Night Hunter filminde Dedektif Marshall'ı kişileştiren Henry Cavill'in 'kendisine neler olduğunu' anlattığı bir sahne var. Kızıyla konuştukları bir kesittir. (İzleyenleri hatırlamıştır.) Kısaca diyor ki orada: "Doğduğunda işler zorlaştı. Herşeyi denedim. Terapiyi bile. Seninle ilgili değil. Geceleri ışıklar kapandığında odayı görürsün değil mi? Peki ya ışığı sürekli açıp kapatırsam? Hiçbirşey göremezsin. Takip ettiklerim karanlıkta yaşıyorlar. Sen gelene kadar görmek çok kolaydı. Çünkü sen ışığımsın."
Mevzuun optiğe bakan yanını anlamak kolay. Karanlıkta kaldığınızda gözünüz, daha doğrusu gözbebeğiniz, genişleyerek ortama adapte olur. Nesneleri az-çok seçmeye başlar. Şekillerini kabaca algılar. Bu nedenle yeniden ortama ışık bastırdığında geçici bir körlük yaşarsınız. Gözbebekleriniz küçülerek maruz kalınan ışığın miktarını azaltır. Makule çeker. Körlüğünüz geçer. Ancak bu karanlık-ışık geçişlerini sıklaştırırsanız, hem körlüğünüz kalıcılaşır, hem de gözleriniz ağrımaya başlar. Çünkü göz böylesi hareketleri sık yapmaya yatkın bir organ değildir.
Mürşidim kısa bir mealiyle "Neredeyse şimşeğin ışığı onları kör edecekti!" buyrulan Bakara sûresinin 20. ayetini tefsirinde ilginç bir noktaya dikkatlerimizi çeker: "Gözün şuaı, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek, kemal-i sür'atle hücum ederek, gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuaından o şekilleri alıp götürüyor."
Bu izahı nereden hareketle söyler peki? İşaratü'l-İ'caz aşinaları cevabı bilirler ya fakat bilemeyenler için bir hatırlatma geçelim: Ayette geçen 'yahtafu' kelimesi üzerinden. Çünkü bu kelime 'kaptırmak' manasına gelmektedir. Ben, biraz da yukarıda konuştuklarımızdan hareketle, Bediüzzaman'ın bu tefsirini şöyle anlarım: Bir fırtınanın karanlığında, o karanlığa adapte olan gözler tam manzarayı az-buçuk seçmeye başlayacakken, birden bir şimşek çakar, ışık düzeyi değişir. Gözün adaptasyonu berbat olur. Yeniden kıvamını bulmaya çalışır. Aydınlık normalde 'gördürücü' birşeyken bu anlık hali, yani devamsızlığı, aksine 'körleştirici' olur.
Ancak burada daha başka birşey var. Bu iş göz işi değil. Göz sadece bir temsil. Bakara sûresinde geçen bu tasvirler bize aslında 'münafıkların psikolojisini' anlatıyor. Onların hakikate muhatabiyetlerindeki ikircikli halin onları düşürdüğü şaşkınlık ortaya konuluyor. Hatta Bediüzzaman aynı bahiste diyor: "Kâfirlerin kalbleri gibi münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet. Bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz."
Arkadaşım şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan cesaret alarak 'içimizin yasasına' dair şöyle birşey söylesem şaşırır mısın: Mutluluk da bir ziyadır. Yani bir ışıktır. Kalbin gözü, yaşadığı ortamın durumuna göre, ondan bir parça alabilecek şekilde adapte olur. Az-çok birşeyler seçer. Hani Bediüzzaman'ın İslam'dan çıkanın saadet yönünden doğma-büyüme kâfire bile yetişemeyeceğini açıklarken söylediği birşeydir: Kâfirin açık kalmış bazı lâmbaları olabilir. Fakat mürtedin gönlünün bütün ışıkları sönmüştür. Ben onu, işte biraz da bu bahisten hareketle, şöyle anlarım:
İslam'ı kevserinden bir kere tatmış, diline bu bal bir kere dokunmuş, damağı bu lezzetle tanışmış, artık ne kadar ağzını kezzapla çalkalarsa çalkalasın bu tattan kurtulamaz. Hakikate aşina vicdanı ona 'olması gerekenin' sinyallerini verir. Bu sinyaller hiçbir zaman 'kâfircesine bir habersizlik içinde' susturulamayacağı için de, münafık, kâfirin dahi kavuştuğunu sandığı saadetten mahrum edilmiştir. Tıpkı, ertesi gün idam edileceğini bilen bir mahkûmun, bu kem akıbetten haberi olmayan sair mahkûmlar kadar yediklerinden lezzet alamaması gibi. Hatta 'yiyememesi' gibi.
Doğrunun şimşeği sürekli çakarken kalbinin gözü gafletin mutluluğunu görmeyi başaramaz. İsterse en kara şeytanları arıyor olsun. Anlık parlamalar bu kadarcık bir görmeyi dahi elinden almıştır. Gözünden önce kalbinin ellerinden kapmıştır. Evet. "Münafık kâfirden eşeddir." Çünkü gözünün ışığa tahammülü yoktur. Her parıltıyla savaşır. Her nurla kavgalıdır. Çünkü aydınlığa dair herşey onu 'ecnebi dinsizleri gibi' olmaktan alıkoyar. İslam'ın tezahürlerinden bu yüzden rahatsızdır. Yani dışına taşırdığı esasında içinin kavgasıdır. Gözünün ağrısıdır. Allahu'l-a'lem.
Münafık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Münafık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
26 Ekim 2019 Cumartesi
21 Ekim 2018 Pazar
Andımız okundukça FETÖ'ler bitmez!
"Serbest Fırka kurulalı bir hafta ya olmuş ya olmamıştı. Sadi artık azılı bir muhalif, ateşli bir Serbest Fırkacı idi. Nahit ilk günlerde işi alaya döküp kapatmak istedi: Hani sen Nazi idin? Yakını ise Serbest Fırka değil Halk Fırkası oğlum." (Tarık Buğra, İbiş'in Rüyası'ndan.)
George Orwell'ın 1984'ünü okudunuz mu bilmem. Okumuşsanız oradaki pekçok şeyin izdüşümünü bizim yakın tarihimizde görmüşsünüzdür. Ben de, mesela, kitabın sonunda esas oğlanın 'iki artı iki eşittir beş' yazmasını andımıza benzetirim. Ne kadar aksinin gerçek olduğu bilinse de söylenmesi gereken bir yalandır o da. Devletin söylenmesini zoraki tuttuğu bir yalan. Ve birey, içinde bir yerlerde hangi ırktan olduğuna inanırsa inansın, devletin kapısına geldiğinde yalanını söyler. Başka şekilde yaşama şansı yoktur çünkü.
Yıllar önce, FETÖ ile hükümet arasında 'dersane geriliminin' başladığı zamanlarda, "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazı dizisi kaleme almıştım. (On yazıdan oluşan bir seriydi.) FETÖ'ye mensup bireylerin, örgütün beyni konumundaki kişiler/kurumlar tarafından nasıl bu kadar kolay yönetilebildiklerini, nasıl böyle kolayca iradelerini teslim edebildiklerini, nasıl bu kadar kolaylıkla karar/doğru değiştirebildiklerini irdelemeye çalışmıştım o yazı dizisinde. Ve şöyle bir resim ortaya koymayı başardığımı düşünmüştüm:
Bu değişimin bir günde yaşanmıyor. Çocukluklarından itibaren FETÖ'nün çarkları içine giren bireyler, bu dönüşme ahlakını, tabir-i caizse 'bukelamunolojiyi' adım adım içselleştiriyorlar. Bir yaşam tarzı olarak hayatlarına yerleştiriyorlar. Ondan sonra da kendilerine verilen her görevde 'görevin gerektirdiği karakterde' olabiliyorlar. Gerekirse başörtülerini çıkarıyorlar. Gerekirse içki içiyorlar. Gerekirse mayoyla denize giriyorlar. Çünkü 'her pozisyona girebilirlik' ruhlarına zaten yerleşmiş oluyor. Bundan sonrası çok bir emek de istemiyor. Hatta bazen bir bahane bile yetiyor.
Fakat hem o yazılarda hem de 15 Temmuz'un hemen sonrasında kaleme aldığım "Kemalistlerin hiç mi suçu yok?" gibi yazılarımda ikinci birşeye daha dikkat çekmiştim: FETÖ'nün mensuplarını böylesine başarıyla karaktersizleştirmesinde yardım aldığı birileri/birşeyler de var. Nedir peki onlar? Onların en belirgini, göze batanı, kendisini net olarak göstereni Kemalizmin totaliterliğidir. Evet. Kemalizmin bir yönetiş tarzı olarak 'iknayı' değil 'baskıcılığı' seçmesi, müslüman bireyi, kimliğini açıkça ortaya koyamayacak bir hale getirmiştir. Ve bu baskı bataklığında FETÖ ve benzerlerinin sivrisinekleri uygun bir yaşam alanı bulmuştur.
Tam da bu noktada, kadim Kemalistlerden Vedat Günyol'un, Kendimce Denemeler isimli kitabındaki şu sözlerini alıntılamak gerekir: "Atatürk devrimlerinin, Türkiye'yi aydınlığa götüren devrimlerinin, tepeden inme, diktatörce yapıldığını ileri sürenler olmuştur, olmaktadır da. Sorarım o kimselere: 'Latin harflerini tepeden inme bir buyrukla kabul ettirmeyip, halkı bu yolda bilinçlendirmeye kalksaydı, sittin sene amacına ulaşabilir miydi?' Yurttaşlık Yasası için de aynı şeyi söyleyebiliriz."
Evet. Kemalizmin Türkiye'yi değiştirmek konusunda çok acelesi vardır. Ve bu acele 'halkının gönlünü bekleyecek' halde değildir. Fakat, bakınız, aynı dönemlerin en acı şahitliğini yaşamış, hayatı hapisten hapise, sürgünden sürgüne geçmiş bir âlim, Bediüzzaman aynı konuya nasıl bakmaktadır: "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder."
İşte FETÖ, bir açıdan, Bediüzzaman'ın bu tesbitinin yıllar sonra vücud bulmuş şeklidir. Kemalist baskının eşliğinde hayatlarını 'gizlenerek/saklayarak' yaşamaya alıştırılmış bireyler, böylelikle, kendilerine bu şekilde varolmalarını öğütleyen örgütlerin kucağına itilmişlerdir. Başörtüsüyle hiçbir yerde, hatta okul sıralarında bile, varolmasına izin verilmeyen genç kız FETÖ'ye altın tepside sunulmuştur. Namaz kıldığının tesbiti halinde askeri liseye alınmayacağından korkan dindar genç FETÖ'ye servis edilmiştir. Kendisi olarak varolması bastırılan her dindar birey gizlenerek varolmasını öğreten bu örgütün kucağına itilmiştir. Hem sadece bu da değil.
Bu işin bir tarafı FETÖ'ye bakarsa bir tarafı da PKK'ya bakar. PKK'nın Kürtlerin nüfusça yoğun olduğu bölgelerdeki varlığı, hepimiz de bunu açıkça biliyoruz ki, Kürtlerin kendileri olarak varolmalarına izin verilmemesine yaslanır. İzin verilmedikçe güçlenir. İzin verildikçe geriler. Kemalist baskıcılığın ülkemize bir hediyesi de, oluşturduğu baskı bataklığının, 1980'lerden itibaren PKK'nın ortaya çıkmasına münbit bir zemin hazırlamasıdır.
İşte bu noktadan hareketle ben diyorum ki: Yeni Türkiye'nin yapması gereken en son şey Eski Türkiye'nin bu hatalarını tekrar etmesidir. Bataklığı besleyerek sineklerin kuvvetlenmesine sebep olmasıdır. Zira bu baskıcılık, bireylerin beyinlerini endoktrine etmez, aksine husumetlerini doğurur. Hem "Münafık kâfirden eşeddir!" sırrınca daha tehlikeli bir hale getirir.
Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü, dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır."
O halde aklı başında olan herkesin, nifakın anneliğini yapan baskıcılığı, dayatmayı, totaliterliği, fıtrata/yaratılışa aykırı her şekliyle, dışlaması gerekir. Andımız da buna dahildir. Kemalizm, bu baskıcı yapısını ve toplumun gündelik yaşamındaki tezahürlerini terketmedikçe, terör örgütlerinin anneliğini yapmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ideolojisini benimsemeyen bireyleri delikanlılıktan alıp karaktersizliğe itecektir. Hem doğuracak hem de doğurduklarıyla (güya) savaşacaktır. Gerçi devrimlerin kendi evlatlarını yemesi normaldir. Herkes az-çok bilir. Lakin şu bin yıllık kardeşliklere yazık oluyor.
George Orwell'ın 1984'ünü okudunuz mu bilmem. Okumuşsanız oradaki pekçok şeyin izdüşümünü bizim yakın tarihimizde görmüşsünüzdür. Ben de, mesela, kitabın sonunda esas oğlanın 'iki artı iki eşittir beş' yazmasını andımıza benzetirim. Ne kadar aksinin gerçek olduğu bilinse de söylenmesi gereken bir yalandır o da. Devletin söylenmesini zoraki tuttuğu bir yalan. Ve birey, içinde bir yerlerde hangi ırktan olduğuna inanırsa inansın, devletin kapısına geldiğinde yalanını söyler. Başka şekilde yaşama şansı yoktur çünkü.
Yıllar önce, FETÖ ile hükümet arasında 'dersane geriliminin' başladığı zamanlarda, "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazı dizisi kaleme almıştım. (On yazıdan oluşan bir seriydi.) FETÖ'ye mensup bireylerin, örgütün beyni konumundaki kişiler/kurumlar tarafından nasıl bu kadar kolay yönetilebildiklerini, nasıl böyle kolayca iradelerini teslim edebildiklerini, nasıl bu kadar kolaylıkla karar/doğru değiştirebildiklerini irdelemeye çalışmıştım o yazı dizisinde. Ve şöyle bir resim ortaya koymayı başardığımı düşünmüştüm:
Bu değişimin bir günde yaşanmıyor. Çocukluklarından itibaren FETÖ'nün çarkları içine giren bireyler, bu dönüşme ahlakını, tabir-i caizse 'bukelamunolojiyi' adım adım içselleştiriyorlar. Bir yaşam tarzı olarak hayatlarına yerleştiriyorlar. Ondan sonra da kendilerine verilen her görevde 'görevin gerektirdiği karakterde' olabiliyorlar. Gerekirse başörtülerini çıkarıyorlar. Gerekirse içki içiyorlar. Gerekirse mayoyla denize giriyorlar. Çünkü 'her pozisyona girebilirlik' ruhlarına zaten yerleşmiş oluyor. Bundan sonrası çok bir emek de istemiyor. Hatta bazen bir bahane bile yetiyor.
Fakat hem o yazılarda hem de 15 Temmuz'un hemen sonrasında kaleme aldığım "Kemalistlerin hiç mi suçu yok?" gibi yazılarımda ikinci birşeye daha dikkat çekmiştim: FETÖ'nün mensuplarını böylesine başarıyla karaktersizleştirmesinde yardım aldığı birileri/birşeyler de var. Nedir peki onlar? Onların en belirgini, göze batanı, kendisini net olarak göstereni Kemalizmin totaliterliğidir. Evet. Kemalizmin bir yönetiş tarzı olarak 'iknayı' değil 'baskıcılığı' seçmesi, müslüman bireyi, kimliğini açıkça ortaya koyamayacak bir hale getirmiştir. Ve bu baskı bataklığında FETÖ ve benzerlerinin sivrisinekleri uygun bir yaşam alanı bulmuştur.
Tam da bu noktada, kadim Kemalistlerden Vedat Günyol'un, Kendimce Denemeler isimli kitabındaki şu sözlerini alıntılamak gerekir: "Atatürk devrimlerinin, Türkiye'yi aydınlığa götüren devrimlerinin, tepeden inme, diktatörce yapıldığını ileri sürenler olmuştur, olmaktadır da. Sorarım o kimselere: 'Latin harflerini tepeden inme bir buyrukla kabul ettirmeyip, halkı bu yolda bilinçlendirmeye kalksaydı, sittin sene amacına ulaşabilir miydi?' Yurttaşlık Yasası için de aynı şeyi söyleyebiliriz."
Evet. Kemalizmin Türkiye'yi değiştirmek konusunda çok acelesi vardır. Ve bu acele 'halkının gönlünü bekleyecek' halde değildir. Fakat, bakınız, aynı dönemlerin en acı şahitliğini yaşamış, hayatı hapisten hapise, sürgünden sürgüne geçmiş bir âlim, Bediüzzaman aynı konuya nasıl bakmaktadır: "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder."
İşte FETÖ, bir açıdan, Bediüzzaman'ın bu tesbitinin yıllar sonra vücud bulmuş şeklidir. Kemalist baskının eşliğinde hayatlarını 'gizlenerek/saklayarak' yaşamaya alıştırılmış bireyler, böylelikle, kendilerine bu şekilde varolmalarını öğütleyen örgütlerin kucağına itilmişlerdir. Başörtüsüyle hiçbir yerde, hatta okul sıralarında bile, varolmasına izin verilmeyen genç kız FETÖ'ye altın tepside sunulmuştur. Namaz kıldığının tesbiti halinde askeri liseye alınmayacağından korkan dindar genç FETÖ'ye servis edilmiştir. Kendisi olarak varolması bastırılan her dindar birey gizlenerek varolmasını öğreten bu örgütün kucağına itilmiştir. Hem sadece bu da değil.
Bu işin bir tarafı FETÖ'ye bakarsa bir tarafı da PKK'ya bakar. PKK'nın Kürtlerin nüfusça yoğun olduğu bölgelerdeki varlığı, hepimiz de bunu açıkça biliyoruz ki, Kürtlerin kendileri olarak varolmalarına izin verilmemesine yaslanır. İzin verilmedikçe güçlenir. İzin verildikçe geriler. Kemalist baskıcılığın ülkemize bir hediyesi de, oluşturduğu baskı bataklığının, 1980'lerden itibaren PKK'nın ortaya çıkmasına münbit bir zemin hazırlamasıdır.
İşte bu noktadan hareketle ben diyorum ki: Yeni Türkiye'nin yapması gereken en son şey Eski Türkiye'nin bu hatalarını tekrar etmesidir. Bataklığı besleyerek sineklerin kuvvetlenmesine sebep olmasıdır. Zira bu baskıcılık, bireylerin beyinlerini endoktrine etmez, aksine husumetlerini doğurur. Hem "Münafık kâfirden eşeddir!" sırrınca daha tehlikeli bir hale getirir.
Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa zararı daha azîm olur. Çünkü, dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır."
O halde aklı başında olan herkesin, nifakın anneliğini yapan baskıcılığı, dayatmayı, totaliterliği, fıtrata/yaratılışa aykırı her şekliyle, dışlaması gerekir. Andımız da buna dahildir. Kemalizm, bu baskıcı yapısını ve toplumun gündelik yaşamındaki tezahürlerini terketmedikçe, terör örgütlerinin anneliğini yapmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ideolojisini benimsemeyen bireyleri delikanlılıktan alıp karaktersizliğe itecektir. Hem doğuracak hem de doğurduklarıyla (güya) savaşacaktır. Gerçi devrimlerin kendi evlatlarını yemesi normaldir. Herkes az-çok bilir. Lakin şu bin yıllık kardeşliklere yazık oluyor.
11 Mart 2014 Salı
Münafığın 'gizlisi' olur mu?
"Evet, sıdk ve doğruluk, İslamiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir; riyakarlık fiilî bir nevî yalancılıktır, dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır, nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sani-i Zülcelalin kudretine iftira etmektir."
B. Said Nursî
Yıllar önce, ilmine itimat ettiğim bir hocama, Bediüzzaman'ın Risalelerde sıklıkla 'gizli münafık' demesinden mülhem sormuştum: "İnsan münafık olur da, kendisi münafık olduğunu bilmez; böyle birşey mümkün olabilir mi?" Cevabını, aklımda kaldığı gibi, ama kendi cümlelerimle nakledeceğim:
"Olabilir" demişti. "Eğer imanın akaidini yeterince içselleştirmemişse, yani yaşadığı ilk sarsılmada hemen bırakıp kaçmaya meyyalse inandıklarını; o da, bu zayıflığının farkında olmayan bir münafık adayıdır. Çünkü Kur'an'da münafığın ahlakı ikircikli oluşa bağlanır. Kafirlerle beraberken de 'Ben sizdenim!' der, müminlerle beraberken de. Aslında münafıklık, arada kalmak değildir, menfaatinin icabettiği her yerde olmaktır. Kişinin, menfaatinden başka, safını tuttuğu sabit bir doğrusunun (yani hakikatinin) olmamasıdır. Kafirin yanlış da olsa bir duruşu vardır, ama münafıkta o da yoktur. İman noktasında 'duruşsuz' her insan—kendisi şuurunda olsun veya olmasın—münafıklığa adaydır. İzzet, sıdk ve sebatkârlık bulunmaz onda. Bu yüzden rivayet edilen alametlerine dikkat etmek, sakınmak gerek."
Aslında 'münafık' kelimesinin kökeni de bu cevabı doğrular nitelikte. n-f-k kökü, aynı zamanda, 'tünel' kelimesinin de kendisinden türetildiği bir kök Arapçada. (Hacca veya umreye gidenler orada gördükleri tünel tabelalarından hatırlayacaklardır.) Köstebek veya tarla faresi tünelleri de bu kökten gelen bir kelimeyle isimlendiriyor. Hatta denir ki; tarla faresi iki yuva edinir. Birini saklar, diğerini gösterir. Birisine 'nafika' ötekine 'kasia' denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar. Bence bundan daha da ilginç olanı, köstebek tabiatı ile münafık tabiatı arasındaki bağlantı.
Malumunuz, köstebeği tam bir deliğin başında yakaladığınızı sanırsınız; hop, bir diğerinden çıkıverir karşınıza. Ona koşarsınız, hop; ötekinden çıkar karşınıza. (Çocukluğumda yakalamaya çok uğraştığımdan bilirim.) Münafığın kimliği de aslında böyle teşhis edilmezdir. Yakalanması müşküldür. Tam bir söyleminde yakalarsınız, "Hah, şimdi ne olduğunu ortaya koydu!" dersiniz, hop; bir demagojiyle tamamen farklı bir duruş ortaya koyar ileride. "Busun, o zaman böyle kal!" dersiniz, hop; en sıkıntılı anınızda başka bir delikten şaşırtıcı bir hızda fırlayıverir. Çok hızlı renk, söylem, karakter değiştirir. Değiştirdiği her söylemde de fanatiklik derecesine çıkar. Menfaatine olmadığını görürse de, hızla vazgeçer.
Asr-ı Saadet'te, (hassaten Uhud ve Hendek bu yönden değerli bilgiler içerir) müslüman ordularıyla beraber sefere çıkıp, yolda onları ortada bıraktıkları çok olmuştur. Geri döndüklerinde ise, kaçtıkları savaşa rağmen; "Biz de sizdendik!" demekten de hiç çekinmemişlerdir. Yani temelde münafıklık problemi 'kimliksizlik'ten kaynaklı bir 'çok kimliklilik' problemidir. Konjontüre, menfaate göre söylem/eylem değiştirmek, onların en önemli hasletidir. Müslüman karakterinden, hadislerce anlatılan, ayırılık noktaları da bunlardır: Sözünden dönme, konuştuğunda yalan söyleme, cemaati terk etme...
Cemaati terk etme kısmını ayrıca vurgulamak istiyorum. Çünkü hakikaten münafık ahlakına sahip zümreler, her zaman, ümmetin beraberce teveccüh ettiği şeylerde aykırı duruşlara sahip oluyorlar. (Yahut da 'ikindi namazını akşama yakın kılar' hadisi mucibince, en geç ittifakı onlar sağlıyorlar.) Katılmadıkları gibi, onları da bu duruşlarından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu, Asr-ı Saadet döneminde de böyle, bugün de.
Fakat bugün size, tam olarak bunlardan değil, Bakara sûresinde münafık psikolojisine dair tasvirler içeren ayetlerden bahsetmek istiyorum. Cenab-ı Hakkın iki benzetmesi ve hal tasviri var bu ayetlerde. Birisi; karanlıkta kalan insan ve ateşle ilgili. Diğeri; yine karanlıkla ilintili, ama bu sefer ateş yerine şimşek imgesi kullanılıyor teşbihte. Peşpeşe gelen ayetleri mealen olduğu gibi alıntılayayım önce:
"Onların hali, ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş parlayıp da çevresini aydınlatınca, Allah onların nurunu alıp onları karanlıkta bırakmış, birşey göremez olmuşlardır. Artık sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; geri de dönemezler. Yahut gökten boşanan karanlık, gökgürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş kimse gibidirler. Ölüm korkusuyla, yıldırımdan kulaklarını tıkarlar. Allah ise kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşeğin parıltısı gözlerini alacak gibidir. Şimşek etrafı aydınlatınca, o ışıkta biraz yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Zira Allah'ın kudreti herşeye yeter."
İşte ben bu ayetlerin tam anlamıyla yukarıda üstüne konuştuğumuz 'kimliksizliğin' psikolojik tasviri olduğunu düşünüyorum. Çünkü dikkat ederseniz, ikisinde de misal getirilen kimseler karanlıktalar. Gidecekleri veya geri dönmek için arkalarında kalan yolu aydınlatacak nurları yok. (Bu noktada hemen Bediüzzaman'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir..." ifadesini hatırlayalım.) Bu nursuzluk aslında Fatiha'da her gün dilediğimiz sırat-ı müstakim'in yokluğuna işaret ediyor. Çünkü karanlıkta kalan ve nereye gideceğini bilemeyen insanın yoksunluğudur sırat-ı müstakim. Yani istikametsizlik. Yani duruş sahibi olamama. Fakat bunların müminane bir arayışları da yok doğruyu. "Sağırlar, dilsizler ve körler..."
Ama mealin devamında diyor ki: "Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi." Demek ki; körlükten, dilsizlikten ve sağırlıktan kastedilen bedensel bir arıza değil. Onların bakışlarında bir problem var. Daha önceki yazılarda konuştuğumuz üzere; dışakapalılık, hakikate kapalılık, öğrenmeye kapalılık burada yaşanan sorun. "Acaba ben mi yanlıştayım?" sorusunu soramama sendromu. Demek, münafık ahlakının bir yanı da beyni yıkanmışlığa bakıyor. Hakikati kendi doğrusundan ibaret sanma sapkınlığı. "Hak yalnız benim mesleğimdir!" deme cür'eti. Fakat Bediüzzaman bu noktada nasıl bir uyarıda bulunuyor mümin kalplere: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur.”
Ayetlerden anladığımız, aslında çok korkaklar. Korkarak veya sürekli komplo teorisi/düşman/kaos korkusu üreterek bakıyorlar dünyaya. (Dur durak bilmeyen menfaat arayışının mantığı, bu masiva korkusudur çünkü.) Bu, onları, şimşek önlerini aydınlattığı anda hızla, sonunu kestiremedikleri yönlere koşturmaya neden oluyor. Az düşünüp hızlı hareket ediyorlar. Aksiyonu, tefekkürden fazla önemsiyorlar belki. Karanlıkta ise hareketsizler. Yeni bir fırsat doğuncaya kadar o pozisyonda bekliyorlar. Işık gördüklerini sandıkları anda yeni bir pozisyona doğru hareketleniyorlar. Bir o yana, bir bu yana koşuyorlar.
Fakat başladıkları yere geri dönmeleri mümkün değil. Onlar öyle sansalar da mümkün değil. Kalbinde nur olanların gözünde halleri böyle tuhaf görünüyor. Bir öyleler, bir böyle. Bir şurdalar, bir burada. Ne yapacaklarını bilemez gibi bir haldeler. İnsan bu ayetle beraber düşününce; fitne zamanı, duranın hareket edenden daha hayırlı olmasını bir nebze anlıyor. Çünkü fitne, münafığın gözünde çakan şimşektir. Mümin, o anlık ışıkta (anlık ışık benzetmesi nefsî düzlemdeki menfaate nasıl da cuk oturuyor) pozisyonunu değiştirmez. Sırat-ı müstakimde sebat eder.
Şimdi sen söyle arkadaşım: Birisi, bir âlim, her mektubunun başına; "Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim..." gibi ifadeler yazıyorsa, kardeşlerinden ne istiyor? Duruş sahibi olmalarını mı, yoksa sonuç sahibi olmalarını mı? Bence izzetin de, sıdkın da, sebatın da sonuçla bir ilintisi yok. Emredildiğin gibi olmakla ve öyle kalmakla bir ilgisi var. O zaman öyle ol arkadaşım. İzzetli, sadık ve sebatkâr ol. Çok yer değiştirip kazanıyor gibi duranların haline aldanma. "Akıbet takva sahiplerinindir!" Çok yer, tavır, renk, karakter, söylem, eylem değiştirenlerin değil.
B. Said Nursî
Yıllar önce, ilmine itimat ettiğim bir hocama, Bediüzzaman'ın Risalelerde sıklıkla 'gizli münafık' demesinden mülhem sormuştum: "İnsan münafık olur da, kendisi münafık olduğunu bilmez; böyle birşey mümkün olabilir mi?" Cevabını, aklımda kaldığı gibi, ama kendi cümlelerimle nakledeceğim:
"Olabilir" demişti. "Eğer imanın akaidini yeterince içselleştirmemişse, yani yaşadığı ilk sarsılmada hemen bırakıp kaçmaya meyyalse inandıklarını; o da, bu zayıflığının farkında olmayan bir münafık adayıdır. Çünkü Kur'an'da münafığın ahlakı ikircikli oluşa bağlanır. Kafirlerle beraberken de 'Ben sizdenim!' der, müminlerle beraberken de. Aslında münafıklık, arada kalmak değildir, menfaatinin icabettiği her yerde olmaktır. Kişinin, menfaatinden başka, safını tuttuğu sabit bir doğrusunun (yani hakikatinin) olmamasıdır. Kafirin yanlış da olsa bir duruşu vardır, ama münafıkta o da yoktur. İman noktasında 'duruşsuz' her insan—kendisi şuurunda olsun veya olmasın—münafıklığa adaydır. İzzet, sıdk ve sebatkârlık bulunmaz onda. Bu yüzden rivayet edilen alametlerine dikkat etmek, sakınmak gerek."
Aslında 'münafık' kelimesinin kökeni de bu cevabı doğrular nitelikte. n-f-k kökü, aynı zamanda, 'tünel' kelimesinin de kendisinden türetildiği bir kök Arapçada. (Hacca veya umreye gidenler orada gördükleri tünel tabelalarından hatırlayacaklardır.) Köstebek veya tarla faresi tünelleri de bu kökten gelen bir kelimeyle isimlendiriyor. Hatta denir ki; tarla faresi iki yuva edinir. Birini saklar, diğerini gösterir. Birisine 'nafika' ötekine 'kasia' denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar. Bence bundan daha da ilginç olanı, köstebek tabiatı ile münafık tabiatı arasındaki bağlantı.
Malumunuz, köstebeği tam bir deliğin başında yakaladığınızı sanırsınız; hop, bir diğerinden çıkıverir karşınıza. Ona koşarsınız, hop; ötekinden çıkar karşınıza. (Çocukluğumda yakalamaya çok uğraştığımdan bilirim.) Münafığın kimliği de aslında böyle teşhis edilmezdir. Yakalanması müşküldür. Tam bir söyleminde yakalarsınız, "Hah, şimdi ne olduğunu ortaya koydu!" dersiniz, hop; bir demagojiyle tamamen farklı bir duruş ortaya koyar ileride. "Busun, o zaman böyle kal!" dersiniz, hop; en sıkıntılı anınızda başka bir delikten şaşırtıcı bir hızda fırlayıverir. Çok hızlı renk, söylem, karakter değiştirir. Değiştirdiği her söylemde de fanatiklik derecesine çıkar. Menfaatine olmadığını görürse de, hızla vazgeçer.
Asr-ı Saadet'te, (hassaten Uhud ve Hendek bu yönden değerli bilgiler içerir) müslüman ordularıyla beraber sefere çıkıp, yolda onları ortada bıraktıkları çok olmuştur. Geri döndüklerinde ise, kaçtıkları savaşa rağmen; "Biz de sizdendik!" demekten de hiç çekinmemişlerdir. Yani temelde münafıklık problemi 'kimliksizlik'ten kaynaklı bir 'çok kimliklilik' problemidir. Konjontüre, menfaate göre söylem/eylem değiştirmek, onların en önemli hasletidir. Müslüman karakterinden, hadislerce anlatılan, ayırılık noktaları da bunlardır: Sözünden dönme, konuştuğunda yalan söyleme, cemaati terk etme...
Cemaati terk etme kısmını ayrıca vurgulamak istiyorum. Çünkü hakikaten münafık ahlakına sahip zümreler, her zaman, ümmetin beraberce teveccüh ettiği şeylerde aykırı duruşlara sahip oluyorlar. (Yahut da 'ikindi namazını akşama yakın kılar' hadisi mucibince, en geç ittifakı onlar sağlıyorlar.) Katılmadıkları gibi, onları da bu duruşlarından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu, Asr-ı Saadet döneminde de böyle, bugün de.
Fakat bugün size, tam olarak bunlardan değil, Bakara sûresinde münafık psikolojisine dair tasvirler içeren ayetlerden bahsetmek istiyorum. Cenab-ı Hakkın iki benzetmesi ve hal tasviri var bu ayetlerde. Birisi; karanlıkta kalan insan ve ateşle ilgili. Diğeri; yine karanlıkla ilintili, ama bu sefer ateş yerine şimşek imgesi kullanılıyor teşbihte. Peşpeşe gelen ayetleri mealen olduğu gibi alıntılayayım önce:
"Onların hali, ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş parlayıp da çevresini aydınlatınca, Allah onların nurunu alıp onları karanlıkta bırakmış, birşey göremez olmuşlardır. Artık sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; geri de dönemezler. Yahut gökten boşanan karanlık, gökgürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş kimse gibidirler. Ölüm korkusuyla, yıldırımdan kulaklarını tıkarlar. Allah ise kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşeğin parıltısı gözlerini alacak gibidir. Şimşek etrafı aydınlatınca, o ışıkta biraz yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Zira Allah'ın kudreti herşeye yeter."
İşte ben bu ayetlerin tam anlamıyla yukarıda üstüne konuştuğumuz 'kimliksizliğin' psikolojik tasviri olduğunu düşünüyorum. Çünkü dikkat ederseniz, ikisinde de misal getirilen kimseler karanlıktalar. Gidecekleri veya geri dönmek için arkalarında kalan yolu aydınlatacak nurları yok. (Bu noktada hemen Bediüzzaman'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir..." ifadesini hatırlayalım.) Bu nursuzluk aslında Fatiha'da her gün dilediğimiz sırat-ı müstakim'in yokluğuna işaret ediyor. Çünkü karanlıkta kalan ve nereye gideceğini bilemeyen insanın yoksunluğudur sırat-ı müstakim. Yani istikametsizlik. Yani duruş sahibi olamama. Fakat bunların müminane bir arayışları da yok doğruyu. "Sağırlar, dilsizler ve körler..."
Ama mealin devamında diyor ki: "Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi." Demek ki; körlükten, dilsizlikten ve sağırlıktan kastedilen bedensel bir arıza değil. Onların bakışlarında bir problem var. Daha önceki yazılarda konuştuğumuz üzere; dışakapalılık, hakikate kapalılık, öğrenmeye kapalılık burada yaşanan sorun. "Acaba ben mi yanlıştayım?" sorusunu soramama sendromu. Demek, münafık ahlakının bir yanı da beyni yıkanmışlığa bakıyor. Hakikati kendi doğrusundan ibaret sanma sapkınlığı. "Hak yalnız benim mesleğimdir!" deme cür'eti. Fakat Bediüzzaman bu noktada nasıl bir uyarıda bulunuyor mümin kalplere: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur.”
Ayetlerden anladığımız, aslında çok korkaklar. Korkarak veya sürekli komplo teorisi/düşman/kaos korkusu üreterek bakıyorlar dünyaya. (Dur durak bilmeyen menfaat arayışının mantığı, bu masiva korkusudur çünkü.) Bu, onları, şimşek önlerini aydınlattığı anda hızla, sonunu kestiremedikleri yönlere koşturmaya neden oluyor. Az düşünüp hızlı hareket ediyorlar. Aksiyonu, tefekkürden fazla önemsiyorlar belki. Karanlıkta ise hareketsizler. Yeni bir fırsat doğuncaya kadar o pozisyonda bekliyorlar. Işık gördüklerini sandıkları anda yeni bir pozisyona doğru hareketleniyorlar. Bir o yana, bir bu yana koşuyorlar.
Fakat başladıkları yere geri dönmeleri mümkün değil. Onlar öyle sansalar da mümkün değil. Kalbinde nur olanların gözünde halleri böyle tuhaf görünüyor. Bir öyleler, bir böyle. Bir şurdalar, bir burada. Ne yapacaklarını bilemez gibi bir haldeler. İnsan bu ayetle beraber düşününce; fitne zamanı, duranın hareket edenden daha hayırlı olmasını bir nebze anlıyor. Çünkü fitne, münafığın gözünde çakan şimşektir. Mümin, o anlık ışıkta (anlık ışık benzetmesi nefsî düzlemdeki menfaate nasıl da cuk oturuyor) pozisyonunu değiştirmez. Sırat-ı müstakimde sebat eder.
Şimdi sen söyle arkadaşım: Birisi, bir âlim, her mektubunun başına; "Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim..." gibi ifadeler yazıyorsa, kardeşlerinden ne istiyor? Duruş sahibi olmalarını mı, yoksa sonuç sahibi olmalarını mı? Bence izzetin de, sıdkın da, sebatın da sonuçla bir ilintisi yok. Emredildiğin gibi olmakla ve öyle kalmakla bir ilgisi var. O zaman öyle ol arkadaşım. İzzetli, sadık ve sebatkâr ol. Çok yer değiştirip kazanıyor gibi duranların haline aldanma. "Akıbet takva sahiplerinindir!" Çok yer, tavır, renk, karakter, söylem, eylem değiştirenlerin değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...