"Eğer hiç gurur sahibi olmasaydık başkalarının gururundan da şikayetçi olmazdık." La Rochefoucauld (Aktaran: İsmet Özel, Faydasız Randevu, s. 37)
Modern özgürlük bir sınır ihlalidir. Her hamlesi bir sınırsızlık iddiasıdır. Herşeye karşı özgür olmak isteyen hiçbirşeyle kayıtlanmadığını düşünür. Evet. Ahirzamanda hürriyeti fazlaca tartışmamızın 'artan kayıtsızlığımız'la ilgisi var. Makine çağının çocukları artık eskisi kadar mahluk olmadıklarını sanrılıyorlar. Allah'a karşı özgür olunabilir mi peki? Onlara göre olunabilir. Çünkü Rablığın sınırlandırıcılığı da ıskartaya çıkarıldı içlerinde. Hatırlayalım mı: Niçe "Tanrı öldü!" ifadesini nasıl devam ettirmişti? "Onu biz öldürdük." Demek kastettiği hakikati değil tasavvuruydu. Tasavvurun ölümüne bir inkârcık yeter.
Şimdi birtek kendileri var. Kendilerinin Rabbi kendileri. Herkes Rab olunca mahlukiyetten doğan kardeşlik hukuku bozuldu. Rakipleşildi. Hepsini yaratan hepsi adına hidayet göstermiyor. Hukuku onlar yazarlar. Cezaları onlar verirler. Kararlar onlardan sorulur. Seçimler onların işidir. Anlaşamazlarsa savaşırlar. Savaşamazlarsa anlaşırlar. Bu kadar söz sahibi olduktan sonra da artık vites düşürülmez. Gidilebildiği yere kadar gitmelidir hükümranlık. Eh, biliyorsun, dünya da imtihan yeridir. Bize bir "Başardık galiba ha!" dedirtecek mühlet bağışlanır. Boğuşanlardan herbiri dişini hasmının şahdamarına geçirmesine az kaldığıyla avunur. Öyledir: Firavunlar da atlarını tıpkı Musa aleyhisselam gibi denize sürerler. Kendileri için yol kalmadığını durunca anlarlar.
Ayetin verdiği haber halimizdir: Allah'ı unutanlara Allah da kendilerini unutturur. Mahluk olduklarını unuturlar onlar. 'Sadece insan' olduklarını hatırlamazlar. Hatalarını görmezden gelirler. İtiraf etmezler. Bu yüzden tedavileri de aynı yerden başlamalıdır. Nedir? Mahluk tekrar mahluk olmak için 'aczini' bilmelidir. İnsan tekrar insan olabilmek için 'fakrını' görmelidir. Yani derim ki arkadaşım: Ahirzamanda irşad 'insanı tekrar insan haline getirmeden' başlayamaz. İnsan tekrar insan olmadığı sürece rendeçlenemez. Çünkü: 1) Kayıt sahibi olmayan kusur sahibi olmaz. 2) Kayıt sahibi olmayan endişe sahibi olmaz. 3) Kayıt sahibi olmayan özgürlük iddiasından vazgeçmez. Halbuki biz İslam'la düpedüz bu tarz hürriyetten vazgeçmeyi tembihliyoruz. Kendini kartal sanan tavuğa "Uçurumdan atlama!" demek kolay mı?
Belki biraz da bu hikmetle, Bediüzzaman Hazretleri, eserleri içinde acz-fakr bilincine tekrar tekrar vurgu yapıyor. Bununla 'insan olan insana' sadece 'insan' olduğunu hatırlatıyor. Yarasını bilmeyen devasını bilmiyor çünkü. Hastalığını kabullenmeyene şifa sunulamıyor. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Marifetullaha, yani Allah'ı tanımamıza, dair her bilginin de insanda yaptığı böyle bir iş var. Marifetullah sadra şifadır. Niçin? Çünkü sonsuzun hakikatini öğrendikçe, insan, kayıtlarını da öğrenir. Olanı öğrenmekle olmadığını öğrenir. Sonsuzluğun aslı Allah gibi birşeyse ve Allah'ın sonsuzluğu böyle birşeyse, o halde, bendeki bu tarz iddialar düpedüz evcilik oyunudur. Düzelteyim: Rabcilik oyunudur. Hâşâ. Allah benim gibi birşey olamaz. Benim gibi birşeyden Allah çıkamaz. Ancak Allah 'Allah' olur. Allahlık ancak Allah'a yakışır. Sonsuzun tekilliği kabul edildikten, yani tevhide iman edildikten, sonra da geriye "Kimimiz/nice sınırlıdır?" sualini cevaplamak kalır.
Bu soruyu sorabilecek kıvama gelmemiş insanın irşadı güçtür. Kartallıktan vazgeçmemiş tavuk uçurumlardan sakınamaz. Ayağını gereğince dikkatli atamaz. Düşebileceğine ikna edilemez. İşte acz-fakr öğretisi bize 'düşebileceğimizi' hatırlatıyor. Düşüncemizi düşlerden kurtarıyor. Nasıl yapıyor bunu peki? Kendimizi Samediyet aynasında seyrettirerek. Allah olana herşeyin muhtaç olduğu, fakat Onun Allahlığı gereği hiçbirşeye muhtaç olmaması gerektiği gerçeğiyle bizi yüzleştiren Samediyet, karşısına devasa iddialarla gelenleri cüceleştirmekte, cüceliğinin bilinciyle gelenleri ise devasa umutlara sahip kılmaktadır. Hamdolsun. İnsan Allah olamıyorsa da Allah'tan umutlanabilir. Umut, yalnızca fakirin ekmeği değil, mesleğidir. Öyle ya: Sultan'ın karşısına güçsüzlükle-ihtiyaçlılıkla gelmeyen insan Ondan hangi bahşı umut eder? Hatta Sultan'ın 'sultan' olduğunu farkedebilir mi? Müstağninin Sultan'ı olur mu? Alâk sûresi istiğnanın bizi azgınlaştırdığını hatırlatıyor.
Kendimizden umudu kesmedikçe Allah'tan umut edemeyiz. Acz-fakr bilinci bize 'kendimizden umudu kesmemizi' emrediyor. Kesilen umudun kendisi değil, yönü, adresi. Boynu kesilen yüklendiğimiz sahte-haksız rububiyet. Yani 'rablık.' Evet. Rabbü'l-Âlemîn olamayanın Rab de olamayacağı, cümle sanrılarımızın 'âlemler' çapına yetişmeyeceği, açıktır. Yukarıdan aşağıya bu uyanış en küçük daireye kadar sürerse âdem kıvama erer. Yapamadıklarını göre göre ancak sahte rububiyetlerden soyunulur. Yaratılanları göre göreyse Rabbü'l-Âlemîn imanına uzanılır.
Arkadaşım çok uzattık. Asıl diyeceğimiz de geri bıraktık. Bir 'hülasa' ile olsun dokunalım: Neden hür olamıyoruz? Ahirzamanın her sınavda çıkan sorusu budur. Müslüman olduğumuzdan mı? Hayır. İslam özgürlüğü yasaklamıyor. Yasakladığı Allah gibi 'özgür' olmaya çabalamak. (Tırnak içinde anmamı uygunsuzluğunu bilmeme bağlayın.) Elhamdülillah. Allah'ın dilediğini eyleyeceğini Kur'an pekçok kereler haber veriyor. Zaten kudreti sonsuz. İradesi sonsuz. İlmi sonsuz. Samediyet sahibi. Mülk tamamen Onun. Tasarruf yetkisi Onda. Dilediğini eylemesine kayıt koyabilecek bir kuvvet yok ki. Hakkın hakkıdır bu durum. Peki sen böyle misin?
O halde senin arayacağın hürriyet ilaha yakışır bir hürriyet değil. Kendine yakışır bir hürriyet. Mahluka yakışır bir hürriyet. İnsana yakışır bir hürriyet. Onun özü de ihlastır. Sen ancak ibadetlerini Allah'ın rızasına münhasır kılmakla özgür olursun. Rızkını sadece Ondan beklemekle özgür olursun. Hukukunu şeriatında aramakla özgür olursun. Rabbin elverdiğince olur hürriyetin. Abdullahlıktan başkası olamaz. Olursa bela olur. Her yeni gün cefa olur. Fakat modern (me)deniyet öyle birşey ki herkesi birer ilahçık yapmış. Herkes ilahlığa yakışır bir özgürlüğün peşinde. Kavgaları yeri-göğü altüst ediyor. Savaşlar, yıkımlar, karmaşalar birbirini kovalıyor. Kur'an-ı Hakîm zaten haber vermişti: Allah'tan başka ilah olsaydı yerin-göğün düzeni kalmazdı demişti. Baksana sahtenin sahtesi putlar bile nelere sebep oluyor.
özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
17 Mart 2022 Perşembe
23 Mayıs 2019 Perşembe
Ümit Özat'ın içtihadı arzîdir.
Dün sosyalmedyadan paylaşırken hakkında yazmaya çok da niyetli değildim. Yani 'yazı kadar meşgul olmayı' gerekli görmüyordum. Fakat, sanki sözleşmişiz gibi, gecesinde gündem olan Ümit Özat'ın açıklamaları, hakkında birkaç şey karalamanın faydasına inandırdı beni. Neydi konu peki? İşte ona şöyle bir eşikten giriş yapalım: Bugünlerde George Orwell'ın Dali'den Karakurbağasına Bazı Düşünceler'ini okuyorum. Orwell'ın değişik dönemlerde, konularda ve yayınlar için yazdığı makale, deneme ve hatıralarından oluşuyor. Güzel bir kitap. Ufuk açıcı gözlemler-tenkidler içeriyor. Her neyse. Geneli hakkında konuşmayı terkedip hızla asıl konuya gelelim: Kitabın içinde Su Altında Ay başlıklı bir yazı da var. Bu yazıda Orwell mezkûr isimde ama varolmayan bir içkili mekana dair düşlerini kaleme alıyor. Daha doğrusu: "Londra'da nasıl bir pub olsa güzel olur?" önerilerini yazıyor. "Aman, tamam, bize ne canım bu mendebur işten?" diyebilirsiniz kârilerim. Sakın! Zurnanın zırt dediği yere geldik çünkü.
Yazının bir yerinde Orwell 'içkili mekanlara çocukların alınmamasını' eleştiriyor ve bu türden bir yasağın 'ailenin biraraya gelişini engellediğini' ifade ediyor. Gerekçesi ise şu: Bir mekana çocuklar alınmazsa çocuklu kadınlar da o mekana giremezler. O zaman mekan erkeklerin egemenliğine bırakılmış olur. Bu da aile birliğine zarar veren birşeydir. Kendisinin bu talebe işaret ettiği yerde söyledikleri ise şöyle: "Kurallara göre yalnızca bahçede bulunmalarına izin verilen çocuklar genelde pub'a sızıp bazen anne ve babalarının içeceklerini bile taşıyorlar. Bildiğim kadarıyla pub'a girmeleri kanunen yasak fakat böyle yasalar çiğnenmeyi hakediyor. Çünkü çocukları, dolayısıyla belli ölçüde de kadınları, dışlayan yasalar yüzünden ailelerin buluşması gereken yerler olan pub'lar içki satan sıradan dükkanlara dönüşüyor."
İşte bu metni okuyunca hissettiğim bir tuhaflık bana 'hakkında düşünülesi' geldi. Neydi peki o tuhaflık? Orwell'ın talebini bina ettiği zaruret durumunun benim açımdan öyle olmadığını ve dolayısıyla üzerine bina ettiği talebi de bir parça 'gülünesi' bulduğumu hissettim. Hatta, sadece ben de değil, herhangi bir müslümana böyle bir talep ifade edilse alacağı karşılık herhalde şuydu: "Yok mu lan ailenle gidecek başka mekan? Zıkkımlanmasan ne olur? Bir de çoluğunu-çocuğunu da götürmek istiyor rezil herif! Cık, cık, cık." Evet. Alıncak cevap aşağı-yukarı buydu. Çünkü bir müslümanın zaruret algısı elbette bir gayrimüsliminki ile bir değildi. Hele hele alkol gibi, bırakınız zaruretini, haramlığı sözkonusu olan bir meselede standart bir müslüman hak talebi falan tanımazdı. İçi kaldırmazdı. Tıpkı Bediüzzaman'da olduğu gibi:
"Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki: Zarurettir, bana helâldir."
Yani Orwell'ın, içki içmeyi zaruret, içerken aileyle birlikte zaman geçirebilmeyi ise bir hak olarak görmesinden kaynaklanan 'çocukların da içkili mekana girebilmesi' talebi bizim için baştan dansa yanlış ayakla başlamış bir hürriyet talebidir. Bir insanın böyle bir zaruret yaşadığına/yaşayacağına imanımız olmadığından üzerinden gelişen talebe de taraftarlığımız olmaz. Hatta, işte bana olduğu gibi, durumu bir parça 'gülünesi' bile bulabiliriz. Fakat ahirzamanda özgürlük (ve özellikle de liberal özgürlük) talepleri müslümanın kalp ve zihin dünyasını öyle karıştırmıştır ki, şu tarz bir talep bugün dillendirilse, buna taraftar çıkan müslümanlar olabilir. Bunu da özgürlükten sayabilirler. Neden? Çünkü zaruriyatlarını kendi özlerine göre değil elin sözlerine göre inşa etmişlerdir. Onlar için her ihtiyaç bir tür zarurettir.
Peki Ümit Özat'ın bu yazıyla ne ilgisi var? Özat dün bir maçtan sonra şöyle bir açıklama yaptı: "Pote'nin durumu ortada. 'Oruç tutma' dememize rağmen maalesef. Orucun telafisi var ama maçın telafisi yok. Kendisiyle birebir konuşacağım. Hiçbirşey ekmeğini yediğin yerden önemli değildir. Bizler müslümanız elhamdülillah. Sen burada yirmibin taraftara, maddi-manevi emek harcayan taraftara, takım arkadaşlarına, bizlere... Bir gün tutma arkadaş. Bu zor birşey değil ki. Bir şehrin kaderiyle oynamasına müsaade etmem. Biraz daha duyarlı olmak lazım. Bugün mağlup da olabilirdik. Kim der: Pote oruç, Ahmet oruç, Mehmet oruç."
İslam'da orucun-Ramazan'ın ehemmiyetine dair azıcık malumatı olan herkesin içini yakan şu sözlerin, Orwell üzerinden de dikkat çektiğimiz, 'paradigma kaymasıyla' ilgisi var bence. Özat takımının maç kazanmasının oruçtan daha önemli birşey olduğunu düşünüyor. Ekmeği asıl yediren, yani Rezzak-ı Hakiki olan Allah'ın da yalnızca bu rızka aracılık yapan, yani maaş veren futbol kulübünün önüne geçemeyeceğini sanrılıyor. Daha doğrusu: Kalbinde tuttuğu yanlış zaruriyat sıralaması nedeniyle bunun haklı bir talep olabileceğini düşünüyor.
Halbuki eğer bir küfür beldesine yaşamıyorsak, ki çok şükür yaşamıyoruz, burada zaruriyat talebinin yüzünü dönmesi gereken yer Pote değil TFF. Yani Türkiye Futbol Federasyonu. Hatta UEFA'nın bizzat kendisi. Cristmas'ı tanıyan ama Ramazan'a karşı körebe oynayan sisteme bir haklı talep iletmemiz gerekiyor kendi zaruriyatımız üzerinden. Halbuki, Bediüzzaman'ın da metninin devamında ifade ettiği gibi, bugünün keserleri hep bizden yontuyor:
"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."
Ancak, yukarıda da söylemeye çalıştığımız gibi, zihinlerimizde büyük bir tahriş var. Kalplerimiz kendi zaruriyatını savunabilecek gücü yitirmiş durumda. Genel olanın norm haline geldiği ve bu genelin de genelde Batı tarafından belirlendiği bir çağdayız. Dün rüyamızda görsek sabah beladan korunmak için sadaka dağıtacağımız kabusları normal karşılar olduk. Hatta arkalarında durur olduk. Bugün eşcinsellerin özgürlüğünü savunan dindar gençler var. Neden? Kendi imanına sahip değil çünkü. En azından zaruriyat algısı yerinden oynamış. Liberal taleplerin zaruriyattan sayılması yedinci bir iman hakikati olarak itikadına yerleşmiş. Dinin buna engel olması gerektiğini bırakmış 'müsaade etmemesinden' hesap sormaya başlamış. Ne diyelim? Cenab-ı Hak tekrar bize Ehl-i Sünnetin temelleri üzerinden yükselebilmeyi nasip eylesin. Yoksa kıyamet kopsun. Daha fazla rezillik çıkmasın.
Yazının bir yerinde Orwell 'içkili mekanlara çocukların alınmamasını' eleştiriyor ve bu türden bir yasağın 'ailenin biraraya gelişini engellediğini' ifade ediyor. Gerekçesi ise şu: Bir mekana çocuklar alınmazsa çocuklu kadınlar da o mekana giremezler. O zaman mekan erkeklerin egemenliğine bırakılmış olur. Bu da aile birliğine zarar veren birşeydir. Kendisinin bu talebe işaret ettiği yerde söyledikleri ise şöyle: "Kurallara göre yalnızca bahçede bulunmalarına izin verilen çocuklar genelde pub'a sızıp bazen anne ve babalarının içeceklerini bile taşıyorlar. Bildiğim kadarıyla pub'a girmeleri kanunen yasak fakat böyle yasalar çiğnenmeyi hakediyor. Çünkü çocukları, dolayısıyla belli ölçüde de kadınları, dışlayan yasalar yüzünden ailelerin buluşması gereken yerler olan pub'lar içki satan sıradan dükkanlara dönüşüyor."
İşte bu metni okuyunca hissettiğim bir tuhaflık bana 'hakkında düşünülesi' geldi. Neydi peki o tuhaflık? Orwell'ın talebini bina ettiği zaruret durumunun benim açımdan öyle olmadığını ve dolayısıyla üzerine bina ettiği talebi de bir parça 'gülünesi' bulduğumu hissettim. Hatta, sadece ben de değil, herhangi bir müslümana böyle bir talep ifade edilse alacağı karşılık herhalde şuydu: "Yok mu lan ailenle gidecek başka mekan? Zıkkımlanmasan ne olur? Bir de çoluğunu-çocuğunu da götürmek istiyor rezil herif! Cık, cık, cık." Evet. Alıncak cevap aşağı-yukarı buydu. Çünkü bir müslümanın zaruret algısı elbette bir gayrimüsliminki ile bir değildi. Hele hele alkol gibi, bırakınız zaruretini, haramlığı sözkonusu olan bir meselede standart bir müslüman hak talebi falan tanımazdı. İçi kaldırmazdı. Tıpkı Bediüzzaman'da olduğu gibi:
"Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki: Zarurettir, bana helâldir."
Yani Orwell'ın, içki içmeyi zaruret, içerken aileyle birlikte zaman geçirebilmeyi ise bir hak olarak görmesinden kaynaklanan 'çocukların da içkili mekana girebilmesi' talebi bizim için baştan dansa yanlış ayakla başlamış bir hürriyet talebidir. Bir insanın böyle bir zaruret yaşadığına/yaşayacağına imanımız olmadığından üzerinden gelişen talebe de taraftarlığımız olmaz. Hatta, işte bana olduğu gibi, durumu bir parça 'gülünesi' bile bulabiliriz. Fakat ahirzamanda özgürlük (ve özellikle de liberal özgürlük) talepleri müslümanın kalp ve zihin dünyasını öyle karıştırmıştır ki, şu tarz bir talep bugün dillendirilse, buna taraftar çıkan müslümanlar olabilir. Bunu da özgürlükten sayabilirler. Neden? Çünkü zaruriyatlarını kendi özlerine göre değil elin sözlerine göre inşa etmişlerdir. Onlar için her ihtiyaç bir tür zarurettir.
Peki Ümit Özat'ın bu yazıyla ne ilgisi var? Özat dün bir maçtan sonra şöyle bir açıklama yaptı: "Pote'nin durumu ortada. 'Oruç tutma' dememize rağmen maalesef. Orucun telafisi var ama maçın telafisi yok. Kendisiyle birebir konuşacağım. Hiçbirşey ekmeğini yediğin yerden önemli değildir. Bizler müslümanız elhamdülillah. Sen burada yirmibin taraftara, maddi-manevi emek harcayan taraftara, takım arkadaşlarına, bizlere... Bir gün tutma arkadaş. Bu zor birşey değil ki. Bir şehrin kaderiyle oynamasına müsaade etmem. Biraz daha duyarlı olmak lazım. Bugün mağlup da olabilirdik. Kim der: Pote oruç, Ahmet oruç, Mehmet oruç."
İslam'da orucun-Ramazan'ın ehemmiyetine dair azıcık malumatı olan herkesin içini yakan şu sözlerin, Orwell üzerinden de dikkat çektiğimiz, 'paradigma kaymasıyla' ilgisi var bence. Özat takımının maç kazanmasının oruçtan daha önemli birşey olduğunu düşünüyor. Ekmeği asıl yediren, yani Rezzak-ı Hakiki olan Allah'ın da yalnızca bu rızka aracılık yapan, yani maaş veren futbol kulübünün önüne geçemeyeceğini sanrılıyor. Daha doğrusu: Kalbinde tuttuğu yanlış zaruriyat sıralaması nedeniyle bunun haklı bir talep olabileceğini düşünüyor.
Halbuki eğer bir küfür beldesine yaşamıyorsak, ki çok şükür yaşamıyoruz, burada zaruriyat talebinin yüzünü dönmesi gereken yer Pote değil TFF. Yani Türkiye Futbol Federasyonu. Hatta UEFA'nın bizzat kendisi. Cristmas'ı tanıyan ama Ramazan'a karşı körebe oynayan sisteme bir haklı talep iletmemiz gerekiyor kendi zaruriyatımız üzerinden. Halbuki, Bediüzzaman'ın da metninin devamında ifade ettiği gibi, bugünün keserleri hep bizden yontuyor:
"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."
Ancak, yukarıda da söylemeye çalıştığımız gibi, zihinlerimizde büyük bir tahriş var. Kalplerimiz kendi zaruriyatını savunabilecek gücü yitirmiş durumda. Genel olanın norm haline geldiği ve bu genelin de genelde Batı tarafından belirlendiği bir çağdayız. Dün rüyamızda görsek sabah beladan korunmak için sadaka dağıtacağımız kabusları normal karşılar olduk. Hatta arkalarında durur olduk. Bugün eşcinsellerin özgürlüğünü savunan dindar gençler var. Neden? Kendi imanına sahip değil çünkü. En azından zaruriyat algısı yerinden oynamış. Liberal taleplerin zaruriyattan sayılması yedinci bir iman hakikati olarak itikadına yerleşmiş. Dinin buna engel olması gerektiğini bırakmış 'müsaade etmemesinden' hesap sormaya başlamış. Ne diyelim? Cenab-ı Hak tekrar bize Ehl-i Sünnetin temelleri üzerinden yükselebilmeyi nasip eylesin. Yoksa kıyamet kopsun. Daha fazla rezillik çıkmasın.
29 Nisan 2019 Pazartesi
Bu özgürlüktür Bayan Merrett!
İman bir mü'mini nasıl özgürleştirir? Yok, bir saniye, çok ileriden başladık. Şuradan gelelim: Okuma-yazma bilmek bir çocuğa neler katar? Ian Mcewan Zamanın İzlerinde'de buna dair diyor ki: "Okuma-yazma bilen çocuk birşey okuduğunda kafasının içinde bir ses duyar. Çabucak gerçekleşen birşeydir bu. Çocuğu ona kitap okumaya vakit bulabilen ya da bulamayan yetişkinlerin kaprislerinden kurtarır." Buna benzer birşeyi, ama biraz daha büyüklere dair olanını, The Professor and The Madman (Deli ve Dahi) filminde duydum. Orada, akılhastanesine kendisini ziyarete gelen Bayan Merrett'in (Natalie Dormer) okuma-yazma bilmediğini öğrendiğinde, diyordu ki Dr. W.C. Minor (Sean Penn): "Size öğretebilirim. Çocuklarınıza öğretebilirsiniz. Bu özgürlüktür Bayan Merret. Buradan sadece kitapların sırtında çıkıp gidebilirim. Kitapların kanatlarında dünyanın sonuna kadar gidebilirim."
Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?
Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.
Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.
Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.
Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.
Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?
Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.
Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.
Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.
Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.
24 Şubat 2019 Pazar
Allah kötülüğün varolmasına neden izin veriyor?
Bir Serikatilin Doğuşu öyküsünde Ali Rıza Arıcan diyor ki: "Hayat belli bir yaştan sonra salt intikama dönüşür. Ne kadar masum görünse de, azıcık dibini kazısak, ortayaş üstü herkesin hayatının 'yaşanmamış bir hayattan alınan intikamlardan' ibaret olduğunu görürüz." Yaşanmamış bir hayattan intikam almak... Galiba bununla ilgili birşeyi Orhan Pamuk'tan da işitmiştim. O da diyordu ki: "Yazmak yaşanmamış hayattan intikam almaktır."
Bu cümleler, her nedense, Kış Uykusu filmini izlerken hatırıma geldi. Zihnimde döndü durdu. Biraz kendi hayatımı düşündüm. Biraz filmde kurgulanmış hayatlara baktım. Biraz da tanıdıklarıma uzandım. Hepsine aynı hakikaten az-çok izleri var gibi geldi. Nedir o hakikat peki? İntikam hakikati.
Evet. Hepimiz maruz bırakıldığımız şeylere karşı içimizde bir gayz duyuyoruz. Kimimizde şiddetli kimimizde zayıf. Kimimizde kırıcı kimimizde kırılgan. Kimimizde alabildiğince dışa taşan kimimizde içe kapanan. Kimimizde dışımızı boğduğumuz kimimizde içimize düştüğümüz. Bir intikam var. Bu intikam açlığı bazen bizi inadına hayatta tutuyor bazen de öldürüyor.
Yaşlandıkça bir koltuk değneği gibi daha çok yanımıza-yamacımıza sırnaşıyor. Misafirlikten evsahipliğine geçiyor. Ağırca bir köşemizi tutuyor. Kalpte yolüstü bir yeri kendine yurt yapıyor. Çıkmıyor. Her rahatsızlıkta "Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten!" diyerek çığlığını sesimize katıyor. Bir akım yükseltici gibi şeylere duyduğumuz öfkeyi çoğaltıyor.
Artık hiçbirşeye duyulan öfke 'yalnızca o şeye' duyuluyor olmuyor. Bir kem maziyle birlikte beyne/kalbe hücum ediyor. Öfke kine dönüşüyor. Kin nedir ki zaten? Kin, kanaatimce, eski öfkeleri saklamaktır. Toplamaktır. Kinlenilen insana karşı duyulan öfkeler unutulmaz. Birikir. Birikir. Birikir. Hatta çoğalır. Başka başka nedenlerle de cephelerimize hücum eder.
Mürşidimin tasvir edişinde olduğu gibi: Geçmişin ve geleceğin ordularıyla da savaşan sabır birliği dağılmaya mahkûmdur. Çünkü gücü ancak bugüne yeter. Kendimden misal vereyim: İstanbul'da yaşadığım her sıkıntı beni alıp 1999 yılına götürür. İstemediğim halde yaşamak zorunda bırakıldığım bu yerle aramızda geçen geçimsizlikler, âdeta neşterle açılan yaralar gibi, tenimde birikir. Çünkü aşılamayan bir mazisi vardır. İstenmeyen bir geleceği vardır. İzleri vardır. İzleyecekler vardır. Bir yerde iradem ketmedilmiştir. İradenin yaraları, eğer sonuçları geri alınamıyorsa, unutulmaz. Tekrar tekrar kanamaya devam eder. Yaralar açılmaya müheyya kalır.
Zira o düzlemde artık seçilen hiçbirşey yalnız değildir. Her yeni seçimin kuyruğu bir önceki seçiminizle bağlıdır. Geri dönüp ilk düğümü çözemediğiniz takdirde kuyruklar birbirlerine ilenir gider. Uzaklaştıkça geridönüşler de güçleşir. Evet. Aynen böyledir. Uzaklaşılan güzelleşir. Kusurları görülmez olur. Unutulan yerleri düşlerle onarılır. Ve siz tahayyülünüzdeki o güzele bakarak bugün karşılaştığınız her yüze düşmanlaşırsınız. Yalan değil. Bahtında böyle bir yara olan herkes Leyla'sı elinden çalınmış bir Mecnun'dur. Mecnunca hareketler etmesi de gayet normaldir.
İrade sahibi olmanın bedellerinden birisidir bu galiba. İrade sahipleri, birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler, çatışırlar. Birbirlerine karışırlar. Birbirlerini örselerler. Birbirlerinin renklerini kaparlar. Birbirlerinin varoluşuna çeşitli tonlarda engel olurlar. Anneler ki, evladını sevmekte rakipleri yoktur, bir noktadan sonra evlatlarının hayatlarının gırtlağına çöken de olabilirler. Çünkü irade sahiplerinin yakın olunmak kadar uzak olunmaya da ihtiyaçları vardır. Yardım edilmek kadar yardımsız bırakılmaya da muhtaçlıkları vardır. Yanlarında olunması kadar yalnız bırakılmaya da gerek duyarlar. İrade bu yalnızlık duygusundan beslenir çünkü.
Başka bir iradenin onlara bırakacağı boşlukta diğer iradeler nefes almaya başlarlar. Sorumluluk yüklemek/yüklenmek bu yüzden iradeyi geliştirir. Kendisi adına başkasının seçim yapmadığı irade kendi seçimlerini yapabilme yeteneğini arttırır.
Aslında dünyadaki imtihan sürecimizde de bu hakikatin hakkı vardır. Cenab-ı Hak, akıbetimizin ne olduğunu/olacağını bildiği halde, bizi neden dünyaya göndermiştir? Bence dünyaya gönderiliş sebeplerimizden birisi de, onun, yarattığı iradelerin mahiyetini en iyi bilen oluşudur. İrade-i külliyenin bizlerdeki irade-i cüzîyelere imtihan vesilesiyle bıraktığı alan, yani doğruyu veya yanlışı seçebilirlik alanı, bizi cennete layık gelişmişlikte iradelere sahip kılacaktır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz' bu dünyada. Teklif vardır ama aksini seçilemez kılan bir ısrar yoktur. 'Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!' bir yasa yoktur.
Bu meselenin birinci tarafı. İkinci tarafında ise, Enfâl sûresinin buyurduğu 'beyyine' hakikati vardır ki, kısacık bir meali şöyledir: "Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." Evet. Hakikaten de 'gözüyle görmenin' insanın içinde doldurduğu bir boşluk vardır. Kendisine 'ateşle oynarsa yanacağı' söylenen hiçbir çocuk 'ateşle oynarken elini yakan' çocuk kadar ikna olmuş değildir. İçkinin kötülüklerini işiten hiçbir kulak alkolizm batağına düşüp hayatı kayan müptela kadar uyanmış değildir. Sorumluluk yüklenmesine izin verilmemiş hiçbir genç, sorumluluk alıp hatasını da yapan, ancak bundan dersini de çıkaran kadar dikkate kavuşmuş değildir. Bu açıdan mahşer meydanında insanların Cenab-ı Hakka karşı utançlarında hiçbir boşluğun kalmaması, onlara yaşayarak eylemlerini bizzat gösterilmesi, kaydedilmesi ve hatırlatılmasıyla mümkündür.
Yani imtihan insanın fıtratının gerektirdiği birşeydir. Fakat, burada bir nefes alıp, yüzümüz tekrar Kış Uykusu'na dönelim. Nihal karakterini canlandıran Melisa Sönmez'in Aydın karakterini canlandıran Haluk Bilginer'de en çok yakındığı şey neydi? Kibir, çok bilmişlik, alaycılık, otoriterlik... Bunların hepsini kuşatacak bir cevap bulabileceğimizi düşünüyorum. Bakalım katılacak mısınız? Benimki şu: Aydın, Nihal'e hayatını yaşayabileceği bir boşluk bırakmıyordu, iradesinin nefes almasına izin vermiyordu. Üzerindeki kontrolcülüğü, bilgice/tecrübece üstünlüğü, bir de hepsinin üzerine tuz basan kibirli tavrı Nihal'in kendisini yetersiz hissetmesine neden oluyordu.
Ve, dikkat edilirse, film boyunca Nihal hep aydınla arasında bir mesafe bırakma peşindeydi. Bu mesafe kendi renklerini, bir anlamda kendisine üflenen varlık sırrını, Nihalce bulduğu kıvamla, yani orijinalliğiyle ortaya koymanın gayretiydi. Yahut da fıtrî arzusuydu. Aydın'ın olduğu her yer lebaleb Aydın'dı. Nihalse bu kadar aydınlık istemiyordu.
Necla (Demet Akbağ) da 'kötülüğe karşı koymamak' dediği yerde bence bu sırrın kenarında geziniyordu. Tıpkı bir sineğin tabağın kenarında gezinmesi gibi... Onun karşı koymamak istediği kötülük aslında bir başkasında beğenmediği varoluş rengiydi. Diyalogları alıntılayarak yazıyı uzatmak istemiyorum. Ancak, gerek abisiyle arasında geçen konuşmalar gerekse Nihal'le girdiği tartışma nazara alınırsa, aynı hakikate dokunulur gibime geliyor.
Necla, abisi Aydın'ın bir tık ilerisindeydi. Çünkü topluma baktığı yerin rahatsızlığını duymaya başlamıştı. Şeyleri zorladıkları değişimin, geliştirdikleri alaycılığın veya tenkidin mutluluk getirmediğini görüyordu. Herşey istedikleri gibi olmak zorunda değildi. Belki kendilerinin kötülük sandıkları iyilikler de vardı. Varlıklarına müsaade edilmesini isteyen başka şeyler, seçimler, iradeler de bulunuyordu. Bunlar böyle onlar da öyle olmalıydı. Aydın'a her eleştirdiğinde kendisine de kızıyordu.
Nihal'in de İsmail'den (Nejat İşler) böylesi bir ders aldığını düşünebiliriz. Filmde sıklıkla anılan 'kötülüğün yollarının iyi niyet taşlarıyla örülmüş olması' durumu İsmail'in tavrıyla Nihal için görünür oluyordu. Nihal, kendince, çok büyük bir iyilik düşünse de, yaptığı şey muhatabı tarafından hakaret olarak algılanmıştı. Yani iradelerin çatışmasını iyi niyetler de gidermiyordu. Herkesin kendi varoluşuna düşkünlüğü vardı.
Ve filmin sonunda herkes bir parça dersini almış olarak Kış Uykusu'na yattılar. Kendi bölgelerine çekildiler. Necla, Aydın'la yaşadığı tartışma üzerinden; Aydın, Nihal'le yaşadığı çekişme canibinden; Nihal, İsmail'le yaşadığı anlaşmazlık zemininden kendi bölgesine yükseldi. Ötekine varolması için alan açtığı bir noktaya çıktı. Yılkı atı serbest bırakıldı. Aydın, bütün o 'kimseye ihtiyaç duymayan aydın' karizmasına rağmen uzaklaşamadığını gördü. Belki biz de biraz serbestlik kazansak takıldığımız taşlarda aynı şeyi göreceğiz. Ve belki imtihan da bunun için var. Allah, bize alan açıyor, kötülüğün varolmasına izin veriyor, ondan irademizle kaçalım diye. Kötünün kötü olduğunu kendimiz farkedelim diye. Tıpkı Necla'nın arzuladığı gibi.
Bu cümleler, her nedense, Kış Uykusu filmini izlerken hatırıma geldi. Zihnimde döndü durdu. Biraz kendi hayatımı düşündüm. Biraz filmde kurgulanmış hayatlara baktım. Biraz da tanıdıklarıma uzandım. Hepsine aynı hakikaten az-çok izleri var gibi geldi. Nedir o hakikat peki? İntikam hakikati.
Evet. Hepimiz maruz bırakıldığımız şeylere karşı içimizde bir gayz duyuyoruz. Kimimizde şiddetli kimimizde zayıf. Kimimizde kırıcı kimimizde kırılgan. Kimimizde alabildiğince dışa taşan kimimizde içe kapanan. Kimimizde dışımızı boğduğumuz kimimizde içimize düştüğümüz. Bir intikam var. Bu intikam açlığı bazen bizi inadına hayatta tutuyor bazen de öldürüyor.
Yaşlandıkça bir koltuk değneği gibi daha çok yanımıza-yamacımıza sırnaşıyor. Misafirlikten evsahipliğine geçiyor. Ağırca bir köşemizi tutuyor. Kalpte yolüstü bir yeri kendine yurt yapıyor. Çıkmıyor. Her rahatsızlıkta "Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten!" diyerek çığlığını sesimize katıyor. Bir akım yükseltici gibi şeylere duyduğumuz öfkeyi çoğaltıyor.
Artık hiçbirşeye duyulan öfke 'yalnızca o şeye' duyuluyor olmuyor. Bir kem maziyle birlikte beyne/kalbe hücum ediyor. Öfke kine dönüşüyor. Kin nedir ki zaten? Kin, kanaatimce, eski öfkeleri saklamaktır. Toplamaktır. Kinlenilen insana karşı duyulan öfkeler unutulmaz. Birikir. Birikir. Birikir. Hatta çoğalır. Başka başka nedenlerle de cephelerimize hücum eder.
Mürşidimin tasvir edişinde olduğu gibi: Geçmişin ve geleceğin ordularıyla da savaşan sabır birliği dağılmaya mahkûmdur. Çünkü gücü ancak bugüne yeter. Kendimden misal vereyim: İstanbul'da yaşadığım her sıkıntı beni alıp 1999 yılına götürür. İstemediğim halde yaşamak zorunda bırakıldığım bu yerle aramızda geçen geçimsizlikler, âdeta neşterle açılan yaralar gibi, tenimde birikir. Çünkü aşılamayan bir mazisi vardır. İstenmeyen bir geleceği vardır. İzleri vardır. İzleyecekler vardır. Bir yerde iradem ketmedilmiştir. İradenin yaraları, eğer sonuçları geri alınamıyorsa, unutulmaz. Tekrar tekrar kanamaya devam eder. Yaralar açılmaya müheyya kalır.
Zira o düzlemde artık seçilen hiçbirşey yalnız değildir. Her yeni seçimin kuyruğu bir önceki seçiminizle bağlıdır. Geri dönüp ilk düğümü çözemediğiniz takdirde kuyruklar birbirlerine ilenir gider. Uzaklaştıkça geridönüşler de güçleşir. Evet. Aynen böyledir. Uzaklaşılan güzelleşir. Kusurları görülmez olur. Unutulan yerleri düşlerle onarılır. Ve siz tahayyülünüzdeki o güzele bakarak bugün karşılaştığınız her yüze düşmanlaşırsınız. Yalan değil. Bahtında böyle bir yara olan herkes Leyla'sı elinden çalınmış bir Mecnun'dur. Mecnunca hareketler etmesi de gayet normaldir.
İrade sahibi olmanın bedellerinden birisidir bu galiba. İrade sahipleri, birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler, çatışırlar. Birbirlerine karışırlar. Birbirlerini örselerler. Birbirlerinin renklerini kaparlar. Birbirlerinin varoluşuna çeşitli tonlarda engel olurlar. Anneler ki, evladını sevmekte rakipleri yoktur, bir noktadan sonra evlatlarının hayatlarının gırtlağına çöken de olabilirler. Çünkü irade sahiplerinin yakın olunmak kadar uzak olunmaya da ihtiyaçları vardır. Yardım edilmek kadar yardımsız bırakılmaya da muhtaçlıkları vardır. Yanlarında olunması kadar yalnız bırakılmaya da gerek duyarlar. İrade bu yalnızlık duygusundan beslenir çünkü.
Başka bir iradenin onlara bırakacağı boşlukta diğer iradeler nefes almaya başlarlar. Sorumluluk yüklemek/yüklenmek bu yüzden iradeyi geliştirir. Kendisi adına başkasının seçim yapmadığı irade kendi seçimlerini yapabilme yeteneğini arttırır.
Aslında dünyadaki imtihan sürecimizde de bu hakikatin hakkı vardır. Cenab-ı Hak, akıbetimizin ne olduğunu/olacağını bildiği halde, bizi neden dünyaya göndermiştir? Bence dünyaya gönderiliş sebeplerimizden birisi de, onun, yarattığı iradelerin mahiyetini en iyi bilen oluşudur. İrade-i külliyenin bizlerdeki irade-i cüzîyelere imtihan vesilesiyle bıraktığı alan, yani doğruyu veya yanlışı seçebilirlik alanı, bizi cennete layık gelişmişlikte iradelere sahip kılacaktır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz' bu dünyada. Teklif vardır ama aksini seçilemez kılan bir ısrar yoktur. 'Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!' bir yasa yoktur.
Bu meselenin birinci tarafı. İkinci tarafında ise, Enfâl sûresinin buyurduğu 'beyyine' hakikati vardır ki, kısacık bir meali şöyledir: "Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." Evet. Hakikaten de 'gözüyle görmenin' insanın içinde doldurduğu bir boşluk vardır. Kendisine 'ateşle oynarsa yanacağı' söylenen hiçbir çocuk 'ateşle oynarken elini yakan' çocuk kadar ikna olmuş değildir. İçkinin kötülüklerini işiten hiçbir kulak alkolizm batağına düşüp hayatı kayan müptela kadar uyanmış değildir. Sorumluluk yüklenmesine izin verilmemiş hiçbir genç, sorumluluk alıp hatasını da yapan, ancak bundan dersini de çıkaran kadar dikkate kavuşmuş değildir. Bu açıdan mahşer meydanında insanların Cenab-ı Hakka karşı utançlarında hiçbir boşluğun kalmaması, onlara yaşayarak eylemlerini bizzat gösterilmesi, kaydedilmesi ve hatırlatılmasıyla mümkündür.
Yani imtihan insanın fıtratının gerektirdiği birşeydir. Fakat, burada bir nefes alıp, yüzümüz tekrar Kış Uykusu'na dönelim. Nihal karakterini canlandıran Melisa Sönmez'in Aydın karakterini canlandıran Haluk Bilginer'de en çok yakındığı şey neydi? Kibir, çok bilmişlik, alaycılık, otoriterlik... Bunların hepsini kuşatacak bir cevap bulabileceğimizi düşünüyorum. Bakalım katılacak mısınız? Benimki şu: Aydın, Nihal'e hayatını yaşayabileceği bir boşluk bırakmıyordu, iradesinin nefes almasına izin vermiyordu. Üzerindeki kontrolcülüğü, bilgice/tecrübece üstünlüğü, bir de hepsinin üzerine tuz basan kibirli tavrı Nihal'in kendisini yetersiz hissetmesine neden oluyordu.
Ve, dikkat edilirse, film boyunca Nihal hep aydınla arasında bir mesafe bırakma peşindeydi. Bu mesafe kendi renklerini, bir anlamda kendisine üflenen varlık sırrını, Nihalce bulduğu kıvamla, yani orijinalliğiyle ortaya koymanın gayretiydi. Yahut da fıtrî arzusuydu. Aydın'ın olduğu her yer lebaleb Aydın'dı. Nihalse bu kadar aydınlık istemiyordu.
Necla (Demet Akbağ) da 'kötülüğe karşı koymamak' dediği yerde bence bu sırrın kenarında geziniyordu. Tıpkı bir sineğin tabağın kenarında gezinmesi gibi... Onun karşı koymamak istediği kötülük aslında bir başkasında beğenmediği varoluş rengiydi. Diyalogları alıntılayarak yazıyı uzatmak istemiyorum. Ancak, gerek abisiyle arasında geçen konuşmalar gerekse Nihal'le girdiği tartışma nazara alınırsa, aynı hakikate dokunulur gibime geliyor.
Necla, abisi Aydın'ın bir tık ilerisindeydi. Çünkü topluma baktığı yerin rahatsızlığını duymaya başlamıştı. Şeyleri zorladıkları değişimin, geliştirdikleri alaycılığın veya tenkidin mutluluk getirmediğini görüyordu. Herşey istedikleri gibi olmak zorunda değildi. Belki kendilerinin kötülük sandıkları iyilikler de vardı. Varlıklarına müsaade edilmesini isteyen başka şeyler, seçimler, iradeler de bulunuyordu. Bunlar böyle onlar da öyle olmalıydı. Aydın'a her eleştirdiğinde kendisine de kızıyordu.
Nihal'in de İsmail'den (Nejat İşler) böylesi bir ders aldığını düşünebiliriz. Filmde sıklıkla anılan 'kötülüğün yollarının iyi niyet taşlarıyla örülmüş olması' durumu İsmail'in tavrıyla Nihal için görünür oluyordu. Nihal, kendince, çok büyük bir iyilik düşünse de, yaptığı şey muhatabı tarafından hakaret olarak algılanmıştı. Yani iradelerin çatışmasını iyi niyetler de gidermiyordu. Herkesin kendi varoluşuna düşkünlüğü vardı.
Ve filmin sonunda herkes bir parça dersini almış olarak Kış Uykusu'na yattılar. Kendi bölgelerine çekildiler. Necla, Aydın'la yaşadığı tartışma üzerinden; Aydın, Nihal'le yaşadığı çekişme canibinden; Nihal, İsmail'le yaşadığı anlaşmazlık zemininden kendi bölgesine yükseldi. Ötekine varolması için alan açtığı bir noktaya çıktı. Yılkı atı serbest bırakıldı. Aydın, bütün o 'kimseye ihtiyaç duymayan aydın' karizmasına rağmen uzaklaşamadığını gördü. Belki biz de biraz serbestlik kazansak takıldığımız taşlarda aynı şeyi göreceğiz. Ve belki imtihan da bunun için var. Allah, bize alan açıyor, kötülüğün varolmasına izin veriyor, ondan irademizle kaçalım diye. Kötünün kötü olduğunu kendimiz farkedelim diye. Tıpkı Necla'nın arzuladığı gibi.
12 Şubat 2018 Pazartesi
Bediüzzaman hürriyetten vazgeçti mi?
Ebubekir Sifil Hoca bu yakınlarda izlediğim bir Riyazü's-Salihîn dersinde (Hayırlı İşlere Koşmak 1) "Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü'min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü'min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar!" hadisini izah sadedinde (bilmana) dedi ki:
"Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de 'fitne zamanı'nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar..." Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin 'niyet'ten başlayıp 'ahirzaman psikolojisine' kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)
Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur'da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye'de diyor: "İ'lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur'an-ı Hakîm devamlı şekilde 'İman eden ve amel-i salih işleyenler' der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter." Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası'nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:
"Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır..."
Ben de Ebubekir Sifil Hoca'nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said'in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik 'hürriyet' vurgusuna bedel, Yeni Said'in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı 'asayişi muhafaza' çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten 'hürriyet' ile 'amel-i salih' arasında 'asayişi muhafaza' ile 'takva' arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.
Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.
Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi 'anarşiye' sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da 'zulümlere' sebep olabilir.
Belki Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said'e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü'l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.
Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? 'Uçları ecnebi elinde' bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.
Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 31 Mart'tan Şeyh Said Hâdisesi'ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi'den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: 'Mümkün olanın' güzelliğini bozmamaya çalışmak 'mümkün olabilecek' güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.
"Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de 'fitne zamanı'nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar..." Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin 'niyet'ten başlayıp 'ahirzaman psikolojisine' kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)
Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur'da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye'de diyor: "İ'lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur'an-ı Hakîm devamlı şekilde 'İman eden ve amel-i salih işleyenler' der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter." Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası'nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:
"Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır..."
Ben de Ebubekir Sifil Hoca'nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said'in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik 'hürriyet' vurgusuna bedel, Yeni Said'in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı 'asayişi muhafaza' çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten 'hürriyet' ile 'amel-i salih' arasında 'asayişi muhafaza' ile 'takva' arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.
Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.
Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi 'anarşiye' sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da 'zulümlere' sebep olabilir.
Belki Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said'e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü'l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.
Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? 'Uçları ecnebi elinde' bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.
Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 31 Mart'tan Şeyh Said Hâdisesi'ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi'den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: 'Mümkün olanın' güzelliğini bozmamaya çalışmak 'mümkün olabilecek' güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.
10 Kasım 2017 Cuma
Keşke demek de bir duadır
Bana bahşedilen her 'e-bilme'nin en nihayet 'e-bilemediğimi' farketmem için verildiğini anladım. Kolay olmadı. Ama nihayetinde anladım. Anlamak da sadece akılla olan birşey değil. Nefsimin her konuda onunla amel ettiğini söyleyemem. Nefsimin aklımdan başka bir aklı var. (Ve o henüz anlamadı.) Yahut da şöyle söylemeliyim: Sanki her hissimin bir aklı var. Veyahut akıl kirada bir giysi de her isteyen kullanabiliyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hepsi onunla ikna olmalı ama olmuyor. Aklın da, kendisini sınayabilmek için, genel-geçer'liğini kabul etmeyen latifelere ihtiyacı var.
'Bazen'leri çoğaltmakla mesele netleşmiyor. Size aslında iradenin de 'kullanan' değil 'kullanılan' birşey olduğunu anlatmam gerek. Akıl da, gücü yettiği zamanlarda, onu kullanıyor. İşleyişin prosedürünü tam olarak çözebilmiş değilim. Mutlaka bir düzeni var ama çok karmaşık. Sanki irade tutanın/tutulanın elinde kalıyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hangisine daha çok yol verirsem. Daha çok 'daha çok yol vermişsem.' Ancak iradeye ulaşırken aklın bir engelleyiciliği de yok değil. Hatta diyebilirim ki: Aklımı rahatça kullanan hislerim irademi onun kadar kolay kullanamıyor.
Bu söylediğim doğrudan kullanımlar için geçerli. Eğer doğrudan kullanmayacaklarsa mutlaka akla müracaat ediyorlar. Kendilerince güzel olanı akla da beğendirmeye çalışıyorlar. Beğendi mi? Tamam o zaman. Akla doğru gidebiliriz. Ya beğenmezse? Öyle ya. O da var. Bazen hislerim de birbiriyle çatışarak aklı paylaşamıyorlar. Canımın istediği birşeye korkum karşı koyuyor mesela. Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye birbirleriyle ters düşerek birbirlerinin hızını kesebiliyorlar. Onlar anlaşırsa aklın işi zor. İkiye karşı bir. Çok fena. Kaybedecek. Akıl bu iki müddeiyi de dinliyor. Verdiği kararların her zaman adaletli olduğunu söyleyemem. Âdil olmak için takvaya sahip olması lazım. Takvayı âdet edinmiş bir bünyenin aklı olması lazım. Eğer böyle bir bünyede yeralmıyorsa, en çok hangisini beslemişse daha önceleri, o müddei kazanıyor.
Kem duygularım kolay semizleşiyor. Farkındayım. Beslediğim hiddetler, arzular, şehvetler, ilgiler büyüyor. Beni yutacak bir hale geliyor. Farkındayım. Önceki seçimlerim, inayet-i ilahîye özel bir müdahale ile yönlerini değiştirmedikçe, sonraki seçimlerimin rengini etkiliyor. Daha iyi bir adam olabilmem için 'daha iyi bir adam olmayı sonuç verecek' işleri yapmış, seçimlerde bulunmuş, en azından kötü bir adam olmaya pişmanlık göstermiş olmam lazım. O kadarcık olsun ayağımı basacak bir yere ihtiyacım var.
Bir yerden başlamam lazım. Her şekilde bir duaya ihtiyacım var. Tevbe bir duadır. Buğzetmek de bir duadır. 'Keşke' demek bile bir duadır. Yetim çocuğun başını okşamak dahi kalbin kasavetini, katılığını, kemliğini alması için Allah'a yapılmış bir duadır. Dua aklımın 'akıl' olduğu, yani 'gel peşime takıl' olmadığı zamanlarda istikamette kalabilmek için ışığa yalvarışıdır.
Beni kötü bir adam yapacak çok eylemim var. Ve bunlar beni ileride daha da kötü bir adam olmam için esir alıyorlar. Kötü seçimlerim, onları seçtikçe tekrar be tekrar, birer alışkanlığa dönüşüyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Onları mahiyetimin kendisi sanıyorum. Aklım da öyle sanıyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünmeye başlıyor. Akıl bu yönüyle akılsızdır. Büyük bir uyarıcı ile karşılaşmadığı sürece, yani işler tıkırında gittiği sürece, hep/umumen seçilenin doğru olduğunu düşünür. Genelin seçimi bu yüzden onu kandırır. Musibetler bu yüzden kurtarıcıdır insan için. Sıradışı 'sıradanlığın körlüğünden' kurtarıcıdır.
Bunu da açıklıkla beyan ederim: Aklımla da hiçbirşeyi esir alabilmiş değilim. Farkındayım. Ancak aklım sayesinde bazen esir alınmaktan kurtarılıyorum. Bazen de aklım bizzat beni esir alan oluyor. Duygularımı yeterince yaşamamış olmaktan dolayı aynalara kızıyorum. Biraz koyuvermeli miydim ipi? Biraz 'neler olacağını öngörmeden eyleme cesareti'ni göstermeli miydim? Belki... Ama yine de içimdeki müsabakada bu bir ihtimal olarak gelip geçiyor. Gökyüzünde hangi bulut bir saniye öncesine tıpatıp benziyor?
Bir esaretten kurtulmak için başka bir esarete sığınıyorum. Benim için bir özgürlük yok. Özgürlük ancak külli iradenin malıdır. Birşeyin olmasını istediği zaman 'ol' demesi yeten ancak özgür olabilir. Hakiki manada ancak ona özgürlük derler. Cüz'i irade sahipleri asla özgür olamazlar. Ancak doğru esareti seçebilirler. Hakiki olan herşey yalnızca Allah için var. Bizde olanlar yalnızca yanılsama. Yalnızca 'öyle olmadığımızı' anlamak için kıstas buyrulmuş 'öyle olduğumuzu sanma'lar. Bir avuç sanrı ile ediniyoruz tüm hakikat bilgisini. Demek bilmek için de önce yanlışa düşmek gerekiyor. İmtihan böyle başlıyor.
'Bazen'leri çoğaltmakla mesele netleşmiyor. Size aslında iradenin de 'kullanan' değil 'kullanılan' birşey olduğunu anlatmam gerek. Akıl da, gücü yettiği zamanlarda, onu kullanıyor. İşleyişin prosedürünü tam olarak çözebilmiş değilim. Mutlaka bir düzeni var ama çok karmaşık. Sanki irade tutanın/tutulanın elinde kalıyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hangisine daha çok yol verirsem. Daha çok 'daha çok yol vermişsem.' Ancak iradeye ulaşırken aklın bir engelleyiciliği de yok değil. Hatta diyebilirim ki: Aklımı rahatça kullanan hislerim irademi onun kadar kolay kullanamıyor.
Bu söylediğim doğrudan kullanımlar için geçerli. Eğer doğrudan kullanmayacaklarsa mutlaka akla müracaat ediyorlar. Kendilerince güzel olanı akla da beğendirmeye çalışıyorlar. Beğendi mi? Tamam o zaman. Akla doğru gidebiliriz. Ya beğenmezse? Öyle ya. O da var. Bazen hislerim de birbiriyle çatışarak aklı paylaşamıyorlar. Canımın istediği birşeye korkum karşı koyuyor mesela. Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye birbirleriyle ters düşerek birbirlerinin hızını kesebiliyorlar. Onlar anlaşırsa aklın işi zor. İkiye karşı bir. Çok fena. Kaybedecek. Akıl bu iki müddeiyi de dinliyor. Verdiği kararların her zaman adaletli olduğunu söyleyemem. Âdil olmak için takvaya sahip olması lazım. Takvayı âdet edinmiş bir bünyenin aklı olması lazım. Eğer böyle bir bünyede yeralmıyorsa, en çok hangisini beslemişse daha önceleri, o müddei kazanıyor.
Kem duygularım kolay semizleşiyor. Farkındayım. Beslediğim hiddetler, arzular, şehvetler, ilgiler büyüyor. Beni yutacak bir hale geliyor. Farkındayım. Önceki seçimlerim, inayet-i ilahîye özel bir müdahale ile yönlerini değiştirmedikçe, sonraki seçimlerimin rengini etkiliyor. Daha iyi bir adam olabilmem için 'daha iyi bir adam olmayı sonuç verecek' işleri yapmış, seçimlerde bulunmuş, en azından kötü bir adam olmaya pişmanlık göstermiş olmam lazım. O kadarcık olsun ayağımı basacak bir yere ihtiyacım var.
Bir yerden başlamam lazım. Her şekilde bir duaya ihtiyacım var. Tevbe bir duadır. Buğzetmek de bir duadır. 'Keşke' demek bile bir duadır. Yetim çocuğun başını okşamak dahi kalbin kasavetini, katılığını, kemliğini alması için Allah'a yapılmış bir duadır. Dua aklımın 'akıl' olduğu, yani 'gel peşime takıl' olmadığı zamanlarda istikamette kalabilmek için ışığa yalvarışıdır.
Beni kötü bir adam yapacak çok eylemim var. Ve bunlar beni ileride daha da kötü bir adam olmam için esir alıyorlar. Kötü seçimlerim, onları seçtikçe tekrar be tekrar, birer alışkanlığa dönüşüyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Onları mahiyetimin kendisi sanıyorum. Aklım da öyle sanıyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünmeye başlıyor. Akıl bu yönüyle akılsızdır. Büyük bir uyarıcı ile karşılaşmadığı sürece, yani işler tıkırında gittiği sürece, hep/umumen seçilenin doğru olduğunu düşünür. Genelin seçimi bu yüzden onu kandırır. Musibetler bu yüzden kurtarıcıdır insan için. Sıradışı 'sıradanlığın körlüğünden' kurtarıcıdır.
Bunu da açıklıkla beyan ederim: Aklımla da hiçbirşeyi esir alabilmiş değilim. Farkındayım. Ancak aklım sayesinde bazen esir alınmaktan kurtarılıyorum. Bazen de aklım bizzat beni esir alan oluyor. Duygularımı yeterince yaşamamış olmaktan dolayı aynalara kızıyorum. Biraz koyuvermeli miydim ipi? Biraz 'neler olacağını öngörmeden eyleme cesareti'ni göstermeli miydim? Belki... Ama yine de içimdeki müsabakada bu bir ihtimal olarak gelip geçiyor. Gökyüzünde hangi bulut bir saniye öncesine tıpatıp benziyor?
Bir esaretten kurtulmak için başka bir esarete sığınıyorum. Benim için bir özgürlük yok. Özgürlük ancak külli iradenin malıdır. Birşeyin olmasını istediği zaman 'ol' demesi yeten ancak özgür olabilir. Hakiki manada ancak ona özgürlük derler. Cüz'i irade sahipleri asla özgür olamazlar. Ancak doğru esareti seçebilirler. Hakiki olan herşey yalnızca Allah için var. Bizde olanlar yalnızca yanılsama. Yalnızca 'öyle olmadığımızı' anlamak için kıstas buyrulmuş 'öyle olduğumuzu sanma'lar. Bir avuç sanrı ile ediniyoruz tüm hakikat bilgisini. Demek bilmek için de önce yanlışa düşmek gerekiyor. İmtihan böyle başlıyor.
23 Haziran 2017 Cuma
Terzi sultanlığa özenirse...
“Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.”
Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'dan.
İnsan birşeye ihtiyacı olduğunu anlayana kadar ona dair herşeyi fazladan yapıyor. Angarya gibi yapıyor. Yük gibi yapıyor. En iyi şeylerde bile bu böyle. Severken bile bu böyle. Sevdiğinize ihtiyacınız olduğunu anlayana kadar onu sevmek (gönle değil ama) nefse yüktür. Protokol gereğidir. Âdettendir. 'Veren el' olunan sevmelerdir bunlar. '-mış desinler' gibi yapılır. Ancak, ona muhtaç olduğunuzu anladığınızda, bu sevgi 'alan el' sevgisine dönüşür. Kibrinden kurtulur. Bağışçılığın zahmetinden arınır. Nefisteki sûrilik samimiyete döner. İhlasa kavuşur. Yeşilçam aksini söyler ama siz inanmayın. En güçlü sevgi ihtiyaç duyulana karşı duyulan sevgidir. Bu yüzden sevilenler (Zeki Müren'in de dediği gibi) "Sana muhtacım!" denmesini duymak isterler. (Bir de "Bir kere de bana ihtiyacın olsun!" diye bir şarkı vardı. Değinmeden geçmeyelim.)
Şu kendime dair güzel bir farkındalığımdır: Ben hadis inkârcılarıyla karşılaşana kadar salavat-ı şerifeye gereken değeri vermezdim. Yok, bu çok hızlı oldu, daha yavaş sonuca geleyim. Kıymetli olduğunu kabul ediyordum tabii. Getirilmesinde hayırlar olduğunu biliyordum. Fakat ona ihtiyaç hissetmiyordum. Evet, en açık ifadesi bu sanırım, ben salavat-ı şerifeye 'ihtiyaç hissetmiyordum.'
Yani nasıl? Şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam anıldığında salavat-ı şerife getirmek kör nefsime yük gibi gelirdi. Yazarken parantez içine (a.s.m.) koymak 'aleyhissalatuvesselam' diye yazmaktan daha kolaydı. Okurken de böyleydi. Hatta daha kötüsü. Bu kısaltmaları atlayarak ilerlerdim metinlerde. (Allah affetsin.) Ancak, ne zaman ki hadis inkârcılarıyla karşılaştım, onların sünnet-i seniyyeye dair saldırılarını duydum, birden tenime can geldi.
"Vay siz nasıl sünnet hakkında böyle şeyler söylersiniz!" öfkesi değildi hissettiğim sadece. İçimde sakladığım ve kusacak yer aradığım bir kavgacılığa adres bulmaktan değildi. Ben, eğer onlara hak verilirse dünya nasıl ayaklarımın altından çekiliyor, onu hissettim. Boşluğun dehşetini tattım. Mürşidimin 9. Mektup'ta dokunduğu o korku, yani aksinin varlığını (bir an kadar olsun) tasavvur etmekten gelen elem, işte o, beni öyle sarstı ki! Korktuğu birşeyin yaklaştığını ansızın farkederek annesine koşan çocuğa dönüştüm. Hani olur, elini istersiniz, uzatmaz. Rahat rahat yürümek ister. Fakat bir köpek görünce aniden dönüp bacaklarınıza sarılır. Öyle işte. Benim de hikayem buna benziyor:
“Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, ‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.”
Her musibette bir ders var. Artık sadece konuşurken değil yazarken de 'aleyhissalatuvesselam' demekten ayrı bir tat alıyorum. Ateşi gördüm çünkü. Suyun kıymetini anladım. Ben, öyle bir dünyada varolmak istemem, biliyorum. Tarafımı seçtim. Neyin varlığını/yokluğunu savunacağıma kalpten bir karar verdim. Çünkü o dünya, eğer hakikatin ayarlarıyla hevasına göre oynamaktan rahatsız olacak gerçekçi bir insansanız, işkencelerin en büyüğüdür. Değişmeyen doğruları arayanların cehennemidir. Ki mürşidim de, bir yerde, sünnet-i seniyyenin otoritesi hiçe sayıldığında düşülecek boşluğa şöyle işaret eder:
"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.
Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Bu haleti belki şöyle kusurlu bir örnekle akla yaklaştırmak mümkün: Diyelim; bir terzisiniz, peşinen aldığınız ve çoktan harcamaya başladığınız yüksek bir ücretle (öyle yüksek bir ücret ki iş bozulursa geri ödemeniz mümkün değil) sultana elbise dikeceksiniz. Fakat sultanı ne görmüşsünüz, ne ölçmüşsünüz, ne de istediği elbiseye dair bir malumatınız var. Peki ne dikeceksiniz? Üstelik yetişmesi gereken zaman da yaklaşıyor. Böylesi bir durumun bizzat kendisi terzinin endişeden çıldırması için yeterli değil midir?
Sünnet-i seniyyeye yapılan saldırılar da bana aynen böyle hissettiriyor. Onunla nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşayanlara da (eğer zâhiren hakikat arayıcısı fakat hakikatte hevaperest değillerse) akıl erdiremiyorum. Çünkü görüyorum ki: Bu insanların modelden kurtulmak istemelerinin sebebi modeli kendileri belirlemek arzusu. Hatta modelin yerine geçmek arzusu. Başka açıklaması yok.
Terziye getirilecek ve "Sultan işte böyle böyle bir elbise istiyor!" denilecek örneği almak istememeleri, o elbise için getirilen malzemeden 'kendileri için' ve 'kendilerine göre' bir elbise biçmek istemelerinden. Ve bundan sultanın da rahatsız olmamasını bekliyorlar. Hatta, sadece kendileri beklemekle kalmıyorlar, civardaki bütün terzilere de tavsiyeleri bu yönde. Diyorlar ki: "Ne belli modeli bize sultanın yolladığı? Aradan çok zaman/insan geçmiş. Şu sâdık çalışanlar kendi istedikleri elbiseyi bize diktiriyor olamazlar mı? O zaman bu güvenilmez modeli boşverelim de biz kendimize göre bir elbise biçelim."
Bir terzinin kendisine diktiği elbiseden sultanın ne derece memnun kalacağı umuluyor acaba? Doğrusu, ben terzi olsam, sâdık çalışanların getirdiği modele göre bir elbise dikmeyi tercih ederim. Akıl da bunu emreder. Çünkü, sonuçta kusur olsa, en azından sultana şöyle deme hakkım var: "Senden bana iletilen bilgi böyleydi. Bu gaybî bilgiye ulaşabilmemin gönderdiğin elçilerden başka yolu da yoktu!" Bununla bir derece hesap verebilirim. Fakat kendime göre biçtiğim elbiseyle nasıl hesap vereceğim? Şöyle mi diyeceğim: "Gönderdiğin kumaşla birlikte getirilen modeli beğenmedim. Getirenlere de güvenmedim. (O halde kumaşı niye aldım?) Benim kalıbıma ve zevkime göre bir elbisenin sana daha çok yakışacağını düşündüm. Her terziye de böyle tavsiye ettim."
Oh, ne güzel, hiçbirisi birbirini tutmayan binlerce elbise var, hepsi de sultanın kumaşından ve sultan için. Fakat sultanın fikrini soran yok. "O nasıl bir elbise istiyor acaba?" diye kurcalayan yok. Modeline bakan yok. Nasıl olacak şimdi? Sultan nasıl razı edilecek? Sünnet-i seniyye düşmanlarının bu kadar da mı aklı yok sahi? Kur'an kumaşından kendi hevalarının kalıplarına göre dikecekleri elbiseyle o Sultan-ı Zişan'ın rızasını kazanabilecekleri mi sanıyorlar? Bir boyacı bile duvarları keyfine göre boyasa evsahibini kızdırır. Peki avam terzinin hevası Sultan'ı 'sevmeye' mecbur edebilir mi? Böyle birşey mümkün mü? Âlem acayipliklerle doldu arkadaşım. En iyisi biz yine mantığın gölgesinde kalalım. Demek: Terzi, yerini bilmez de sultanlığa özenirse, önce modelini inkâr eder.
Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'dan.
İnsan birşeye ihtiyacı olduğunu anlayana kadar ona dair herşeyi fazladan yapıyor. Angarya gibi yapıyor. Yük gibi yapıyor. En iyi şeylerde bile bu böyle. Severken bile bu böyle. Sevdiğinize ihtiyacınız olduğunu anlayana kadar onu sevmek (gönle değil ama) nefse yüktür. Protokol gereğidir. Âdettendir. 'Veren el' olunan sevmelerdir bunlar. '-mış desinler' gibi yapılır. Ancak, ona muhtaç olduğunuzu anladığınızda, bu sevgi 'alan el' sevgisine dönüşür. Kibrinden kurtulur. Bağışçılığın zahmetinden arınır. Nefisteki sûrilik samimiyete döner. İhlasa kavuşur. Yeşilçam aksini söyler ama siz inanmayın. En güçlü sevgi ihtiyaç duyulana karşı duyulan sevgidir. Bu yüzden sevilenler (Zeki Müren'in de dediği gibi) "Sana muhtacım!" denmesini duymak isterler. (Bir de "Bir kere de bana ihtiyacın olsun!" diye bir şarkı vardı. Değinmeden geçmeyelim.)
Şu kendime dair güzel bir farkındalığımdır: Ben hadis inkârcılarıyla karşılaşana kadar salavat-ı şerifeye gereken değeri vermezdim. Yok, bu çok hızlı oldu, daha yavaş sonuca geleyim. Kıymetli olduğunu kabul ediyordum tabii. Getirilmesinde hayırlar olduğunu biliyordum. Fakat ona ihtiyaç hissetmiyordum. Evet, en açık ifadesi bu sanırım, ben salavat-ı şerifeye 'ihtiyaç hissetmiyordum.'
Yani nasıl? Şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam anıldığında salavat-ı şerife getirmek kör nefsime yük gibi gelirdi. Yazarken parantez içine (a.s.m.) koymak 'aleyhissalatuvesselam' diye yazmaktan daha kolaydı. Okurken de böyleydi. Hatta daha kötüsü. Bu kısaltmaları atlayarak ilerlerdim metinlerde. (Allah affetsin.) Ancak, ne zaman ki hadis inkârcılarıyla karşılaştım, onların sünnet-i seniyyeye dair saldırılarını duydum, birden tenime can geldi.
"Vay siz nasıl sünnet hakkında böyle şeyler söylersiniz!" öfkesi değildi hissettiğim sadece. İçimde sakladığım ve kusacak yer aradığım bir kavgacılığa adres bulmaktan değildi. Ben, eğer onlara hak verilirse dünya nasıl ayaklarımın altından çekiliyor, onu hissettim. Boşluğun dehşetini tattım. Mürşidimin 9. Mektup'ta dokunduğu o korku, yani aksinin varlığını (bir an kadar olsun) tasavvur etmekten gelen elem, işte o, beni öyle sarstı ki! Korktuğu birşeyin yaklaştığını ansızın farkederek annesine koşan çocuğa dönüştüm. Hani olur, elini istersiniz, uzatmaz. Rahat rahat yürümek ister. Fakat bir köpek görünce aniden dönüp bacaklarınıza sarılır. Öyle işte. Benim de hikayem buna benziyor:
“Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, ‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.”
Her musibette bir ders var. Artık sadece konuşurken değil yazarken de 'aleyhissalatuvesselam' demekten ayrı bir tat alıyorum. Ateşi gördüm çünkü. Suyun kıymetini anladım. Ben, öyle bir dünyada varolmak istemem, biliyorum. Tarafımı seçtim. Neyin varlığını/yokluğunu savunacağıma kalpten bir karar verdim. Çünkü o dünya, eğer hakikatin ayarlarıyla hevasına göre oynamaktan rahatsız olacak gerçekçi bir insansanız, işkencelerin en büyüğüdür. Değişmeyen doğruları arayanların cehennemidir. Ki mürşidim de, bir yerde, sünnet-i seniyyenin otoritesi hiçe sayıldığında düşülecek boşluğa şöyle işaret eder:
"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.
Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Bu haleti belki şöyle kusurlu bir örnekle akla yaklaştırmak mümkün: Diyelim; bir terzisiniz, peşinen aldığınız ve çoktan harcamaya başladığınız yüksek bir ücretle (öyle yüksek bir ücret ki iş bozulursa geri ödemeniz mümkün değil) sultana elbise dikeceksiniz. Fakat sultanı ne görmüşsünüz, ne ölçmüşsünüz, ne de istediği elbiseye dair bir malumatınız var. Peki ne dikeceksiniz? Üstelik yetişmesi gereken zaman da yaklaşıyor. Böylesi bir durumun bizzat kendisi terzinin endişeden çıldırması için yeterli değil midir?
Sünnet-i seniyyeye yapılan saldırılar da bana aynen böyle hissettiriyor. Onunla nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşayanlara da (eğer zâhiren hakikat arayıcısı fakat hakikatte hevaperest değillerse) akıl erdiremiyorum. Çünkü görüyorum ki: Bu insanların modelden kurtulmak istemelerinin sebebi modeli kendileri belirlemek arzusu. Hatta modelin yerine geçmek arzusu. Başka açıklaması yok.
Terziye getirilecek ve "Sultan işte böyle böyle bir elbise istiyor!" denilecek örneği almak istememeleri, o elbise için getirilen malzemeden 'kendileri için' ve 'kendilerine göre' bir elbise biçmek istemelerinden. Ve bundan sultanın da rahatsız olmamasını bekliyorlar. Hatta, sadece kendileri beklemekle kalmıyorlar, civardaki bütün terzilere de tavsiyeleri bu yönde. Diyorlar ki: "Ne belli modeli bize sultanın yolladığı? Aradan çok zaman/insan geçmiş. Şu sâdık çalışanlar kendi istedikleri elbiseyi bize diktiriyor olamazlar mı? O zaman bu güvenilmez modeli boşverelim de biz kendimize göre bir elbise biçelim."
Bir terzinin kendisine diktiği elbiseden sultanın ne derece memnun kalacağı umuluyor acaba? Doğrusu, ben terzi olsam, sâdık çalışanların getirdiği modele göre bir elbise dikmeyi tercih ederim. Akıl da bunu emreder. Çünkü, sonuçta kusur olsa, en azından sultana şöyle deme hakkım var: "Senden bana iletilen bilgi böyleydi. Bu gaybî bilgiye ulaşabilmemin gönderdiğin elçilerden başka yolu da yoktu!" Bununla bir derece hesap verebilirim. Fakat kendime göre biçtiğim elbiseyle nasıl hesap vereceğim? Şöyle mi diyeceğim: "Gönderdiğin kumaşla birlikte getirilen modeli beğenmedim. Getirenlere de güvenmedim. (O halde kumaşı niye aldım?) Benim kalıbıma ve zevkime göre bir elbisenin sana daha çok yakışacağını düşündüm. Her terziye de böyle tavsiye ettim."
Oh, ne güzel, hiçbirisi birbirini tutmayan binlerce elbise var, hepsi de sultanın kumaşından ve sultan için. Fakat sultanın fikrini soran yok. "O nasıl bir elbise istiyor acaba?" diye kurcalayan yok. Modeline bakan yok. Nasıl olacak şimdi? Sultan nasıl razı edilecek? Sünnet-i seniyye düşmanlarının bu kadar da mı aklı yok sahi? Kur'an kumaşından kendi hevalarının kalıplarına göre dikecekleri elbiseyle o Sultan-ı Zişan'ın rızasını kazanabilecekleri mi sanıyorlar? Bir boyacı bile duvarları keyfine göre boyasa evsahibini kızdırır. Peki avam terzinin hevası Sultan'ı 'sevmeye' mecbur edebilir mi? Böyle birşey mümkün mü? Âlem acayipliklerle doldu arkadaşım. En iyisi biz yine mantığın gölgesinde kalalım. Demek: Terzi, yerini bilmez de sultanlığa özenirse, önce modelini inkâr eder.
31 Mart 2017 Cuma
Latifleşme çabaları (3): Ayna nasıl özgür olur?
"Ben bir cümlelik nokta değilim."
Sagopa Kajmer, Neyim Var ki?
İslam'ın bize öğrettiği varlık algısı ile hürriyet tanımımız arasında yakın bir ilişki var. Biz, mana-i harfîyiz, yani arızîyiz. Aslolan biz olmadığımızdan tanımlarımızın tamamı gayba bakar. İfadelerimiz noktasını ebedde bulur. Ötemizde olan şeylerle kendimize anlam ararız. Bizle başlayan ve biten cümleler ruhumuza ağır gelir. Bizim sadece parçası olduğumuz ebede uzanan cümlelere talibiz. Dolayısıyla bize kim bakarsa 'dolayısıyla' baksın isteriz.
Kendimizi tarif ederken varlığımızın zayıflığına vurgu yaparız. 'Bismillah' der başlarız mesela. 'Elhamdülillah' der bitiririz. "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki!" buyururken Aleyhissalatuvesselamın bize öğrettiğidir bu. Asla atıflar yaparak aslolanın biz olmadığımızı ortaya koyarız. Bizzat varolmak istemiyoruz! Evet, istemiyoruz! Çünkü onda hayır/varlıksallık bulmadık. Bizzat varolmak varlığımızın zatımızla birlikte yokolması anlamına geliyor. Fakat birşeye dair olursak dair olduğumuz varoldukça varolacağız. Çünkü hep onunla olacağız. Zaman bizi nereye savurursa savursun. Bir kere girdik o sonsuz kareye. Ne mutlu! Şu baki cümleye yalnız başına anlamı olmayan bir 'ile' veya bir 've' veya bir 'ki' gibi sıkışsak yeter. Bizim birşey olmamıza gerek yok ki artık! Cümle birşey olsun yeter. Elifimizi cümlede erittik. Kendimizden aşkınız.
Arızî olanın hürriyeti asıl olanın hürriyeti gibi değildir. Madem ki; hürriyet varoluşa bakar, yani varolanın varolabileceği kadar ve şekilde varolabilmesidir özgürlük, o halde Kadîm ve Kayyum olanla mümkin ve arızî olanın hürriyeti bir olmaz. Her zaman ve hiçbirşeye muhtaç olmadan varolanla sonradan ve herşeye muhtaç olarak varolanın varlığı bir değildir. Dolayısıyla o varlığın sınırlarının arttırılmasında veya tayininde onun hali Rabbisinin hali gibi de değildir.
Allah şanı ve hikmeti neyi dilerse onu yaratır ve yapar. Fakat sen canın ne isterse onu yapamazsın. Senin varlığının devamı ve selameti seni varetmeye devam edenin yaratışına bağlıdır. O yaratışın şekli dileyişine bağlıdır. O dileyişin şekli rızasına bağlıdır. Onu kendinden razı etmezsen cennet aynasından alıp vücudunu cehennem aynasına yansıtabilir. Dünya perdesinden çekilen vücudunu cehennem perdesinde gösterebilir. Hem yalnız bu kadar da değil. Mürşidim diyor ki: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."
Her an için Allah'a muhtacız. Sadece acıktığımızda, sadece canımız yandığında, sadece hasta olduğumuzda, sadece parasız kaldığımızda, sadece birşeyi arzuladığımızda, sadece korktuğumuzda değil. Bir önceki andan tastamam bağımsız diğer anın varlığı için Allah'a muhtacız. Perdede yansıyan filmin projeksiyona muhtaçlığı gibi muhtaçlığımız var. Işığını bizden kesse mahvoluruz çünkü. Karelerden hiçbiri bir diğerinin yaratıcısı değil.
Önceki Ahmedlerden hiçbirinin sonrasındaki Ahmedleri yaratacak gücü yoktu. Yatay düzlemde ve eksik boyutta nasıl göründüğü önemli değil olayın. Ahmed'in Ahmed yaratacak gücü var mı, yok mu, o mühim. Hiçbir Ahmed'in hiçbirşeyi yaratacak gücü olmadı. Ahmed Ahmedleri seyretti sadece. Kendisine biçilmiş gömleklerin içlerinden geçti. Tıpkı bir çizgifilm karakteri gibi. Tek farkı, bu çizgifilmin çizeri, karakterinin iradesine de cüz'i bir 'isteme' alanı verdi.
Dolayısıyla varolan aslolanın rızasını aramak zorundadır. Üzerinde yansıyan güneş yüzünden değer gören bir ayna "Nerede istersem orada dururum!" diyemez. Durdurmazlar. O ancak güneşi gösterdiği yerde kıymetlidir. Göstermedikten sonra kıymeti kalmaz. Yanmayan ampulleri kim takılı tutar? Delik bardakla kim birşey içer? Bizim göstermeye de, yanmaya da, tutmaya da ihtiyacımız var. Bu bizi bizzat değil dolayısıyla özgür yapıyor.
"İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz!" derken mürşidim de buna işaret ediyor. Sen ne kadar hür olsan yine abdullahsın. Yine dolayısıylasın. Kayyum'unun seni yaratmasına muhtaçsın varolmak için. Dünyadaki ihtiyaçlarının çokluğu sana bunu hatırlatıyor. Yaraların hep bunun şahidi. Acıların, tanıştığın ihtiyaçların ve güç yetiremezliklerinin delili. Aczin ve fakrın tam burada 'makbul bir şefaatçi' oluyor. Aynalıkta hüner kazan ki güneş sende hep yansımak istesin. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Aynanın sadakati güneşin rızası yönüne dönmekten başka nedir ki?
Sagopa Kajmer, Neyim Var ki?
İslam'ın bize öğrettiği varlık algısı ile hürriyet tanımımız arasında yakın bir ilişki var. Biz, mana-i harfîyiz, yani arızîyiz. Aslolan biz olmadığımızdan tanımlarımızın tamamı gayba bakar. İfadelerimiz noktasını ebedde bulur. Ötemizde olan şeylerle kendimize anlam ararız. Bizle başlayan ve biten cümleler ruhumuza ağır gelir. Bizim sadece parçası olduğumuz ebede uzanan cümlelere talibiz. Dolayısıyla bize kim bakarsa 'dolayısıyla' baksın isteriz.
Kendimizi tarif ederken varlığımızın zayıflığına vurgu yaparız. 'Bismillah' der başlarız mesela. 'Elhamdülillah' der bitiririz. "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki!" buyururken Aleyhissalatuvesselamın bize öğrettiğidir bu. Asla atıflar yaparak aslolanın biz olmadığımızı ortaya koyarız. Bizzat varolmak istemiyoruz! Evet, istemiyoruz! Çünkü onda hayır/varlıksallık bulmadık. Bizzat varolmak varlığımızın zatımızla birlikte yokolması anlamına geliyor. Fakat birşeye dair olursak dair olduğumuz varoldukça varolacağız. Çünkü hep onunla olacağız. Zaman bizi nereye savurursa savursun. Bir kere girdik o sonsuz kareye. Ne mutlu! Şu baki cümleye yalnız başına anlamı olmayan bir 'ile' veya bir 've' veya bir 'ki' gibi sıkışsak yeter. Bizim birşey olmamıza gerek yok ki artık! Cümle birşey olsun yeter. Elifimizi cümlede erittik. Kendimizden aşkınız.
Arızî olanın hürriyeti asıl olanın hürriyeti gibi değildir. Madem ki; hürriyet varoluşa bakar, yani varolanın varolabileceği kadar ve şekilde varolabilmesidir özgürlük, o halde Kadîm ve Kayyum olanla mümkin ve arızî olanın hürriyeti bir olmaz. Her zaman ve hiçbirşeye muhtaç olmadan varolanla sonradan ve herşeye muhtaç olarak varolanın varlığı bir değildir. Dolayısıyla o varlığın sınırlarının arttırılmasında veya tayininde onun hali Rabbisinin hali gibi de değildir.
Allah şanı ve hikmeti neyi dilerse onu yaratır ve yapar. Fakat sen canın ne isterse onu yapamazsın. Senin varlığının devamı ve selameti seni varetmeye devam edenin yaratışına bağlıdır. O yaratışın şekli dileyişine bağlıdır. O dileyişin şekli rızasına bağlıdır. Onu kendinden razı etmezsen cennet aynasından alıp vücudunu cehennem aynasına yansıtabilir. Dünya perdesinden çekilen vücudunu cehennem perdesinde gösterebilir. Hem yalnız bu kadar da değil. Mürşidim diyor ki: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."
Her an için Allah'a muhtacız. Sadece acıktığımızda, sadece canımız yandığında, sadece hasta olduğumuzda, sadece parasız kaldığımızda, sadece birşeyi arzuladığımızda, sadece korktuğumuzda değil. Bir önceki andan tastamam bağımsız diğer anın varlığı için Allah'a muhtacız. Perdede yansıyan filmin projeksiyona muhtaçlığı gibi muhtaçlığımız var. Işığını bizden kesse mahvoluruz çünkü. Karelerden hiçbiri bir diğerinin yaratıcısı değil.
Önceki Ahmedlerden hiçbirinin sonrasındaki Ahmedleri yaratacak gücü yoktu. Yatay düzlemde ve eksik boyutta nasıl göründüğü önemli değil olayın. Ahmed'in Ahmed yaratacak gücü var mı, yok mu, o mühim. Hiçbir Ahmed'in hiçbirşeyi yaratacak gücü olmadı. Ahmed Ahmedleri seyretti sadece. Kendisine biçilmiş gömleklerin içlerinden geçti. Tıpkı bir çizgifilm karakteri gibi. Tek farkı, bu çizgifilmin çizeri, karakterinin iradesine de cüz'i bir 'isteme' alanı verdi.
Dolayısıyla varolan aslolanın rızasını aramak zorundadır. Üzerinde yansıyan güneş yüzünden değer gören bir ayna "Nerede istersem orada dururum!" diyemez. Durdurmazlar. O ancak güneşi gösterdiği yerde kıymetlidir. Göstermedikten sonra kıymeti kalmaz. Yanmayan ampulleri kim takılı tutar? Delik bardakla kim birşey içer? Bizim göstermeye de, yanmaya da, tutmaya da ihtiyacımız var. Bu bizi bizzat değil dolayısıyla özgür yapıyor.
"İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz!" derken mürşidim de buna işaret ediyor. Sen ne kadar hür olsan yine abdullahsın. Yine dolayısıylasın. Kayyum'unun seni yaratmasına muhtaçsın varolmak için. Dünyadaki ihtiyaçlarının çokluğu sana bunu hatırlatıyor. Yaraların hep bunun şahidi. Acıların, tanıştığın ihtiyaçların ve güç yetiremezliklerinin delili. Aczin ve fakrın tam burada 'makbul bir şefaatçi' oluyor. Aynalıkta hüner kazan ki güneş sende hep yansımak istesin. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Aynanın sadakati güneşin rızası yönüne dönmekten başka nedir ki?
14 Aralık 2016 Çarşamba
Allah bağımlılık yapar mı?
Sırf birşeyler yazmak için yazmak mümkün mü? (Nasıl sorarsın? İşte yapıyorsun ya!) Galiba bu kalem işi bende biraz bağımlılık halini aldı. Müsekkin alır gibi yazıyor ve okuyorum. Okudukça ve yazdıkça sakinleşiyorum. Bir tür kitap/kalem terapi. Her gün bir miktar onlarla ilgilenmek, bana, 'bir işe yaramışım' gibi hissettiriyor. Asıl bağımlılığım o demek ki. Bir işe yaramaya mecbur yaratılmışım. Mecbur da denmemeli belki buna. Birşey olmaya muhtaç yaratılmışım. Lezzet de alıyorum çünkü. Kendisinden ibaret kalmaması gereken. Başkasına/ötesine işaret etmek üzere yaratılan. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, harf olarak yaratılan. Mana-i harfî... Kendi başına anlamsız. Bir kelime bulmalı.
Hiç sağa sola bakmaya gerek yok. O arızalı benim. Benden fazlasına işaret ederek son bulmamışsa günüm, gecesinde, boğulur gibi hissediyorum. İçine kaynayacağı ve onunla kendinden ötesi olacağı kelime bulamamış, cümle kuramamış harfim sıkılıyor. Bir yerlerden kendimi atasım geliyor. Mekanlara sığamıyorum. Duvarlara kızıyorum. "Bir su bulsam da elbiselerimle birlikte içine atlasam!" diyorum. İşte, o yüzden size, Allah'tan bahsetmeye ihtiyacım var. Çünkü Allah'tan bahsetmekle kendim olmaktan veya kendimden ibaret kalmaktan kurtulacağım. Allah, güzel isimlerini fikrimize lütfetmekle, bizi, kendimizde boğulmaktan kurtarmıştır. Talim-i esma Âdem'in (a.s.) kurtuluşudur. Ondan haberdar olmak, daha ilk farkındalık anından itibaren, hayat kurtaran bir nimettir. Bir cansimididir. Bir tutunacaktır. Kur'an'daki ifadesiyle sapasağlam bir kulptur. Kopmaz bir halattır. Cinnetin eşiğinden keskince bir dönüştür.
Allah bilmekle bitmeyecek olandır. Ona dair marifetin sonu yoktur. Ve biz bu sayede sınırlarla dolu dünyamızın kenarından düşmeyiz. Ayakları dünyaya basan, ama aklı ve kalbi dünyaya sığmayan insan, ancak böyle bir 'gayba' iman etmekle ferah bulabilir. Gayba imanın insanda yaptığı ilk etki özgürlüktür. Siz hürriyeti 'istediğini yapmakla' veya 'istemediğini yapmamakla' ölçebilirsiniz. Ben böyle yapmam. Eylemelerime değil bilişlerime yüklenirim. Esaretimi 'kendimden ibaret kalmakla' veya 'dünyadan ibaret kalmamakla' ölçerim.
Eğer herşey yaşadıklarımdan ibaretse, yaşamakla geçen zamanın, hür veya esir, hiçbir anlamı yoktur. Nihayetinde ölüm gelir ve hepimizi yokluğun esiri eder. Kendince hür olan ve kendince esir olan yoklukta eşitlenir. Ancak Allah varsa, ki vardır, o zaman kavram olarak 'hürriyet'in ele alınır bir tarafı olabilir. Çünkü Allah'ın varlığını bilmekle gayba iman edilmiş olur. Gayb, bize, bu dünyanın beş duyu organımızla algıladığımızdan ibaret olmadığını söyler. Demek ötesi de vardır. Buradan sonsuzluğa bir kapı açılır. Sonsuzluğun olduğu yerde yaşanır ancak hakiki hürriyet. Dünyamıza sonsuzluğun teşrifi ancak Allah'ın marifeti ile olur. Sonsuz olan birşeye iman ettiğimizde gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilecek bir alana sahip oluruz.
Onu bilişinin ve Onu bilmemizin sonu yoktur. İşte özgürüz. Onun ihsanının ve bizim muhtaçlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Onun yaratış kudretinin ve bizim yaratılışa açlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Özgürlük atı, kibirde değil, ancak sonsuz esmaü'l-hüsnanın dilenciliğinde kendisini hür hisseder. Münacaat-ı Veysel Karanî'nin (r.a.) okudukça ruha genişlik veren sırrı da budur belki. Bediüzzaman'ın tercüme edişiyle nakledeyim: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin. (...) Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar."
İnsan, Allah'ı bilmekle ne elde eder? Bana öyle geliyor ki; işte, evvelce bunu elde eder. Biz Allah'a dair konuştuğumuz her anda bu farkındalıkla rahatlarız. Çünkü sonsuzluktan haberdar yaratılmış içimizdeki şeyler, haberdar oldukları, ancak vuslatına eremedikleri sonsuzluğun esintisine şu marifet ile ererler. Gaybın farkındalığında koşmak üzerine yaratılmış ruhumuz, dünya ahırından, madde ağılından memnun değildir. Önüne ne koysanız huysuzlanır. Tatmin olmaz ve sıkılır. Coşmak ister. Taşmak ister. Gayba iman etmediği sürece o alan açılmaz önünde. Acizdir. Fakirdir. Allah'a iman ettikten sonra dağlarını tanır. Ayaklarının sekerek bitiremeyeceği vadileri görür. Gözü doymadan gönlü doyar. Öyle ya, insan, ancak sonsuzluğun varlığını bilmekle tok olur. Belki bu yüzden Kur'an-ı Hakîm darlanmış ruhumuza şifa şifa fısıldar: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur..." Yazmakta ve okumakta beni rahatladan da bu galiba. At sakinleşiyor. Dünya dünyadan ibaret değil. Şükür ki, ben de kendimden...
Allah bilmekle bitmeyecek olandır. Ona dair marifetin sonu yoktur. Ve biz bu sayede sınırlarla dolu dünyamızın kenarından düşmeyiz. Ayakları dünyaya basan, ama aklı ve kalbi dünyaya sığmayan insan, ancak böyle bir 'gayba' iman etmekle ferah bulabilir. Gayba imanın insanda yaptığı ilk etki özgürlüktür. Siz hürriyeti 'istediğini yapmakla' veya 'istemediğini yapmamakla' ölçebilirsiniz. Ben böyle yapmam. Eylemelerime değil bilişlerime yüklenirim. Esaretimi 'kendimden ibaret kalmakla' veya 'dünyadan ibaret kalmamakla' ölçerim.
Eğer herşey yaşadıklarımdan ibaretse, yaşamakla geçen zamanın, hür veya esir, hiçbir anlamı yoktur. Nihayetinde ölüm gelir ve hepimizi yokluğun esiri eder. Kendince hür olan ve kendince esir olan yoklukta eşitlenir. Ancak Allah varsa, ki vardır, o zaman kavram olarak 'hürriyet'in ele alınır bir tarafı olabilir. Çünkü Allah'ın varlığını bilmekle gayba iman edilmiş olur. Gayb, bize, bu dünyanın beş duyu organımızla algıladığımızdan ibaret olmadığını söyler. Demek ötesi de vardır. Buradan sonsuzluğa bir kapı açılır. Sonsuzluğun olduğu yerde yaşanır ancak hakiki hürriyet. Dünyamıza sonsuzluğun teşrifi ancak Allah'ın marifeti ile olur. Sonsuz olan birşeye iman ettiğimizde gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilecek bir alana sahip oluruz.
Onu bilişinin ve Onu bilmemizin sonu yoktur. İşte özgürüz. Onun ihsanının ve bizim muhtaçlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Onun yaratış kudretinin ve bizim yaratılışa açlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Özgürlük atı, kibirde değil, ancak sonsuz esmaü'l-hüsnanın dilenciliğinde kendisini hür hisseder. Münacaat-ı Veysel Karanî'nin (r.a.) okudukça ruha genişlik veren sırrı da budur belki. Bediüzzaman'ın tercüme edişiyle nakledeyim: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin. (...) Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar."
İnsan, Allah'ı bilmekle ne elde eder? Bana öyle geliyor ki; işte, evvelce bunu elde eder. Biz Allah'a dair konuştuğumuz her anda bu farkındalıkla rahatlarız. Çünkü sonsuzluktan haberdar yaratılmış içimizdeki şeyler, haberdar oldukları, ancak vuslatına eremedikleri sonsuzluğun esintisine şu marifet ile ererler. Gaybın farkındalığında koşmak üzerine yaratılmış ruhumuz, dünya ahırından, madde ağılından memnun değildir. Önüne ne koysanız huysuzlanır. Tatmin olmaz ve sıkılır. Coşmak ister. Taşmak ister. Gayba iman etmediği sürece o alan açılmaz önünde. Acizdir. Fakirdir. Allah'a iman ettikten sonra dağlarını tanır. Ayaklarının sekerek bitiremeyeceği vadileri görür. Gözü doymadan gönlü doyar. Öyle ya, insan, ancak sonsuzluğun varlığını bilmekle tok olur. Belki bu yüzden Kur'an-ı Hakîm darlanmış ruhumuza şifa şifa fısıldar: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur..." Yazmakta ve okumakta beni rahatladan da bu galiba. At sakinleşiyor. Dünya dünyadan ibaret değil. Şükür ki, ben de kendimden...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...