Zikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2023 Salı

Sen asla tek kişi değilsin

Önce nefsimle konuşmalıyım. O bendeki senden bir nümunedir. Sana anlatacağımın kulağıdır. Senden dinleyeceğimin dilidir. Sendeki bene ulaşmak istiyorsam bunu yapmalıyım. İnsanız. Hamız. Karanlığız. Âdemiz. Havvayız. Benzer yaralara sahibiz. Benzer dertlere düçârız. Cennetten düşmek nasıldır biliriz mesela. Biliriz bir meyveye bedel etmeyi herşeyi. Kandırılmak nasıl can yakar biliriz. Kaybetmek ne kadar kolay. Yeniden başlamak ne kadar mümkün. Yalnızlık ne kadar zor. Tevbe ne kadar tatlı. Umut ne kadar güzel. Pişmanlık ne kadar diri. Hasret ne kadar çok. İmtihan ne kadar acı. Kabil Habil'i öldürdüğünde biliriz. Ciğer de ciğeri yakar. Yakmadan yanmak nedir biliriz. Sevinçlerimizden çok kederlerimiz bizi kardeş kılıyor. Ne yüzden? Sevinmekte bencillik var çünkü. Ne de olsa leziz. İhlasına inanmak zordur. İhlasına inanılmayanın gerçekliğine inanmak da zordur. İçimizin gerçekliği bedel ister.

Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?

Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.

Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?

Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.

Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.

22 Şubat 2020 Cumartesi

Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!

Diskolar neden giderek daha çok doluyor arkadaşım? Çünkü tekkeler kapalı. İnsanları melekî yanlarıyla tanıştıracak müesseselerimiz kalmadı. İçlerindeki meleğe dokunamayanlar beşerî yönlerine daha çok tutunuyorlar. Cennetlerine bakamayanlar cehennemlerine daha fazla iman ediyorlar. Zikirle tatmin edilemeyen kalpler gafletle teskin olmayı deniyorlar. Faniliğinin denizine düşen hayvanîliğinin yılanına daha sıkı sarılıyor senin anlayacağın. Hem şu da var:

Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.

Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.

Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.

Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.

Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."

Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."

İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."

Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.

9 Eylül 2019 Pazartesi

Tarikatçılar içimizi neden deliyor?

Çin işkencesini hepimiz biliyoruz. Tamam. Çok şükür. Başımıza gelmedi ama bir kulak aşinalığımız var. Tekrar eden su damlalarının gücünün taşı delmeye de insanı delirtmeye de yeter olduğunu biliyoruz.

Ursula K. Le Guin'in Zihinde Bir Dalga'da 'esas iç örgütlenme aracı' olarak tarif ettiği 'tekrar'a dair bir savunusu var. Diyor ki: Tekrarın aşağılanması daha çok modern döneme ait bir olgudur. Okuryazarlığın artmasıyla ilgilidir. Basılı yayınlara ulaşmak kolaylaştıktan sonra ortaya çıkmıştır. (Çünkü basılı bir yayında 'tekrar' mükerrer okumalarla sağlanabilir.) Sözlü kültürün insanlığa hâkim olduğu bütün asırlar boyunca tekrarla kimsenin bir sorunu olmamıştır. Hatta sözlü anlatım tekrarları ister. Sever. Gerektirir. İnsanın yazılı kültürün hegemonyasına girmediği çocukluk devirlerinde aile büyüklerinin anlattığı masalların/hatıraların tekrarı arzulanır. Hatta bu tekrarlar eğer daha önce anlatılan asıldan çok saparlarsa büyükler uyarılır: "Çok kötü anlattın anne. Olmadı ki. Düzgünce bir daha anlat."

Yine, bir ölçüde sözlü anlatıma benzer tarafları bulunan, sinema yapımlarında da 'kaçırabileceği detaylar' izleyiciye bazı tekrarlarla yeniden tahattur ettirilir. Örneğin: Katilin kim olduğunun ortaya çıktığı bölümde dedektifin parçaları birleştirişi, filmin öncesinden yapılan alıntılarla, izleyiciye de yaşatılır. Çünkü izlemek okumak gibi değildir.

İşi hepten tarihselcilerin/sosyologların ellerine düşürmeden bunu Kur'an-ı Hakîm'in beyanına da taşıyabiliriz. Kur'an, Bediüzzaman'ın da mükerreren beyan ettiği üzere, irşadda ilk muhatap olarak ekseri, yani avamı, muhatap kabul eder. Avamın da çoğunluğu 'ümmi'dir. Yani okumayazma bilmez. (Kur'an'ın ilk indiği kavim, yani Arap kardeşler, zaten ümmilikleri ile meşhurdurlar. Yine ekseri İslam'la bahtiyar olan Türklerin/Kürtlerin de mazisi farklı değildir.) Veyahut da, eğer modern asır üzerinden konuşacak olursak, okuryazarlığı vardır ama okumayla başı hoş değildir. Bu nedenle vahyin beyanında tekrarlara sıkça rastlanır. Fakat, yine mürşidimin dikkat çektiği üzere, bunlar sûreten tekrarlardır. Aslında her tekrar edişte aynı kıssa/kelam üzerinden hakikatin başka bir yönü parlatılır. Nazara verilir. Yerinden bir alıntıyla bu bahsi süsleyelim:

"Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır."

Tekrarın 'kişisel gelişim'de ise apayrı bir fonksiyonu var. Eğer başarı, kendine yardım, NLP veya kişisel gelişim türünden bir eser okuduysanız, ki bunlar eskiden ayrı ayrı türler değildiler, bilirsiniz: Bireyin hedeflediği sonuçlara ulaşmasında tekrar edilen 'motto'ların büyük ehemmiyeti vardır. Hatta, Küçük Emrah'ın, annesi Oya Aydoğan'ı medenî(!) bir kadın haline getirmeye çalıştığı filmde, hoca olarak tuttuğu kişinin Aydoğan'a tekrarlattığı cümleyi hatırlatalım: "Ben gözel karıyam!" Bunu neden tekrarlatıyordu? Çünkü köylü kızı Aydoğan'ın özgüvenini arttırmak istiyordu. Yani bu tekrar işinde insanın içinde tesis etmek istediği şeyleri inşa eden bir yan da var. Az-çok bunun misallerini hepimiz biliriz.

Partiler sloganlarıyla taraftarlarını motive ederler. Yine her türden hareketin etbaını şevklendirmek için tekrar ettiği sloganları vardır. Firmalar bile alıcılarında alış arzusu inşa etmek için böylesi 'tekrarları' kullanırlar. Yaz başladığında başlayan kola/dondurma reklamları sayesinde her sene bir sürü yeni spot cümleniz olur. Hayırlı olsun.

Bütün bu girizgâhın ardından asıl mevzua gelelim. Mürşidimin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde geçen bir bahse değineceğim. Her okuduğumda bana ilginç şeyler düşündürür. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım. Ki sonradan ne üzerine konuşacağımız açık edilmiş olsun:

"İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir." Fakat başı olmayınca böyle yarımca pek birşey anlaşılmadı değil mi? Alıntılayalım. Tam olsun: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, 'Allah Allah' zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur."

Ben bu bahsin yıllar önce bir kişisel gelişim kitabında okuduklarımla ilgili olduğunu düşünüyorum. (Adını sormayın. Tüm hatırlama çabalarıma rağmen çıkaramadım. İsimsiz kaldı.) En azından o kitapta anlatılan şeyin bu bahsi idrakte yolu kolaylayan bir yanı var. Uzatmayayım. Anladığımca deniliyordu ki o kitapta: Bir amaca ulaşmaya çalışırken, sizi engelleyen şeyin dışınızda olduğunu düşünürseniz, sloganınızı/mottonuzu dıştan tekrar edin. Yani sesli söyleyin. Yok, eğer asıl engelin içinizde bir yerlerde olduğunu düşünüyorsanız, o zaman sloganınızı/mottonuzu içinizden tekrar edin. Sessiz söyleyin.

Ne demek bu? Açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bir koşu yarışmasına katılacaksınız. Rakipleriniz dışınızda. Engeller dışarıda yani. O zaman kendinizi şöyle bir cümleyi sesli söyleyerek motive etmelisiniz: "Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım!" Ama yok. Sorun bu değil. Koşuya hazırlanma sürecinde yeterince çalışkan olmadığınızı düşünüyorsanız, o zaman engel içinizde demektir, şu cümleyi içinizden tekrar ederek motive olun: "Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim!" Yani, yokuş dışınızdaysa dışınıza doğru, yokuş içinizdeyse içinize doğru hakikatinizi tekrar etmelisiniz. Hakikatin düzenli tekrarı; hayalden, vehimden, sanrıdan, korkudan veya önyargıdan oluşan putları kıracaktır.

İşte, bence, zikrullahın da insanda gördüğü böyle bir fonksiyon var. Cümle hak tariklerin tâbilerine ödev olarak verdikleri zikirler aslında belli bir mana dünyasının çağrışımlarını içeriyorlar. Yani tâbi, tarikatinin usûlüne göre, zikr-i cehrî (açıktan) veya zikr-i hafî (içinden) virdini tekrar ederek hakikati hayaline hatırlatıyor. O ifadenin içerdiği manayı hatırına çağırıyor. Gafletinin sathîliğinde 'mış gibi' oluşabilecek tüm korkuları dağıtıyor. Sanrıları öldürüyor. Önyargılarını kırıyor. Evet. Allah'ı hatırlamanın da böyle bir işlevi oluyor kalbimizde. İnsan, ister içine, ister dışına doğru 'Allah olanın ancak Allah olduğunu' hatırlatırken/hatırlarken unutulmasıyla neşv ü nema bulacak vehimleri de gidermiş oluyor.

Sınava hazırlanırken ilgili tüm formülleri zihninde tekrar eden kişinin, cehaletin 'o mu, bu mu, şu mu' fitnesinden izale kalması gibi, tekrarlarla Allah'a dair manaları kalplerinde diri tutanlar da içten/dıştan şaşırtmacaların oyunlarına karşı daha uyanık oluyorlar. Daha tetikte duruyorlar. Mürşidimin ifadesiyle söylersem: Bazı şeylerin içini delik tutmak gerekiyor. Çünkü onların gerçek olmadığı ancak bu deliklerden anlayabiliyorsunuz. Tıpkı, karanlıkta gözünüze korkutucu görünen birşeyin, kalkıp şeklini bozduğunuzda rahatlamanız gibi. Sanrıların da şeklini tekrar edilen hakikatler alaşağı eder. Zikrullah şifamızdır bizim.

25 Mayıs 2017 Perşembe

Siyaset dışı kişilere/alanlara neden ihtiyaç var?

Okuyanlar hatırlayacaklar. Buna dair daha evvel de yazdım. Fakat şu mesele, dilimin kestiği öyle tatlı bir şeker ki, ne kadar bahsetsem az geliyor. "Zikrullah veya kelimat-ı mübareke dediğimiz şeylerin tekrarının veya Kur'an gibi kudsî metinlerin kıraatinin veya salih âlimlerin eserlerinin tefekkürünün insana en özünde kattığı şey nedir?" diye kendime sorduğumda şu cevabı buluyorum: "Onlar parçaya bütünün anlamını hatırlatıyorlar." Evet, şuurunda olalım/olmayalım, Allah'ı çeşitli şekillerde zikretmekle kazandığımız kemal budur. Parça kesret/çokluk âleminin dağınıklıklarından, karışıklıklarından, kalbî ve ruhî yüklerinden bütünün anlamını zikrederek kurtulur. Bu nasıl olur? Bu 'büyük resme bakmanın rahatlatıcılığı' ile olur. İnsan, zorlu bir süreçle karşılaştığında, o sürecin kendisinde yaptığı yıpranmalara, yaşattığı sapmalara ve hissettirdiği acılara sürecin anlamını ve neticesini anarak karşı koyar.

Askerlik yapanlar nasıl sürecin geçiciliğini hatırlayarak/hatırlatarak yaşadıkları sıkıntılara karşı koymaya çalışıyorlarsa; evlilik sürecine giren insanlar da benzeri şekilde o sürecin 'süreçte yaşananlardan aşkın' anlamını hatırda tutarak (veya birbirlerine hatırlatarak) aşmaya çalışıyorlar. Biraz daha ilerleyelim. Bir hastanın tedavi süreci boyunca kendisine telkin ettiği de budur. Çevresi de ona bunu telkin eder. Bir çocuk iğne vurulurken ebeveyninin söylediği dahi budur. "Geçti yavrum, bak, hemen geçti!"

Birşeyin geçiciliği, ancak, onun parçası olduğu bütünün amacı/mahiyeti üzerinden ispatlanır. Uçağın yolculuk sırasında yaşadığı sarsıntıyı aşmak, o sarsıntının binlerce kez benzeri şekilde yaşandığını, fakat yine de menzile ulaşıldığını hatırda tutmakla olur. Pastanın pişmemiş yerini ısıranın isyanı, tamamının, hatta ekseriyetinin öyle olmadığı hatırlatılmakla tedavi edilir.

Demek: Bütünü hatırda tutmak parçayı rahatlatıyor. Bütünün anlamını hatırda tutmak parçayı yaşadıklarına karşı daha dayanıklı kılıyor. Bu gözle bakılırsa görülecektir: Mürşidimin Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Çocuk Taziyenamesi gibi eserlerinde yaptığı da budur. Bu aslında Kur'an ve sünnetin bize öğütlediği bakış açısıdır. Bu zamandan geriye doğru gittiğinizde, her dönemin mehdi-misal mürşidlerinin, dönemlerinde yaşanan fitnelere karşı benzer bir tedavi yolunu tuttuğunu görürsünüz. Bu bir tarikat usûlü çerçevesinde ve zikrin tekidi ile de olabilir; bir eserin telifi, neşri ve etrafında oluşturulan sohbet halkaları şeklinde de olabilir. İkisinde de yapılmaya çalışılan önce 'hıfz' sonra 'hatırlatma'dır.

Moğolların fitnesi döneminde İslam âlimlerinin yazdığı ve etrafında büyük halkaların/ekollerin oluştuğu eserlere bakın veya daha ilerisine/gerisine gidin, fitneye karşı direnişin hep bu şekilde yapıldığını görürsünüz: "Asıl amacı koru ve hatırla!" Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) 'Ridde fitnesi' ile mücadelesinin hemen ardından Kur'an'ın bir mushafta hıfzı için attığı mübarek adımdan tutun, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in (r.a.) hadislerin hıfzı için sergilediği gayrete kadar; İmam Gazalî'nin (r.a.) kendi döneminde bâtıl fırkalara karşı eserleriyle verdiği mücadeleden tutun, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yapmaya çalıştığı şeye kadar; böylesi bütün örnekler gösterir ki: Müslümanlar bir fitne karşısında bütünün anlamını ellerinden geldiğince hıfzederek ve birbirlerine ellerinden geldiğince hatırlatarak ayakta dururlar. Parçalarda boğulmaktan böyle korunurlar.

Bediüzzaman'ın tarikatlere verdiği önemin ardında yatan sır da budur ki, şu metinde, kendisini bize güzellikle okutur:

"Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz."

Bugün biz de böylesi bir açlığı çekiyoruz. Siyasetin dışında kalmış, ruhumuza nefes aldıracak, dünyanın dağdağasında boğulmaktan kalbimizi kurtaracak bir alan arıyoruz. Hakikat dersi için toplandığımız meclislerde, ardına düştüğümüz kişilerde, yürüdüğümüz yollarda bile siyasetin işgalini yaşıyoruz.

Bazıları, devanın da burada olduğunu, hatta İslam âleminin ancak böyle bir yerden ayağa kalkacağını söylüyor. Diyorlar ki: "Siyasi meseleleri konuşa konuşa kemalimizi bulacağız(!)" Onlara katılmıyorum. Çünkü siyaset parçadır. Hem de sorunlu bir parçadır. Ona dair konuşulanlar parçaya dair konuşmalardır. Parçalar hakkında konuşmak bizi parçalar. Bütün hakkında konuşmak bizi bütünler. Uhuvvet Risalesi'nin verdiği derstir bu: Bir, bir, bir'ler birleştirir. İttihad-ı İslam'ın saklı olduğu yer parça değil bütündür. Bize yalnız 'Allah' denilen alanlar gerek. 'Nur görünümlü topuzlara' veya 'topuz görünümlü nurlara' ihtiyacımız yok. Bu noktada, hangi meslek veya meşrepte olursak olalım, zikrullahın ihyasına mesai sarfetmeliyiz. Dinî faaliyet yürüttüğümüz yerlere parçanın dilini sokmamalıyız. Direnmeliyiz. Işığa çağıran olmadığında artmak mümkün olmaz çünkü. İnsanlar nura gelir topuza gelmezler.

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Okunmamış su var mı?

"Resim kendinden önce varolanın üzerine kuruludur." Rauda Jamis, Aşk ve Acı: Frida Kahlo'dan.

Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği isminde bir romanı var. Belki daha önce duyanlar olmuştur. Belki okuyanlarınız da vardır. Ama ben, her her ihtimale karşı, azıcık kitaptan bahsetmek istiyorum. Einsteinvarî müthiş keşifler yapmış bir bilimadamının hayat öyküsünü araştıran Amerikalı gazetecinin süreç boyunca yaşadıkları, en nihayet, dünyanın sonunu getirmesiyle neticeleniyor. Dünyanın sonunu nasıl getiriyor peki? 'Buz-dokuz' ismindeki bir silahı, istemeden de olsa, harekete geçirmesiyle. Peki 'buz-dokuz' nasıl bir mantıkla çalışıyor? İşte, kitabın en ilginç kısmı burası, burayı kitaptan alıntılayalım:

"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."

İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.

Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:

"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."

Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.

Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.

Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.

Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.

Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."

Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.

Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.

Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?

Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.

Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevilmek neden iyi gelir?

Ötekilerin tesiri geçicidir. Şunların tesiri değiştiricidir. Hakverdiğim şeyler beni daha kesin bir şekilde etkiler. Çünkü değiştirirler. Ben son zamanlarda böyle düşünüyorum: Birşeyin bizi değiştireceğini 'ona hakvermemizden' anlarız. İçimizdeki çığırtkan amigosu, söylenilenin bizdeki bir açlığa karşılık geldiğini ve muhtemelen uzun bir süre kursağımızda kalacağını, heyecanıyla ve onla meşguliyetiyle haber verir. Yaşanılan, yaşamaktan memnun kalmadığımız birşey de olsa, eğer bizi değiştirecekse, ona içimizde bir yerde hakveririz. Bize yaşattığı şeyin bir parçasını üzerimize alınırız. Alınmadığımız hiçbirşey bizi değiştirmez.

Kitabın da beni en çok etkileyen, dolayısıyla hakverdiğim, cümlesiydi. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da, diyordu ki: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Ben de bu cümlenin bir açlığımı doyurduğunu hissettim. İçimdeki bir taşın yerine oturduğunu sessizce işittim. Bu huzurun bende daha uzun konaklamasını istedim. His gibi gelip geçen birşey olmaması için aklımla peşine düştüm. Sezilen 'bazen'dir bilinen 'herzaman'dır. Tefekkür sezilenin 'bilinen' kılınmasıdır. Bir sezgi avıdır. Kafesinizdeki kuş göktekinden daha uzun bir süre sizin olur. Hangi şartlarda tekrar ettiği bilinen 'kanun-fiil' size 'tesadüf-fiil'lerden daha çok eşlik eder. Birşeyin nizamının kavranması, bir açıdan, tekrarının sağlama alınmasıdır. Tefekkür de ibadetleri sağlama alır.

Sadede dönelim: Bu neden böyle oluyordu? İnsan kendi kemaline neden yalnızca kendisi inanarak mutlu olmuyordu? Kendisine inanmıyor muydu? Kendi şahitliği benliğine yetmiyor muydu? Mutlaka bununla ilgili tarafları vardı. İslam hukukunda, çoğu meselede, birşeyin isbatı için 'iki şahit' gerekirdi. Demek insanın tek kaldığında güvenilmez bir yanı da vardı. Öyle ki, kendisinin sevilecek birisi olduğu konusunda bile, ötekisinin şahitliğine açlık duyuyordu.

Sonra bunu, Kur'an'da, Cenab-ı Hakkın kendisinin şahitliğini dile getirdiği ayetlerle birlikte düşündüm. Allah'ın 'şahit olarak yettiğini' haber verdiği her yerde aslında bu açlığıma bir şifa bulunduğunu farkettim. Kulların takdiri bana sırtını döndüğünde, yaptığımın doğru olduğuna hâlâ inanabilmek için, Rabbim bana kendisini hatırlatıyordu. Bu ilacı da yarama çaldım. 'Elhamdülillah' dedim. Fakat durmadım. Yoluma devam ettim.

Mustafa Ulusoy abinin Aynalar Koridorunda Aşk'ta dile getirdiği 'başkalarının kalbinde varolma' sırrı geldi hatırıma. Diyordu ki orada Mustafa abi: "Erkek arkadaşının kalbinde bir yerinin olması, onda varolma duygusu uyandırmıştı. Aşkla sanki yeniden hayat bulmuştu. Aşkla sanki kendini, varlığını kazanmıştı. Önceden hissedemediği kendini hissetmeye, dokunamadığı hayata dokunmaya başlamıştı. Ayakları yerden kesilmişti, uçuyordu. 'O beni seviyor anne, seviyor! Anlıyor musun, beni seviyor!'"

Demek: Şahit olunmak da bir çeşit varlık. İnsan nasıl konuşarak, yazarak, savaşarak, soluyarak, büyüyerek, tadarak, hareket ederek, üreterek varoluyorsa şahit olundukça da varoluyor. Ve bize şahit olunması, aslında, bir kişinin kalbinde daha varolmamız. Orijinalinden hariç bir beden daha kazanmamız. Bir aynaya daha sahip olma. Bir kalpçik genişlik daha kazanma. Evimize bir oda eklenmiş gibi. Varlığımızın arttığını hissediyoruz bu şahitliklerle. Doğrulandıkça başka kalplerde 'hakverilmiş' bedenler kazanıyoruz. Yalanlandıkça bu bedenler yitiriliyor. Küsüldükçe bizi rahatsız eden acı bundan. Varlığımızın eksildiğini hissediyoruz. Bu bize yokoluşu çağrıştırıyor. Yokolmaktan korkuyoruz.

Sonra bir kapı daha açıldı içimde. "Güzel şeyleri anmak insanı neden mutlu eder?" diye düşündüm. Şöyle bir kanaate vardım en nihayet: Andığımız şeylere de bir dahlimiz var. Şahit olduğumuz hiçbir parça büsbütün ötemizde değil. Şahitlik bir nevi varoluş akrabalığı. Bir şekilde dahil olduğumuzu hissettiğimiz güzellikleri anmak bize kendimizi iyi hissettiriyor. Çocukluğumuzun güzel anıları, okul yılları, ilk aşkımız veya ilk kitabımız... Bütün bu güzelliklerde anmakla yüreğimizde tazelenen şey, aslında, varlığına (şahit olmakla olsun) dahil olduğumuz şeyin güzelliğinin bize de bulaşması. Mürşidim şöyle diyor bir yerde:

"İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir. İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır."

Duha sûresinde "Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!" denilerek haber verilen tahdis-i nimet hakikati, Bediüzzaman'ın bize izah ettiği tarafıyla, böyledir. Bu şunu da haber verir sanki bize: Biz, sadece elimizden çıkanlarla (bütüne sahip olduklarımızla) değil, üzerimizden gerçekleşen güzelliklerle de (parçası olduklarımızla da) mutlu oluruz. Hem bu meselenin şöyle bir tarafı da var: Elimizden çıkanlar da hakikatte üzerimizden geçenlerdir. İnsanın gücü fiil yaratmaya yetmez. Amma iradesi bir fiilin parçası olmaya yeter. Demek: Her mutluluğumuzun özünde bir güzelliğe dahil edilmenin/olmanın sevinci var.

Buradan da zikrullahın kalpte yarattığı hoşnutluğa ve Kur'an'daki "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" sırrına bir kapı buldum. Galiba Allah'ı anmakla bizi mutlu eden şey de, aslında, sonsuz güzellikteki yaratışının bir parçası olduğumuzu hissetmekle yaşadığımız sevinç. Onu anmakla mü'minlerin zevklenmesi, kalplerinin coşkuya gelmesi, en avamımızın bile adının sıkça anıldığı yerlerde huzur bulması böyle bir derinlikten kaynaklanıyor.

Bu şekilde kendi güzelliğimize de inanıyoruz. Bu tekrarla buna imanımızı da hatırlıyoruz. Fakat şu noktaya ayrıca dikkat: Biz 'bizzat olarak' değil 'bir güzelliğin parçası olarak' güzeliz. Dair olmakla güzeliz. Dolayısıyla güzeliz. Çünkü bizi o yarattı. Bizi güzel esmasının tecellileriyle kuşattı. Yaratmasıyla ve kuşatmasıyla güzeliz. Hem yaratması ve kuşatması ilgisinin delili. İlgisi de sevgisinin delili. Zikri ile meşgul olunca bu yüzden mutlu oluyoruz. Hem kendimizi sevmeye başlıyoruz. Hayatımızdan razı oluyoruz. Huzur buluyoruz. Çünkü farkediyoruz: Birisi bizi çok seviyor.

24 Aralık 2015 Perşembe

Anmak, medet almak mıdır?

Anmak, hatırlamaktır. Zâkir kelime tekrarcısı değil, tekrar tekrar hatırlayandır. Hatıralar, hafızamıza yaptığımız yığınak. Onlardan güç alıyoruz. Tıpkı, bir siperi kum torbalarıyla doldurduğumuz gibi, hayalimize yönelik taşlar döşüyoruz hafızamıza da. Güce muhtaç olduğumuzda çağırıyoruz. Ve sık oluyor bu. Hatırlamalıyız. Çünkü hatıralar, aynı zamanda geri çağrılan duygulardır. Birşeye dair sebatınızı veya heyecanınızı yitirdiğiniz zaman, size o heyecanı yeniden hissettirecek hatıranıza koşarsınız. Anılarda salt olaylar, kişiler ve yüzler saklanmaz yani. Duygular da paketlenir.

Örneklendirelim: Sınıfı birincilikle bitirmeniz lazım. Neden? Çünkü ailenizin okumanız hususunda gösterdiği fedakârlıklar size böyle bir arzu ve açlık hissettirmişti. Bu yolda çalıştınız eğitim hayatınız boyunca. Hissediyorsunuz ailenize böyle bir hediye vermenin heyecanını ve arzusunu. Bir başkasında daha fazla imkan var belki o başarıya ulaşmak için. Belki sizden de zeki. Fakat onda o açlık ve heyecan yok. Çünkü o açlığı ve heyecanı tetikleyecek bir hatırası yok. Babanızın gözlerinizi öpüşünü hatırlıyorsunuz sonra uğurlarken. Belki otobüsün ardından gözlerini silişini. Bu sizde uykuları ve tembellikleri dağıtan bir güce dönüşüyor. Siz arzuluyorsunuz. Öteki arzulamıyor. Çünkü sizin hatıralarınız var. Babanızın yırtık ceketi var. Annenizin nasırlı elleri var. Diğer çocuğun böyle bir hazinesi olmayacak. Onlara yaslanarak güç alamayacak...

Hollywood filmlerinde sık rastlarız böyle sahnelere. Bir başarı öyküsünde, esas oğlanımız veya kızımız, başarmanın en zor olduğu anda, kendisini o başarıya koşturacak ve arzusunu diriltecek olan hatırasını tahattur eder. Belki bir sözdür bu, sevdiği birisi tarafından söylenen. Belki düşmanının onu gayrete getiren hakaretidir. Nihayetinde bizim de kahramanın iç dünyasına dahil olmamızı sağlayan 'anımsama' sahnesinin ardından başarı gelir. İstisnalar var mıdır? Mutlaka. Ama genelde böyle olur.

Besmele de, bir âdet-i İslamiye ve şeair-i İslamiye olmasının ötesinde böyle bir hatırlamadır bence. Zaten âdet ve şeair, müslüman toplumun (veya ferdin) şuurunu oluşturan (ve koruyan) şeylere denir. Besmeleyi söyleyen kişi, hatırladığı Allah'a yaslanır. Bunu büyük bir farkındalık ve vurgu ile yapması şart değildir. Şuur düzeyinde, içinde bir yerde, Allah'ın varolduğunu hatırlamıştır. Onun ismini ve dolayısıyla isminin kendisindeki hatırasını anımsamıştır.

Bu anımsamayla, yapacağı fiil ile kalbindeki Allah tasavvuru arasında bir bağ kurmuştur. O fiili anlamlı kılacak veya o fiili yapmada gayretini koruyacak duyguların madeni harekete geçirilmiştir. Allah'ı hatırlayan, çok şeyi hatırlar... Allah'ı hatırlayan, kendisindeki Allah tasavvurunun gelişkinliğiyle ilgili olarak (yani marifetiyle doğru orantılı olarak) bir anlam dünyası bulur arkasında. Tıpkı okulunu birincilikle bitirmek isteyen öğrencinin veya farklı bir başarı öyküsünde, en büyük zorluğun önünde son hamlesini yapmak için bekleyen kişinin herhangi bir hatırayla ilişki kurup güç alması gibi, biz, Allah'ı andıkça Allah'tan güç alırız. Çünkü ismini anmak, hatırasını anımsamaktır. O hatırayla ilgili ne kadar duygu ve anlam varsa, kapağı açılmış barajdan akar gibi kalbe çullanmaya başlamasıdır. Bu sözümü sevdiğinin ismini ve yüzünü hatırlamadan şiir yazamayan şairler anlamazsa, hiçkimse anlayamaz. Virdini okurken cezbeye gelen zâkirin sırrı budur. Baraj kapağından akan suyun coşkusu aklını elinden alır.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir." Ben de bu nedenle bu hissi tarif etmeye girişmeyeceğim. Ama istemsiz bir şekilde, her zor işimde veya dara düştüğüm anlarda (hatta az önce Hakkı'yla masa tenisi oynarken oyunu çevirmekte zorlandığımda) onu anmamı başka şekilde açıklayamıyorum. Birinci Söz'deki kıssanın insan psikolojisine uzanan bir yanı bu: Sonucun bir ehemmiyeti yok. İstemeden dilime geliyor. Yaslanmak hepimizin ihtiyacı. Seve isteye söylüyorum. O zaman yine mürşidimin 'bi ismi'yi tefsir ederken dediği gibi diyeyim ve bitireyim: "Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al." İsmiyle başlamak medet almak mıdır? Evet, hakikaten öyledir. Kimin ismiyle başlarsan, ondan medet alırsın.

17 Şubat 2013 Pazar

İyi de neden Allah'ın zikriyle?

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” demeyeyim de “Bir kitap okudum, yeni bir bakış açısı kazandım!” diyeyim. Böylesi daha uygun. Zira kanaatimce hiçbir kitabın hayatı değiştirecek gücü yoktur. Kitapların yapabildiği tek şey nazarları değiştirmektir. Her kitap da yapamaz bunu. Yeni bir bakış açısı veremez. Böylesi kitapları bu yüzden daha bir kıymetli bulurum. Zaten dünyamda kitapları ikiye ayırırım: Bilgi kazandıranlar ve bakış açısı kazandıranlar. İkinci kısmı daha çok önemsediğimi yaptığım girizgâhtan anladınız.

Hakikatin Dengesi kitabı hakkında da konuşurken bu sınıflandırmanın bana faydası olacak. Zira bence Metin Karabaşoğlu eserleri, bilgi vermeye değil, onun da ötesinde bakış açısı kazandırmaya konsantre olmuş eserlerdir. Okuduğum kadarıyla (en aşağı on kitaptır) itiraf edeyim: Her vakit aynı fikirde olmasam da Metin abinin her kitabını okuduktan sonra kafamda soru işareti sayısı artar.

Bu çok iyi birşey. Hatta sırf bu yüzden bir oturuşta yüz sayfayı aşmasıyla meşhur benim gibi birisi için o kitapların yirmi sayfasını geçmek büyük başarıdır. Kitap boyunca aklıma o kadar şey hücum eder ki; durup düşünürüm. Oradan oraya... Oradan oraya... Sonra bir bakmışım, okuduğum metinden kopmuşum. Bu yüzden hep söylüyorum: Metin Karabaşoğlu okuması yaparken çok sayfa sayısına, zamana kastırmamak gerek. Yapamazsınız da zaten. Bir hakkını verememişlik hissi huzursuz eder.

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Her kitabı bir yana da Hakikatin Dengesi her nedense biraz daha fazla etkiledi. (Yakın zamanda konuştuğum Said Nohut kardeşim de aynı tesirden bahsediyordu, tevafuk.) Tam neden, ifade edemem. Ama tahmin ettiğim şey; kitabın, başlığından itibaren hedeflediği şeyi, hedeflediği şekilde yapması bunda etkili oldu. Ve enteresandır, bana, her ne okusam veya kendimce keşfetsem onda bir istiğrak yaşama diyebileceğim bir haleti yasakladı. Eskiden vardı çünkü. Severdim birşeye fazlaca kapılmayı. Şimdi neye kapılacak olsam bir de öteki tarafa başımı çevirmeye çalışıyorum. Denge—haklı bulununca—bir saplantı oluyor. Öteki tarafın ağırlığına bakmazsam ayağım kayar diye korkuyorum. Garip, ama hoş bir durum.

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” diyemem. Başta da söyledim. Ama bazı kitaplar hayata açılan yeni pencereler verebilir size. Hakikatin Dengesi de öyle birşey. Mesela geçen dönüp dönüp aklıma gelen bir ayeti tekrar tefekkür ederken bu denge beni kovaladı ve en nihayet kafamda yerini arayan parçayı keşfetmemi sağladı. O ayet şudur: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (Râd sûresi, 28) Nasıl birşey açtığını şimdi anlatayım:

Efendim, azıcık Risale-i Nur aşinalığı olanlar bilirler. Bediüzzaman’ın bize öğrettiği en büyük tefekkür sırlarından birisi, isimden isme geçme yeteneğidir. “Birbirine bakar şe’n ve namlar...” (24. Söz) temsili içinde ders verdiği bu yetenek, aynı zamanda Allah’ı daha derinden tanımayı sağlar. Yani bir insan mesela çiçeğin güzelliğine bakarak Allah’ın sanatını ve sanatkârlığını keşfetmekle birlikte, biraz daha akıl gözünü kıstığında, onun arkasında hikmetinin parıltılarını da görür. Yerli yerindelik sarar kainatın her yanını. Bu yerli yerindelik bir düzen işidir aynı zamanda. İksadı seven birisinin işidir. Her neyse...

Ben bu denge müptelalığına uğrayana kadar bu isimden isme geçiş meselesini sadece Allah’a iman vesilesi olarak görürdüm. Hatta işte bu nesneler üzerinden tefekkür etme olayında da pek ileri gitmezdim. İşte ezber ettiğim birkaç şey vardı, onları böyle kafamdan yapar geçerdim. İmanım vardı zaten. Zorum neydi? Fakat şimdi denge meselesi devreye girince mezkur ayet farklı görünmeye başladı gözüme.

Mesela ayetle ilgili sormaya başladım: Orada Allah neden başka bir ismini söylemiyor da “Allah” diyor? Mesela neden “Rahman’ı zikretmekle...” veya “Hakîm’i zikretmekle...” veyahut “Kadîr’i zikretmekle...” demiyor? Bunları sormaya başladım. Ha, bu soruları nereden çıkardın derseniz, İşaratü’l-İ’caz’dan bilirsiniz; Üstad, orada bazı kelimelerde aynen buna benzer sorgulamalar yapar. Ama daha çok çekimlerden hareketle bunu yapar. Referansım oradan... O başka bir yazının konusu olsun. Sadede gelirsem:

Ben şimdi anlıyorum ki; kalp denilen şeyin tatmin olması için bir isim veya birkaç isim yetmiyor. Allah’ı sadece birkaç yönüyle, ismiyle tanımak kalbi tatmin etmiyor. Allah lafzının esma terminolojisinde en önemli özelliği, bütün isimleri kapsayan bir isim oluşu. Ve Allah’tan başkasına isim olarak verilemeyişi. Yani Cenab-ı Hak, hissettiğim kadarıyla, orada muhteşem bir denge dersi veriyor ve diyor ki: “Allah’ı yalnız Rahman olarak zikretmekle, Allah’ı yalnız Hakîm olarak zikretmekle, Allah’ı yalnızca Kadîr olarak zikretmekle kalbiniz tatmin olmaz. Kalpler ancak bütün isimlerin birden kuşatılmasıyla, yani Allah lafzının kastettiği bütün isimler ve özellikleri bilinerek tatmin olur. Yoksa eksik kalırsınız. Tatmin olmazsınız.”

Zaten yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle bütün dalaletler de Cenab-ı Hakkı doğru tanımamaktan kaynaklanmıyor mu? Bütün sapkın fırkaların hareket kaynağı bir ismin tecellisine garkolma ve onunla kalbini tatmin etmeye çalışmadan ortaya çıkmıyor mu? Al sana 24. Söz’den Râd 28’e uzanan bir merdiven!

Hakikat, ama dengeli bir hakikat... İman, ama dengeli bir iman... Allah bilgisi ama tüm isimlerini kuşatan bir tefekkürle edinilmiş bir Allah bilgisi... Sanıyorum bizim ihtiyacımız biraz bu. Durun, durun! Buradan “Allah’ın 99 ismi var. Kim bu isimleri bilirse cennete girer” hadisinin bir manası da gözkırpıyor birden bana. Hakikaten, Allah’ı böylesi bir dengeyle tanıyan için; uzakta bir cennete kadar düşlemeye gerek yok; daha bu dünyada o cennete girer. Çünkü kalbi o dengeli tefekkürün kazandırdıklarıyla herşeye doğru anlamları yükler. Herşeyde bir kalp tatmini, bir ferah bulur. Bana sorarsanız; huriler, gılmanlar, ırmaklar değil; asıl cennet budur: Kalpte Allah...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...