"Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler."
Kastamonu Lahikası'ndan...
Hele maşaallah. Yüzbin maşaallah. Diyarbakırlı kardeşlerimin gözlerinden öpmüşüm. Yiğitçe bir iş etmişler. Müslüman oğlu müslüman Kürdistan'ı (kastettiğim devlet değil bölge) LPG'ci, estağfirullah, LGBT'cilerin 'dans etkinliği' ile kirletmemişler. Dindar cedlerine yakışır bir tavır sergilemişler. Tekbirlerle hepsini dehdehlemişler. O toprakların ulu büyüklerinin ruhaniyetine tebessüm ettirmişler.
Elhamdülillah. Barekallah. Tekrar bin maşaallah. Zaten, öyledir, müslüman Ömerleşti mi İblis bile onu görünce yolunu değiştirmeye başlar. Bak şimdi, anlatınca, gözlerinden öpmek de az geldi. Ben onların ellerinden de öpmüşüm. Öyle sayın kârilerim. Zira bu zamanda hamiyet-i diniyesiyle böyle celadetli işler yapan gençler Allah'a pek yakındır.
Bu vesileyle yaptığım evhamlardan birisini de sizinle paylaşmak isterim. Efendim, bu diyeceğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarında-beyanlarında çok dikkat çektiği birşeydir. 28 Şubat sürecinde yutulan bir zokaya dairdir. Özetlemeye çalışayım: 28 Şubat'ta solcuların hepsi bir kalem tavır sergilememiştir. Ya? İçlerinden az bir kısmı, özellikle liberal kesim, mütesettir müslümanların yanında durmuştur. Mağduriyetlerini izhar eden yazılar yazmıştır. Beyanatlarda bulunmuştur. Evet. Allah hepsine hidayet versin. Ne diyelim. Fakat, ama, lakin... Acaba bu desteklerini hangi fiyatla satmışlardır? Tastamam 'insaniyet namına' mıdır eyledikleri? Yoksa mevzuda bazı bityenikleri de saklanmakta mıdır?
Ebubekir Sifil Hoca'ya göre vardır. Somut misallerinden de bahseder ya, onlara girmeyeceğim, özet geçeceğim: Liberaller, müslümanlara bu desteği, 'karşılığında destek istemek' için yapmışlardır. Mesela: Mütesettir hanımların üniversiteye kabulüne destek veren birisi bir başka yazısında manaca demiştir ki: "Ben sizi savundum. Şimdi de LGP'cilerin, estağrifullah, LGBT'cilerin haklarını alabilmeleri için siz bana destek olun. Sizin hakkınız nasıl haksa onlarınki de öyle hak. Göreyim hakperestliğinizi..."
Sürecin travmatik yapısı nedeniyle denize düşen bazılarımız oradaki yılanlara, yılan olduklarını unutaraktan, çok sıkı sarılmıştır. Ve nihayetinde yılanlar da karaya çıkıldıktan sonra "Ne sıktın be kardeşim!" diyerek kiralarını musibetzedelerden istemişlerdir. Bugünlerde sıklıkla denk geldiğimiz 'libe-müslim' aydınlar o dönemin yemlenmesinin mahsulleridirler. Hatta, başörtülü olup LGBT'yi savunan (veya az-biraz sonra hepten başörtüsünü falan kenara atıp dini-diyaneti boşlayan) gençler, erkek versiyonlarını da ıskalamayalım elbette kârilerim, o dönemde yenilen zokanın sonuçlarıdırlar. Bu 'borçlandırıcı' desteğin sonucunda, Ömer Seyfettin'in 'Diyet'indeki gibi kolunu kesip verebilen pekaz olduğu için, çoğusu fikriyatında melezleşmiştir. İtikadında melezleşmiştir. Amelinde melezleşmiştir.
Yani kemalistlerin zulmünden liberaller epeyce adam devşirmiştir. Eh, fakat, ama tarlası sürülen yine müslümanlar olmuştur ne yazık ki. Bu ülkede herkesin yüzü biraz güler. Sünnilerinki pekaz güler.
Arıza, müslümanların haklarını 'kendi tanımları üzerinde yükselerek' istemeyi beceremeyişinden kaynaklanmıştır. Tesettürü 'insan hakları' gibi global bir kavramın üzerine yığarak istemek; onunla Batı'dan destek ummak; müslüman memleketin müslüman evlatlarının analarının aksütü gibi helali gibi konuşamamak; aynı kavrama tıkıştırılan pekçok şeyin daha içselleştirilmesini sağlamış; gençlerden "Dört mezhep de ne canım! Peh! Bugünkü dünya ancak liberalizmle yönetilebilir!" diyecek kadar ileri gitmiş acibe-i itikatlar ortaya çıkmıştır. Bunlar namazlarında dört mezhepten çıkmazlar. Ama onları ibadetlerinin dışına da çıkarmazlar. Beşerî ilişkilerde 5. hak mezhebi taklid ederler: Yani liberalizmi.
Bunlar içinde bir de hasbelkader ABD'de eğitim görenler, ayağını Batı dünyasına şöyle bir basıp gezenler, burs alanlar, fonlananlar, hatta çalışanlar pek yamandırlar. Abdullah Cevdet misali, beş vakit namazlı oralara varıp, süreç içinde deizme-ateizme kadar evrilenlere rastlanmıştır. Fakat deizme-ateizme de hemence evrilmezler. Önce bulaştırabildikleri kadar bid'ayı ulaşabildikleri kadar müslümana bulaştırmaya çalışırlar. Asıllarını sonraları açık ederler. Her neyse. Allah gençlerimizi böyle fitnelerden muhafaza eylesin. Benden de amcalarıma/yengelerime nasihat: Çoluğunuzu-çocuğunuzu Batı'ya teslim etmekte heveskâr olmayın. Delikanlı dünyasını (belki) âbâd ederken ahiretinden (belki) olabilir. Mahşer günü anasından-babasından şekva edebilir. Böyle bir bedelleşmeye akıllılık gözüyle bakılmaz, vesselam.
Ha, oraya gelecektim, hızlı gittim: 28 Şubat'tan sonra şimdi Gazze meselesinde de benzeri birşey yaşanıyor. Gerçi küfrün maskesi yırtılıyor. ABD'nin, Batı'nın ne mal olduğu ortaya dökülüyor. Fakat Cibali Babalar da öyle kolay vazgeçmiyor. Bazı üniversitelerde yapılan savaş karşıtı eylemlerden ziyadesiyle heyecanlananlarımız var. Onlar durmuyorlar, dinmiyorlar, yine Batı güzellemesine devam ediyorlar. İlla güneşi Batı'dan doğuracaklar. İlla hidayetimizi onların ellerine verecekler. İlla, illa, illa... Maskenin yırtılmasına gönülleri elvermiyor yani. İşte, bir tanesine, geçenlerde sosyalmedyada rastladım kârilerim. Metin Karabaşoğlu Serbestiyet'te yayınlanan "Yaşasın Gençlik!" yazısında diyor ki:
"Dünyanın her yerinde, ama özellikle Batıda ve Türkiye’de, devam eden mezâlimin son bulması için etkili her türden eylemi ve söylemi geliştiren gençleri izlerken dikkatimi çeken bir husus, tam da Zübeyir Nişancı’nın o söyleşide dikkat çektiği ‘ahlâklılık’ kriterlerine ilişkindi. Ahlâkı salt cinsel normlara indirgeyen daha yaşlı kuşakların epeyce bir kısmı zalime zalim, işbirlikçiye işbirlikçi diyememe ahlâksızlığına duçar haldeyken, İsrail’in zalimliğine karşı sesini yükselten gençler içerisinde her inançtan, düşünceden, ideolojiden, cinsel tercihten kişiler vardı. Belki başka bin konuda birbirlerinden ayrışmalarına karşılık, hakikaten hayata ve insana saygı konusunda sarsılmaz bir ittifakları sözkonusuydu..."
Ahlakın kriteri çoğaltılabilir ama şu 'ibneleri ahlaklı gösterme' meselesi bir cerbezedir. Anadolu irfanında 'beline sahip çıkamayan'ın erdemine inanılmaz. Bu irfan, yabancının değil, İslam'ın irfanıdır. Şehvetine sahip olamayan hiçbirşeyine sahip olamaz. İstikamette hiç olamaz. İbneye umut bağlanmaz. Nitekim Bediüzzaman'ın 'kuvveler bahsi'nde kuvve-i şeheviye üzerine söyledikleri de bunu doğrular:
"Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur."
Hollywood'tan tutun Yeşilçam'a kadar mezkûr cerbeze sıklıkla işlenmiştir. 'İyi kalpli ibneler' genelde romantik-komedi filmlerinin klişelerindendir. (Sonlardan birisini Son Kabadayı'da Rasim Öztekin'in kişileştirdiği 'Sürmeli' karakterinde görürüz.) Bu manipülasyon şöyle bir yalana iman etmemizi dayatır: "Tamam, adamlar/kadınlar hayvanların bile yapmayacağı hayvanlığı işliyor olabilir, ama yine de ahlaksız diyemezsin, tiksinemezsin. Belki o daha ahlaklıdır. Saygı göstermeyi unutma..."
Standart sünni bir müslüman olarak ben buna inanmayı reddediyorum. Beni doğrulayacak epeyce veri olduğunu da biliyorum. 28 Şubat'ta veya şimdi Gazze katliamında verdikleri desteği de itikadımı cerheder bulmuyorum. Mazlumların yardımına 'daha sonra onlarda meşruiyet kazanmak için' koşmak liberal ideolojinin taktiğidir. (Türkiye'de de aynı kişiler "Biji Kürdistan!" sloganları atmadılar mı? Ne için? Kürtleri çok sevdikleri için mi? Yoksa manipüle edilebilir bir alan gördükleri için mi?) Fakat burada şöyle garip birşey de var: Bugün İslam âleminde en çok kanı akıtanlar yine onlar. Yani bizi öldürenler de kendilerini liberal olarak tanımlıyorlar. (Biden'a sorsanız ondan liberali yok mesela). Eee, o halde? Herhalde 'iyi polis-kötü polis'in bir versiyonu oynanıyor. Cibali Babalar da yine tezgâha geliyor.
Bitirirken tekrar hatırlatayım kârilerim: Diyarbakırlı gençlerin gözlerinden-ellerinden öpmüşüm. Varolsunlar. Şâdolsunlar. Metin Karabaşoğlu'nun umudu gençlerde olduğu gibi benim umudum da gençlerde. Sadece başka gençlerden ümitvâr oluyoruz. Ben dümdüz sünnilerden ümitvârım. Oysa...
Sünni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sünni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Haziran 2024 Çarşamba
6 Eylül 2017 Çarşamba
İstibdatsız bir ikna biçimi: Sünnilik
"Konuşma özgürlüğü her istediğini söyleyebilirsin demek. Yapamayacağın şey ise yalan söylemek." Denial/İnkâr filminden.
Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.
Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.
Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.
Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)
Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.
Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.
Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.
"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi... (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)
Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?
Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.
Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.
Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir.
Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.
Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.
Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.
Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)
Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.
Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.
Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.
"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi... (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)
Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?
Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.
Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.
Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...