"Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler."
Kastamonu Lahikası'ndan...
Hele maşaallah. Yüzbin maşaallah. Diyarbakırlı kardeşlerimin gözlerinden öpmüşüm. Yiğitçe bir iş etmişler. Müslüman oğlu müslüman Kürdistan'ı (kastettiğim devlet değil bölge) LPG'ci, estağfirullah, LGBT'cilerin 'dans etkinliği' ile kirletmemişler. Dindar cedlerine yakışır bir tavır sergilemişler. Tekbirlerle hepsini dehdehlemişler. O toprakların ulu büyüklerinin ruhaniyetine tebessüm ettirmişler.
Elhamdülillah. Barekallah. Tekrar bin maşaallah. Zaten, öyledir, müslüman Ömerleşti mi İblis bile onu görünce yolunu değiştirmeye başlar. Bak şimdi, anlatınca, gözlerinden öpmek de az geldi. Ben onların ellerinden de öpmüşüm. Öyle sayın kârilerim. Zira bu zamanda hamiyet-i diniyesiyle böyle celadetli işler yapan gençler Allah'a pek yakındır.
Bu vesileyle yaptığım evhamlardan birisini de sizinle paylaşmak isterim. Efendim, bu diyeceğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarında-beyanlarında çok dikkat çektiği birşeydir. 28 Şubat sürecinde yutulan bir zokaya dairdir. Özetlemeye çalışayım: 28 Şubat'ta solcuların hepsi bir kalem tavır sergilememiştir. Ya? İçlerinden az bir kısmı, özellikle liberal kesim, mütesettir müslümanların yanında durmuştur. Mağduriyetlerini izhar eden yazılar yazmıştır. Beyanatlarda bulunmuştur. Evet. Allah hepsine hidayet versin. Ne diyelim. Fakat, ama, lakin... Acaba bu desteklerini hangi fiyatla satmışlardır? Tastamam 'insaniyet namına' mıdır eyledikleri? Yoksa mevzuda bazı bityenikleri de saklanmakta mıdır?
Ebubekir Sifil Hoca'ya göre vardır. Somut misallerinden de bahseder ya, onlara girmeyeceğim, özet geçeceğim: Liberaller, müslümanlara bu desteği, 'karşılığında destek istemek' için yapmışlardır. Mesela: Mütesettir hanımların üniversiteye kabulüne destek veren birisi bir başka yazısında manaca demiştir ki: "Ben sizi savundum. Şimdi de LGP'cilerin, estağrifullah, LGBT'cilerin haklarını alabilmeleri için siz bana destek olun. Sizin hakkınız nasıl haksa onlarınki de öyle hak. Göreyim hakperestliğinizi..."
Sürecin travmatik yapısı nedeniyle denize düşen bazılarımız oradaki yılanlara, yılan olduklarını unutaraktan, çok sıkı sarılmıştır. Ve nihayetinde yılanlar da karaya çıkıldıktan sonra "Ne sıktın be kardeşim!" diyerek kiralarını musibetzedelerden istemişlerdir. Bugünlerde sıklıkla denk geldiğimiz 'libe-müslim' aydınlar o dönemin yemlenmesinin mahsulleridirler. Hatta, başörtülü olup LGBT'yi savunan (veya az-biraz sonra hepten başörtüsünü falan kenara atıp dini-diyaneti boşlayan) gençler, erkek versiyonlarını da ıskalamayalım elbette kârilerim, o dönemde yenilen zokanın sonuçlarıdırlar. Bu 'borçlandırıcı' desteğin sonucunda, Ömer Seyfettin'in 'Diyet'indeki gibi kolunu kesip verebilen pekaz olduğu için, çoğusu fikriyatında melezleşmiştir. İtikadında melezleşmiştir. Amelinde melezleşmiştir.
Yani kemalistlerin zulmünden liberaller epeyce adam devşirmiştir. Eh, fakat, ama tarlası sürülen yine müslümanlar olmuştur ne yazık ki. Bu ülkede herkesin yüzü biraz güler. Sünnilerinki pekaz güler.
Arıza, müslümanların haklarını 'kendi tanımları üzerinde yükselerek' istemeyi beceremeyişinden kaynaklanmıştır. Tesettürü 'insan hakları' gibi global bir kavramın üzerine yığarak istemek; onunla Batı'dan destek ummak; müslüman memleketin müslüman evlatlarının analarının aksütü gibi helali gibi konuşamamak; aynı kavrama tıkıştırılan pekçok şeyin daha içselleştirilmesini sağlamış; gençlerden "Dört mezhep de ne canım! Peh! Bugünkü dünya ancak liberalizmle yönetilebilir!" diyecek kadar ileri gitmiş acibe-i itikatlar ortaya çıkmıştır. Bunlar namazlarında dört mezhepten çıkmazlar. Ama onları ibadetlerinin dışına da çıkarmazlar. Beşerî ilişkilerde 5. hak mezhebi taklid ederler: Yani liberalizmi.
Bunlar içinde bir de hasbelkader ABD'de eğitim görenler, ayağını Batı dünyasına şöyle bir basıp gezenler, burs alanlar, fonlananlar, hatta çalışanlar pek yamandırlar. Abdullah Cevdet misali, beş vakit namazlı oralara varıp, süreç içinde deizme-ateizme kadar evrilenlere rastlanmıştır. Fakat deizme-ateizme de hemence evrilmezler. Önce bulaştırabildikleri kadar bid'ayı ulaşabildikleri kadar müslümana bulaştırmaya çalışırlar. Asıllarını sonraları açık ederler. Her neyse. Allah gençlerimizi böyle fitnelerden muhafaza eylesin. Benden de amcalarıma/yengelerime nasihat: Çoluğunuzu-çocuğunuzu Batı'ya teslim etmekte heveskâr olmayın. Delikanlı dünyasını (belki) âbâd ederken ahiretinden (belki) olabilir. Mahşer günü anasından-babasından şekva edebilir. Böyle bir bedelleşmeye akıllılık gözüyle bakılmaz, vesselam.
Ha, oraya gelecektim, hızlı gittim: 28 Şubat'tan sonra şimdi Gazze meselesinde de benzeri birşey yaşanıyor. Gerçi küfrün maskesi yırtılıyor. ABD'nin, Batı'nın ne mal olduğu ortaya dökülüyor. Fakat Cibali Babalar da öyle kolay vazgeçmiyor. Bazı üniversitelerde yapılan savaş karşıtı eylemlerden ziyadesiyle heyecanlananlarımız var. Onlar durmuyorlar, dinmiyorlar, yine Batı güzellemesine devam ediyorlar. İlla güneşi Batı'dan doğuracaklar. İlla hidayetimizi onların ellerine verecekler. İlla, illa, illa... Maskenin yırtılmasına gönülleri elvermiyor yani. İşte, bir tanesine, geçenlerde sosyalmedyada rastladım kârilerim. Metin Karabaşoğlu Serbestiyet'te yayınlanan "Yaşasın Gençlik!" yazısında diyor ki:
"Dünyanın her yerinde, ama özellikle Batıda ve Türkiye’de, devam eden mezâlimin son bulması için etkili her türden eylemi ve söylemi geliştiren gençleri izlerken dikkatimi çeken bir husus, tam da Zübeyir Nişancı’nın o söyleşide dikkat çektiği ‘ahlâklılık’ kriterlerine ilişkindi. Ahlâkı salt cinsel normlara indirgeyen daha yaşlı kuşakların epeyce bir kısmı zalime zalim, işbirlikçiye işbirlikçi diyememe ahlâksızlığına duçar haldeyken, İsrail’in zalimliğine karşı sesini yükselten gençler içerisinde her inançtan, düşünceden, ideolojiden, cinsel tercihten kişiler vardı. Belki başka bin konuda birbirlerinden ayrışmalarına karşılık, hakikaten hayata ve insana saygı konusunda sarsılmaz bir ittifakları sözkonusuydu..."
Ahlakın kriteri çoğaltılabilir ama şu 'ibneleri ahlaklı gösterme' meselesi bir cerbezedir. Anadolu irfanında 'beline sahip çıkamayan'ın erdemine inanılmaz. Bu irfan, yabancının değil, İslam'ın irfanıdır. Şehvetine sahip olamayan hiçbirşeyine sahip olamaz. İstikamette hiç olamaz. İbneye umut bağlanmaz. Nitekim Bediüzzaman'ın 'kuvveler bahsi'nde kuvve-i şeheviye üzerine söyledikleri de bunu doğrular:
"Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur."
Hollywood'tan tutun Yeşilçam'a kadar mezkûr cerbeze sıklıkla işlenmiştir. 'İyi kalpli ibneler' genelde romantik-komedi filmlerinin klişelerindendir. (Sonlardan birisini Son Kabadayı'da Rasim Öztekin'in kişileştirdiği 'Sürmeli' karakterinde görürüz.) Bu manipülasyon şöyle bir yalana iman etmemizi dayatır: "Tamam, adamlar/kadınlar hayvanların bile yapmayacağı hayvanlığı işliyor olabilir, ama yine de ahlaksız diyemezsin, tiksinemezsin. Belki o daha ahlaklıdır. Saygı göstermeyi unutma..."
Standart sünni bir müslüman olarak ben buna inanmayı reddediyorum. Beni doğrulayacak epeyce veri olduğunu da biliyorum. 28 Şubat'ta veya şimdi Gazze katliamında verdikleri desteği de itikadımı cerheder bulmuyorum. Mazlumların yardımına 'daha sonra onlarda meşruiyet kazanmak için' koşmak liberal ideolojinin taktiğidir. (Türkiye'de de aynı kişiler "Biji Kürdistan!" sloganları atmadılar mı? Ne için? Kürtleri çok sevdikleri için mi? Yoksa manipüle edilebilir bir alan gördükleri için mi?) Fakat burada şöyle garip birşey de var: Bugün İslam âleminde en çok kanı akıtanlar yine onlar. Yani bizi öldürenler de kendilerini liberal olarak tanımlıyorlar. (Biden'a sorsanız ondan liberali yok mesela). Eee, o halde? Herhalde 'iyi polis-kötü polis'in bir versiyonu oynanıyor. Cibali Babalar da yine tezgâha geliyor.
Bitirirken tekrar hatırlatayım kârilerim: Diyarbakırlı gençlerin gözlerinden-ellerinden öpmüşüm. Varolsunlar. Şâdolsunlar. Metin Karabaşoğlu'nun umudu gençlerde olduğu gibi benim umudum da gençlerde. Sadece başka gençlerden ümitvâr oluyoruz. Ben dümdüz sünnilerden ümitvârım. Oysa...
Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Haziran 2024 Çarşamba
5 Kasım 2023 Pazar
Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez
İnsan Gazze'de olanları görünce düşünmeden edemiyor: Acaba Mâide sûresinin verdiği derste böyle bir sır da mı var? Hani 32. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: 'Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.' Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler." Belki de onlarda bütün insanlığı öldürmeye yetecek azgınlık var. Bir canı alabilecek eşiği geçtikten sonra birmiş, binmiş, yüzbinmiş, milyonmuş... umurlarında değil. İnsanlar onlar için 'insan' değil. İnsan istatistik. İnsan hesap. İnsan rakam. Paralarını saydıkları gibi sayıyorlar canı. "Tohumuna para mı saydık?" diyorlar belki de. Zaten teknoloji de gelişti. Günahlarımızı azaltan fıtrî sınırlar kalktı. Yalın kılıçla kaç kişiyi katledebilirdin? Hiç olmazsa yorulurdun. Fakat şimdi F-35'lerden yağdırdığın bombalar var. Dilediğince cür'et edebilirsin. Mevzu düğmeye basmaktan ibaret kalınca namlunun ucunda kaç kişinin oturduğu önemli değil.
Ahirzaman harikalarıyla her zaman iyilik etmiyor bizlere. Sözgelimi: Görünebilmenin sınırlarını da epeyce örseledi. Halbuki görünme çoğu zaman bir imtihana dönüşüyordu. Varın imtihanı da vardı. Yokun imtihanı yoktu. Sosyalmedyanın ettiklerinden henüz tam haberdar değiliz. Kısadır gözümüz. Dünyadan ötesini seçemiyoruz. Fakat uhrevî âlemlerde izlerimiz devam ediyor. Fiillerimiz suya atılan taş oluyor. Dalgalar biteviye genişliyor. Öldükten sonra bile büyüyoruz. Bir günahı işlerken eskiden tutabileceğin şahit sayısı sınırlıydı. Kem ameller daha kolay setrolunuyordu. Mesafeler üzerlerini örterdi. Şimdi istersen milyonlara çıkarabilirsin. Hatta sen unuttuğunda-unutulduğunda dahi o günah internette yayılmaya devam eder. Şahitlerini çağırır. "Ben varım!" diye bağırır ha bağırır. İradenden bağımsız olarak kayıtlarını çoğaltır. Defterler kirlenir ha kirlenir. Her şahitlik bir kayıttır. Her kayıt vücuda dair bir çoğalmadır. Yani şahit tuttuğun herşeyi çoğaltabiliyorsun. Ne zor birşey. Ne imtihanlı birşey. Ne albenili birşey. Bediüzzaman'ın "Bazı ehl-i cehennemin bir dişi dağ kadar olması cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş..." demesinde hak var. Hem bu bahse şöyle bir ekleme de yapıyor:
"Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, 'Acaba âdi bir adam binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?' diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük. Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar. Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek."
Bir Gazzeliyi kurtarmak bir kişiyi kurtarmaktan ibaret değil artık. Herkes masada duranın bütün bir insanlık olduğunu biliyor. Amerika'nın, Avrupa'nın vazgeçtiği de o zaten. Vazgeçtikleri vazgeçebileceklerinin teminatıdır. Gazze'yle savaşırken ortaya döktüler. Bütün bir insanlığı öldürebilirler. Bebekler dahi problem değil. Belki birgün yapacaklar da bunu. Kıyametin kopuşu için uzaydan taş gelmesini beklemeye gerek yok. Yerdeki şeytanların yıkmaya gücü var. Müslümanın da buna karşı bir duruş ortaya koyması lazım. İsrailoğullarının alternatifi biziz. Kur'an bizi onların karşısına koydu. Karşı gelelim diye koydu. Biz de diriltileceklere bakmalıyız. Sayısına bakmadan bakmalıyız. Çünkü insanın her tanesinde bütününün sırrı mevcuttur. Peki senin dirilişin nereden anlaşılır? Dirinin söyleyecek sözü vardır. Yapacak işi vardır. Alacak nefesi vardır. Diri birşey için yaşarsa ancak diridir. Birşey için yaşayan insanların sayısını arttırırsak İsrailoğullarına karşı koymak ihtimalimiz var.
İnsan istatistik değildir. Aritmetik değildir. Matematik değildir. İnsana dair şeyler rakamlarla çözülmez. İnsan kimi zaman tek başına bir ümmet olur. Ümmet hangimizdir bilmiyoruz. Kurtulacak Gazzeli dünyayı değiştirecek Gazzeli olabilir. Kurtulacak nefis bütün dünyayı kurtaracak nefis olabilir. Dirilecekler varsa öldürenler yenilebilir. Kimse bize rakam vaadetmiyor. Ben de birşey vaadetmiyorum. 'Bütün insanlığı kurtarabileceğini' insanların anlayabilmesinden bahsediyorum. İslam bu ümidi doğurmak için gelmiştir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam her sahabisinde bu ümidi doğurmuştur. Hem Risale-i Nur da böylesi bir ümidi sende doğurmamış mıydı? O seni içindeki uçurumlardan kurtardığında bütün insanlığın da kurtulabileceğine dair neşeyi kapmamış mıydın? Bize şimdi hiçbirimizin kurtulamayacağını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Amerika'nın, Avrupa'nın, İsrail'in yaymak istediği etki bu. Dirilterek direnmek zorundayız. Kurtararak kırmak zorundayız. Yeis bizi içimizden öldürüyor. Belki bu ay Gazze de ölecek. Ama Gazzelilerin duruşu ölmemeli. Onlar sabaha Kudüs müslümanların olacak gibi savaşıyorlar. Ne mübarek bir delilikleri var. Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez.
Ahirzaman harikalarıyla her zaman iyilik etmiyor bizlere. Sözgelimi: Görünebilmenin sınırlarını da epeyce örseledi. Halbuki görünme çoğu zaman bir imtihana dönüşüyordu. Varın imtihanı da vardı. Yokun imtihanı yoktu. Sosyalmedyanın ettiklerinden henüz tam haberdar değiliz. Kısadır gözümüz. Dünyadan ötesini seçemiyoruz. Fakat uhrevî âlemlerde izlerimiz devam ediyor. Fiillerimiz suya atılan taş oluyor. Dalgalar biteviye genişliyor. Öldükten sonra bile büyüyoruz. Bir günahı işlerken eskiden tutabileceğin şahit sayısı sınırlıydı. Kem ameller daha kolay setrolunuyordu. Mesafeler üzerlerini örterdi. Şimdi istersen milyonlara çıkarabilirsin. Hatta sen unuttuğunda-unutulduğunda dahi o günah internette yayılmaya devam eder. Şahitlerini çağırır. "Ben varım!" diye bağırır ha bağırır. İradenden bağımsız olarak kayıtlarını çoğaltır. Defterler kirlenir ha kirlenir. Her şahitlik bir kayıttır. Her kayıt vücuda dair bir çoğalmadır. Yani şahit tuttuğun herşeyi çoğaltabiliyorsun. Ne zor birşey. Ne imtihanlı birşey. Ne albenili birşey. Bediüzzaman'ın "Bazı ehl-i cehennemin bir dişi dağ kadar olması cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş..." demesinde hak var. Hem bu bahse şöyle bir ekleme de yapıyor:
"Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, 'Acaba âdi bir adam binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?' diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük. Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar. Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek."
Bir Gazzeliyi kurtarmak bir kişiyi kurtarmaktan ibaret değil artık. Herkes masada duranın bütün bir insanlık olduğunu biliyor. Amerika'nın, Avrupa'nın vazgeçtiği de o zaten. Vazgeçtikleri vazgeçebileceklerinin teminatıdır. Gazze'yle savaşırken ortaya döktüler. Bütün bir insanlığı öldürebilirler. Bebekler dahi problem değil. Belki birgün yapacaklar da bunu. Kıyametin kopuşu için uzaydan taş gelmesini beklemeye gerek yok. Yerdeki şeytanların yıkmaya gücü var. Müslümanın da buna karşı bir duruş ortaya koyması lazım. İsrailoğullarının alternatifi biziz. Kur'an bizi onların karşısına koydu. Karşı gelelim diye koydu. Biz de diriltileceklere bakmalıyız. Sayısına bakmadan bakmalıyız. Çünkü insanın her tanesinde bütününün sırrı mevcuttur. Peki senin dirilişin nereden anlaşılır? Dirinin söyleyecek sözü vardır. Yapacak işi vardır. Alacak nefesi vardır. Diri birşey için yaşarsa ancak diridir. Birşey için yaşayan insanların sayısını arttırırsak İsrailoğullarına karşı koymak ihtimalimiz var.
İnsan istatistik değildir. Aritmetik değildir. Matematik değildir. İnsana dair şeyler rakamlarla çözülmez. İnsan kimi zaman tek başına bir ümmet olur. Ümmet hangimizdir bilmiyoruz. Kurtulacak Gazzeli dünyayı değiştirecek Gazzeli olabilir. Kurtulacak nefis bütün dünyayı kurtaracak nefis olabilir. Dirilecekler varsa öldürenler yenilebilir. Kimse bize rakam vaadetmiyor. Ben de birşey vaadetmiyorum. 'Bütün insanlığı kurtarabileceğini' insanların anlayabilmesinden bahsediyorum. İslam bu ümidi doğurmak için gelmiştir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam her sahabisinde bu ümidi doğurmuştur. Hem Risale-i Nur da böylesi bir ümidi sende doğurmamış mıydı? O seni içindeki uçurumlardan kurtardığında bütün insanlığın da kurtulabileceğine dair neşeyi kapmamış mıydın? Bize şimdi hiçbirimizin kurtulamayacağını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Amerika'nın, Avrupa'nın, İsrail'in yaymak istediği etki bu. Dirilterek direnmek zorundayız. Kurtararak kırmak zorundayız. Yeis bizi içimizden öldürüyor. Belki bu ay Gazze de ölecek. Ama Gazzelilerin duruşu ölmemeli. Onlar sabaha Kudüs müslümanların olacak gibi savaşıyorlar. Ne mübarek bir delilikleri var. Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez.
20 Mayıs 2017 Cumartesi
Okunmamış su var mı?
"Resim kendinden önce varolanın üzerine kuruludur." Rauda Jamis, Aşk ve Acı: Frida Kahlo'dan.
Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği isminde bir romanı var. Belki daha önce duyanlar olmuştur. Belki okuyanlarınız da vardır. Ama ben, her her ihtimale karşı, azıcık kitaptan bahsetmek istiyorum. Einsteinvarî müthiş keşifler yapmış bir bilimadamının hayat öyküsünü araştıran Amerikalı gazetecinin süreç boyunca yaşadıkları, en nihayet, dünyanın sonunu getirmesiyle neticeleniyor. Dünyanın sonunu nasıl getiriyor peki? 'Buz-dokuz' ismindeki bir silahı, istemeden de olsa, harekete geçirmesiyle. Peki 'buz-dokuz' nasıl bir mantıkla çalışıyor? İşte, kitabın en ilginç kısmı burası, burayı kitaptan alıntılayalım:
"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."
İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.
Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:
"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."
Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.
Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.
Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.
Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.
Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."
Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.
Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.
Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?
Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.
Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?
"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."
İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.
Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:
"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."
Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.
Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.
Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.
Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.
Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."
Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.
Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.
Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?
Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.
Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...