ister fıtrat, ister büyük resim, ister kader, en nihayet dilegelen o parçanın içinde yeraldığı sistemle uyumsuzluğudur. Bu yapıldığı zaman kötülüğün varlığına karşı adım atılmış olur.
Peki ya kötülüğe karşı çıkamayacak kadar güçsüz/etkisiz bir konumdaysak? O zaman ne yapmalıyız? İşgaline nasıl karşı koymalıyız? İşte, bu durumda da, en başta alıntıladığım ayet-i kerimeyi ve Bediüzzaman'ın (kanaatimce) bu ayetin bir tefsiri olduğunu düşündüğüm altındaki cümlelerini hatırlamalıyız. Bir de Murat Gülsoy'un şu cümlesini: "Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir." Acze düştüğümüz yerde kötülüğe karşı koyuşumuz 'buğz' iledir. Daha ilerisinde ise bizdeki işgaline karşı koymamız 'ilgisizlikle' olur.
Kötülük, kendisiyle ilgilenenleri ancak, kendisinden haberdar eder. Etkiler. Buğzedemeyecek kadar zayıfları ise bu ilgi sayesinde işgal eder. İlgilenegeldiğiniz bir kötülük galipken mağlup bir hakikatin yanında yeralmak her babayiğidin harcı değildir. Galibiyetin bir cazibesi vardır. Genel-geçer olmanın bir dayatması vardır. Gücün bir ilüzyonu vardır. Bu cazibe, dayatma ve ilüzyonların etkisi altında kalmamak 'onların etki alanı dışında kalmak'la mümkün olur. İşte, bu zeminde biz, ayet-i kerimede bize emredilen şeyi hatırlarız: "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!"
Evet. Söyleyeceklerim özetle bu kadar. Ben şimdi ne yaptım? Murat Gülsoy'un zâhiren ayetle, hadisle, Risale-i Nur'la hiçbir ilgisi olmayan birkaç paragrafını onları anlamak için kullandım. Bediüzzaman'ın 'bahtiyar doktor' dediği talebesine tavsiye ettiği gibi 'kafamdaki odunları yaktım' ve Furkan sûresindeki "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir!" sırrına sığınarak farklı okumalarım içinden bir ateş çıkardım. (İsteyen elini ısıtır.) Daha doğrusu; öğrendiğim felsefeyi, Ene Risalesi'nde emredildiği gibi, nübüvvetin hizmetine vermeyi denedim. Bunu siz de deneyin. Korkmayın. Muvaffakiyet ise Allah'tandır.
Yakınlarda bu bağı, hiç hesap etmeyeceğim bir yerden, Murat Gülsoy'un İstanbul'da Bir Merhamet Haftası isimli deneysel çalışmasından, öğrendim. Elbette o kitabın hiçbir yerinde bu metinler alıntılanıp "İşte onların arasındaki bağ şudur!" denmiyor. Böyle bir izah yok. Fakat, bir yerinde 'kötülüğün görünürlüğü' hakkında öyle şeyler söyleniyor ki, sanki 'sezgim' eksik parçasını onunla buluyor ve bir tür 'hakikate' dönüşüyor. Orası da şurasıdır:
"İzlemek, müdahale etmeden izlemek, bakmak, görmek, dolaylı bir onaylama mekanizmasından başka birşey değil. Modernlik sonrası dünyanın medyayı kullanma biçimi tam da bu ikili işleve dayanmakta. Kötülük gizlendiği ölçüde kaynağına zarar verebilir. Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir. Kötülük sahibi olmak başlangıçta iktidarla mümkündür ancak sürdürülmeye muhtaç bir iktidardır bu. Sonsuza genişlemekten başka stratejisi olamaz kötülüğün. Dolayısıyla, yırtıcı, iktidarını bir biçimde seyirlik hale getirmek zorundadır. Bir kez seyirlik hale gelen iktidar izleyicisinin onayını alır.
Onaylamak gönüllü yapılan bir eylem değildir. İzleyicinin, güçsüzlüğünü ve etkisizliğini kavradığı anda yaşadığı psikolojik bir dönüşümdür. Bu süreç kötünün güçlüye ve haklıya dönüştürülmesi ile tamamlanır. Onaylamamanın tek yolu 'karşı kuvvet oluşturmak'tır. İzleyici bunu yapacak erke sahip olmadığını anladığı anda kötülüğü onaylamanın anaforuna kapılmak üzere olduğunu hisseder. Psikolojik bütünlüğü korumak için bu durumla başaçıkacak bir strateji/bir açıklama bulmak zorunda kalır. Yırtıcının iktidarı bu şekilde haklı bir duruma dönüşür izleyicinin zihninde. Bir başka değişle, onay önce gelir, ardından açıklama. Bu izlemenin işlevidir."
Bu ifadeler eşliğinde, bencileyin, farkettiğim şu: Birşey varolduğu andan itibaren iki güdüyle/arzuyla/taleple birlikte varoluyor. 1) Bir kere varolan her kere varolmak istiyor. Yani devam istiyor. Sonsuzluk istiyor. Beka istiyor. (Varoluş öyle büyük bir nimettir ki varolan aksini tasavvur edemez.) 2) Bir kere varolan her yerde varolmak istiyor. Yani yayılmak istiyor. İşgal etmek istiyor. Kabullenilmek istiyor. (Varolan, kendinde öyle meziyetler görür ve onları öyle beğenir ki, her yerde aynı meziyetlerin takdir edildiğini görmek ister.) Bu iki güdü, arzu veya talep ile vücuda geliyor herşey. Masivadan her ne varolsa bu iki şeyi arzulayarak varoluyor ve elde ettikçe de devam ediyor. Bu noktada diyebiliriz ki: İyiliğin varoluşu, onun bu iki talebinin tatminiyle ilgili olduğu gibi, kötülüğün eksiltilmesi de yine bu iki talebinin karşılıksız bırakılmasıyla ilgilidir.
Yani: Biz bir kötülüğe, hadiste ifade buyrulduğu gibi, karşı koyduğumuz zaman öncelikle 'yayılma arzusuna' bir bıçak vurmuş oluyoruz. "Sen bende yayılamazsın. Bana yayılamazsın. Benimle yayılamazsın!" demiş oluyoruz. İkinci olarak da bu tebliğin etkisiyle kötülük 'yanlış olduğunu' işitmiş oluyor. Birşeye yanlış olduğunu söylemek ona 'devam edici olmadığını' söylemiş olmaktır. Zira yanlış olan arızîdir. Olagelemez. Devam edemez. Kökü kesiktir. Fıtrata aykırıdır.
Birşeyin yanlışlığı ifade edildiğinde aslında söylenen o şeyin 'akışa uygun olmadığı'dır. Bu akışa ister hikmet diyelim, ister uyum, ister fıtrat, ister büyük resim, ister kader, en nihayet dilegelen o parçanın içinde yeraldığı sistemle uyumsuzluğudur. Bu yapıldığı zaman kötülüğün varlığına karşı adım atılmış olur.
Peki ya kötülüğe karşı çıkamayacak kadar güçsüz/etkisiz bir konumdaysak? O zaman ne yapmalıyız? İşgaline nasıl karşı koymalıyız? İşte, bu durumda da, en başta alıntıladığım ayet-i kerimeyi ve Bediüzzaman'ın (kanaatimce) bu ayetin bir tefsiri olduğunu düşündüğüm altındaki cümlelerini hatırlamalıyız. Bir de Murat Gülsoy'un şu cümlesini: "Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir." Acze düştüğümüz yerde kötülüğe karşı koyuşumuz 'buğz' iledir. Daha ilerisinde ise bizdeki işgaline karşı koymamız 'ilgisizlikle' olur.
Kötülük, kendisiyle ilgilenenleri ancak, kendisinden haberdar eder. Etkiler. Buğzedemeyecek kadar zayıfları ise bu ilgi sayesinde işgal eder. İlgilenegeldiğiniz bir kötülük galipken mağlup bir hakikatin yanında yeralmak her babayiğidin harcı değildir. Galibiyetin bir cazibesi vardır. Genel-geçer olmanın bir dayatması vardır. Gücün bir ilüzyonu vardır. Bu cazibe, dayatma ve ilüzyonların etkisi altında kalmamak 'onların etki alanı dışında kalmak'la mümkün olur. İşte, bu zeminde biz, ayet-i kerimede bize emredilen şeyi hatırlarız: "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!"
Evet. Söyleyeceklerim özetle bu kadar. Ben şimdi ne yaptım? Murat Gülsoy'un zâhiren ayetle, hadisle, Risale-i Nur'la hiçbir ilgisi olmayan birkaç paragrafını onları anlamak için kullandım. Bediüzzaman'ın 'bahtiyar doktor' dediği talebesine tavsiye ettiği gibi 'kafamdaki odunları yaktım' ve Furkan sûresindeki "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir!" sırrına sığınarak farklı okumalarım içinden bir ateş çıkardım. (İsteyen elini ısıtır.) Daha doğrusu; öğrendiğim felsefeyi, Ene Risalesi'nde emredildiği gibi, nübüvvetin hizmetine vermeyi denedim. Bunu siz de deneyin. Korkmayın. Muvaffakiyet ise Allah'tandır.
Etiketler:
Bediüzzaman,
buğzetmek,
En'am sûresi,
görünürlük,
Hadis,
II. Dünya Savaşı,
İbn Mace,
İstanbul'da Bir Merhamet Haftası,
Kitap,
Kötülük,
Kur'an,
Murat Gülsoy,
Okumak,
roman,
Şer,
Tirmizî,
Zulüm
27 Mayıs 2017 Cumartesi
Kendilik kuyularından kaçış
"Hiçbirşey düşünmemek için saatlerce kitap okuyordum." Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'ndan.
Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...
Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.
Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.
8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.
Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.
Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.
Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.
Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.
Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.
Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.
"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.
Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?
Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...
Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.
Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.
8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.
Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.
Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.
Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.
Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.
Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.
Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.
"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.
Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?
3 Nisan 2017 Pazartesi
Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir
Madem yazılarımda 'yaraların yazdırıcılığına' ve 'yazıların iyileştiriciliğine' sıklıkla değiniyorum, o halde, bütün bu yara-yazı meselelerini dünyamda tetikleyen ayet hakkında da birşeyler söyleyebilmeliyim: "Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)" Fussilet sûresinde geçen bu şeker-bal ifadelerde özellikle ilgimi çeken bölümse Kur'an'ın 'huden ve şifaun' yani 'hidayet ve şifa' olarak anlatıldığı kısım.
Ben, bu kısımda, 'hidayet' ile 'şifa'nın kardeş kılınmasında büyük hikmetler görüyorum. Nasıl? Belki şöyle: Şu ayet, hidayetin, ötemizde birşey veya sadece 'entelektüel bir meşgale' olmadığını, yaralarımızla da ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Yani; biz Kur'an'a dair hangi marifete erişsek, o bizim bir yaramıza şifa olur. Kenarda kalmaz. Salt bir malumat olmaz. Devasını hissederiz. Rahatlarız. Ferahlarız. Göğsümüz genişler. Kur'an'la ilgili bilişler böyle bilişlerdir. Onlar insanın yaralarına dokunmayan bilişler gibi değildir. Talebesi de öyle bilip talip olmalıdır. Kendi yaralarına deva arayanlarla konuşur Kur'an. Şifa arayanlara hidayet gösterir. Ve hidayeti elde eden de tesirini yaralarında hisseder.
Bu meselenin birinci tarafı. İkincisi: Kur'an'ın hidayeti, bir yere giden çok yollardan en kısası değildir, tek yoldur. Sağladığı avantaj, salt yolu kısaltmasıyla değil, gideceği yere götüren tek yol olmasıyladır. Yani; Kur'an'ın kalbimize lütfettiği bilgi, doğruya giden yolların çok olduğu bir düzlemde, onların kolay bir alternatifi gibi değildir. Kur'an, doğruya giden başka yolun olmadığı bir düzlemde, hakikate giden tek yoldur. Bu, ondan gayrısını yaralı, onu ise şifalı kılar. Alternatifi marazdır. Nakşolduğu gönüller hep sızılıdır. O, kimin gönlüne misafir olmuşsa, ona şifa vermiştir. Onsuz bulunacak sağlık yoktur.
İstanbul'dan Sivas'a gitmenin çok yolları olabilir. Bunlardan birisi, belki en kısası, bize hidayet gibi gelebilir. (Kısalık/kolaylık da bir hidayettir.) Ama Kur'an'la gelen hidayet böyle değildir. Kur'an'la gelen marifet ondan gayrı yolların çıkmaz olduğu yerde Sivas'ı gösterir bize. Kendisini hidayetin yanında şifa ile de anması böyle bir dersi içeriyor olabilir. Allahu'l-alem.
En nihayet bu bahiste şunu söyleyebilirim: Bu ayet-i kerime, bize, hidayetin şifayla ve hakikatin yarayla ilgisini anlatıyor. Benim, yaralar üzerinde bu kadar durmam ve yaralarıyla uğraşanların yazılarını methetmem de bu yüzden. Onlar kalplerine dokunan bir işle meşgul oluyorlar. Kur'an'ı muhatabıymış gibi okuyabilmenin sırrı da bu. Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir. Kur'an'ın gırtlaktan aşağıya indiğinin delili budur. Hidayetin sana misafir olduğunu şifasından anlarsın. Rahatlarsın. Ferahlarsın. Göğsün genişler. Bu bilgi "Filancalar öyle söylüyor..." bilgisi değildir. Hidayet böyle birşey değildir. Yaranın farkındaysan sesini işitirsin. Yoksa kulaklarına bir ağırlık iner.
Ben, bu kısımda, 'hidayet' ile 'şifa'nın kardeş kılınmasında büyük hikmetler görüyorum. Nasıl? Belki şöyle: Şu ayet, hidayetin, ötemizde birşey veya sadece 'entelektüel bir meşgale' olmadığını, yaralarımızla da ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Yani; biz Kur'an'a dair hangi marifete erişsek, o bizim bir yaramıza şifa olur. Kenarda kalmaz. Salt bir malumat olmaz. Devasını hissederiz. Rahatlarız. Ferahlarız. Göğsümüz genişler. Kur'an'la ilgili bilişler böyle bilişlerdir. Onlar insanın yaralarına dokunmayan bilişler gibi değildir. Talebesi de öyle bilip talip olmalıdır. Kendi yaralarına deva arayanlarla konuşur Kur'an. Şifa arayanlara hidayet gösterir. Ve hidayeti elde eden de tesirini yaralarında hisseder.
Bu meselenin birinci tarafı. İkincisi: Kur'an'ın hidayeti, bir yere giden çok yollardan en kısası değildir, tek yoldur. Sağladığı avantaj, salt yolu kısaltmasıyla değil, gideceği yere götüren tek yol olmasıyladır. Yani; Kur'an'ın kalbimize lütfettiği bilgi, doğruya giden yolların çok olduğu bir düzlemde, onların kolay bir alternatifi gibi değildir. Kur'an, doğruya giden başka yolun olmadığı bir düzlemde, hakikate giden tek yoldur. Bu, ondan gayrısını yaralı, onu ise şifalı kılar. Alternatifi marazdır. Nakşolduğu gönüller hep sızılıdır. O, kimin gönlüne misafir olmuşsa, ona şifa vermiştir. Onsuz bulunacak sağlık yoktur.
İstanbul'dan Sivas'a gitmenin çok yolları olabilir. Bunlardan birisi, belki en kısası, bize hidayet gibi gelebilir. (Kısalık/kolaylık da bir hidayettir.) Ama Kur'an'la gelen hidayet böyle değildir. Kur'an'la gelen marifet ondan gayrı yolların çıkmaz olduğu yerde Sivas'ı gösterir bize. Kendisini hidayetin yanında şifa ile de anması böyle bir dersi içeriyor olabilir. Allahu'l-alem.
En nihayet bu bahiste şunu söyleyebilirim: Bu ayet-i kerime, bize, hidayetin şifayla ve hakikatin yarayla ilgisini anlatıyor. Benim, yaralar üzerinde bu kadar durmam ve yaralarıyla uğraşanların yazılarını methetmem de bu yüzden. Onlar kalplerine dokunan bir işle meşgul oluyorlar. Kur'an'ı muhatabıymış gibi okuyabilmenin sırrı da bu. Sızıların azalıyorsa onu okuyorsun demektir. Kur'an'ın gırtlaktan aşağıya indiğinin delili budur. Hidayetin sana misafir olduğunu şifasından anlarsın. Rahatlarsın. Ferahlarsın. Göğsün genişler. Bu bilgi "Filancalar öyle söylüyor..." bilgisi değildir. Hidayet böyle birşey değildir. Yaranın farkındaysan sesini işitirsin. Yoksa kulaklarına bir ağırlık iner.
14 Aralık 2016 Çarşamba
Allah bağımlılık yapar mı?
Sırf birşeyler yazmak için yazmak mümkün mü? (Nasıl sorarsın? İşte yapıyorsun ya!) Galiba bu kalem işi bende biraz bağımlılık halini aldı. Müsekkin alır gibi yazıyor ve okuyorum. Okudukça ve yazdıkça sakinleşiyorum. Bir tür kitap/kalem terapi. Her gün bir miktar onlarla ilgilenmek, bana, 'bir işe yaramışım' gibi hissettiriyor. Asıl bağımlılığım o demek ki. Bir işe yaramaya mecbur yaratılmışım. Mecbur da denmemeli belki buna. Birşey olmaya muhtaç yaratılmışım. Lezzet de alıyorum çünkü. Kendisinden ibaret kalmaması gereken. Başkasına/ötesine işaret etmek üzere yaratılan. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, harf olarak yaratılan. Mana-i harfî... Kendi başına anlamsız. Bir kelime bulmalı.
Hiç sağa sola bakmaya gerek yok. O arızalı benim. Benden fazlasına işaret ederek son bulmamışsa günüm, gecesinde, boğulur gibi hissediyorum. İçine kaynayacağı ve onunla kendinden ötesi olacağı kelime bulamamış, cümle kuramamış harfim sıkılıyor. Bir yerlerden kendimi atasım geliyor. Mekanlara sığamıyorum. Duvarlara kızıyorum. "Bir su bulsam da elbiselerimle birlikte içine atlasam!" diyorum. İşte, o yüzden size, Allah'tan bahsetmeye ihtiyacım var. Çünkü Allah'tan bahsetmekle kendim olmaktan veya kendimden ibaret kalmaktan kurtulacağım. Allah, güzel isimlerini fikrimize lütfetmekle, bizi, kendimizde boğulmaktan kurtarmıştır. Talim-i esma Âdem'in (a.s.) kurtuluşudur. Ondan haberdar olmak, daha ilk farkındalık anından itibaren, hayat kurtaran bir nimettir. Bir cansimididir. Bir tutunacaktır. Kur'an'daki ifadesiyle sapasağlam bir kulptur. Kopmaz bir halattır. Cinnetin eşiğinden keskince bir dönüştür.
Allah bilmekle bitmeyecek olandır. Ona dair marifetin sonu yoktur. Ve biz bu sayede sınırlarla dolu dünyamızın kenarından düşmeyiz. Ayakları dünyaya basan, ama aklı ve kalbi dünyaya sığmayan insan, ancak böyle bir 'gayba' iman etmekle ferah bulabilir. Gayba imanın insanda yaptığı ilk etki özgürlüktür. Siz hürriyeti 'istediğini yapmakla' veya 'istemediğini yapmamakla' ölçebilirsiniz. Ben böyle yapmam. Eylemelerime değil bilişlerime yüklenirim. Esaretimi 'kendimden ibaret kalmakla' veya 'dünyadan ibaret kalmamakla' ölçerim.
Eğer herşey yaşadıklarımdan ibaretse, yaşamakla geçen zamanın, hür veya esir, hiçbir anlamı yoktur. Nihayetinde ölüm gelir ve hepimizi yokluğun esiri eder. Kendince hür olan ve kendince esir olan yoklukta eşitlenir. Ancak Allah varsa, ki vardır, o zaman kavram olarak 'hürriyet'in ele alınır bir tarafı olabilir. Çünkü Allah'ın varlığını bilmekle gayba iman edilmiş olur. Gayb, bize, bu dünyanın beş duyu organımızla algıladığımızdan ibaret olmadığını söyler. Demek ötesi de vardır. Buradan sonsuzluğa bir kapı açılır. Sonsuzluğun olduğu yerde yaşanır ancak hakiki hürriyet. Dünyamıza sonsuzluğun teşrifi ancak Allah'ın marifeti ile olur. Sonsuz olan birşeye iman ettiğimizde gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilecek bir alana sahip oluruz.
Onu bilişinin ve Onu bilmemizin sonu yoktur. İşte özgürüz. Onun ihsanının ve bizim muhtaçlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Onun yaratış kudretinin ve bizim yaratılışa açlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Özgürlük atı, kibirde değil, ancak sonsuz esmaü'l-hüsnanın dilenciliğinde kendisini hür hisseder. Münacaat-ı Veysel Karanî'nin (r.a.) okudukça ruha genişlik veren sırrı da budur belki. Bediüzzaman'ın tercüme edişiyle nakledeyim: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin. (...) Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar."
İnsan, Allah'ı bilmekle ne elde eder? Bana öyle geliyor ki; işte, evvelce bunu elde eder. Biz Allah'a dair konuştuğumuz her anda bu farkındalıkla rahatlarız. Çünkü sonsuzluktan haberdar yaratılmış içimizdeki şeyler, haberdar oldukları, ancak vuslatına eremedikleri sonsuzluğun esintisine şu marifet ile ererler. Gaybın farkındalığında koşmak üzerine yaratılmış ruhumuz, dünya ahırından, madde ağılından memnun değildir. Önüne ne koysanız huysuzlanır. Tatmin olmaz ve sıkılır. Coşmak ister. Taşmak ister. Gayba iman etmediği sürece o alan açılmaz önünde. Acizdir. Fakirdir. Allah'a iman ettikten sonra dağlarını tanır. Ayaklarının sekerek bitiremeyeceği vadileri görür. Gözü doymadan gönlü doyar. Öyle ya, insan, ancak sonsuzluğun varlığını bilmekle tok olur. Belki bu yüzden Kur'an-ı Hakîm darlanmış ruhumuza şifa şifa fısıldar: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur..." Yazmakta ve okumakta beni rahatladan da bu galiba. At sakinleşiyor. Dünya dünyadan ibaret değil. Şükür ki, ben de kendimden...
Allah bilmekle bitmeyecek olandır. Ona dair marifetin sonu yoktur. Ve biz bu sayede sınırlarla dolu dünyamızın kenarından düşmeyiz. Ayakları dünyaya basan, ama aklı ve kalbi dünyaya sığmayan insan, ancak böyle bir 'gayba' iman etmekle ferah bulabilir. Gayba imanın insanda yaptığı ilk etki özgürlüktür. Siz hürriyeti 'istediğini yapmakla' veya 'istemediğini yapmamakla' ölçebilirsiniz. Ben böyle yapmam. Eylemelerime değil bilişlerime yüklenirim. Esaretimi 'kendimden ibaret kalmakla' veya 'dünyadan ibaret kalmamakla' ölçerim.
Eğer herşey yaşadıklarımdan ibaretse, yaşamakla geçen zamanın, hür veya esir, hiçbir anlamı yoktur. Nihayetinde ölüm gelir ve hepimizi yokluğun esiri eder. Kendince hür olan ve kendince esir olan yoklukta eşitlenir. Ancak Allah varsa, ki vardır, o zaman kavram olarak 'hürriyet'in ele alınır bir tarafı olabilir. Çünkü Allah'ın varlığını bilmekle gayba iman edilmiş olur. Gayb, bize, bu dünyanın beş duyu organımızla algıladığımızdan ibaret olmadığını söyler. Demek ötesi de vardır. Buradan sonsuzluğa bir kapı açılır. Sonsuzluğun olduğu yerde yaşanır ancak hakiki hürriyet. Dünyamıza sonsuzluğun teşrifi ancak Allah'ın marifeti ile olur. Sonsuz olan birşeye iman ettiğimizde gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilecek bir alana sahip oluruz.
Onu bilişinin ve Onu bilmemizin sonu yoktur. İşte özgürüz. Onun ihsanının ve bizim muhtaçlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Onun yaratış kudretinin ve bizim yaratılışa açlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Özgürlük atı, kibirde değil, ancak sonsuz esmaü'l-hüsnanın dilenciliğinde kendisini hür hisseder. Münacaat-ı Veysel Karanî'nin (r.a.) okudukça ruha genişlik veren sırrı da budur belki. Bediüzzaman'ın tercüme edişiyle nakledeyim: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin. (...) Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar."
İnsan, Allah'ı bilmekle ne elde eder? Bana öyle geliyor ki; işte, evvelce bunu elde eder. Biz Allah'a dair konuştuğumuz her anda bu farkındalıkla rahatlarız. Çünkü sonsuzluktan haberdar yaratılmış içimizdeki şeyler, haberdar oldukları, ancak vuslatına eremedikleri sonsuzluğun esintisine şu marifet ile ererler. Gaybın farkındalığında koşmak üzerine yaratılmış ruhumuz, dünya ahırından, madde ağılından memnun değildir. Önüne ne koysanız huysuzlanır. Tatmin olmaz ve sıkılır. Coşmak ister. Taşmak ister. Gayba iman etmediği sürece o alan açılmaz önünde. Acizdir. Fakirdir. Allah'a iman ettikten sonra dağlarını tanır. Ayaklarının sekerek bitiremeyeceği vadileri görür. Gözü doymadan gönlü doyar. Öyle ya, insan, ancak sonsuzluğun varlığını bilmekle tok olur. Belki bu yüzden Kur'an-ı Hakîm darlanmış ruhumuza şifa şifa fısıldar: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur..." Yazmakta ve okumakta beni rahatladan da bu galiba. At sakinleşiyor. Dünya dünyadan ibaret değil. Şükür ki, ben de kendimden...
23 Nisan 2016 Cumartesi
Kaçması varmaktan tatlıdır
"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.
Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.
Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.
Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.
Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.
Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.
Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.
Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya...
Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.
Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.
Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.
Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.
Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.
Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.
Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya...
5 Mart 2015 Perşembe
Aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit
"(...) ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma..." Âl-i İmran, 188.
Yazarı, okurunu aradan çıkardıkça, metinleri okumak güçleşiyor. Yahut da tam tersi: Yazar, okurunun gözüne girmeye çalıştıkça, metinle arası açılıyor. İki türlüsünü de gördüm. Okuru büsbütün unutmak iyi birşey değil, bu belli. Çünkü kendinle yetinmek de bir tuzaktır, İblisin düştüğü. Erke dönergeci değildir hilkatimiz. Bu bir kayboluş ki, kurtaracak bir diğeri de kalmıyor. Belki de bu yüzden Allah yüzümüzü 'ötekimize' dönük yaratmış. Dışımızda bir kıyas/beğeni arayışıdır şu. Tutanacak birşey. Kendilik zindanında boğulmamanın yolu. Gülmek için gülümseyen yüzler görmeye muhtacız. Nihayetinde okunmak istemeyen neden yazsın? 'Bilinmek isteyen gizli hazinenin' tecellisi hepsi...
Okunmak istiyorsan, okurunu kendinden daha aşağıda düşüneceksin. Aşağılık değil, aşağı. Onu sırtında taşıyacaksın bir nevi. Kendin ot yesen de ona süt vereceksin. Kur’an'da, Cenab-ı Hakkın insanın fehmine ve lisanına tenezzül etmesi, beşerin cümleleriyle (ama elbette yine beşerden öte) konuşması gibi. Bu bir rahmet tecellisi olduğu kadar da bir ders. el-Hadî olan Allah'ın kullar içinde bu bayrağa talip olanlara verdiği bir nasihat. Sen de okurunun dimağını tahmin edip ona göre konuşacaksın, yazacaksın. Hidayet, fildişi kulelerden aşağılara bağırmakla olmaz. Onların lisanına ve fehmine karışmakla olur. Peygamberlerin Kur'an'da zikredilen bir özelliğidir. "Size 'içinizden' öyle bir peygamber geldi ki..."
Fakat bu faydacılık bir noktadan sonra ayağına taş koymaya da başlıyor. Bu sefer de hayaline yetişmiyor metinlerin. Yine bir tereddüt sarıyor bedenini. O vakit şöyle bir ölçü olmalı belki yazdıklarında: Okurunun gözüne girmeye çalıştığın yerler de olsun, okurundan ötesiyle konuştuğun zamanlar da. Bütün muhataplarını bir anda bitirenlerden olma. Geniş bakanlardan ol. Belki bu, sorunumuza bir kurtuluştur. Bir nevi müteşabihat dersi. Herkesin anlayacağı yerler ve ancak ehlinin anlayacağı şeyler...
Nasihat alırken ‘veren el’ olarak insanları değil, kitapları tercih ederim. İnsanlar; güzel sözlerin nakli sırasında da, o sözlerin temsilini yaparken de sorunlu varlıklardır. (İlla takva veya ismet ile korunmuş olsun.) Güzel bir söz, sırf söyleyenin söyleme biçiminden dolayı kötü bir hale gelebilir. Buna benzer bir şekilde; kem bir söz de; söyleyenin, söylerken takındığı tavır nedeniyle hakettiğinden fazla tesirli olabilir. Öyleyse sözün hakkını vermek için aradan insanları bir miktar çıkarmak gerek. Hakikatin ‘hakikat’ olduğu için kabulu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Veren elin alan elden üstünlüğü kabul edildikçe sadakayı almak kolaylaşır. İnsan üstü gördüğünün ihsanından alınmaz, alır. Aşağısında varsaydıkları altın da getirse, izzetine yediremez, mesafe koyar.
Hatta daha fazlası var: Yazarı bile unutmak gerekiyor bazen metinlerini okurken. Yahut ötesine geçmek gerekiyor. Onu bir nakilci gibi görmek, onun ardında el-Hadî olanın kokusunu duymak gerekiyor. (Makam-ı reşha bu.) Önemli olan söylenen sözün kıymetiymiş ve söz kıymetini hakikatinden, hakikat kıymetine Cenab-ı Hakk'tan alırmış gibi düşünmek gerekiyor. Elbette sözün kıymetini etkileyecek söyleyenler var. Ama bunların sayısı az. Çok azdır söylediğinin veya yazdığının ağırlığını değiştirebilecek kadar güçlü bir isim/irade taşıyan. Çoğu tam tersi bir etki yapıyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Neden onları merak edelim? Sözdeki hakikat kavranmadığında belki onlara da bakılmalı. Benim düşüncemse şöyle: Eğer damarına dokunmayacak bir nasihat ve tam haklı/hakverdiğin bir söz işitmek istiyorsan, okuyacaksın. Çünkü hayatları kelamlarını yalanlamayan mübarekler, 'güzel atlara binip' gittiler. Şimdi aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit nal izleriyiz biz.
Yazarı, okurunu aradan çıkardıkça, metinleri okumak güçleşiyor. Yahut da tam tersi: Yazar, okurunun gözüne girmeye çalıştıkça, metinle arası açılıyor. İki türlüsünü de gördüm. Okuru büsbütün unutmak iyi birşey değil, bu belli. Çünkü kendinle yetinmek de bir tuzaktır, İblisin düştüğü. Erke dönergeci değildir hilkatimiz. Bu bir kayboluş ki, kurtaracak bir diğeri de kalmıyor. Belki de bu yüzden Allah yüzümüzü 'ötekimize' dönük yaratmış. Dışımızda bir kıyas/beğeni arayışıdır şu. Tutanacak birşey. Kendilik zindanında boğulmamanın yolu. Gülmek için gülümseyen yüzler görmeye muhtacız. Nihayetinde okunmak istemeyen neden yazsın? 'Bilinmek isteyen gizli hazinenin' tecellisi hepsi...
"Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir."
Okunmak istiyorsan, okurunu kendinden daha aşağıda düşüneceksin. Aşağılık değil, aşağı. Onu sırtında taşıyacaksın bir nevi. Kendin ot yesen de ona süt vereceksin. Kur’an'da, Cenab-ı Hakkın insanın fehmine ve lisanına tenezzül etmesi, beşerin cümleleriyle (ama elbette yine beşerden öte) konuşması gibi. Bu bir rahmet tecellisi olduğu kadar da bir ders. el-Hadî olan Allah'ın kullar içinde bu bayrağa talip olanlara verdiği bir nasihat. Sen de okurunun dimağını tahmin edip ona göre konuşacaksın, yazacaksın. Hidayet, fildişi kulelerden aşağılara bağırmakla olmaz. Onların lisanına ve fehmine karışmakla olur. Peygamberlerin Kur'an'da zikredilen bir özelliğidir. "Size 'içinizden' öyle bir peygamber geldi ki..."
Fakat bu faydacılık bir noktadan sonra ayağına taş koymaya da başlıyor. Bu sefer de hayaline yetişmiyor metinlerin. Yine bir tereddüt sarıyor bedenini. O vakit şöyle bir ölçü olmalı belki yazdıklarında: Okurunun gözüne girmeye çalıştığın yerler de olsun, okurundan ötesiyle konuştuğun zamanlar da. Bütün muhataplarını bir anda bitirenlerden olma. Geniş bakanlardan ol. Belki bu, sorunumuza bir kurtuluştur. Bir nevi müteşabihat dersi. Herkesin anlayacağı yerler ve ancak ehlinin anlayacağı şeyler...
Nasihat alırken ‘veren el’ olarak insanları değil, kitapları tercih ederim. İnsanlar; güzel sözlerin nakli sırasında da, o sözlerin temsilini yaparken de sorunlu varlıklardır. (İlla takva veya ismet ile korunmuş olsun.) Güzel bir söz, sırf söyleyenin söyleme biçiminden dolayı kötü bir hale gelebilir. Buna benzer bir şekilde; kem bir söz de; söyleyenin, söylerken takındığı tavır nedeniyle hakettiğinden fazla tesirli olabilir. Öyleyse sözün hakkını vermek için aradan insanları bir miktar çıkarmak gerek. Hakikatin ‘hakikat’ olduğu için kabulu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Veren elin alan elden üstünlüğü kabul edildikçe sadakayı almak kolaylaşır. İnsan üstü gördüğünün ihsanından alınmaz, alır. Aşağısında varsaydıkları altın da getirse, izzetine yediremez, mesafe koyar.
"Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. "
Hatta daha fazlası var: Yazarı bile unutmak gerekiyor bazen metinlerini okurken. Yahut ötesine geçmek gerekiyor. Onu bir nakilci gibi görmek, onun ardında el-Hadî olanın kokusunu duymak gerekiyor. (Makam-ı reşha bu.) Önemli olan söylenen sözün kıymetiymiş ve söz kıymetini hakikatinden, hakikat kıymetine Cenab-ı Hakk'tan alırmış gibi düşünmek gerekiyor. Elbette sözün kıymetini etkileyecek söyleyenler var. Ama bunların sayısı az. Çok azdır söylediğinin veya yazdığının ağırlığını değiştirebilecek kadar güçlü bir isim/irade taşıyan. Çoğu tam tersi bir etki yapıyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Neden onları merak edelim? Sözdeki hakikat kavranmadığında belki onlara da bakılmalı. Benim düşüncemse şöyle: Eğer damarına dokunmayacak bir nasihat ve tam haklı/hakverdiğin bir söz işitmek istiyorsan, okuyacaksın. Çünkü hayatları kelamlarını yalanlamayan mübarekler, 'güzel atlara binip' gittiler. Şimdi aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit nal izleriyiz biz.
10 Şubat 2015 Salı
Yabancımız cennetimizdir
“Onların işleri aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.” Şûra sûresi, 38.
Okumayı seviyorum. Bir saniye. Düzeltmeliyim: Okumaya muhtacım. Özellikle başkam olanları. Bana bir başkalık katanları. Zenginleştirenleri. “Her okuduğum böyledir!” diyemiyorum ama elimden gelse öyle yapardım arkadaşım. Ne de olsa başkamız olana danışılır ancak. Farklımızdır bize sigaya çekilme imkânı veren. Aynıların meclisinde fikre saykal vurulmaz. Öyle deme lütfen. En kötüsü bile bir sinek vızıltısı oluyor. Kimseyi duymak istemediğim o sağır odaya bir ses katıyor. Başımın Nemrutluğunu alıyor yani. Firavunluğumu kırıyor bir nevi. Çünkü onlar başka. Ve düşünmediğim şeyler söylüyorlar. Duvarlarımın kibrinden kurtarıyorlar. Kendilerine verilen rızıktan avucuma infak ediyorlar. Öyle ya. İstişare de açlığım değil mi?
Anlıyorum: Bu dünyadaki tek ses benimki değil. Tuttuğum parça bütünün kendisi değil. Okudukça danışıyorum. Katılmam da şart değil. Hakvermemek bile birşeyler öğretiyor. Karşı çıkmak cevabı geliştiriyor. Durduğum yeri bozmadan hizama bakıyorum. Halim tıpkı Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da dediğine benziyor: “Okumak bana uygun tek dış etkiydi.” Böylece etkileniyorum. Hem etkiliyorum da.
Çünkü insan böyledir. İçindeki ışığın rengini derisi gizleyemez: “Eğer nur-u iman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mü’min şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım...’ gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.”
Düşümde bile duymadığım şeyler. Aklıma kalsam aramayacağım şeyler. Kalb-i beşerime hutûr etmemiş şeyler. Her insan diğerinin cenneti gibi arkadaşım. Evet. Böyle düşünüyorum. Yabancımız dağarcığımıza bağışladıklarıyla da cennetimizdir. Hem nasıl ki cennet dünyadan ötesidir. Okumak da ötekine öyle bir yolculuktur.
Okudukça uyanıyorum: Âlem kafamın içinden ibaret değil. Sesler var daha kulaklarıma değmemiş. Sözler var benden dile gelmemiş. Öyle gözler var ki tahayyülümün ötesini seyretmiş. Nasıl? Ama? Fakat? Subhanallah! Biricikliğimden edildikçe galaksiler kazanıyorum. İşte, kibrimin karnına yumruk, Nemrutluğumun beynine sinek, başımda gümbürdeyen tokmak. Firavunluğumun üzerine kapanan deniz. Ey deniz, beni boğdukça cesedime necat veren deniz, Firavun olarak öldürüp ibret olarak yaşatan deniz. Yere batıyor kafamdaki Karun hazinesi. Okudukça Rabbime ‘Rabbü’l-âlemin’ olarak daha geniş iman ediyorum. Uzayı gezsem bu kadar farklılık görmem belki de. Evet, doğru anladın arkadaşım, Rabbü’l-âlemini tefekkürün bir yolu da bence okumaktır. Çünkü okumak başka âlemlere yol bulmaktır.
Okumak dengedir. Başkalarıyla dengelenmektir. Eneyi nahnüye çevirmenin kapılarından birisidir. İşte bu yüzden ‘Rabbim’den ‘Rabbü’l-âlemin’e doğru lazım bir seyr u sülûk okumaktır. Başkalarını okudukça, yani öteni bildikçe, onlarda yansıyan Allah’ın marifetine yaklaşmış olursun. Başka isimlerin gölgesi altına da girersin. Çünkü sen aynalıkta yalnız değilsin. Bu bahçede papatyadan başka binler çiçek var.
‘Okur’ dediğin ister istemez bir empati canavarıdır. Her okuduğumuz da bir yönüyle büründüğümüzdür. Evet. Kitaplar sayısınca insanlar tanıdık. Tanıdıklarımızın bazılarını okuduklarımız kadar bilmedik. Okumak farklı bir biliş. Bir içe giriş. Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar’da dediği şekilde belki: “Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için...”
“Bana öyle geliyor ki edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor. Eskilerin tecessüs dediği kötü meraktan değil, başka bir kadere dertlenmekten söz ediyorum, tıpkı dünyaya, doğaya meraklanmak gibi. Tekil olmak öyle bir yalnızlıktır ki, başka insanlara, onların hayatlarını biraz olsun düşleyerek yaklaşabiliriz ancak. Bunu yapamazsak birlikte olmak kalabalık bir yalnızlıktır sadece. Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır.”
Hepsi seni yetiştirir. Katılmadıkların itirazlarınla katıldıkların öğrendiklerinle. Hepsi âleminde bir boşluğu doldurur. Âlem sayısını çoğaltır âlemindeki. Güneş sayısını çoğaltır aynandaki. Çiçek sayısını arttırır bahçendeki. Başka başka insanlar olursun. Hikmetsiz hiçbir şeyin vücuda gelmediği âlemde hangi metin boşuna yazılmış olabilir? İblis bile hikmetinin peşinde koşuyor. Bazen okuduğum kitapların Allah tarafından gönderilmiş mektuplar olabileceğini düşünürüm. Tıpkı kainat kitabının parçaları gibi. Hayatım gibi. Yaşamak gibi. Ancak elbette dersin kemali niyet ile nazarın kemalinde.
Kainatta tesadüf yok. Yalnız sırrını kuşatamadığımız hikmetler var. Bu kuşatamamışlığa ‘tesadüf’ diyoruz. O kitap, neden şimdi, neden bugünde elime geçti? Bu yüzü neden şimdi gördüm? Bu sözü neden şimdi işittim? Mustafa Kutlu’nun bir öyküsünden esinlenerek yazdığın (karakterlerinden birisi de ‘mendil satan kör bir kız’ olan) hikayeden iki gün sonra nasıl oldu da hakikaten mendil satan kör bir kıza rastladın? Hem de hergün yürüdüğün üstgeçitte? Nasıl içinin tuhaf olduğunu hatırlıyor musun? Tesadüfü inkâr etmeden Allah’a layıkınca inanmak mümkün değil.
Demem o ki arkadaşım: Ne kadar tesadüf inkâr edersen Hakîm olan Rabbine o kadar yaklaşırsın. Öylesine sandıklarını “Niye böyle?” diye görmeye başlarsın. Zaten üzerine alınman için gönderilmiş olan ayetleri, inşaallah, sahiden üzerine alınarak incelemeye yönelirsin. İşte belki buna kitaplardan başlayabilirsin. Ne dersin? Yahu “Ey örtüsüne bürünen!” diye buyurduğunda Kur’an üzerine de alın biraz. Senin de saklanmaya çalıştığın endişelerin yok mu? “İkra!” denildiğinde zorlandığın şeyler. “Ben okuma bilmem!” dediğin şeyler. Dikkat olan mehirlerini ver onların. Belki okuduklarından öğrendiklerinle onların da üstlerindeki örtüyü kaldırırsın?
Okumayı seviyorum. Bir saniye. Düzeltmeliyim: Okumaya muhtacım. Özellikle başkam olanları. Bana bir başkalık katanları. Zenginleştirenleri. “Her okuduğum böyledir!” diyemiyorum ama elimden gelse öyle yapardım arkadaşım. Ne de olsa başkamız olana danışılır ancak. Farklımızdır bize sigaya çekilme imkânı veren. Aynıların meclisinde fikre saykal vurulmaz. Öyle deme lütfen. En kötüsü bile bir sinek vızıltısı oluyor. Kimseyi duymak istemediğim o sağır odaya bir ses katıyor. Başımın Nemrutluğunu alıyor yani. Firavunluğumu kırıyor bir nevi. Çünkü onlar başka. Ve düşünmediğim şeyler söylüyorlar. Duvarlarımın kibrinden kurtarıyorlar. Kendilerine verilen rızıktan avucuma infak ediyorlar. Öyle ya. İstişare de açlığım değil mi?
Anlıyorum: Bu dünyadaki tek ses benimki değil. Tuttuğum parça bütünün kendisi değil. Okudukça danışıyorum. Katılmam da şart değil. Hakvermemek bile birşeyler öğretiyor. Karşı çıkmak cevabı geliştiriyor. Durduğum yeri bozmadan hizama bakıyorum. Halim tıpkı Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da dediğine benziyor: “Okumak bana uygun tek dış etkiydi.” Böylece etkileniyorum. Hem etkiliyorum da.
Çünkü insan böyledir. İçindeki ışığın rengini derisi gizleyemez: “Eğer nur-u iman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mü’min şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım...’ gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.”
Düşümde bile duymadığım şeyler. Aklıma kalsam aramayacağım şeyler. Kalb-i beşerime hutûr etmemiş şeyler. Her insan diğerinin cenneti gibi arkadaşım. Evet. Böyle düşünüyorum. Yabancımız dağarcığımıza bağışladıklarıyla da cennetimizdir. Hem nasıl ki cennet dünyadan ötesidir. Okumak da ötekine öyle bir yolculuktur.
Okudukça uyanıyorum: Âlem kafamın içinden ibaret değil. Sesler var daha kulaklarıma değmemiş. Sözler var benden dile gelmemiş. Öyle gözler var ki tahayyülümün ötesini seyretmiş. Nasıl? Ama? Fakat? Subhanallah! Biricikliğimden edildikçe galaksiler kazanıyorum. İşte, kibrimin karnına yumruk, Nemrutluğumun beynine sinek, başımda gümbürdeyen tokmak. Firavunluğumun üzerine kapanan deniz. Ey deniz, beni boğdukça cesedime necat veren deniz, Firavun olarak öldürüp ibret olarak yaşatan deniz. Yere batıyor kafamdaki Karun hazinesi. Okudukça Rabbime ‘Rabbü’l-âlemin’ olarak daha geniş iman ediyorum. Uzayı gezsem bu kadar farklılık görmem belki de. Evet, doğru anladın arkadaşım, Rabbü’l-âlemini tefekkürün bir yolu da bence okumaktır. Çünkü okumak başka âlemlere yol bulmaktır.
Okumak dengedir. Başkalarıyla dengelenmektir. Eneyi nahnüye çevirmenin kapılarından birisidir. İşte bu yüzden ‘Rabbim’den ‘Rabbü’l-âlemin’e doğru lazım bir seyr u sülûk okumaktır. Başkalarını okudukça, yani öteni bildikçe, onlarda yansıyan Allah’ın marifetine yaklaşmış olursun. Başka isimlerin gölgesi altına da girersin. Çünkü sen aynalıkta yalnız değilsin. Bu bahçede papatyadan başka binler çiçek var.
‘Okur’ dediğin ister istemez bir empati canavarıdır. Her okuduğumuz da bir yönüyle büründüğümüzdür. Evet. Kitaplar sayısınca insanlar tanıdık. Tanıdıklarımızın bazılarını okuduklarımız kadar bilmedik. Okumak farklı bir biliş. Bir içe giriş. Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar’da dediği şekilde belki: “Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için...”
“Bana öyle geliyor ki edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor. Eskilerin tecessüs dediği kötü meraktan değil, başka bir kadere dertlenmekten söz ediyorum, tıpkı dünyaya, doğaya meraklanmak gibi. Tekil olmak öyle bir yalnızlıktır ki, başka insanlara, onların hayatlarını biraz olsun düşleyerek yaklaşabiliriz ancak. Bunu yapamazsak birlikte olmak kalabalık bir yalnızlıktır sadece. Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır.”
Hepsi seni yetiştirir. Katılmadıkların itirazlarınla katıldıkların öğrendiklerinle. Hepsi âleminde bir boşluğu doldurur. Âlem sayısını çoğaltır âlemindeki. Güneş sayısını çoğaltır aynandaki. Çiçek sayısını arttırır bahçendeki. Başka başka insanlar olursun. Hikmetsiz hiçbir şeyin vücuda gelmediği âlemde hangi metin boşuna yazılmış olabilir? İblis bile hikmetinin peşinde koşuyor. Bazen okuduğum kitapların Allah tarafından gönderilmiş mektuplar olabileceğini düşünürüm. Tıpkı kainat kitabının parçaları gibi. Hayatım gibi. Yaşamak gibi. Ancak elbette dersin kemali niyet ile nazarın kemalinde.
Kainatta tesadüf yok. Yalnız sırrını kuşatamadığımız hikmetler var. Bu kuşatamamışlığa ‘tesadüf’ diyoruz. O kitap, neden şimdi, neden bugünde elime geçti? Bu yüzü neden şimdi gördüm? Bu sözü neden şimdi işittim? Mustafa Kutlu’nun bir öyküsünden esinlenerek yazdığın (karakterlerinden birisi de ‘mendil satan kör bir kız’ olan) hikayeden iki gün sonra nasıl oldu da hakikaten mendil satan kör bir kıza rastladın? Hem de hergün yürüdüğün üstgeçitte? Nasıl içinin tuhaf olduğunu hatırlıyor musun? Tesadüfü inkâr etmeden Allah’a layıkınca inanmak mümkün değil.
Demem o ki arkadaşım: Ne kadar tesadüf inkâr edersen Hakîm olan Rabbine o kadar yaklaşırsın. Öylesine sandıklarını “Niye böyle?” diye görmeye başlarsın. Zaten üzerine alınman için gönderilmiş olan ayetleri, inşaallah, sahiden üzerine alınarak incelemeye yönelirsin. İşte belki buna kitaplardan başlayabilirsin. Ne dersin? Yahu “Ey örtüsüne bürünen!” diye buyurduğunda Kur’an üzerine de alın biraz. Senin de saklanmaya çalıştığın endişelerin yok mu? “İkra!” denildiğinde zorlandığın şeyler. “Ben okuma bilmem!” dediğin şeyler. Dikkat olan mehirlerini ver onların. Belki okuduklarından öğrendiklerinle onların da üstlerindeki örtüyü kaldırırsın?
15 Ekim 2014 Çarşamba
Kendi denizlerinin dalgıcısın
Gabor Mate, Vücudunuz Hayır Diyorsa kitabında diyor ki: "Sanatsal ifade, duyguları etraflıca ele almanın bir yolu değil, sadece duyguları dışavurma biçimidir." Buna yazmak noktasında bir itirazım var. Eğer yazmayı da sanatsal ifadenin bir çeşidi sayacaksak (ki saymalıyız) o zaman bu genellemeci cümlenin dışına seyahat etmemiz gerekir. Çünkü ben biliyorum ki; yazmak yalnız teşhis edilmek değil, bir nevi tedavi olmaktır. Sadece dışavurum anlamında değil. Dışavurulanın herkese açıklığı anlamında da geridönüş almak kaçınılmazdır.
Bu noktada onu resimden veya müzikten ayırıyorum. Resimde veya müzikte dışavurulanın kapalılığı yahut da keskin bir okuma isteyişi, onu yazı kadar açık kılmıyor. Bizi cümlelerimizden yakalamak daha kolay. Ve Allah da bize vahyini cümlelerle yolluyor. Geri kalan bütün sanatsal yapıtlarını bu cümlelerin eşliğinde okuyor ve görüyoruz. Yine ayet-i kerimenin ifadesiyle 'pekçoğunun yanından tesbihini anlamadan' geçiyoruz. Ama vahyin açıklığı, onu farkedenlerin sayısını diğer ayetleri farkedenlerin sayısından daha yüksek/çok kılıyor.
İkinci olarak; insan, yazdığında kendinden öteye seyahat eder. Bir üçüncü kişi olarak yazılanı ve kendini seyretme imkanı kazanır. Bu noktada kendi kitaplarını tekrar tekrar okuyan müelliflerin, bazen okuduklarından tekrar tekrar birşeyler öğrendikleri olur. Bir kitabın bizim içimizde dokunduğu teller kadar, yazar içinde de dokunduğu yerler vardır. Bediüzzaman'ın Mesnevi'sini anımsayalım. Orada, eserinin yazım hikayesini de okurlarına nakleden Bediüzzaman, bunun bir Eski Said'den Yeni Said'e dönüşme yolculuğu olduğunu söyler. Yani yazarken değişmiştir. Yazarken bambaşka birisi olmuştur. Yazdıkları en az dışındaki okurlar kadar, içindeki okuru/arayışçıyı sahil-i selamete çıkarmıştır.
Devanı içine saklıyor bazen Allah. Sen onu kaleminle dışarı çıkarıyor ve rahatlıyorsun. Kendi denizlerinin dalgıcısın. Nefesini bir sayfacık olsun tut. Kalemini kalbine batır.
Yalnız Bediüzzaman değil, böyle pekçok yazar var kendi kalemini üçüncü bir kişinin kalemi gibi gören ve onunla yetişen. Yazarken öğrenen. Allah ağaçlarda meyve yarattığı gibi insandan da kalemle bir mahsul alıyor. Kimisininki acı, kimisininki tatlı. Ama insan da hasat ediliyor.
Aynada bedenini izler, beyaz sayfalarda ruhunu. Teşhis önce 'görmeye' bağlı birşey değil mi? Kendimizi ve zaaflarımızı görmenin yoludur bir nevi, yazmak. Allah'ın 'kalemle yazmayı öğreten' oluşu, Kur'an'da hikmetsizce altı çizilen birşey değil. Resim yapmayı öğreten de o, müzik yapmayı öğreten de. Fakat dikkat et: Yazının altını daha kalın çiziyor. Vurgu, azı çoğa galip kılma sanatıdır. Allah birşeyi, başka şeyleri anmadığı halde, anıyorsa, sen galiben ona muhtaçsındır. Tıpkı 114 kez Rahman ve Rahim oluşunu anması gibi. Biraz da bu yüzden çocuklarınıza yazmayı sevdirin bence. Sırf dersler için değil. Ve yazdıklarını okumaktan sıkılmayın. O bile farketmez bazı şeyleri kendi hakkında, siz bu sayede farkedersiniz.
Bu noktada onu resimden veya müzikten ayırıyorum. Resimde veya müzikte dışavurulanın kapalılığı yahut da keskin bir okuma isteyişi, onu yazı kadar açık kılmıyor. Bizi cümlelerimizden yakalamak daha kolay. Ve Allah da bize vahyini cümlelerle yolluyor. Geri kalan bütün sanatsal yapıtlarını bu cümlelerin eşliğinde okuyor ve görüyoruz. Yine ayet-i kerimenin ifadesiyle 'pekçoğunun yanından tesbihini anlamadan' geçiyoruz. Ama vahyin açıklığı, onu farkedenlerin sayısını diğer ayetleri farkedenlerin sayısından daha yüksek/çok kılıyor.
İkinci olarak; insan, yazdığında kendinden öteye seyahat eder. Bir üçüncü kişi olarak yazılanı ve kendini seyretme imkanı kazanır. Bu noktada kendi kitaplarını tekrar tekrar okuyan müelliflerin, bazen okuduklarından tekrar tekrar birşeyler öğrendikleri olur. Bir kitabın bizim içimizde dokunduğu teller kadar, yazar içinde de dokunduğu yerler vardır. Bediüzzaman'ın Mesnevi'sini anımsayalım. Orada, eserinin yazım hikayesini de okurlarına nakleden Bediüzzaman, bunun bir Eski Said'den Yeni Said'e dönüşme yolculuğu olduğunu söyler. Yani yazarken değişmiştir. Yazarken bambaşka birisi olmuştur. Yazdıkları en az dışındaki okurlar kadar, içindeki okuru/arayışçıyı sahil-i selamete çıkarmıştır.
Devanı içine saklıyor bazen Allah. Sen onu kaleminle dışarı çıkarıyor ve rahatlıyorsun. Kendi denizlerinin dalgıcısın. Nefesini bir sayfacık olsun tut. Kalemini kalbine batır.
Yalnız Bediüzzaman değil, böyle pekçok yazar var kendi kalemini üçüncü bir kişinin kalemi gibi gören ve onunla yetişen. Yazarken öğrenen. Allah ağaçlarda meyve yarattığı gibi insandan da kalemle bir mahsul alıyor. Kimisininki acı, kimisininki tatlı. Ama insan da hasat ediliyor.
Aynada bedenini izler, beyaz sayfalarda ruhunu. Teşhis önce 'görmeye' bağlı birşey değil mi? Kendimizi ve zaaflarımızı görmenin yoludur bir nevi, yazmak. Allah'ın 'kalemle yazmayı öğreten' oluşu, Kur'an'da hikmetsizce altı çizilen birşey değil. Resim yapmayı öğreten de o, müzik yapmayı öğreten de. Fakat dikkat et: Yazının altını daha kalın çiziyor. Vurgu, azı çoğa galip kılma sanatıdır. Allah birşeyi, başka şeyleri anmadığı halde, anıyorsa, sen galiben ona muhtaçsındır. Tıpkı 114 kez Rahman ve Rahim oluşunu anması gibi. Biraz da bu yüzden çocuklarınıza yazmayı sevdirin bence. Sırf dersler için değil. Ve yazdıklarını okumaktan sıkılmayın. O bile farketmez bazı şeyleri kendi hakkında, siz bu sayede farkedersiniz.
12 Eylül 2013 Perşembe
Neden dinlemek değil de okumak?
Yer Altından Notlar, Dostoyevski’yi edebiyat dünyasına tanıtan eseri. Suç ve Ceza gibi ona asıl şöhretini kazandıran metinleri yazmadan önce, onların “Geliyorum!” sinyalini veren romanı. Bu roman, küçük hacmiyle birlikte, içerisinde insana/fıtrata dair enteresan tesbitler barındırıyor. Benim için kitabı unutulmaz yapansa, kendime dair bir hissin kelimelerle en güzel tarifini bulduğum şu cümlesidir: “Okumak, bana uygun tek dış etkiydi.”
Okumanın bazı insanlar üzerindeki etkisi, hakikaten dinlemekten fazla. Aslında okumayı bu denli cazibedar kılan biraz da yazardan kopmuş ve kendi başına bir hakikati ifade eder hale gelmiş hali.
Metnin kendinde başlayan ve biten sorumluluk alanı, sizi, onu daha savunabilir, izah edebilir veya yanlışını gösterebilir hale getiriyor. Ama kişiler hep böyle değil. Kişilerin bütün hayatını kuşatamazsınız. Onların her an’ına şahit olmanız ve bu an’ların tamamını savunmanız mümkün değildir. (İlla ismetle korunuyor olmasın.) Bu yüzden kişiler yerine metinlerle etkileşime girmek, metinlerin rehberliğinde yürümek, talebelik açısından daha sağlıklı.
“Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur'ân'ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukût edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.”
Külliyata aşina olanlar bilirler; Risale-i Nur mesleği, sözden ziyade yazıya, sohbetten ziyade metinler üzerinden kurgulanmış bir ilişkiye dikkat çeker. Bediüzzaman’ın, kendisini ziyaret etmek isteyen talebelerine önerdiği, yine bu şekilde, metinler üzerinden bir ilişkidir. Mektupları içinde mükerrer, Risale-i Nur’dan birkaç sayfanın okunmasını, kendisiyle yapılmış sohbetlere tercih ettiğini belirtmesi, bu kanaatimize ayrıca destek veriyor. (Ama illa o okuma, gazete okuması gibi yüzeysel olmaya.)
Tekrar eden bu vurgu, Bediüzzaman’ın, oluşturmak istediği takipçi kitlesinin bir dinleyici değil, okuyucu kitlesi olduğunu da gösteriyor bizlere. Bu yüzden, kanaatimce, lahikalar içinde verdiği her nasihat, ideal bir nur talebesini tarif ettiği kadar, “İdeal bir okur nasıl olmalı?” sorusunun cevabını da veriyor. Risale metinleri bu gözle de tetkik edildiğinde alınacak çok güzel dersler var. Ben, bunlardan birkaçını, bugünlerde anlamaya çalıştığım Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda buldum sanırım. Özellikle şu paragrafta:
“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
Dikkat ederseniz, bu paragrafta Bediüzzaman Hazretleri; eserlerini yeni keşfetmiş bir okuruna, bir nüans öğretiyor ‘verimli ve müdakkik okur olma’ hususunda: “Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et...” diyor. Burada, bir taraftan hidayetin asıl adresinin vahy-i ilahî olduğunun altını çizmekle birlikte, ikinci bir taraftan da şu dersi veriyor: “Metinleri, yazarına bağlama. Yazılış amaçlarını ve neyi anlatmaya çalıştıklarını konsantre ol. Böylece metin sana asıl yüzünü ve tesirini gösterecektir.”
Bu metni her okuyuşumda farklı pencereler açılıyor zihnimde. Mesela şimdi de yazar, okur ve kitap ilişkisinde, yazarın yerine hakikatin geçtiği; hakikat, okur ve kitap üçlüsünün vurgulandığı bir düzlem düşünüyorum. Burada, belki, Risale metinlerini ve Bediüzzaman misal yazarları ele aldığımda örneklemem anlamlı gelmiyor. Ama tüm yazarlar böyle falsosuz yaşamış insanlar mıdır? Ve daha önemlisi; yazarın falsosu, anlattığı hakikati etkilemeli midir?
Şimdi, yukarıda anlattığım 'Bediüzzaman ve oluşturmaya çalıştığı okur sınıfı' penceresinden meseleyi ele aldığımda, onun öğretmek istediklerinden birisinin de sağlıklı bir okur olma anlamında yazarla metninin arasını açmak olduğunu düşünüyorum. Her kim okunursa okunsun, her kimin metnine bakılırsa bakılsın, müelliften ötede, hakikatin özüne bakılması, metnin mana-yı harfî haline gelmesi, mizana vurulması, altınsa alınması ve değilse atılması sanki burada da ders veriliyor. (Yığınla anonim bilginin her gün zihinlerimize aktığı bir dünyada, en çok muhtaç olunan bir meziyet bu.)
Kişilerin kutsiyeti üzerine inşa edilmiş kazıye-yi makbule tarzı derslerin vakti geçmiş, gidiyor. Bilgi kirliliği, genel kültür maskesi altında, her yerde. (Alanında otorite sayılanların/dayatılanların kırdığı potları okuyoruz her gün.) Öyleyse bunun yerine burhan-ı yakiniyi nasıl koyacak ve nasıl böyle metinleri tanıyacağız? Cevabı sanıyorum bu mektubun satırları arasında gizli: "Yazarını, metinden ayır. Sohbeti, söyleyenden ayır. İçinden yine bal akıyorsa, o burhandır. Yazarı gaybında kalsa da, hakikatle her zaman hazırane muhatap olabilirsin.”
Okumanın bazı insanlar üzerindeki etkisi, hakikaten dinlemekten fazla. Aslında okumayı bu denli cazibedar kılan biraz da yazardan kopmuş ve kendi başına bir hakikati ifade eder hale gelmiş hali.
Metnin kendinde başlayan ve biten sorumluluk alanı, sizi, onu daha savunabilir, izah edebilir veya yanlışını gösterebilir hale getiriyor. Ama kişiler hep böyle değil. Kişilerin bütün hayatını kuşatamazsınız. Onların her an’ına şahit olmanız ve bu an’ların tamamını savunmanız mümkün değildir. (İlla ismetle korunuyor olmasın.) Bu yüzden kişiler yerine metinlerle etkileşime girmek, metinlerin rehberliğinde yürümek, talebelik açısından daha sağlıklı.
“Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur'ân'ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukût edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.”
Külliyata aşina olanlar bilirler; Risale-i Nur mesleği, sözden ziyade yazıya, sohbetten ziyade metinler üzerinden kurgulanmış bir ilişkiye dikkat çeker. Bediüzzaman’ın, kendisini ziyaret etmek isteyen talebelerine önerdiği, yine bu şekilde, metinler üzerinden bir ilişkidir. Mektupları içinde mükerrer, Risale-i Nur’dan birkaç sayfanın okunmasını, kendisiyle yapılmış sohbetlere tercih ettiğini belirtmesi, bu kanaatimize ayrıca destek veriyor. (Ama illa o okuma, gazete okuması gibi yüzeysel olmaya.)
Tekrar eden bu vurgu, Bediüzzaman’ın, oluşturmak istediği takipçi kitlesinin bir dinleyici değil, okuyucu kitlesi olduğunu da gösteriyor bizlere. Bu yüzden, kanaatimce, lahikalar içinde verdiği her nasihat, ideal bir nur talebesini tarif ettiği kadar, “İdeal bir okur nasıl olmalı?” sorusunun cevabını da veriyor. Risale metinleri bu gözle de tetkik edildiğinde alınacak çok güzel dersler var. Ben, bunlardan birkaçını, bugünlerde anlamaya çalıştığım Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda buldum sanırım. Özellikle şu paragrafta:
“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
Dikkat ederseniz, bu paragrafta Bediüzzaman Hazretleri; eserlerini yeni keşfetmiş bir okuruna, bir nüans öğretiyor ‘verimli ve müdakkik okur olma’ hususunda: “Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et...” diyor. Burada, bir taraftan hidayetin asıl adresinin vahy-i ilahî olduğunun altını çizmekle birlikte, ikinci bir taraftan da şu dersi veriyor: “Metinleri, yazarına bağlama. Yazılış amaçlarını ve neyi anlatmaya çalıştıklarını konsantre ol. Böylece metin sana asıl yüzünü ve tesirini gösterecektir.”
Bu metni her okuyuşumda farklı pencereler açılıyor zihnimde. Mesela şimdi de yazar, okur ve kitap ilişkisinde, yazarın yerine hakikatin geçtiği; hakikat, okur ve kitap üçlüsünün vurgulandığı bir düzlem düşünüyorum. Burada, belki, Risale metinlerini ve Bediüzzaman misal yazarları ele aldığımda örneklemem anlamlı gelmiyor. Ama tüm yazarlar böyle falsosuz yaşamış insanlar mıdır? Ve daha önemlisi; yazarın falsosu, anlattığı hakikati etkilemeli midir?
Şimdi, yukarıda anlattığım 'Bediüzzaman ve oluşturmaya çalıştığı okur sınıfı' penceresinden meseleyi ele aldığımda, onun öğretmek istediklerinden birisinin de sağlıklı bir okur olma anlamında yazarla metninin arasını açmak olduğunu düşünüyorum. Her kim okunursa okunsun, her kimin metnine bakılırsa bakılsın, müelliften ötede, hakikatin özüne bakılması, metnin mana-yı harfî haline gelmesi, mizana vurulması, altınsa alınması ve değilse atılması sanki burada da ders veriliyor. (Yığınla anonim bilginin her gün zihinlerimize aktığı bir dünyada, en çok muhtaç olunan bir meziyet bu.)
Kişilerin kutsiyeti üzerine inşa edilmiş kazıye-yi makbule tarzı derslerin vakti geçmiş, gidiyor. Bilgi kirliliği, genel kültür maskesi altında, her yerde. (Alanında otorite sayılanların/dayatılanların kırdığı potları okuyoruz her gün.) Öyleyse bunun yerine burhan-ı yakiniyi nasıl koyacak ve nasıl böyle metinleri tanıyacağız? Cevabı sanıyorum bu mektubun satırları arasında gizli: "Yazarını, metinden ayır. Sohbeti, söyleyenden ayır. İçinden yine bal akıyorsa, o burhandır. Yazarı gaybında kalsa da, hakikatle her zaman hazırane muhatap olabilirsin.”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...