Bir zamanlar "Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır!" demiştim. Bir yazımın başlığıydı bu. Hiç geçmeyen boşluk hissimizin kaynağına işaret ediyordu. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayetini anlamaya çalışıyordu. Ve diyordu ki: "Sonsuzun doğurduğu boşluk ancak sonsuzla dolar." Bugün, ona devamla, 'boşluk' ve 'hafiflik' arasındaki farkı konuşmak istiyorum. Soruyla başlayalım: Biz 'boşluk' ile 'hafifliği' birbirinden nasıl ayırıyoruz? Yani ikisi de yoklukla ilişkili olan bu kavramların tanımlarındaki ayrım ne? Kalbimizdeki karşılıklarını farklı kılan ne? Bencileyin bu soruya şöyle cevap buldum diyebilirim: Hafiflik 'yokluğundan memnun kalınana' karşı duyulan bir histir. Boşluk 'yokluğunda eksik kalınana' karşı duyulur.
Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.
"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."
Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."
Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.
Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."
Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.
Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.
Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.
Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.
Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?
Hafiflik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hafiflik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Haziran 2017 Perşembe
Oblivion'dan içimizdeki boşluklara: Ağır hafiflikler...
Etiketler:
3. Söz,
Andrea Riseborough,
Arayış,
boşluk hissi,
Depresyon,
film,
Hafiflik,
Hayal,
Jack Harper,
Juila,
Karadelik,
Oblivion,
Olga Kurylenko,
Rüya,
sarsıntı,
sorgulama,
Tom Cruise,
uyumsuzluk,
Victoria,
Yoksunluk
11 Şubat 2016 Perşembe
Kuşların özgür olduğunu kim söyledi?
Kuşlar kadar özgür olmanın bedeli kuşlar kadar ürkek olmaktır. Aslında sorun özgürlüğün nasıl tanımlandığı ile ilgilidir. Eğer özgürlük 'daha az bağlılık' olarak tarif edilirse, bedeli olarak birşeyi alır elimizden: Ünsiyet. Ünsiyet nedir? Ünsiyet tanıdıklığın sıcaklığıdır. Alışkanlığın rahatlığıdır. Hem tanıdıklıktan, hem alışkanlıktan gelen bir emniyet hissidir. İnsan bir mekana bağladığı zaman özgürlüğünden bir parça ödün veriyorsa eğer, karşılığında aldığı şey de küçük görülmemelidir: Hep aynı yerde olmanın verdiği güven. Akşam işten eve döndüğünde bulacağı çatı. Aşinalığın kolaylığı. Hayatı zorlaştıracak sürprizlerin bir nebze duvarların ardında kalması. Bunlar huzurun mümkün olabilmesi için ödediğimiz bedelin sonuçlarıdır. Tabir-i caizse, biz özgürlüğü ünsiyetin emniyet hissi için rüşvet veririz. Birşeylere bağlanırız ki, boşluğa düşmekten kurtulalım.
Evliliği de aynı kapsamda ele almak istiyorum. Bu yorumum belki çok seküler bulunacak kimileri tarafından, fakat riski göze alacağım. İnsan evlendiğinde eline geçen nedir? Yine böylesi bir ünsiyet kolaylığı değil midir? Kafasındaki ve omzundaki yüklerin büyük bir kısmını, bir hayatı beraber yaşayacağı kişinin kafasıyla ve omuzlarıyla paylaşarak sıradışılığın yükünü azaltmış olur evlenen.
İhtimal hesapları, gençliğin (mürşidimin ifadesiyle) 'akıldan ziyade hissi dinleyen' yönüne bir zenginlik gibi görünebilir. Fakat insan yaşlandıkça, hissinden ziyade aklının sözünü dinlemeye başladıkça ve bedeni "Ben bu ihtimallerin hepsine yetişemeyeceğim!" diye bağırdıkça ister istemez bir kanaatkarlık sarar benliğini. Eller küçüktür ve tutulacak çok şey vardır. Ellerin hırsı azalır. Akıl, daha az şeyi tutmanın daha rahat taşımak noktasında faydası olduğunu farkeder. "Din kolaylıktır..." buyuruyor Efendimiz aleyhissalatuvesselam. Bundan ilham ile diyebilirim ki: Evet, her çiçekten bal almaya çalışan şaşkın sefil olmaktansa, şeriatın dairesinde amel eden bir kanaatkar olmak kolaylıktır.
Günahların 'kolay'ı, takvanın ise 'zor'u temsil ettiğini düşünürüz. Bunun da hata olduğu kanaatindeyim. Evet, yıkmak elbette yapmaya göre 'eylemsel' bir kolaylık içerir. Fakat 'varlıksal/vücudî bir kolaylığa sahip olduğundan bahsedilemez. Günah, varlıksallıktan yoksun eylemlerden oluşur. Varlıksallıktan yoksun olduğundan dolayı da ona bu anlamda bir kolaylık yüklenemez. Ancak tensel/nefsi zevkler, hatta onların bile yarın büyük bedelleri olacak aceleci yanı bakımından kolaylıkları olur günahların. Ancak an'ı aştığınız anda, zaman müfessirliğini gösterir ve eylemsel olanın varlıksal olmadığını yüzünüze çarpar.
Bediüzzaman, Üçüncü Söz'de, sağdan gidecek olan yolcunun saadetinin 'mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecbur' oluşuyla bir ilgisi olduğunu söylüyor. Kıssaya daha genel bakalım: Birisi göze alıyor bu yükü, diğeri ise 'zahirî bir hıffet'i tercih ediyor. Yolculuk süreçlerinde ise halleri şöyle:
Özgürlük, hiçbirşeyle bağlanmamak anlamında bir özgürlük, hayr-ı mahzı veya katıksız mutluluğu temsil eder mi? Hiçbirşeyle bağlı olmamak ve her dilediğini yapmak 'hayat kalitesinin' tek geçer akçesi olduğunu bize dayatabilir mi? Kuş örneğinden devamla konuşmak istiyorum: Olamaz gibi geliyor bana. Çünkü kuş, kuş kadar özgür olabilmek için bir hiffet/hafiflik bedeli ödemek zorundadır. Yanında kendisini korumaya yarayacak güçlü pençeler/kaslar bulunduramaz. Kalın bir kabuk da taşıyamaz sırtında. Ona bu zahirî özgürlüğü kazandıran şeyler aslında daha kolay incinir olmasına da sebep olur. Belki bu zayıflıklarındandır kuşların bazı türlerinin göçmen olması. Hafifliği ve naifliği aynı coğrafyada kalarak kışı geçirmesine müsait değildir. Fakat görece özgür olmayan(!) çok hayvan vardır ki; kışı da, yazı da aynı yuvada geçirirler.
Kuş, bir mevsim boyunca sevdiği şeyleri arkasında bırakmak zorundadır başka iklimlere uçarken... Özgürlüğü, onu ayrılıklara müptela kılmıştır. Ve tedirgindir. Konduğu her yerde ürkektir, çünkü kolay incinir ve incitilir bir haldedir. En ufak harekette yükseklere kanatlanarak hayatta kalmaya çalışır. Onun kadar özgür olmayan birçok hayvan vardır ki, böyle korkulardan azade yaşarlar. Peki, bunca tedirginlik bedeli ödendikten sonra, kuş hâlâ özgür müdür?
İman etmenin de böyle bir yükü ve o yükün ardından gelen bir kolaylığı var. Ateist, günde beş vakit namaz kılan ve yılda bir ay oruç tutan mü'mine göre, daha özgür hissedebiliyor kendisini. Hatta bunu hünermiş gibi savunabiliyor da. Fakat kazandığı bu zahirî hafifliğin kuşun halinden ne farkı var? Özgürlük yalnız 'az bağımlılıkla' değil, 'az korkuyla' da ilgili birşey. Ateist hakikaten korkusuz mudur?
"Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir..." diyor mürşidim. Neden? Çünkü imanın sağladığı bir diğer kolaylık da varlıkla kurulabilecek ülfet ilişkisidir. Kafir bu ilişkiden mahrumdur. Tevhide iman etmiş bir mü'min, varlıkla ilişkisi sırasında (ve hatta kendi içinde sâdır olabilecek her duruma karşı da) bir yoruma/anlamlandırışa sahiptir. Hepsine dair bir devayı, ta Kur'an'dan ve sünnetten başlayan bir tedris ile, ders almaktadır. Hayatta karşısına çıkacak hiçbir soru/sorun çalışmadığı yerden çıkmaz. Çünkü Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı her anıyla nümune-i imtisal olarak önünde durmaktadır. Ve yaşadıklarının mutlaka onun yaşadıklarına benzeyen/bağlanacak bir yanı vardır. İmanın içerdiği intisab bir açıdan da bu ünsiyetle (ünsiyeti sağlayan anlam dünyasıyla) kurulan bir bağdır. Anlamlandırdığı şeyden korkmaz insan.
Hasta mı oldunuz? Hz. Eyyub'dan (a.s.) başlar dersiniz. İnsanların içinde yalnız mı kaldınız? Hz. Nuh'tan (a.s.) başlar dersiniz. Güçlü bir zalime karşı hakkı söylemeniz mi gerekiyor? Hz. Musa'dan (a.s.) başlar dersiniz. Bu açıdan diyebilirim ki; hiçbir mü'min hayatını tek başına yaşamaz. O bir hayatı İslam tarihiyle ve oradan kendi dünyasın akseden misallerle ve derslerle birlikte yaşar. Hadiste buyrulurur: "Mü'min mü'minin aynasıdır." Bu mübarek miras ağırlık yapacak iki kıyyelik bir silah gibi görünebilir. Ama aslında zorluklara karşı ayakta kalmanızı sağlayacak bir güçtür. Uçup kaçmanıza gerek kalmaz. Kalır ve anlamlandırırsınız.
İman bizi herşeyin anlamlı olduğu bir dünyaya davet ediyor. İbadetler bu anlamları tekrar ederek onları kalbimizde diri tutmamızı ve ateşini harlandırmamızı sağlıyor. Bu ünsiyet dünyasından yoksun kaldıktan sonra 'her istediğini yapmanın' ne faydası olabilir ki insana? Takva işte bu açıdan bir güçlüğün değil kolaylığın namıdır. Tevekkül bu tanıdıklığa dönük teslimiyettir. Allah'ın marifetiyle ilişkili olarak yarattıklarıyla ilişkiniz de hoşlaşır. Allah'ın şuunatı ve isimleri her eserinin ardından size göz kırpar. Kendi dünyanıza bakın: Sevdiğinizin kulağınızı çekmesi bile size iltifat gibi gelir. Çünkü failin iyiliği fiile sirayet eder. Yabancınızın yanağınızı okşaması bile korkutur. Çünkü faile dair bilinmezlik korkusu fiile de işler. Hasılı: Kuşların özgür olduğunu kim söyledi? Özgür olan korkmayanlardır.
Evliliği de aynı kapsamda ele almak istiyorum. Bu yorumum belki çok seküler bulunacak kimileri tarafından, fakat riski göze alacağım. İnsan evlendiğinde eline geçen nedir? Yine böylesi bir ünsiyet kolaylığı değil midir? Kafasındaki ve omzundaki yüklerin büyük bir kısmını, bir hayatı beraber yaşayacağı kişinin kafasıyla ve omuzlarıyla paylaşarak sıradışılığın yükünü azaltmış olur evlenen.
İhtimal hesapları, gençliğin (mürşidimin ifadesiyle) 'akıldan ziyade hissi dinleyen' yönüne bir zenginlik gibi görünebilir. Fakat insan yaşlandıkça, hissinden ziyade aklının sözünü dinlemeye başladıkça ve bedeni "Ben bu ihtimallerin hepsine yetişemeyeceğim!" diye bağırdıkça ister istemez bir kanaatkarlık sarar benliğini. Eller küçüktür ve tutulacak çok şey vardır. Ellerin hırsı azalır. Akıl, daha az şeyi tutmanın daha rahat taşımak noktasında faydası olduğunu farkeder. "Din kolaylıktır..." buyuruyor Efendimiz aleyhissalatuvesselam. Bundan ilham ile diyebilirim ki: Evet, her çiçekten bal almaya çalışan şaşkın sefil olmaktansa, şeriatın dairesinde amel eden bir kanaatkar olmak kolaylıktır.
Günahların 'kolay'ı, takvanın ise 'zor'u temsil ettiğini düşünürüz. Bunun da hata olduğu kanaatindeyim. Evet, yıkmak elbette yapmaya göre 'eylemsel' bir kolaylık içerir. Fakat 'varlıksal/vücudî bir kolaylığa sahip olduğundan bahsedilemez. Günah, varlıksallıktan yoksun eylemlerden oluşur. Varlıksallıktan yoksun olduğundan dolayı da ona bu anlamda bir kolaylık yüklenemez. Ancak tensel/nefsi zevkler, hatta onların bile yarın büyük bedelleri olacak aceleci yanı bakımından kolaylıkları olur günahların. Ancak an'ı aştığınız anda, zaman müfessirliğini gösterir ve eylemsel olanın varlıksal olmadığını yüzünüze çarpar.
"Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar cevabını işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü'l-kuburun müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz."
Bediüzzaman, Üçüncü Söz'de, sağdan gidecek olan yolcunun saadetinin 'mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecbur' oluşuyla bir ilgisi olduğunu söylüyor. Kıssaya daha genel bakalım: Birisi göze alıyor bu yükü, diğeri ise 'zahirî bir hıffet'i tercih ediyor. Yolculuk süreçlerinde ise halleri şöyle:
"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."
Özgürlük, hiçbirşeyle bağlanmamak anlamında bir özgürlük, hayr-ı mahzı veya katıksız mutluluğu temsil eder mi? Hiçbirşeyle bağlı olmamak ve her dilediğini yapmak 'hayat kalitesinin' tek geçer akçesi olduğunu bize dayatabilir mi? Kuş örneğinden devamla konuşmak istiyorum: Olamaz gibi geliyor bana. Çünkü kuş, kuş kadar özgür olabilmek için bir hiffet/hafiflik bedeli ödemek zorundadır. Yanında kendisini korumaya yarayacak güçlü pençeler/kaslar bulunduramaz. Kalın bir kabuk da taşıyamaz sırtında. Ona bu zahirî özgürlüğü kazandıran şeyler aslında daha kolay incinir olmasına da sebep olur. Belki bu zayıflıklarındandır kuşların bazı türlerinin göçmen olması. Hafifliği ve naifliği aynı coğrafyada kalarak kışı geçirmesine müsait değildir. Fakat görece özgür olmayan(!) çok hayvan vardır ki; kışı da, yazı da aynı yuvada geçirirler.
Kuş, bir mevsim boyunca sevdiği şeyleri arkasında bırakmak zorundadır başka iklimlere uçarken... Özgürlüğü, onu ayrılıklara müptela kılmıştır. Ve tedirgindir. Konduğu her yerde ürkektir, çünkü kolay incinir ve incitilir bir haldedir. En ufak harekette yükseklere kanatlanarak hayatta kalmaya çalışır. Onun kadar özgür olmayan birçok hayvan vardır ki, böyle korkulardan azade yaşarlar. Peki, bunca tedirginlik bedeli ödendikten sonra, kuş hâlâ özgür müdür?
İman etmenin de böyle bir yükü ve o yükün ardından gelen bir kolaylığı var. Ateist, günde beş vakit namaz kılan ve yılda bir ay oruç tutan mü'mine göre, daha özgür hissedebiliyor kendisini. Hatta bunu hünermiş gibi savunabiliyor da. Fakat kazandığı bu zahirî hafifliğin kuşun halinden ne farkı var? Özgürlük yalnız 'az bağımlılıkla' değil, 'az korkuyla' da ilgili birşey. Ateist hakikaten korkusuz mudur?
"Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir..." diyor mürşidim. Neden? Çünkü imanın sağladığı bir diğer kolaylık da varlıkla kurulabilecek ülfet ilişkisidir. Kafir bu ilişkiden mahrumdur. Tevhide iman etmiş bir mü'min, varlıkla ilişkisi sırasında (ve hatta kendi içinde sâdır olabilecek her duruma karşı da) bir yoruma/anlamlandırışa sahiptir. Hepsine dair bir devayı, ta Kur'an'dan ve sünnetten başlayan bir tedris ile, ders almaktadır. Hayatta karşısına çıkacak hiçbir soru/sorun çalışmadığı yerden çıkmaz. Çünkü Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı her anıyla nümune-i imtisal olarak önünde durmaktadır. Ve yaşadıklarının mutlaka onun yaşadıklarına benzeyen/bağlanacak bir yanı vardır. İmanın içerdiği intisab bir açıdan da bu ünsiyetle (ünsiyeti sağlayan anlam dünyasıyla) kurulan bir bağdır. Anlamlandırdığı şeyden korkmaz insan.
Hasta mı oldunuz? Hz. Eyyub'dan (a.s.) başlar dersiniz. İnsanların içinde yalnız mı kaldınız? Hz. Nuh'tan (a.s.) başlar dersiniz. Güçlü bir zalime karşı hakkı söylemeniz mi gerekiyor? Hz. Musa'dan (a.s.) başlar dersiniz. Bu açıdan diyebilirim ki; hiçbir mü'min hayatını tek başına yaşamaz. O bir hayatı İslam tarihiyle ve oradan kendi dünyasın akseden misallerle ve derslerle birlikte yaşar. Hadiste buyrulurur: "Mü'min mü'minin aynasıdır." Bu mübarek miras ağırlık yapacak iki kıyyelik bir silah gibi görünebilir. Ama aslında zorluklara karşı ayakta kalmanızı sağlayacak bir güçtür. Uçup kaçmanıza gerek kalmaz. Kalır ve anlamlandırırsınız.
İman bizi herşeyin anlamlı olduğu bir dünyaya davet ediyor. İbadetler bu anlamları tekrar ederek onları kalbimizde diri tutmamızı ve ateşini harlandırmamızı sağlıyor. Bu ünsiyet dünyasından yoksun kaldıktan sonra 'her istediğini yapmanın' ne faydası olabilir ki insana? Takva işte bu açıdan bir güçlüğün değil kolaylığın namıdır. Tevekkül bu tanıdıklığa dönük teslimiyettir. Allah'ın marifetiyle ilişkili olarak yarattıklarıyla ilişkiniz de hoşlaşır. Allah'ın şuunatı ve isimleri her eserinin ardından size göz kırpar. Kendi dünyanıza bakın: Sevdiğinizin kulağınızı çekmesi bile size iltifat gibi gelir. Çünkü failin iyiliği fiile sirayet eder. Yabancınızın yanağınızı okşaması bile korkutur. Çünkü faile dair bilinmezlik korkusu fiile de işler. Hasılı: Kuşların özgür olduğunu kim söyledi? Özgür olan korkmayanlardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...