Bir zamanlar "Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır!" demiştim. Bir yazımın başlığıydı bu. Hiç geçmeyen boşluk hissimizin kaynağına işaret ediyordu. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayetini anlamaya çalışıyordu. Ve diyordu ki: "Sonsuzun doğurduğu boşluk ancak sonsuzla dolar." Bugün, ona devamla, 'boşluk' ve 'hafiflik' arasındaki farkı konuşmak istiyorum. Soruyla başlayalım: Biz 'boşluk' ile 'hafifliği' birbirinden nasıl ayırıyoruz? Yani ikisi de yoklukla ilişkili olan bu kavramların tanımlarındaki ayrım ne? Kalbimizdeki karşılıklarını farklı kılan ne? Bencileyin bu soruya şöyle cevap buldum diyebilirim: Hafiflik 'yokluğundan memnun kalınana' karşı duyulan bir histir. Boşluk 'yokluğunda eksik kalınana' karşı duyulur.
Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.
"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."
Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."
Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.
Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."
Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.
Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.
Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.
Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.
Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?
Arayış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arayış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Haziran 2017 Perşembe
Oblivion'dan içimizdeki boşluklara: Ağır hafiflikler...
Etiketler:
3. Söz,
Andrea Riseborough,
Arayış,
boşluk hissi,
Depresyon,
film,
Hafiflik,
Hayal,
Jack Harper,
Juila,
Karadelik,
Oblivion,
Olga Kurylenko,
Rüya,
sarsıntı,
sorgulama,
Tom Cruise,
uyumsuzluk,
Victoria,
Yoksunluk
6 Mayıs 2017 Cumartesi
Tevbe nasıl iyileştirir? (2)
Patti Smith M Treni'nde diyor ki: "Hiçbirşey hakkında yazmak o kadar da kolay değildir." Katılıyorum bu söylediğine. 'Öylesine' yazmak bir hedefe dönük olarak yazmaktan daha zor. Bir hedefin olduğunda yolu birliyorsun. Nereden gideceğini veya varacağını az-çok biliyorsun. Hedefin olmadığında yollar da çoğalıyor. Hangisinden gideceğini şaşırıyorsun. Daha kötüsü: Hangisinden vazgeçeceğini şaşırıyorsun. İrade etmek demek ihtimallerden vazgeçmek demek. Yine Smith'in söylediği gibi: "Bir sevgiliniz olmadığında herkes potansiyel sevgilinizdir." Birşey hayalken herşey olabilir. Ama birşey gerçek olduğunda olduğu şeyden başkası olamaz. Biraz da bu nedenle hayalleri gerçekleştirmeye korkuyor insan. Gerçek olduğunda hayal edilen olamayacak çünkü. Hayalin kayıtsızlıkla sahip olduğu birçok muhteşemliği kaybedecek. Gerçeğin sınırları içinde sınırlanacak. Eskimeye, arkada bırakılmaya ve sıradanlaşmaya başlayacak.
Hayal her an yenilenen bir vücuttur. Bir hayale sahip olduğunuzda yaşadığınız her ana uyumlu bir vücudu taşırsınız tasavvurunuzda. Hayal ettiğiniz şeyin sûreti, sizin değişken değer yargılarınıza göre öyle hızlı değişir ki, bazen hayal ettiğiniz değişir de, siz o hayali sabit sanırsınız. Bazen de gelişir. Yeni detaylar eklenir. Beğenmeyenler çıkarılır. Bu çıkarmalar iradeyle olduğu gibi iradesiz de gerçekleşir. En nihayet: Hayal varolmamaktan güç alan bir hayrete sahiptir. Bir kere varolduktan sonra 'arzu edilen' değil 'okunan' olmaya başlar. Okunanın muhteşemliği kendisi kadardır. Oysa arzu edilenin muhteşemliği gitmek istediğiniz yere kadar...
Hakikati ararken de bu tuzağa düşmekten korkmak lazım. İnsan birşeyi 'okuyorsa' onda 'hakikati arıyor' demektir. Hakikat 'arzu edilen' olmaya başladığında 'okunmayan ama dayatılan' bir hale de gelir. Nefis bu nedenle emmardır. Yani despottur. Çünkü nesneyle 'arayış' düzeyinde değil 'arzu' düzeyinde muhatap olur. İdeolojilerin hakikat anlayışı da böyledir. Onlar arzuladıkları şeye erişmek için hayallerini toplumlara dayatırlar. Fakat dinler hakikati arzulamak yerine okurlar. Anlattıkları hakikat fıtrat/kainat okumalarına dayandığı için sahaya bir dayatmaları yoktur. Sahayı 'arzuladıkları'ndan 'aslına' çağırmaları vardır. Aradığın hakikatse nesne okuyacaklarının öznesidir. Aradığın arzuladığınsa özne anlayacaklarının nesnesidir. Mürşidim bir yerde bu sadedde der: "Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın? Bazan zâlimâne intikam-ı şahsî, arzuya fikir sûretini giydirir. Yahu, pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaya ne mânâ var?"
Biraz daha açmaya çalışalım: Eğer arzuladığını arıyorsan okuyacakların ancak sana duymak istediklerini söyler veya ancak bunu söylediği kadar duyulur. Ama hakikati arıyorsan nesne sana okuyabileceğin herşeyi söyler ve söylediği herşey duyulur. Canını yakan sözleri dahi işitmeye başlarsın. Seni rencide eden serzenişlerini bile işitirsin. Ben, tam da bu noktada, İslam'ın itiraf, istiğfar ve tevbeye verdiği önemi kıymetli buluyorum. Tevbeye açık olan itirafa ve istiğfara da açıktır. Dolayısıyla canını yakabilecek sözlere de açıktır. Biz istiğfar ve tevbe şuurunu kazandığımızda, yani bunun her gün bir ödev gibi yapılması gereken birşey olduğuna inandığımızda, canımızı yakacak sözlerin varlığının hak olduğuna da iman ederiz. Arzunun tahrifi ilk bıçak yarasını buradan alır. Kandırılmak ve kanmak zorlaşır.
Bu satırlara katlanan, iyi dinle, 'arayış' ve 'arzu' arasındaki bir nüansa da vardık belki şimdi. Hadi onu kuşatmaya çalışarak bitirelim söyleyeceklerimizi: 'Arayış' nesnede okuduğundur. 'Arzu' nesneye dayattığındır. 'Arayış' nesnede aradığındır. 'Arzu' kendinde aradığındır. 'Arayış' tatmin edici cevap aramaktır. 'Arzu' cevap verici bir tatmin aramaktır. Daha da çoğaltabiliriz bu çerçevenin sınırlarını. Ancak en nihayet yine oraya varacağız: Âlim misin, yoksa talebe misin? Rab mısın, yoksa kul musun? Asıl mısın, yoksa arızî misin? Ayna mısın, yoksa güneş misin? Kendini ne olarak tarif ettiğin dünyayı nasıl bildiğinle çok ilgili arkadaşım. Doğru tanımlara emanet ol. Âmin.
Hayal her an yenilenen bir vücuttur. Bir hayale sahip olduğunuzda yaşadığınız her ana uyumlu bir vücudu taşırsınız tasavvurunuzda. Hayal ettiğiniz şeyin sûreti, sizin değişken değer yargılarınıza göre öyle hızlı değişir ki, bazen hayal ettiğiniz değişir de, siz o hayali sabit sanırsınız. Bazen de gelişir. Yeni detaylar eklenir. Beğenmeyenler çıkarılır. Bu çıkarmalar iradeyle olduğu gibi iradesiz de gerçekleşir. En nihayet: Hayal varolmamaktan güç alan bir hayrete sahiptir. Bir kere varolduktan sonra 'arzu edilen' değil 'okunan' olmaya başlar. Okunanın muhteşemliği kendisi kadardır. Oysa arzu edilenin muhteşemliği gitmek istediğiniz yere kadar...
Hakikati ararken de bu tuzağa düşmekten korkmak lazım. İnsan birşeyi 'okuyorsa' onda 'hakikati arıyor' demektir. Hakikat 'arzu edilen' olmaya başladığında 'okunmayan ama dayatılan' bir hale de gelir. Nefis bu nedenle emmardır. Yani despottur. Çünkü nesneyle 'arayış' düzeyinde değil 'arzu' düzeyinde muhatap olur. İdeolojilerin hakikat anlayışı da böyledir. Onlar arzuladıkları şeye erişmek için hayallerini toplumlara dayatırlar. Fakat dinler hakikati arzulamak yerine okurlar. Anlattıkları hakikat fıtrat/kainat okumalarına dayandığı için sahaya bir dayatmaları yoktur. Sahayı 'arzuladıkları'ndan 'aslına' çağırmaları vardır. Aradığın hakikatse nesne okuyacaklarının öznesidir. Aradığın arzuladığınsa özne anlayacaklarının nesnesidir. Mürşidim bir yerde bu sadedde der: "Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın? Bazan zâlimâne intikam-ı şahsî, arzuya fikir sûretini giydirir. Yahu, pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaya ne mânâ var?"
Biraz daha açmaya çalışalım: Eğer arzuladığını arıyorsan okuyacakların ancak sana duymak istediklerini söyler veya ancak bunu söylediği kadar duyulur. Ama hakikati arıyorsan nesne sana okuyabileceğin herşeyi söyler ve söylediği herşey duyulur. Canını yakan sözleri dahi işitmeye başlarsın. Seni rencide eden serzenişlerini bile işitirsin. Ben, tam da bu noktada, İslam'ın itiraf, istiğfar ve tevbeye verdiği önemi kıymetli buluyorum. Tevbeye açık olan itirafa ve istiğfara da açıktır. Dolayısıyla canını yakabilecek sözlere de açıktır. Biz istiğfar ve tevbe şuurunu kazandığımızda, yani bunun her gün bir ödev gibi yapılması gereken birşey olduğuna inandığımızda, canımızı yakacak sözlerin varlığının hak olduğuna da iman ederiz. Arzunun tahrifi ilk bıçak yarasını buradan alır. Kandırılmak ve kanmak zorlaşır.
Bu satırlara katlanan, iyi dinle, 'arayış' ve 'arzu' arasındaki bir nüansa da vardık belki şimdi. Hadi onu kuşatmaya çalışarak bitirelim söyleyeceklerimizi: 'Arayış' nesnede okuduğundur. 'Arzu' nesneye dayattığındır. 'Arayış' nesnede aradığındır. 'Arzu' kendinde aradığındır. 'Arayış' tatmin edici cevap aramaktır. 'Arzu' cevap verici bir tatmin aramaktır. Daha da çoğaltabiliriz bu çerçevenin sınırlarını. Ancak en nihayet yine oraya varacağız: Âlim misin, yoksa talebe misin? Rab mısın, yoksa kul musun? Asıl mısın, yoksa arızî misin? Ayna mısın, yoksa güneş misin? Kendini ne olarak tarif ettiğin dünyayı nasıl bildiğinle çok ilgili arkadaşım. Doğru tanımlara emanet ol. Âmin.
25 Ağustos 2016 Perşembe
Yaşamak düşmektir...
Mürşidim; "İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik—size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye..." (Abese Sûresi, 80:24-32.) gibi ayetlerin tefsiri sadedinde diyor ki: "Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder."
Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"
Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."
İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.
Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.
Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.
Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...
Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"
Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."
İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.
Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.
Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.
Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...
11 Mart 2014 Salı
Münafığın 'gizlisi' olur mu?
"Evet, sıdk ve doğruluk, İslamiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir; riyakarlık fiilî bir nevî yalancılıktır, dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır, nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sani-i Zülcelalin kudretine iftira etmektir."
B. Said Nursî
Yıllar önce, ilmine itimat ettiğim bir hocama, Bediüzzaman'ın Risalelerde sıklıkla 'gizli münafık' demesinden mülhem sormuştum: "İnsan münafık olur da, kendisi münafık olduğunu bilmez; böyle birşey mümkün olabilir mi?" Cevabını, aklımda kaldığı gibi, ama kendi cümlelerimle nakledeceğim:
"Olabilir" demişti. "Eğer imanın akaidini yeterince içselleştirmemişse, yani yaşadığı ilk sarsılmada hemen bırakıp kaçmaya meyyalse inandıklarını; o da, bu zayıflığının farkında olmayan bir münafık adayıdır. Çünkü Kur'an'da münafığın ahlakı ikircikli oluşa bağlanır. Kafirlerle beraberken de 'Ben sizdenim!' der, müminlerle beraberken de. Aslında münafıklık, arada kalmak değildir, menfaatinin icabettiği her yerde olmaktır. Kişinin, menfaatinden başka, safını tuttuğu sabit bir doğrusunun (yani hakikatinin) olmamasıdır. Kafirin yanlış da olsa bir duruşu vardır, ama münafıkta o da yoktur. İman noktasında 'duruşsuz' her insan—kendisi şuurunda olsun veya olmasın—münafıklığa adaydır. İzzet, sıdk ve sebatkârlık bulunmaz onda. Bu yüzden rivayet edilen alametlerine dikkat etmek, sakınmak gerek."
Aslında 'münafık' kelimesinin kökeni de bu cevabı doğrular nitelikte. n-f-k kökü, aynı zamanda, 'tünel' kelimesinin de kendisinden türetildiği bir kök Arapçada. (Hacca veya umreye gidenler orada gördükleri tünel tabelalarından hatırlayacaklardır.) Köstebek veya tarla faresi tünelleri de bu kökten gelen bir kelimeyle isimlendiriyor. Hatta denir ki; tarla faresi iki yuva edinir. Birini saklar, diğerini gösterir. Birisine 'nafika' ötekine 'kasia' denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar. Bence bundan daha da ilginç olanı, köstebek tabiatı ile münafık tabiatı arasındaki bağlantı.
Malumunuz, köstebeği tam bir deliğin başında yakaladığınızı sanırsınız; hop, bir diğerinden çıkıverir karşınıza. Ona koşarsınız, hop; ötekinden çıkar karşınıza. (Çocukluğumda yakalamaya çok uğraştığımdan bilirim.) Münafığın kimliği de aslında böyle teşhis edilmezdir. Yakalanması müşküldür. Tam bir söyleminde yakalarsınız, "Hah, şimdi ne olduğunu ortaya koydu!" dersiniz, hop; bir demagojiyle tamamen farklı bir duruş ortaya koyar ileride. "Busun, o zaman böyle kal!" dersiniz, hop; en sıkıntılı anınızda başka bir delikten şaşırtıcı bir hızda fırlayıverir. Çok hızlı renk, söylem, karakter değiştirir. Değiştirdiği her söylemde de fanatiklik derecesine çıkar. Menfaatine olmadığını görürse de, hızla vazgeçer.
Asr-ı Saadet'te, (hassaten Uhud ve Hendek bu yönden değerli bilgiler içerir) müslüman ordularıyla beraber sefere çıkıp, yolda onları ortada bıraktıkları çok olmuştur. Geri döndüklerinde ise, kaçtıkları savaşa rağmen; "Biz de sizdendik!" demekten de hiç çekinmemişlerdir. Yani temelde münafıklık problemi 'kimliksizlik'ten kaynaklı bir 'çok kimliklilik' problemidir. Konjontüre, menfaate göre söylem/eylem değiştirmek, onların en önemli hasletidir. Müslüman karakterinden, hadislerce anlatılan, ayırılık noktaları da bunlardır: Sözünden dönme, konuştuğunda yalan söyleme, cemaati terk etme...
Cemaati terk etme kısmını ayrıca vurgulamak istiyorum. Çünkü hakikaten münafık ahlakına sahip zümreler, her zaman, ümmetin beraberce teveccüh ettiği şeylerde aykırı duruşlara sahip oluyorlar. (Yahut da 'ikindi namazını akşama yakın kılar' hadisi mucibince, en geç ittifakı onlar sağlıyorlar.) Katılmadıkları gibi, onları da bu duruşlarından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu, Asr-ı Saadet döneminde de böyle, bugün de.
Fakat bugün size, tam olarak bunlardan değil, Bakara sûresinde münafık psikolojisine dair tasvirler içeren ayetlerden bahsetmek istiyorum. Cenab-ı Hakkın iki benzetmesi ve hal tasviri var bu ayetlerde. Birisi; karanlıkta kalan insan ve ateşle ilgili. Diğeri; yine karanlıkla ilintili, ama bu sefer ateş yerine şimşek imgesi kullanılıyor teşbihte. Peşpeşe gelen ayetleri mealen olduğu gibi alıntılayayım önce:
"Onların hali, ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş parlayıp da çevresini aydınlatınca, Allah onların nurunu alıp onları karanlıkta bırakmış, birşey göremez olmuşlardır. Artık sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; geri de dönemezler. Yahut gökten boşanan karanlık, gökgürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş kimse gibidirler. Ölüm korkusuyla, yıldırımdan kulaklarını tıkarlar. Allah ise kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşeğin parıltısı gözlerini alacak gibidir. Şimşek etrafı aydınlatınca, o ışıkta biraz yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Zira Allah'ın kudreti herşeye yeter."
İşte ben bu ayetlerin tam anlamıyla yukarıda üstüne konuştuğumuz 'kimliksizliğin' psikolojik tasviri olduğunu düşünüyorum. Çünkü dikkat ederseniz, ikisinde de misal getirilen kimseler karanlıktalar. Gidecekleri veya geri dönmek için arkalarında kalan yolu aydınlatacak nurları yok. (Bu noktada hemen Bediüzzaman'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir..." ifadesini hatırlayalım.) Bu nursuzluk aslında Fatiha'da her gün dilediğimiz sırat-ı müstakim'in yokluğuna işaret ediyor. Çünkü karanlıkta kalan ve nereye gideceğini bilemeyen insanın yoksunluğudur sırat-ı müstakim. Yani istikametsizlik. Yani duruş sahibi olamama. Fakat bunların müminane bir arayışları da yok doğruyu. "Sağırlar, dilsizler ve körler..."
Ama mealin devamında diyor ki: "Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi." Demek ki; körlükten, dilsizlikten ve sağırlıktan kastedilen bedensel bir arıza değil. Onların bakışlarında bir problem var. Daha önceki yazılarda konuştuğumuz üzere; dışakapalılık, hakikate kapalılık, öğrenmeye kapalılık burada yaşanan sorun. "Acaba ben mi yanlıştayım?" sorusunu soramama sendromu. Demek, münafık ahlakının bir yanı da beyni yıkanmışlığa bakıyor. Hakikati kendi doğrusundan ibaret sanma sapkınlığı. "Hak yalnız benim mesleğimdir!" deme cür'eti. Fakat Bediüzzaman bu noktada nasıl bir uyarıda bulunuyor mümin kalplere: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur.”
Ayetlerden anladığımız, aslında çok korkaklar. Korkarak veya sürekli komplo teorisi/düşman/kaos korkusu üreterek bakıyorlar dünyaya. (Dur durak bilmeyen menfaat arayışının mantığı, bu masiva korkusudur çünkü.) Bu, onları, şimşek önlerini aydınlattığı anda hızla, sonunu kestiremedikleri yönlere koşturmaya neden oluyor. Az düşünüp hızlı hareket ediyorlar. Aksiyonu, tefekkürden fazla önemsiyorlar belki. Karanlıkta ise hareketsizler. Yeni bir fırsat doğuncaya kadar o pozisyonda bekliyorlar. Işık gördüklerini sandıkları anda yeni bir pozisyona doğru hareketleniyorlar. Bir o yana, bir bu yana koşuyorlar.
Fakat başladıkları yere geri dönmeleri mümkün değil. Onlar öyle sansalar da mümkün değil. Kalbinde nur olanların gözünde halleri böyle tuhaf görünüyor. Bir öyleler, bir böyle. Bir şurdalar, bir burada. Ne yapacaklarını bilemez gibi bir haldeler. İnsan bu ayetle beraber düşününce; fitne zamanı, duranın hareket edenden daha hayırlı olmasını bir nebze anlıyor. Çünkü fitne, münafığın gözünde çakan şimşektir. Mümin, o anlık ışıkta (anlık ışık benzetmesi nefsî düzlemdeki menfaate nasıl da cuk oturuyor) pozisyonunu değiştirmez. Sırat-ı müstakimde sebat eder.
Şimdi sen söyle arkadaşım: Birisi, bir âlim, her mektubunun başına; "Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim..." gibi ifadeler yazıyorsa, kardeşlerinden ne istiyor? Duruş sahibi olmalarını mı, yoksa sonuç sahibi olmalarını mı? Bence izzetin de, sıdkın da, sebatın da sonuçla bir ilintisi yok. Emredildiğin gibi olmakla ve öyle kalmakla bir ilgisi var. O zaman öyle ol arkadaşım. İzzetli, sadık ve sebatkâr ol. Çok yer değiştirip kazanıyor gibi duranların haline aldanma. "Akıbet takva sahiplerinindir!" Çok yer, tavır, renk, karakter, söylem, eylem değiştirenlerin değil.
B. Said Nursî
Yıllar önce, ilmine itimat ettiğim bir hocama, Bediüzzaman'ın Risalelerde sıklıkla 'gizli münafık' demesinden mülhem sormuştum: "İnsan münafık olur da, kendisi münafık olduğunu bilmez; böyle birşey mümkün olabilir mi?" Cevabını, aklımda kaldığı gibi, ama kendi cümlelerimle nakledeceğim:
"Olabilir" demişti. "Eğer imanın akaidini yeterince içselleştirmemişse, yani yaşadığı ilk sarsılmada hemen bırakıp kaçmaya meyyalse inandıklarını; o da, bu zayıflığının farkında olmayan bir münafık adayıdır. Çünkü Kur'an'da münafığın ahlakı ikircikli oluşa bağlanır. Kafirlerle beraberken de 'Ben sizdenim!' der, müminlerle beraberken de. Aslında münafıklık, arada kalmak değildir, menfaatinin icabettiği her yerde olmaktır. Kişinin, menfaatinden başka, safını tuttuğu sabit bir doğrusunun (yani hakikatinin) olmamasıdır. Kafirin yanlış da olsa bir duruşu vardır, ama münafıkta o da yoktur. İman noktasında 'duruşsuz' her insan—kendisi şuurunda olsun veya olmasın—münafıklığa adaydır. İzzet, sıdk ve sebatkârlık bulunmaz onda. Bu yüzden rivayet edilen alametlerine dikkat etmek, sakınmak gerek."
Aslında 'münafık' kelimesinin kökeni de bu cevabı doğrular nitelikte. n-f-k kökü, aynı zamanda, 'tünel' kelimesinin de kendisinden türetildiği bir kök Arapçada. (Hacca veya umreye gidenler orada gördükleri tünel tabelalarından hatırlayacaklardır.) Köstebek veya tarla faresi tünelleri de bu kökten gelen bir kelimeyle isimlendiriyor. Hatta denir ki; tarla faresi iki yuva edinir. Birini saklar, diğerini gösterir. Birisine 'nafika' ötekine 'kasia' denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar. Bence bundan daha da ilginç olanı, köstebek tabiatı ile münafık tabiatı arasındaki bağlantı.
Malumunuz, köstebeği tam bir deliğin başında yakaladığınızı sanırsınız; hop, bir diğerinden çıkıverir karşınıza. Ona koşarsınız, hop; ötekinden çıkar karşınıza. (Çocukluğumda yakalamaya çok uğraştığımdan bilirim.) Münafığın kimliği de aslında böyle teşhis edilmezdir. Yakalanması müşküldür. Tam bir söyleminde yakalarsınız, "Hah, şimdi ne olduğunu ortaya koydu!" dersiniz, hop; bir demagojiyle tamamen farklı bir duruş ortaya koyar ileride. "Busun, o zaman böyle kal!" dersiniz, hop; en sıkıntılı anınızda başka bir delikten şaşırtıcı bir hızda fırlayıverir. Çok hızlı renk, söylem, karakter değiştirir. Değiştirdiği her söylemde de fanatiklik derecesine çıkar. Menfaatine olmadığını görürse de, hızla vazgeçer.
Asr-ı Saadet'te, (hassaten Uhud ve Hendek bu yönden değerli bilgiler içerir) müslüman ordularıyla beraber sefere çıkıp, yolda onları ortada bıraktıkları çok olmuştur. Geri döndüklerinde ise, kaçtıkları savaşa rağmen; "Biz de sizdendik!" demekten de hiç çekinmemişlerdir. Yani temelde münafıklık problemi 'kimliksizlik'ten kaynaklı bir 'çok kimliklilik' problemidir. Konjontüre, menfaate göre söylem/eylem değiştirmek, onların en önemli hasletidir. Müslüman karakterinden, hadislerce anlatılan, ayırılık noktaları da bunlardır: Sözünden dönme, konuştuğunda yalan söyleme, cemaati terk etme...
Cemaati terk etme kısmını ayrıca vurgulamak istiyorum. Çünkü hakikaten münafık ahlakına sahip zümreler, her zaman, ümmetin beraberce teveccüh ettiği şeylerde aykırı duruşlara sahip oluyorlar. (Yahut da 'ikindi namazını akşama yakın kılar' hadisi mucibince, en geç ittifakı onlar sağlıyorlar.) Katılmadıkları gibi, onları da bu duruşlarından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu, Asr-ı Saadet döneminde de böyle, bugün de.
Fakat bugün size, tam olarak bunlardan değil, Bakara sûresinde münafık psikolojisine dair tasvirler içeren ayetlerden bahsetmek istiyorum. Cenab-ı Hakkın iki benzetmesi ve hal tasviri var bu ayetlerde. Birisi; karanlıkta kalan insan ve ateşle ilgili. Diğeri; yine karanlıkla ilintili, ama bu sefer ateş yerine şimşek imgesi kullanılıyor teşbihte. Peşpeşe gelen ayetleri mealen olduğu gibi alıntılayayım önce:
"Onların hali, ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş parlayıp da çevresini aydınlatınca, Allah onların nurunu alıp onları karanlıkta bırakmış, birşey göremez olmuşlardır. Artık sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; geri de dönemezler. Yahut gökten boşanan karanlık, gökgürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş kimse gibidirler. Ölüm korkusuyla, yıldırımdan kulaklarını tıkarlar. Allah ise kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşeğin parıltısı gözlerini alacak gibidir. Şimşek etrafı aydınlatınca, o ışıkta biraz yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Zira Allah'ın kudreti herşeye yeter."
İşte ben bu ayetlerin tam anlamıyla yukarıda üstüne konuştuğumuz 'kimliksizliğin' psikolojik tasviri olduğunu düşünüyorum. Çünkü dikkat ederseniz, ikisinde de misal getirilen kimseler karanlıktalar. Gidecekleri veya geri dönmek için arkalarında kalan yolu aydınlatacak nurları yok. (Bu noktada hemen Bediüzzaman'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir..." ifadesini hatırlayalım.) Bu nursuzluk aslında Fatiha'da her gün dilediğimiz sırat-ı müstakim'in yokluğuna işaret ediyor. Çünkü karanlıkta kalan ve nereye gideceğini bilemeyen insanın yoksunluğudur sırat-ı müstakim. Yani istikametsizlik. Yani duruş sahibi olamama. Fakat bunların müminane bir arayışları da yok doğruyu. "Sağırlar, dilsizler ve körler..."
Ama mealin devamında diyor ki: "Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi." Demek ki; körlükten, dilsizlikten ve sağırlıktan kastedilen bedensel bir arıza değil. Onların bakışlarında bir problem var. Daha önceki yazılarda konuştuğumuz üzere; dışakapalılık, hakikate kapalılık, öğrenmeye kapalılık burada yaşanan sorun. "Acaba ben mi yanlıştayım?" sorusunu soramama sendromu. Demek, münafık ahlakının bir yanı da beyni yıkanmışlığa bakıyor. Hakikati kendi doğrusundan ibaret sanma sapkınlığı. "Hak yalnız benim mesleğimdir!" deme cür'eti. Fakat Bediüzzaman bu noktada nasıl bir uyarıda bulunuyor mümin kalplere: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur.”
Ayetlerden anladığımız, aslında çok korkaklar. Korkarak veya sürekli komplo teorisi/düşman/kaos korkusu üreterek bakıyorlar dünyaya. (Dur durak bilmeyen menfaat arayışının mantığı, bu masiva korkusudur çünkü.) Bu, onları, şimşek önlerini aydınlattığı anda hızla, sonunu kestiremedikleri yönlere koşturmaya neden oluyor. Az düşünüp hızlı hareket ediyorlar. Aksiyonu, tefekkürden fazla önemsiyorlar belki. Karanlıkta ise hareketsizler. Yeni bir fırsat doğuncaya kadar o pozisyonda bekliyorlar. Işık gördüklerini sandıkları anda yeni bir pozisyona doğru hareketleniyorlar. Bir o yana, bir bu yana koşuyorlar.
Fakat başladıkları yere geri dönmeleri mümkün değil. Onlar öyle sansalar da mümkün değil. Kalbinde nur olanların gözünde halleri böyle tuhaf görünüyor. Bir öyleler, bir böyle. Bir şurdalar, bir burada. Ne yapacaklarını bilemez gibi bir haldeler. İnsan bu ayetle beraber düşününce; fitne zamanı, duranın hareket edenden daha hayırlı olmasını bir nebze anlıyor. Çünkü fitne, münafığın gözünde çakan şimşektir. Mümin, o anlık ışıkta (anlık ışık benzetmesi nefsî düzlemdeki menfaate nasıl da cuk oturuyor) pozisyonunu değiştirmez. Sırat-ı müstakimde sebat eder.
Şimdi sen söyle arkadaşım: Birisi, bir âlim, her mektubunun başına; "Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim..." gibi ifadeler yazıyorsa, kardeşlerinden ne istiyor? Duruş sahibi olmalarını mı, yoksa sonuç sahibi olmalarını mı? Bence izzetin de, sıdkın da, sebatın da sonuçla bir ilintisi yok. Emredildiğin gibi olmakla ve öyle kalmakla bir ilgisi var. O zaman öyle ol arkadaşım. İzzetli, sadık ve sebatkâr ol. Çok yer değiştirip kazanıyor gibi duranların haline aldanma. "Akıbet takva sahiplerinindir!" Çok yer, tavır, renk, karakter, söylem, eylem değiştirenlerin değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...