Bir dönem İşçi Partisi'nin yönetiminde de görev yapan iktisatçı-düşünür İdris Küçükömer'in en çok bilinen görüşü Türkiye'de sağın ve solun yanlış yerleştiği iddiasıdır. Ona göre; CHP, Avrupa'daki sağ-sol kavramlaştırmalarına kıyasla, sağ bir parti iken, sekülerleştirmesi üzerinden 'sol' olarak tanımlanmıştır. Halbuki devletçilik, totaliterlik, faşistlik gibi başlıklar altında yönetimi boyunca sergilediği tavır, Avrupa'da sağın sergilediği tavırdır. Tarık Buğra da, belki biraz bu nedenle, İbiş'in Rüyası isimli meşhur romanında Sadi karakterine şöyle çıkışır: "Hani sen Nazi idin? Yakını ise, Serbest Fırka değil, Halk Fırkası oğlum."
Serdar Kaya'nın "Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği" isimli kitabında da, hatırımda kalan, şöyle bir 'alan çalışması' var. Öğretmenler üzerine yapılan sosyo-kültürel bir çalışma bu. Kaldığı kadarıyla arzedeyim: Türkiye'de bir grup öğretmene o günlerde okutulmakta olan ders kitaplarından belirli parçalar seçilerek incelemeleri isteniyor. Fakat, işin içinde bir iş var, bu metinler orijinal hallerinde değiller. Üzerlerinde çeşitli değişiklikler yapılmış. Mesela: 'Türk' kelimesi 'İngiliz' kelimesiyle veya 'Türkiye' kelimesi 'İngiltere' ile değiştirilmiş. (Yanlış hatırlamıyorsam daha farklı milletlerle yapılan değişiklikler de vardı.) Metinlerin geri kalanına ise dokunulmamış.
Ve bu metinler öğretmenlere okutulup ne düşündükleri sorulmuş. Değerlendirmelerde bulunmaları talep edilmiş. Araştırma seçkisinde yeralan öğretmenlerin neredeyse tamamı bu metinleri 'faşizan' bulmuş. 'Irkçı bir tutum' takınıldığından bahsetmiş. 'Dayatmacı' üslûplarından yakınmış. Sonra, bu öğretmenlere, okudukları metinlerin aslında ders kitaplarından alındığı söylenmiş. Orijinal halleri de teslim edilmiş. Bunları da okumaları istenmiş. Öğretmenler, şaşırtıcı bir şekilde, orijinal metinleri okuduklarında kanaatlerini değiştirmişler. Aynı faşizan tavrı, ırkçılığı veya dayatmacılığı bu metinlerde hissetmediklerini ifade etmişler. Mezkûr değişimi sağlayan sadece 'İngiliz' ve 'İngiltere' gibi kelimelerin yerine 'Türk' ve 'Türkiye' gibilerinin yerleştirilmesiymiş.
Aslında şaşırmamak gerekir. Çünkü faşizmin sorunu/körlüğü tam da burada saklıdır: Faşizm 'fetişizmini yaptığı şeye dair vurguları' aşırılık olarak görmez. Gereklilik, olması gereken ve hatta iyilik olarak tasavvur eder. Hitler için Almanlaştırma çalışmaları aslında bütün dünyaya yapılan bir iyiliktir. Öldürülmek çingelere, yahudilere ve diğer 'neidiğibelirsiz' kavimlere iyi gelir. Böylece hastalıklı varlıklarından kendileri de kurtulmuş olurlar. Hitler'in demeçlerine dikkat edin. İşgallerinin tamamı onun açısından birer 'kurtarma'dır. Yine İngilizlerin, Fransızların veya İspanyolların sömürdükleri ülkelerde yokettikleri yerel diller, kültürler, halklar veya devletler aslında kendi yüce makamlarından dünyaya yaptıkları birer iyiliktirler. (İsrailliler de bugün aynısını Filistinlilere yaptıklarını düşünürler.) Bu sosyal darwinizmin bir sonucudur. Evrim, her zaman, zayıf türün/bireylerin yokolup güçlü olanların ayakta kalmasıyla (doğal seleksiyon) devam eder. Bu açıdan sömürgeleştirmek Batı'nın insanlık üzerindeki hakkıdır. Çünkü halkanın en sonunda kendisi vardır(!).
"Milan Kundera andımızı okur muydu?" başlıklı yazımda da bu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım. 'Efendilerin empatisi' aslında bir empati değildir. Bir 'kendini dayatma'dır. Kafasındaki doğruyu tartışmaya açmayan bir 'kendileştirme hamlesi'dir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirmeye çalışmak'tır. (Ne de olsa elbise o kadına yakışmıştır. Cami hocasının 'Ben kendime yakıştıramıyorum!' demeye hakkı olabilir mi hiç?) Türkiye'deki andımız tartışmalarında da aynı 'efendi empatisi'nin izleri görülür.
Örneğin: Bu tartışmalar sırasında andımızın meşruiyetini savunan insanlara, yukarıda Serdar Kaya'dan aktardığım şekilde, metnin 'Türküm' kısmını değiştirip 'Almanım,' yine 'Ey büyük Atatürk!' kısmını değiştirip 'Ey büyük Hitler!' veya "Varlığım Türk varlığına armağan olsun!" kısmını değiştirip "Varlığım Alman varlığına armağan olsun!" şeklinde okutsanız, kesinlikle o metni faşizan bulurlar. Çin'de Uygurlara, Kuzey Irak'ta Türkmenlere, Sırbistan'da Boşnaklara böylesine farklı versiyonlarıyla okutulduğunu söyleseniz oldukları yerde hırslarından parende atarlar.
Ama kendi ülkelerine, metinlerine, vurgularına, halklarına geldiklerinde işler değişir. İşte bu faşizmin çalışma şeklidir. Faşistin dünyasında iki türlü dünya vardır. 1) Fetişizmini yaptığı şeyin hâkim olduğu dünya. 2) Fetişizmini yaptığı şeyin mazlum olduğu dünya. Bu nedenle, bir Türk, dünyanın herhangi bir yerinde andımız muamelesine maruz kalırsa mazlumdur, ama Türkiye'de başka hangi halk aynı muameleye maruz kalırsa kalsın, eğer itiraz ediyorsa, haksızdır.
Sanıyorum, tam da bu noktada, İslam'ın "Dinde zorlama yoktur!" buyuran güzelliğini de anmak gerekiyor. Başladığı noktadan en son vardığı yere kadar, İslam, hiçbir yerde 'farklı olanın' yaşamına müdahalede bulunmamıştır. Kendisini değiştirmesini istememiştir. Osmanlıların yönetimi altındaki hiçbir azınlık/kavim asimilasyon yaşamamıştır. Hatta Balkanlar için Yavuz Sultan Selim'in biraralık böyle birşeye niyetlendiği ancak dönemin Şeyhülislam'ı tarafından bir hayli paylandığı anlatılır. Zaten asırları aşan kardeşçe yaşamın sırrı da budur. Osmanlı bir imparatorluktur. Çünkü onun 'andımız'ı yoktur.
Andımız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Andımız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Ekim 2018 Pazartesi
21 Ekim 2018 Pazar
Andımız okundukça FETÖ'ler bitmez!
"Serbest Fırka kurulalı bir hafta ya olmuş ya olmamıştı. Sadi artık azılı bir muhalif, ateşli bir Serbest Fırkacı idi. Nahit ilk günlerde işi alaya döküp kapatmak istedi: Hani sen Nazi idin? Yakını ise Serbest Fırka değil Halk Fırkası oğlum." (Tarık Buğra, İbiş'in Rüyası'ndan.)
George Orwell'ın 1984'ünü okudunuz mu bilmem. Okumuşsanız oradaki pekçok şeyin izdüşümünü bizim yakın tarihimizde görmüşsünüzdür. Ben de, mesela, kitabın sonunda esas oğlanın 'iki artı iki eşittir beş' yazmasını andımıza benzetirim. Ne kadar aksinin gerçek olduğu bilinse de söylenmesi gereken bir yalandır o da. Devletin söylenmesini zoraki tuttuğu bir yalan. Ve birey, içinde bir yerlerde hangi ırktan olduğuna inanırsa inansın, devletin kapısına geldiğinde yalanını söyler. Başka şekilde yaşama şansı yoktur çünkü.
Yıllar önce, FETÖ ile hükümet arasında 'dersane geriliminin' başladığı zamanlarda, "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazı dizisi kaleme almıştım. (On yazıdan oluşan bir seriydi.) FETÖ'ye mensup bireylerin, örgütün beyni konumundaki kişiler/kurumlar tarafından nasıl bu kadar kolay yönetilebildiklerini, nasıl böyle kolayca iradelerini teslim edebildiklerini, nasıl bu kadar kolaylıkla karar/doğru değiştirebildiklerini irdelemeye çalışmıştım o yazı dizisinde. Ve şöyle bir resim ortaya koymayı başardığımı düşünmüştüm:
Bu değişimin bir günde yaşanmıyor. Çocukluklarından itibaren FETÖ'nün çarkları içine giren bireyler, bu dönüşme ahlakını, tabir-i caizse 'bukelamunolojiyi' adım adım içselleştiriyorlar. Bir yaşam tarzı olarak hayatlarına yerleştiriyorlar. Ondan sonra da kendilerine verilen her görevde 'görevin gerektirdiği karakterde' olabiliyorlar. Gerekirse başörtülerini çıkarıyorlar. Gerekirse içki içiyorlar. Gerekirse mayoyla denize giriyorlar. Çünkü 'her pozisyona girebilirlik' ruhlarına zaten yerleşmiş oluyor. Bundan sonrası çok bir emek de istemiyor. Hatta bazen bir bahane bile yetiyor.
Fakat hem o yazılarda hem de 15 Temmuz'un hemen sonrasında kaleme aldığım "Kemalistlerin hiç mi suçu yok?" gibi yazılarımda ikinci birşeye daha dikkat çekmiştim: FETÖ'nün mensuplarını böylesine başarıyla karaktersizleştirmesinde yardım aldığı birileri/birşeyler de var. Nedir peki onlar? Onların en belirgini, göze batanı, kendisini net olarak göstereni Kemalizmin totaliterliğidir. Evet. Kemalizmin bir yönetiş tarzı olarak 'iknayı' değil 'baskıcılığı' seçmesi, müslüman bireyi, kimliğini açıkça ortaya koyamayacak bir hale getirmiştir. Ve bu baskı bataklığında FETÖ ve benzerlerinin sivrisinekleri uygun bir yaşam alanı bulmuştur.
Tam da bu noktada, kadim Kemalistlerden Vedat Günyol'un, Kendimce Denemeler isimli kitabındaki şu sözlerini alıntılamak gerekir: "Atatürk devrimlerinin, Türkiye'yi aydınlığa götüren devrimlerinin, tepeden inme, diktatörce yapıldığını ileri sürenler olmuştur, olmaktadır da. Sorarım o kimselere: 'Latin harflerini tepeden inme bir buyrukla kabul ettirmeyip, halkı bu yolda bilinçlendirmeye kalksaydı, sittin sene amacına ulaşabilir miydi?' Yurttaşlık Yasası için de aynı şeyi söyleyebiliriz."
Evet. Kemalizmin Türkiye'yi değiştirmek konusunda çok acelesi vardır. Ve bu acele 'halkının gönlünü bekleyecek' halde değildir. Fakat, bakınız, aynı dönemlerin en acı şahitliğini yaşamış, hayatı hapisten hapise, sürgünden sürgüne geçmiş bir âlim, Bediüzzaman aynı konuya nasıl bakmaktadır: "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder."
İşte FETÖ, bir açıdan, Bediüzzaman'ın bu tesbitinin yıllar sonra vücud bulmuş şeklidir. Kemalist baskının eşliğinde hayatlarını 'gizlenerek/saklayarak' yaşamaya alıştırılmış bireyler, böylelikle, kendilerine bu şekilde varolmalarını öğütleyen örgütlerin kucağına itilmişlerdir. Başörtüsüyle hiçbir yerde, hatta okul sıralarında bile, varolmasına izin verilmeyen genç kız FETÖ'ye altın tepside sunulmuştur. Namaz kıldığının tesbiti halinde askeri liseye alınmayacağından korkan dindar genç FETÖ'ye servis edilmiştir. Kendisi olarak varolması bastırılan her dindar birey gizlenerek varolmasını öğreten bu örgütün kucağına itilmiştir. Hem sadece bu da değil.
Bu işin bir tarafı FETÖ'ye bakarsa bir tarafı da PKK'ya bakar. PKK'nın Kürtlerin nüfusça yoğun olduğu bölgelerdeki varlığı, hepimiz de bunu açıkça biliyoruz ki, Kürtlerin kendileri olarak varolmalarına izin verilmemesine yaslanır. İzin verilmedikçe güçlenir. İzin verildikçe geriler. Kemalist baskıcılığın ülkemize bir hediyesi de, oluşturduğu baskı bataklığının, 1980'lerden itibaren PKK'nın ortaya çıkmasına münbit bir zemin hazırlamasıdır.
İşte bu noktadan hareketle ben diyorum ki: Yeni Türkiye'nin yapması gereken en son şey Eski Türkiye'nin bu hatalarını tekrar etmesidir. Bataklığı besleyerek sineklerin kuvvetlenmesine sebep olmasıdır. Zira bu baskıcılık, bireylerin beyinlerini endoktrine etmez, aksine husumetlerini doğurur. Hem "Münafık kâfirden eşeddir!" sırrınca daha tehlikeli bir hale getirir.
Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü, dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır."
O halde aklı başında olan herkesin, nifakın anneliğini yapan baskıcılığı, dayatmayı, totaliterliği, fıtrata/yaratılışa aykırı her şekliyle, dışlaması gerekir. Andımız da buna dahildir. Kemalizm, bu baskıcı yapısını ve toplumun gündelik yaşamındaki tezahürlerini terketmedikçe, terör örgütlerinin anneliğini yapmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ideolojisini benimsemeyen bireyleri delikanlılıktan alıp karaktersizliğe itecektir. Hem doğuracak hem de doğurduklarıyla (güya) savaşacaktır. Gerçi devrimlerin kendi evlatlarını yemesi normaldir. Herkes az-çok bilir. Lakin şu bin yıllık kardeşliklere yazık oluyor.
George Orwell'ın 1984'ünü okudunuz mu bilmem. Okumuşsanız oradaki pekçok şeyin izdüşümünü bizim yakın tarihimizde görmüşsünüzdür. Ben de, mesela, kitabın sonunda esas oğlanın 'iki artı iki eşittir beş' yazmasını andımıza benzetirim. Ne kadar aksinin gerçek olduğu bilinse de söylenmesi gereken bir yalandır o da. Devletin söylenmesini zoraki tuttuğu bir yalan. Ve birey, içinde bir yerlerde hangi ırktan olduğuna inanırsa inansın, devletin kapısına geldiğinde yalanını söyler. Başka şekilde yaşama şansı yoktur çünkü.
Yıllar önce, FETÖ ile hükümet arasında 'dersane geriliminin' başladığı zamanlarda, "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazı dizisi kaleme almıştım. (On yazıdan oluşan bir seriydi.) FETÖ'ye mensup bireylerin, örgütün beyni konumundaki kişiler/kurumlar tarafından nasıl bu kadar kolay yönetilebildiklerini, nasıl böyle kolayca iradelerini teslim edebildiklerini, nasıl bu kadar kolaylıkla karar/doğru değiştirebildiklerini irdelemeye çalışmıştım o yazı dizisinde. Ve şöyle bir resim ortaya koymayı başardığımı düşünmüştüm:
Bu değişimin bir günde yaşanmıyor. Çocukluklarından itibaren FETÖ'nün çarkları içine giren bireyler, bu dönüşme ahlakını, tabir-i caizse 'bukelamunolojiyi' adım adım içselleştiriyorlar. Bir yaşam tarzı olarak hayatlarına yerleştiriyorlar. Ondan sonra da kendilerine verilen her görevde 'görevin gerektirdiği karakterde' olabiliyorlar. Gerekirse başörtülerini çıkarıyorlar. Gerekirse içki içiyorlar. Gerekirse mayoyla denize giriyorlar. Çünkü 'her pozisyona girebilirlik' ruhlarına zaten yerleşmiş oluyor. Bundan sonrası çok bir emek de istemiyor. Hatta bazen bir bahane bile yetiyor.
Fakat hem o yazılarda hem de 15 Temmuz'un hemen sonrasında kaleme aldığım "Kemalistlerin hiç mi suçu yok?" gibi yazılarımda ikinci birşeye daha dikkat çekmiştim: FETÖ'nün mensuplarını böylesine başarıyla karaktersizleştirmesinde yardım aldığı birileri/birşeyler de var. Nedir peki onlar? Onların en belirgini, göze batanı, kendisini net olarak göstereni Kemalizmin totaliterliğidir. Evet. Kemalizmin bir yönetiş tarzı olarak 'iknayı' değil 'baskıcılığı' seçmesi, müslüman bireyi, kimliğini açıkça ortaya koyamayacak bir hale getirmiştir. Ve bu baskı bataklığında FETÖ ve benzerlerinin sivrisinekleri uygun bir yaşam alanı bulmuştur.
Tam da bu noktada, kadim Kemalistlerden Vedat Günyol'un, Kendimce Denemeler isimli kitabındaki şu sözlerini alıntılamak gerekir: "Atatürk devrimlerinin, Türkiye'yi aydınlığa götüren devrimlerinin, tepeden inme, diktatörce yapıldığını ileri sürenler olmuştur, olmaktadır da. Sorarım o kimselere: 'Latin harflerini tepeden inme bir buyrukla kabul ettirmeyip, halkı bu yolda bilinçlendirmeye kalksaydı, sittin sene amacına ulaşabilir miydi?' Yurttaşlık Yasası için de aynı şeyi söyleyebiliriz."
Evet. Kemalizmin Türkiye'yi değiştirmek konusunda çok acelesi vardır. Ve bu acele 'halkının gönlünü bekleyecek' halde değildir. Fakat, bakınız, aynı dönemlerin en acı şahitliğini yaşamış, hayatı hapisten hapise, sürgünden sürgüne geçmiş bir âlim, Bediüzzaman aynı konuya nasıl bakmaktadır: "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder."
İşte FETÖ, bir açıdan, Bediüzzaman'ın bu tesbitinin yıllar sonra vücud bulmuş şeklidir. Kemalist baskının eşliğinde hayatlarını 'gizlenerek/saklayarak' yaşamaya alıştırılmış bireyler, böylelikle, kendilerine bu şekilde varolmalarını öğütleyen örgütlerin kucağına itilmişlerdir. Başörtüsüyle hiçbir yerde, hatta okul sıralarında bile, varolmasına izin verilmeyen genç kız FETÖ'ye altın tepside sunulmuştur. Namaz kıldığının tesbiti halinde askeri liseye alınmayacağından korkan dindar genç FETÖ'ye servis edilmiştir. Kendisi olarak varolması bastırılan her dindar birey gizlenerek varolmasını öğreten bu örgütün kucağına itilmiştir. Hem sadece bu da değil.
Bu işin bir tarafı FETÖ'ye bakarsa bir tarafı da PKK'ya bakar. PKK'nın Kürtlerin nüfusça yoğun olduğu bölgelerdeki varlığı, hepimiz de bunu açıkça biliyoruz ki, Kürtlerin kendileri olarak varolmalarına izin verilmemesine yaslanır. İzin verilmedikçe güçlenir. İzin verildikçe geriler. Kemalist baskıcılığın ülkemize bir hediyesi de, oluşturduğu baskı bataklığının, 1980'lerden itibaren PKK'nın ortaya çıkmasına münbit bir zemin hazırlamasıdır.
İşte bu noktadan hareketle ben diyorum ki: Yeni Türkiye'nin yapması gereken en son şey Eski Türkiye'nin bu hatalarını tekrar etmesidir. Bataklığı besleyerek sineklerin kuvvetlenmesine sebep olmasıdır. Zira bu baskıcılık, bireylerin beyinlerini endoktrine etmez, aksine husumetlerini doğurur. Hem "Münafık kâfirden eşeddir!" sırrınca daha tehlikeli bir hale getirir.
Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü, dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır."
O halde aklı başında olan herkesin, nifakın anneliğini yapan baskıcılığı, dayatmayı, totaliterliği, fıtrata/yaratılışa aykırı her şekliyle, dışlaması gerekir. Andımız da buna dahildir. Kemalizm, bu baskıcı yapısını ve toplumun gündelik yaşamındaki tezahürlerini terketmedikçe, terör örgütlerinin anneliğini yapmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ideolojisini benimsemeyen bireyleri delikanlılıktan alıp karaktersizliğe itecektir. Hem doğuracak hem de doğurduklarıyla (güya) savaşacaktır. Gerçi devrimlerin kendi evlatlarını yemesi normaldir. Herkes az-çok bilir. Lakin şu bin yıllık kardeşliklere yazık oluyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...