George Orwell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
George Orwell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2019 Perşembe

Ümit Özat'ın içtihadı arzîdir.

Dün sosyalmedyadan paylaşırken hakkında yazmaya çok da niyetli değildim. Yani 'yazı kadar meşgul olmayı' gerekli görmüyordum. Fakat, sanki sözleşmişiz gibi, gecesinde gündem olan Ümit Özat'ın açıklamaları, hakkında birkaç şey karalamanın faydasına inandırdı beni. Neydi konu peki? İşte ona şöyle bir eşikten giriş yapalım: Bugünlerde George Orwell'ın Dali'den Karakurbağasına Bazı Düşünceler'ini okuyorum. Orwell'ın değişik dönemlerde, konularda ve yayınlar için yazdığı makale, deneme ve hatıralarından oluşuyor. Güzel bir kitap. Ufuk açıcı gözlemler-tenkidler içeriyor. Her neyse. Geneli hakkında konuşmayı terkedip hızla asıl konuya gelelim: Kitabın içinde Su Altında Ay başlıklı bir yazı da var. Bu yazıda Orwell mezkûr isimde ama varolmayan bir içkili mekana dair düşlerini kaleme alıyor. Daha doğrusu: "Londra'da nasıl bir pub olsa güzel olur?" önerilerini yazıyor. "Aman, tamam, bize ne canım bu mendebur işten?" diyebilirsiniz kârilerim. Sakın! Zurnanın zırt dediği yere geldik çünkü.

Yazının bir yerinde Orwell 'içkili mekanlara çocukların alınmamasını' eleştiriyor ve bu türden bir yasağın 'ailenin biraraya gelişini engellediğini' ifade ediyor. Gerekçesi ise şu: Bir mekana çocuklar alınmazsa çocuklu kadınlar da o mekana giremezler. O zaman mekan erkeklerin egemenliğine bırakılmış olur. Bu da aile birliğine zarar veren birşeydir. Kendisinin bu talebe işaret ettiği yerde söyledikleri ise şöyle: "Kurallara göre yalnızca bahçede bulunmalarına izin verilen çocuklar genelde pub'a sızıp bazen anne ve babalarının içeceklerini bile taşıyorlar. Bildiğim kadarıyla pub'a girmeleri kanunen yasak fakat böyle yasalar çiğnenmeyi hakediyor. Çünkü çocukları, dolayısıyla belli ölçüde de kadınları, dışlayan yasalar yüzünden ailelerin buluşması gereken yerler olan pub'lar içki satan sıradan dükkanlara dönüşüyor."

İşte bu metni okuyunca hissettiğim bir tuhaflık bana 'hakkında düşünülesi' geldi. Neydi peki o tuhaflık? Orwell'ın talebini bina ettiği zaruret durumunun benim açımdan öyle olmadığını ve dolayısıyla üzerine bina ettiği talebi de bir parça 'gülünesi' bulduğumu hissettim. Hatta, sadece ben de değil, herhangi bir müslümana böyle bir talep ifade edilse alacağı karşılık herhalde şuydu: "Yok mu lan ailenle gidecek başka mekan? Zıkkımlanmasan ne olur? Bir de çoluğunu-çocuğunu da götürmek istiyor rezil herif! Cık, cık, cık." Evet. Alıncak cevap aşağı-yukarı buydu. Çünkü bir müslümanın zaruret algısı elbette bir gayrimüsliminki ile bir değildi. Hele hele alkol gibi, bırakınız zaruretini, haramlığı sözkonusu olan bir meselede standart bir müslüman hak talebi falan tanımazdı. İçi kaldırmazdı. Tıpkı Bediüzzaman'da olduğu gibi:

"Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki: Zarurettir, bana helâldir."

Yani Orwell'ın, içki içmeyi zaruret, içerken aileyle birlikte zaman geçirebilmeyi ise bir hak olarak görmesinden kaynaklanan 'çocukların da içkili mekana girebilmesi' talebi bizim için baştan dansa yanlış ayakla başlamış bir hürriyet talebidir. Bir insanın böyle bir zaruret yaşadığına/yaşayacağına imanımız olmadığından üzerinden gelişen talebe de taraftarlığımız olmaz. Hatta, işte bana olduğu gibi, durumu bir parça 'gülünesi' bile bulabiliriz. Fakat ahirzamanda özgürlük (ve özellikle de liberal özgürlük) talepleri müslümanın kalp ve zihin dünyasını öyle karıştırmıştır ki, şu tarz bir talep bugün dillendirilse, buna taraftar çıkan müslümanlar olabilir. Bunu da özgürlükten sayabilirler. Neden? Çünkü zaruriyatlarını kendi özlerine göre değil elin sözlerine göre inşa etmişlerdir. Onlar için her ihtiyaç bir tür zarurettir.

Peki Ümit Özat'ın bu yazıyla ne ilgisi var? Özat dün bir maçtan sonra şöyle bir açıklama yaptı: "Pote'nin durumu ortada. 'Oruç tutma' dememize rağmen maalesef. Orucun telafisi var ama maçın telafisi yok. Kendisiyle birebir konuşacağım. Hiçbirşey ekmeğini yediğin yerden önemli değildir. Bizler müslümanız elhamdülillah. Sen burada yirmibin taraftara, maddi-manevi emek harcayan taraftara, takım arkadaşlarına, bizlere... Bir gün tutma arkadaş. Bu zor birşey değil ki. Bir şehrin kaderiyle oynamasına müsaade etmem. Biraz daha duyarlı olmak lazım. Bugün mağlup da olabilirdik. Kim der: Pote oruç, Ahmet oruç, Mehmet oruç."

İslam'da orucun-Ramazan'ın ehemmiyetine dair azıcık malumatı olan herkesin içini yakan şu sözlerin, Orwell üzerinden de dikkat çektiğimiz, 'paradigma kaymasıyla' ilgisi var bence. Özat takımının maç kazanmasının oruçtan daha önemli birşey olduğunu düşünüyor. Ekmeği asıl yediren, yani Rezzak-ı Hakiki olan Allah'ın da yalnızca bu rızka aracılık yapan, yani maaş veren futbol kulübünün önüne geçemeyeceğini sanrılıyor. Daha doğrusu: Kalbinde tuttuğu yanlış zaruriyat sıralaması nedeniyle bunun haklı bir talep olabileceğini düşünüyor.

Halbuki eğer bir küfür beldesine yaşamıyorsak, ki çok şükür yaşamıyoruz, burada zaruriyat talebinin yüzünü dönmesi gereken yer Pote değil TFF. Yani Türkiye Futbol Federasyonu. Hatta UEFA'nın bizzat kendisi. Cristmas'ı tanıyan ama Ramazan'a karşı körebe oynayan sisteme bir haklı talep iletmemiz gerekiyor kendi zaruriyatımız üzerinden. Halbuki, Bediüzzaman'ın da metninin devamında ifade ettiği gibi, bugünün keserleri hep bizden yontuyor:

"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."

Ancak, yukarıda da söylemeye çalıştığımız gibi, zihinlerimizde büyük bir tahriş var. Kalplerimiz kendi zaruriyatını savunabilecek gücü yitirmiş durumda. Genel olanın norm haline geldiği ve bu genelin de genelde Batı tarafından belirlendiği bir çağdayız. Dün rüyamızda görsek sabah beladan korunmak için sadaka dağıtacağımız kabusları normal karşılar olduk. Hatta arkalarında durur olduk. Bugün eşcinsellerin özgürlüğünü savunan dindar gençler var. Neden? Kendi imanına sahip değil çünkü. En azından zaruriyat algısı yerinden oynamış. Liberal taleplerin zaruriyattan sayılması yedinci bir iman hakikati olarak itikadına yerleşmiş. Dinin buna engel olması gerektiğini bırakmış 'müsaade etmemesinden' hesap sormaya başlamış. Ne diyelim? Cenab-ı Hak tekrar bize Ehl-i Sünnetin temelleri üzerinden yükselebilmeyi nasip eylesin. Yoksa kıyamet kopsun. Daha fazla rezillik çıkmasın.

21 Ekim 2018 Pazar

Andımız okundukça FETÖ'ler bitmez!

"Serbest Fırka kurulalı bir hafta ya olmuş ya olmamıştı. Sadi artık azılı bir muhalif, ateşli bir Serbest Fırkacı idi. Nahit ilk günlerde işi alaya döküp kapatmak istedi: Hani sen Nazi idin? Yakını ise Serbest Fırka değil Halk Fırkası oğlum." (Tarık Buğra, İbiş'in Rüyası'ndan.)

George Orwell'ın 1984'ünü okudunuz mu bilmem. Okumuşsanız oradaki pekçok şeyin izdüşümünü bizim yakın tarihimizde görmüşsünüzdür. Ben de, mesela, kitabın sonunda esas oğlanın 'iki artı iki eşittir beş' yazmasını andımıza benzetirim. Ne kadar aksinin gerçek olduğu bilinse de söylenmesi gereken bir yalandır o da. Devletin söylenmesini zoraki tuttuğu bir yalan. Ve birey, içinde bir yerlerde hangi ırktan olduğuna inanırsa inansın, devletin kapısına geldiğinde yalanını söyler. Başka şekilde yaşama şansı yoktur çünkü.

Yıllar önce, FETÖ ile hükümet arasında 'dersane geriliminin' başladığı zamanlarda, "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazı dizisi kaleme almıştım. (On yazıdan oluşan bir seriydi.) FETÖ'ye mensup bireylerin, örgütün beyni konumundaki kişiler/kurumlar tarafından nasıl bu kadar kolay yönetilebildiklerini, nasıl böyle kolayca iradelerini teslim edebildiklerini, nasıl bu kadar kolaylıkla karar/doğru değiştirebildiklerini irdelemeye çalışmıştım o yazı dizisinde. Ve şöyle bir resim ortaya koymayı başardığımı düşünmüştüm:

Bu değişimin bir günde yaşanmıyor. Çocukluklarından itibaren FETÖ'nün çarkları içine giren bireyler, bu dönüşme ahlakını, tabir-i caizse 'bukelamunolojiyi' adım adım içselleştiriyorlar. Bir yaşam tarzı olarak hayatlarına yerleştiriyorlar. Ondan sonra da kendilerine verilen her görevde 'görevin gerektirdiği karakterde' olabiliyorlar. Gerekirse başörtülerini çıkarıyorlar. Gerekirse içki içiyorlar. Gerekirse mayoyla denize giriyorlar. Çünkü 'her pozisyona girebilirlik' ruhlarına zaten yerleşmiş oluyor. Bundan sonrası çok bir emek de istemiyor. Hatta bazen bir bahane bile yetiyor.

Fakat hem o yazılarda hem de 15 Temmuz'un hemen sonrasında kaleme aldığım "Kemalistlerin hiç mi suçu yok?" gibi yazılarımda ikinci birşeye daha dikkat çekmiştim: FETÖ'nün mensuplarını böylesine başarıyla karaktersizleştirmesinde yardım aldığı birileri/birşeyler de var. Nedir peki onlar? Onların en belirgini, göze batanı, kendisini net olarak göstereni Kemalizmin totaliterliğidir. Evet. Kemalizmin bir yönetiş tarzı olarak 'iknayı' değil 'baskıcılığı' seçmesi, müslüman bireyi, kimliğini açıkça ortaya koyamayacak bir hale getirmiştir. Ve bu baskı bataklığında FETÖ ve benzerlerinin sivrisinekleri uygun bir yaşam alanı bulmuştur.

Tam da bu noktada, kadim Kemalistlerden Vedat Günyol'un, Kendimce Denemeler isimli kitabındaki şu sözlerini alıntılamak gerekir: "Atatürk devrimlerinin, Türkiye'yi aydınlığa götüren devrimlerinin, tepeden inme, diktatörce yapıldığını ileri sürenler olmuştur, olmaktadır da. Sorarım o kimselere: 'Latin harflerini tepeden inme bir buyrukla kabul ettirmeyip, halkı bu yolda bilinçlendirmeye kalksaydı, sittin sene amacına ulaşabilir miydi?' Yurttaşlık Yasası için de aynı şeyi söyleyebiliriz."

Evet. Kemalizmin Türkiye'yi değiştirmek konusunda çok acelesi vardır. Ve bu acele 'halkının gönlünü bekleyecek' halde değildir. Fakat, bakınız, aynı dönemlerin en acı şahitliğini yaşamış, hayatı hapisten hapise, sürgünden sürgüne geçmiş bir âlim, Bediüzzaman aynı konuya nasıl bakmaktadır: "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder."

İşte FETÖ, bir açıdan, Bediüzzaman'ın bu tesbitinin yıllar sonra vücud bulmuş şeklidir. Kemalist baskının eşliğinde hayatlarını 'gizlenerek/saklayarak' yaşamaya alıştırılmış bireyler, böylelikle, kendilerine bu şekilde varolmalarını öğütleyen örgütlerin kucağına itilmişlerdir. Başörtüsüyle hiçbir yerde, hatta okul sıralarında bile, varolmasına izin verilmeyen genç kız FETÖ'ye altın tepside sunulmuştur. Namaz kıldığının tesbiti halinde askeri liseye alınmayacağından korkan dindar genç FETÖ'ye servis edilmiştir. Kendisi olarak varolması bastırılan her dindar birey gizlenerek varolmasını öğreten bu örgütün kucağına itilmiştir. Hem sadece bu da değil.

Bu işin bir tarafı FETÖ'ye bakarsa bir tarafı da PKK'ya bakar. PKK'nın Kürtlerin nüfusça yoğun olduğu bölgelerdeki varlığı, hepimiz de bunu açıkça biliyoruz ki, Kürtlerin kendileri olarak varolmalarına izin verilmemesine yaslanır. İzin verilmedikçe güçlenir. İzin verildikçe geriler. Kemalist baskıcılığın ülkemize bir hediyesi de, oluşturduğu baskı bataklığının, 1980'lerden itibaren PKK'nın ortaya çıkmasına münbit bir zemin hazırlamasıdır.

İşte bu noktadan hareketle ben diyorum ki: Yeni Türkiye'nin yapması gereken en son şey Eski Türkiye'nin bu hatalarını tekrar etmesidir. Bataklığı besleyerek sineklerin kuvvetlenmesine sebep olmasıdır. Zira bu baskıcılık, bireylerin beyinlerini endoktrine etmez, aksine husumetlerini doğurur. Hem "Münafık kâfirden eşeddir!" sırrınca daha tehlikeli bir hale getirir.

Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü, dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır."

O halde aklı başında olan herkesin, nifakın anneliğini yapan baskıcılığı, dayatmayı, totaliterliği, fıtrata/yaratılışa aykırı her şekliyle, dışlaması gerekir. Andımız da buna dahildir. Kemalizm, bu baskıcı yapısını ve toplumun gündelik yaşamındaki tezahürlerini terketmedikçe, terör örgütlerinin anneliğini yapmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ideolojisini benimsemeyen bireyleri delikanlılıktan alıp karaktersizliğe itecektir. Hem doğuracak hem de doğurduklarıyla (güya) savaşacaktır. Gerçi devrimlerin kendi evlatlarını yemesi normaldir. Herkes az-çok bilir. Lakin şu bin yıllık kardeşliklere yazık oluyor.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...