Önce nefsimle konuşmalıyım. O bendeki senden bir nümunedir. Sana anlatacağımın kulağıdır. Senden dinleyeceğimin dilidir. Sendeki bene ulaşmak istiyorsam bunu yapmalıyım. İnsanız. Hamız. Karanlığız. Âdemiz. Havvayız. Benzer yaralara sahibiz. Benzer dertlere düçârız. Cennetten düşmek nasıldır biliriz mesela. Biliriz bir meyveye bedel etmeyi herşeyi. Kandırılmak nasıl can yakar biliriz. Kaybetmek ne kadar kolay. Yeniden başlamak ne kadar mümkün. Yalnızlık ne kadar zor. Tevbe ne kadar tatlı. Umut ne kadar güzel. Pişmanlık ne kadar diri. Hasret ne kadar çok. İmtihan ne kadar acı. Kabil Habil'i öldürdüğünde biliriz. Ciğer de ciğeri yakar. Yakmadan yanmak nedir biliriz. Sevinçlerimizden çok kederlerimiz bizi kardeş kılıyor. Ne yüzden? Sevinmekte bencillik var çünkü. Ne de olsa leziz. İhlasına inanmak zordur. İhlasına inanılmayanın gerçekliğine inanmak da zordur. İçimizin gerçekliği bedel ister.
Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?
Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.
Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?
Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.
Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.
Düşmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Düşmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Kasım 2023 Salı
9 Mart 2019 Cumartesi
Düşüyorum, o halde, birşeyler yarım
Arkadaşlar, özellikle de düzenli bir şekilde yazılarımı takip eden en sevdiğim takipçilerim, küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden öperim. Eğer bu konuyu daha önce yazmışsam lüften "Ahmed artık tekrara düşüyorsun!" deyu yüzüme vurmayınız. Çünkü bazen unutuyorum. Evet. Düpedüz unutuyorum. Daha önce hakkında kalem oynattığım meseleler zihnimden uçuyor. Bunda da gerçi 'bilginin hakiki kaynağının' Allah olduğuna dair bir delil var ama bir açıdan da beni korkutuyor. Yazılarında tekrara düşenler sevilmezler çünkü.
Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:
"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."
İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.
'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.
Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.
Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."
Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."
İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.
'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.
Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.
Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.
İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.
Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.
Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.
Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.
İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.
Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:
"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."
İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.
'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.
Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.
Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."
Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."
İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.
'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.
Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.
Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.
İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.
Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.
Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.
Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.
İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.
28 Ekim 2017 Cumartesi
Tevbe kötülüğü nasıl vareder?
"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîm'dir (engin merhamet sahibidir)." (Furkan sûresi, 70)
Elbette hep böyle gidecek değil. Düşeceğiz. Kalkacağız. Düşmekten kalkmakla, kalkmaktan düşmekle ferahlanacağız. Zıttı zıttının sıkletinden kurtulmamıza vesile olacak. Aynılığı ölümden ayıramayan yanlarımıza bir çeşit değişimle hayatı anlatacağız. Kötüden iyiye, iyiden kötüye. Kötüden iyiye geçerken 'iyi' zaten 'iyi' olacak. Şaşırmayacağız. Fakat şuna şaşıracağız:
İyiden kötüye geçerken de 'kötü' aslında 'iyi' olacak. Belki bu gelişigüzel, gelişi her şekilde güzel, ya bizzat güzel ya neticesi itibariyle güzel, yuvarlanışın içinde âlemde 'şer' dediğimizin aslında 'bize şer' olduğunu, varlığının tek başına savaşılası bir anlam taşımadığını, hatta kendisinden uzaklaşırken kendisiyle barışıldığını göreceğiz. Yaralarımızı seveceğiz. Bir tatlı bela gibi seveceğiz. Mahsulü gören bir ekincinin zahmetini sevdiği gibi seveceğiz. Bir tek bütünün içinde kendisine bir anlam bulamamış parçalar fayda göremeyecek hayırdan. Onlar, tek başına bir varlık olmadığı için, varlık 'tek başınalık' kaldırmadığı için, hiçkimse başıboş bırakılmadığı için, başıboşluk aslında yokluk anlamına geldiği için cehennemde sürekli tekrar eden bir hiçliğe saplanacaklar.
İşte, şimdi, hayatımın orta yerinde durup sana derim ki arkadaşım: Tevbe de günahın bütünün içinde bir anlam kazanmasıdır. Yanlışın yanlışlığı kabul ve ilan ile doğruya bir yanından dahil olmasıdır. Hiçliğe bıraktığımız kem izlerin telafisi, yani yeniden varlığa dönüşmesi, varlığın içinde kendisine yeniden bir yer bulması, ancak ve ancak tevbeyle olur. Yoku var bilmek onu iki kere yokeder. Hem yok hem yanlış kılar. Ama yoku yok bilmek yokluğunu yanlışlıktan kurtarır.
Yokun yokluğunu tesbit etmek bir doğrudur. Doğru varlığa uyumludur. Vücudîdir. (Varlıkla uyumlu olana doğru deriz ancak.) Hatta bir şekilde vardır. Yalan, mürşidimin de ifadesiyle, kudret-i ilahîyeye iftira etmektir. Çünkü varedilmeyene var demektir. Yaratılmayana yaratılmış muamelesi yapmaktır. Yok, yokluğu açısından varolmasa da, yokluğunun 'yok' şeklinde tayini sırasında varolur. Birşeyin olmadığını söylemek de olandan bahseden hakikatin parçasıdır. Hakikat zaten iki parçadır. Birisi olandan haber verir, diğeri olmayandan. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. 'İllallah' dediğin yer 'la ilahe'nin hemen ardıdır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. Başka ilah yoktur. Allah'tan başka...
Şimdi, buraya kadar seni yorduktan sonra arkadaşım, birşeyi daha kolay anlatabilirim gibi geliyor: İnsan, hakikate dahil oluş sürecinde, en büyük haykırışı kelime-i tevhid ile yapar da, onun dipnotları, haşiyeleri, mütemmimleri sayılacak detaylarda da bunu tekrarlamaz mı? Mizandaki en ağır sözü fiil fiil şerhetmez mi? Bence 'en büyük yokluğun' yokluğunu tayin edip 'en yüce varlığın' varlığını kabul ettikten sonra artık bunun sağlamalarını yapmak kaçınılmaz olur.
Allahu'l-alem. (En doğrusunu O bilir.) Tevbe ederken de işte bunu yaparız. Günahta bir varlık olmadığının altını yaşam yaşam çizip varlığı Allah'ın şeriat ile tayin ettiği alana münhasır kılarız. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun hayır dediğinden başka hayır da yoktur. Biliriz. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun sevap dediğinden başka sevap da yoktur. Tecrübe ederiz. Allah'tan başka ilah olmadığı gibi onun haram dediğinde hayır da yoktur. Ellerimiz yanarak söyleriz.
En nihayet demem o ki arkadaşım: En büyük hakikatin söylenmesinden sonra bunun zerrelere inen doğrulaması tevbeyle yaşanır. Çünkü tevbe sadece aklî değil tecrübî bir şahitliktir. Anların kelime-i tevhididir. Dildeki acılıktır. Kalpteki pişmanlıktır. Gönüldeki hüzündür. Candaki sıkıntıdır. Kem yaşanmışlıktır. Eğitimdir. En yüce hakikatin eylem eylem tecrübe edilmesidir. An an, fiil fiil, olay olay, parça parça doğruluğu görülüp teşhis edilmesidir.
Hak verilmesidir. Hakikat bilinmesidir. Yanlışlığının doğrulanmasıdır. Bu açıdan tevbe, günahın ademîliğine/yokluksallığına, hayırsızlığına, yanlışlığına, hata oluşuna, çirkin oluşuna, acı oluşuna, ateş oluşuna şahitlik ederek ona bir tür varlık kazandırmaktır. Yoklun varlığa 'yokluğunu kabul ile' yeniden dahil olmasıdır. Sıfırın birin ardına sığınmakla kazandığıdır. Çünkü yanlışın yanlışlığını ortaya koymak da bir tür doğrudur. Doğru, cismi olmasa da, bir türden (ilim türünden) varlıktır. Zıt zıttının varlığına böyle aynalık eder. Mürşidimin de dediği gibi: "Nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."
Elbette hep böyle gidecek değil. Düşeceğiz. Kalkacağız. Düşmekten kalkmakla, kalkmaktan düşmekle ferahlanacağız. Zıttı zıttının sıkletinden kurtulmamıza vesile olacak. Aynılığı ölümden ayıramayan yanlarımıza bir çeşit değişimle hayatı anlatacağız. Kötüden iyiye, iyiden kötüye. Kötüden iyiye geçerken 'iyi' zaten 'iyi' olacak. Şaşırmayacağız. Fakat şuna şaşıracağız:
İyiden kötüye geçerken de 'kötü' aslında 'iyi' olacak. Belki bu gelişigüzel, gelişi her şekilde güzel, ya bizzat güzel ya neticesi itibariyle güzel, yuvarlanışın içinde âlemde 'şer' dediğimizin aslında 'bize şer' olduğunu, varlığının tek başına savaşılası bir anlam taşımadığını, hatta kendisinden uzaklaşırken kendisiyle barışıldığını göreceğiz. Yaralarımızı seveceğiz. Bir tatlı bela gibi seveceğiz. Mahsulü gören bir ekincinin zahmetini sevdiği gibi seveceğiz. Bir tek bütünün içinde kendisine bir anlam bulamamış parçalar fayda göremeyecek hayırdan. Onlar, tek başına bir varlık olmadığı için, varlık 'tek başınalık' kaldırmadığı için, hiçkimse başıboş bırakılmadığı için, başıboşluk aslında yokluk anlamına geldiği için cehennemde sürekli tekrar eden bir hiçliğe saplanacaklar.
İşte, şimdi, hayatımın orta yerinde durup sana derim ki arkadaşım: Tevbe de günahın bütünün içinde bir anlam kazanmasıdır. Yanlışın yanlışlığı kabul ve ilan ile doğruya bir yanından dahil olmasıdır. Hiçliğe bıraktığımız kem izlerin telafisi, yani yeniden varlığa dönüşmesi, varlığın içinde kendisine yeniden bir yer bulması, ancak ve ancak tevbeyle olur. Yoku var bilmek onu iki kere yokeder. Hem yok hem yanlış kılar. Ama yoku yok bilmek yokluğunu yanlışlıktan kurtarır.
Yokun yokluğunu tesbit etmek bir doğrudur. Doğru varlığa uyumludur. Vücudîdir. (Varlıkla uyumlu olana doğru deriz ancak.) Hatta bir şekilde vardır. Yalan, mürşidimin de ifadesiyle, kudret-i ilahîyeye iftira etmektir. Çünkü varedilmeyene var demektir. Yaratılmayana yaratılmış muamelesi yapmaktır. Yok, yokluğu açısından varolmasa da, yokluğunun 'yok' şeklinde tayini sırasında varolur. Birşeyin olmadığını söylemek de olandan bahseden hakikatin parçasıdır. Hakikat zaten iki parçadır. Birisi olandan haber verir, diğeri olmayandan. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. 'İllallah' dediğin yer 'la ilahe'nin hemen ardıdır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. Başka ilah yoktur. Allah'tan başka...
Şimdi, buraya kadar seni yorduktan sonra arkadaşım, birşeyi daha kolay anlatabilirim gibi geliyor: İnsan, hakikate dahil oluş sürecinde, en büyük haykırışı kelime-i tevhid ile yapar da, onun dipnotları, haşiyeleri, mütemmimleri sayılacak detaylarda da bunu tekrarlamaz mı? Mizandaki en ağır sözü fiil fiil şerhetmez mi? Bence 'en büyük yokluğun' yokluğunu tayin edip 'en yüce varlığın' varlığını kabul ettikten sonra artık bunun sağlamalarını yapmak kaçınılmaz olur.
Allahu'l-alem. (En doğrusunu O bilir.) Tevbe ederken de işte bunu yaparız. Günahta bir varlık olmadığının altını yaşam yaşam çizip varlığı Allah'ın şeriat ile tayin ettiği alana münhasır kılarız. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun hayır dediğinden başka hayır da yoktur. Biliriz. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun sevap dediğinden başka sevap da yoktur. Tecrübe ederiz. Allah'tan başka ilah olmadığı gibi onun haram dediğinde hayır da yoktur. Ellerimiz yanarak söyleriz.
En nihayet demem o ki arkadaşım: En büyük hakikatin söylenmesinden sonra bunun zerrelere inen doğrulaması tevbeyle yaşanır. Çünkü tevbe sadece aklî değil tecrübî bir şahitliktir. Anların kelime-i tevhididir. Dildeki acılıktır. Kalpteki pişmanlıktır. Gönüldeki hüzündür. Candaki sıkıntıdır. Kem yaşanmışlıktır. Eğitimdir. En yüce hakikatin eylem eylem tecrübe edilmesidir. An an, fiil fiil, olay olay, parça parça doğruluğu görülüp teşhis edilmesidir.
Hak verilmesidir. Hakikat bilinmesidir. Yanlışlığının doğrulanmasıdır. Bu açıdan tevbe, günahın ademîliğine/yokluksallığına, hayırsızlığına, yanlışlığına, hata oluşuna, çirkin oluşuna, acı oluşuna, ateş oluşuna şahitlik ederek ona bir tür varlık kazandırmaktır. Yoklun varlığa 'yokluğunu kabul ile' yeniden dahil olmasıdır. Sıfırın birin ardına sığınmakla kazandığıdır. Çünkü yanlışın yanlışlığını ortaya koymak da bir tür doğrudur. Doğru, cismi olmasa da, bir türden (ilim türünden) varlıktır. Zıt zıttının varlığına böyle aynalık eder. Mürşidimin de dediği gibi: "Nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."
25 Ağustos 2016 Perşembe
Yaşamak düşmektir...
Mürşidim; "İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik—size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye..." (Abese Sûresi, 80:24-32.) gibi ayetlerin tefsiri sadedinde diyor ki: "Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder."
Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"
Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."
İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.
Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.
Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.
Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...
Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"
Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."
İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.
Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.
Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.
Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...
17 Mayıs 2016 Salı
Düşmeler düşmanın değil...
Birşeyin kırılgan olması onun zaafı değildir belki. Başka birşey olmaya temayülüdür. Dönüşme potansiyeliyle yaratılanların aynı zamanda etkiye de açık varolmalarından daha doğal ne olabilir? Ki zaten bu etkilenişler sayesinde dönüşecekler... Eğer bakır, demirden daha esnek ve etkiye açık olmasaydı, demirin kullanılamadığı çoğu yerde kullanılabilir miydi? Zayıflığıydı onu hünerli kılan. Gücüydü aslında güçsüzlüğü. İnsan da biraz böyle. Mürşidimin tabiriyle 'aczi ve fakrı en makbul bir şefaatçi...' Kalbi ve aklı sayesinde daha etkilenir kılınmış. Bu etkilenme potansiyeliyle merak ediyor herşeyi. Bu etkilenmeler sayesinde bilebiliyor pekçok şeyi.
Bilginin bir yanı güç ise diğer yanı zaaftır. Bilgi sayesinde başka şeyleri etkileyebilir olanlar, yine bizzat aynı bilişler yüzünden etkilenmiş de oluyorlar. Dikkat et. Neye sahip oluyorsak ondan etkilenmeyi bedel olarak ödüyoruz. O şey bizim dünyamızda bir 'şey' haline geldiğinde ister istemez bizi de etkilemiş/değiştirmiş oluyor.
Kadın, anneliği bildiğinde, anne kalbinin ilgisini/alınganlığını yüklenmek zorunda. İnsan, âşık olduğunda, yine yüklenmesi gereken bir ilgi ve alınganlık bedeli var. Hayatımızda bizi bambaşka kılmış olan herşeyle bir yanımızla memnun, bir yanımızla küskün bir ilişki kurmamızın sebebi de bu sanırım. Evet, o bize pekçok şey öğretti. Evet, daha önce hissetmediğimiz pekçok şeyi ilk onunla hissettik. Evet, pekçok tohumumuz o rüzgârın kalbimize değmesiyle gövdeden koptu, toprağa saçıldı ve açıldı. O olmasa bu da olmayacaktı. Hepsine evet... Ama evet, aynı zamanda, daha öncesinde sahip olmadığımız yaralara da sahip olduk onlar sayesinde. Lezzetini tattığımız herşeyin zevalinden korktuk.
İnsanın ahsen-i takvimde yaratıldığını bildiren vahyin, bu bilginin hemen ardından, esfel-i safilîn riskini de zikretmesi ne kadar manidar. Demek 'en güzel potansiyelin' bedeli bu. Ne kadar berrak bir ayna isen o kadar şeyi üzerinde yansıtacaksın. Bu yansıtış seni farklı farklı hallere mazhar edecek. Tanışacaksın. Sarsılacaksın. Sarsacaksın. Sınırlının sonsuzun karşısındaki telaşı budur. Aynanın boyu kalbin kadar. Yansıtacaklarının sayısı ise sonsuz. O yüzden sürekli çalışıyor, değişiyor, başkalaşıyorsun. Bir gün öyle, bir gün böyle oluyorsun. Dünya dört mevsim yaşıyor bir yılda. Sen bir günde bin mevsim yaşıyorsun. Ne tastamam mutlu, ne tastamam kederli kalabiliyorsun. Bir ağlıyorsun, bir gülüyorsun.
Çabuk kırılıyorsun. Çünkü yuvasından uçmaya hazır bekleyen tohumların var. O tohumlar, sana benzer, ama senden başka şeyler olacaklar. Cennete kendiliklerinden yeni yeni cennetler katacaklar. Tohumlukta hüner gövdeye sıkıca tutunmak değildir. Sarsılmazlık değildir. Kırılmazlık değildir. Yere düşünce değişmezlik değildir. Başka birşey olmaya yatkın yaratılmanın bedeli nedir? Sık sık cennetlerimizden dünyaya/toprağa düşmek; becerebilirsek, tekrar büyüyüp/yeşerip cennetlerimize çıkabilmektir. O yüzden, düşmelerine darılma arkadaşım. Düşmeler düşmanın değil. Kalkamadığın zamanlarda kendine kız. Esfel-i safilîne indirmek seni orada kalmaya mahkûm etmek için değildi. Yeşerip ahsen-i takvime yükseldiğini görmek içindi. Her ekin sahibi tohumundan bunu ister. Allah da sende bunu murad etti.
Bilginin bir yanı güç ise diğer yanı zaaftır. Bilgi sayesinde başka şeyleri etkileyebilir olanlar, yine bizzat aynı bilişler yüzünden etkilenmiş de oluyorlar. Dikkat et. Neye sahip oluyorsak ondan etkilenmeyi bedel olarak ödüyoruz. O şey bizim dünyamızda bir 'şey' haline geldiğinde ister istemez bizi de etkilemiş/değiştirmiş oluyor.
Kadın, anneliği bildiğinde, anne kalbinin ilgisini/alınganlığını yüklenmek zorunda. İnsan, âşık olduğunda, yine yüklenmesi gereken bir ilgi ve alınganlık bedeli var. Hayatımızda bizi bambaşka kılmış olan herşeyle bir yanımızla memnun, bir yanımızla küskün bir ilişki kurmamızın sebebi de bu sanırım. Evet, o bize pekçok şey öğretti. Evet, daha önce hissetmediğimiz pekçok şeyi ilk onunla hissettik. Evet, pekçok tohumumuz o rüzgârın kalbimize değmesiyle gövdeden koptu, toprağa saçıldı ve açıldı. O olmasa bu da olmayacaktı. Hepsine evet... Ama evet, aynı zamanda, daha öncesinde sahip olmadığımız yaralara da sahip olduk onlar sayesinde. Lezzetini tattığımız herşeyin zevalinden korktuk.
İnsanın ahsen-i takvimde yaratıldığını bildiren vahyin, bu bilginin hemen ardından, esfel-i safilîn riskini de zikretmesi ne kadar manidar. Demek 'en güzel potansiyelin' bedeli bu. Ne kadar berrak bir ayna isen o kadar şeyi üzerinde yansıtacaksın. Bu yansıtış seni farklı farklı hallere mazhar edecek. Tanışacaksın. Sarsılacaksın. Sarsacaksın. Sınırlının sonsuzun karşısındaki telaşı budur. Aynanın boyu kalbin kadar. Yansıtacaklarının sayısı ise sonsuz. O yüzden sürekli çalışıyor, değişiyor, başkalaşıyorsun. Bir gün öyle, bir gün böyle oluyorsun. Dünya dört mevsim yaşıyor bir yılda. Sen bir günde bin mevsim yaşıyorsun. Ne tastamam mutlu, ne tastamam kederli kalabiliyorsun. Bir ağlıyorsun, bir gülüyorsun.
Çabuk kırılıyorsun. Çünkü yuvasından uçmaya hazır bekleyen tohumların var. O tohumlar, sana benzer, ama senden başka şeyler olacaklar. Cennete kendiliklerinden yeni yeni cennetler katacaklar. Tohumlukta hüner gövdeye sıkıca tutunmak değildir. Sarsılmazlık değildir. Kırılmazlık değildir. Yere düşünce değişmezlik değildir. Başka birşey olmaya yatkın yaratılmanın bedeli nedir? Sık sık cennetlerimizden dünyaya/toprağa düşmek; becerebilirsek, tekrar büyüyüp/yeşerip cennetlerimize çıkabilmektir. O yüzden, düşmelerine darılma arkadaşım. Düşmeler düşmanın değil. Kalkamadığın zamanlarda kendine kız. Esfel-i safilîne indirmek seni orada kalmaya mahkûm etmek için değildi. Yeşerip ahsen-i takvime yükseldiğini görmek içindi. Her ekin sahibi tohumundan bunu ister. Allah da sende bunu murad etti.
6 Mayıs 2016 Cuma
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok
"Bizi aldatan bizi kurtarır..." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Ve kapılmak istemeyeni tutuşturacak öfke. Ateş, yanmaya müsait olanları yakar. Her âşık, avını ararken avlanmış. Her sapma, bir kuvve-i gadabiye veya şeheviye mahsulü. Akıl sonraları oyuna dahil oluyor. Birşey kaçınılmayacak kadar zevkli/doğru geldiğinde o da delil uyduruyor. Çaresiz fakir. Acımalı ona. Ne yapsın? Ehl-i zevkin sofrasında akıl ancak sâkidir. Vicdanın sesiyle belki uyanır belki uyanmaz.
Efendi de kapıya iner o sarayda, itle eğleşir. Hanımlar, yabani gençlerle sohbetler eder. Yetişmiş kızlar, çocukların oynamasını tanzime uğraşır. Kapıcı desen, havasından geçilmez onun, hepsinin kumandanı. Dışarıdan baksan pek şenlikli gelir halleri. Fakat bu tantana sarayın doluluğuna değil, boşluğuna işarettir. Yerliyerindeliği kuşanmamış her çaba, abes. Gürültüsüne kanma. Sen ne bakıyorsun fiilin yoğunluğuna! O hayrın delili değil ki. Ferasetin varsa, hikmetin olgunluğuna bak. Susamış adamın 'çok deniz suyu içmekle' övünmesi hüner değildir. Nicelik hep kandırır. Elma ağacı belki kavak kadar uzamaz amma, kadrini bilirsen en tatlı lokmacıkları kavağın uzun kollarından değil, onun kısacık ellerinden yersin.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Şeytan da böyle dahil oldu imtihanımıza. Kanmak istediğimizi farketti bazı vakitler. Rüya sevdiğimizi. İki eksen üzerine yaratıldığımızı, karıştırdığımızı... Bazen kısa görüp şerre kapıldığımızı, bazen geniş görüp hayra meylettiğimizi... Ve bazen ikisinin de benzer derecede bize güzel göründüğünü farketti. Mürşidim bu makamda diyor ki:
Hayat netlikle farkedilen ademlerden ve vücudlardan ibaret değildi. Sûreten ademî görünen vücudîlikler ve sûreten vücudî görünen ademîlikler de vardı. İmtihan bu noktadan başladı. Şeriat bu noktada emroldu. Ve tevekkül de bu noktada omzumuza yüklendi. Cennetteki onca ağaç içinde yalnız birisi yasaktı sana. Neden onu seçtin? Helal dairesi keyfe kâfi değil miydi? Demek haricinde de kalsa, ona da merakın var. Dokunmadığın herşey, elinin hayali. "Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır; belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir."
Hayalin kuyruğu merak. Merakın kuyruğu hayal. Merak, bir tarafıyla garkolmadır/boğulmadır birşeyde. Neyi merak edersen, dikkatli ol, onda boğulursun. Dışında kalan bütün dünyayı unutur, yalnız o olursun. Şefkatin bir tehlikesi varsa burada saklanıyor. Şefkat merakı peşinde sürükler. Öfke isimli romanında ne diyordu Philip Roth: "Başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir..." Varlık da bazen seni zayıflığıyla içine çekiyor. Hayır küllî, şer cüzî. Cüzlere çekilirsen şerlerde boğulabilirsin. Merakının sana bunu yapabildiğini gördü belki de iblis. Cüz'de boğulup küll'ü göremeyebileceğini bildi. Sen de şimdi koca imtihanı dikkatle basmaya, batmaktan korkmaya; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işaret, bir öpmekte batmamaya ayırıyorsun. Bunun eğitimi alıyorsun belki de dünyada. Ayağını kaydıran bu kusurun idi. Demek ömür, bir açıdan, bir nazar eğitimi.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Hep böyle vazgeçiyoruz cennetten. Her öpüş, her batış, her dane, her lokma, her günah, bir an gibi. Ömrü kısa. Nefsin gözü kısa ömürlü lezzetleri görüyor. Vicdanın gözü, bâki olanları. İradenle iki şıkkı karşına koyuyorsun. Kısa da lezzetli, uzun da. Hangi çöpü çekeceksin? Her kısa çöpü çekişin cennetten bir kez daha düşüşün. Hiç hissetmedin mi bırakıp gittiklerinde elinden çekilen dikenli telleri? Belki de o gitmiyor, sen düşüyorsun ha! Bir kez daha düşüyorsun. Bir kez daha. Ve bir kez daha... (Aşkı da mı yüzden 'düşmekle' anıyorlar?)
Biraz daha uzaklaşıyorsun cennetinden. Karıştırdın çünkü. Kısa çöpü çekebilmek için deliller ürettin. Bile bile yaptın bunu. Kanmak istediğin için kandırdı şeytan seni. Her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı, biliyordun. Adım adım alıyordun yolu, ama önemsemiyordun. Sûre-i Bakara'da; "Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin!" buyuran Alîm-i Hakîm biliyordu bile bile kandırılmaya meyyal olduğunu. Eğer öyle olduğunu düşünmesen neden pişman olasın? Öyle ya, insan, bile isteye lades olduğunda canı yanar. Yanlışının 'yanlış' olduğunu bildiğinde... Doğru yaptığını düşündüğü için pişman olan duydun mu sen? Birşey daha diyeyim mi: Galiba cehennem de pişmanlıklarımızdan yaratılacak. 'Hiç sönmeyecek bir ateş' denince aklım ister istemez ona gidiyor. Tattıysan, bilirsin.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Ve kapılmak istemeyeni tutuşturacak öfke. Ateş, yanmaya müsait olanları yakar. Her âşık, avını ararken avlanmış. Her sapma, bir kuvve-i gadabiye veya şeheviye mahsulü. Akıl sonraları oyuna dahil oluyor. Birşey kaçınılmayacak kadar zevkli/doğru geldiğinde o da delil uyduruyor. Çaresiz fakir. Acımalı ona. Ne yapsın? Ehl-i zevkin sofrasında akıl ancak sâkidir. Vicdanın sesiyle belki uyanır belki uyanmaz.
Efendi de kapıya iner o sarayda, itle eğleşir. Hanımlar, yabani gençlerle sohbetler eder. Yetişmiş kızlar, çocukların oynamasını tanzime uğraşır. Kapıcı desen, havasından geçilmez onun, hepsinin kumandanı. Dışarıdan baksan pek şenlikli gelir halleri. Fakat bu tantana sarayın doluluğuna değil, boşluğuna işarettir. Yerliyerindeliği kuşanmamış her çaba, abes. Gürültüsüne kanma. Sen ne bakıyorsun fiilin yoğunluğuna! O hayrın delili değil ki. Ferasetin varsa, hikmetin olgunluğuna bak. Susamış adamın 'çok deniz suyu içmekle' övünmesi hüner değildir. Nicelik hep kandırır. Elma ağacı belki kavak kadar uzamaz amma, kadrini bilirsen en tatlı lokmacıkları kavağın uzun kollarından değil, onun kısacık ellerinden yersin.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Şeytan da böyle dahil oldu imtihanımıza. Kanmak istediğimizi farketti bazı vakitler. Rüya sevdiğimizi. İki eksen üzerine yaratıldığımızı, karıştırdığımızı... Bazen kısa görüp şerre kapıldığımızı, bazen geniş görüp hayra meylettiğimizi... Ve bazen ikisinin de benzer derecede bize güzel göründüğünü farketti. Mürşidim bu makamda diyor ki:
"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Hayat netlikle farkedilen ademlerden ve vücudlardan ibaret değildi. Sûreten ademî görünen vücudîlikler ve sûreten vücudî görünen ademîlikler de vardı. İmtihan bu noktadan başladı. Şeriat bu noktada emroldu. Ve tevekkül de bu noktada omzumuza yüklendi. Cennetteki onca ağaç içinde yalnız birisi yasaktı sana. Neden onu seçtin? Helal dairesi keyfe kâfi değil miydi? Demek haricinde de kalsa, ona da merakın var. Dokunmadığın herşey, elinin hayali. "Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır; belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir."
Hayalin kuyruğu merak. Merakın kuyruğu hayal. Merak, bir tarafıyla garkolmadır/boğulmadır birşeyde. Neyi merak edersen, dikkatli ol, onda boğulursun. Dışında kalan bütün dünyayı unutur, yalnız o olursun. Şefkatin bir tehlikesi varsa burada saklanıyor. Şefkat merakı peşinde sürükler. Öfke isimli romanında ne diyordu Philip Roth: "Başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir..." Varlık da bazen seni zayıflığıyla içine çekiyor. Hayır küllî, şer cüzî. Cüzlere çekilirsen şerlerde boğulabilirsin. Merakının sana bunu yapabildiğini gördü belki de iblis. Cüz'de boğulup küll'ü göremeyebileceğini bildi. Sen de şimdi koca imtihanı dikkatle basmaya, batmaktan korkmaya; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işaret, bir öpmekte batmamaya ayırıyorsun. Bunun eğitimi alıyorsun belki de dünyada. Ayağını kaydıran bu kusurun idi. Demek ömür, bir açıdan, bir nazar eğitimi.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Hep böyle vazgeçiyoruz cennetten. Her öpüş, her batış, her dane, her lokma, her günah, bir an gibi. Ömrü kısa. Nefsin gözü kısa ömürlü lezzetleri görüyor. Vicdanın gözü, bâki olanları. İradenle iki şıkkı karşına koyuyorsun. Kısa da lezzetli, uzun da. Hangi çöpü çekeceksin? Her kısa çöpü çekişin cennetten bir kez daha düşüşün. Hiç hissetmedin mi bırakıp gittiklerinde elinden çekilen dikenli telleri? Belki de o gitmiyor, sen düşüyorsun ha! Bir kez daha düşüyorsun. Bir kez daha. Ve bir kez daha... (Aşkı da mı yüzden 'düşmekle' anıyorlar?)
Biraz daha uzaklaşıyorsun cennetinden. Karıştırdın çünkü. Kısa çöpü çekebilmek için deliller ürettin. Bile bile yaptın bunu. Kanmak istediğin için kandırdı şeytan seni. Her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı, biliyordun. Adım adım alıyordun yolu, ama önemsemiyordun. Sûre-i Bakara'da; "Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin!" buyuran Alîm-i Hakîm biliyordu bile bile kandırılmaya meyyal olduğunu. Eğer öyle olduğunu düşünmesen neden pişman olasın? Öyle ya, insan, bile isteye lades olduğunda canı yanar. Yanlışının 'yanlış' olduğunu bildiğinde... Doğru yaptığını düşündüğü için pişman olan duydun mu sen? Birşey daha diyeyim mi: Galiba cehennem de pişmanlıklarımızdan yaratılacak. 'Hiç sönmeyecek bir ateş' denince aklım ister istemez ona gidiyor. Tattıysan, bilirsin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...