Biz görmedik ya anlatıyorlar. Bir zamanlar Türk milliyetçiliğinin şöyle bir tartışması varmış: "Türklük mü önce gelir yoksa İslamlık mı?" Kimileri "Türklük!" der, sonra semaya doğru ağzını diker ve şöyle candan-ciğerden bir "Aaauuuuuu!" çekerlermiş. Yani, hâşâ huzurdan kârilerim, ulurlarmış. Kimileri de "İslamlık!" der, sonra ciğerlerini taze bir rüzgârla doldurup, akabinde kelime-i tevhidi şahitleri kılarlarmış. Elhamdülillah. Şimdi benzeri bir tartışma Nurcuların kucağında da büyüyor. Onun da şablonu şöyle: "Demokrasi mi önce gelir yoksa din mi?"
Tabii milliyetçilerin hakkını yemeyelim. Onlar ideolojilerini her zaman daha açıktan tüketmeyi seçtiler. Nurcuların hesaplaşmaları ise derinlerde/sessizlikte yaşanıyor. Perdeli yürütülüyor. Saman altından yol alınıyor. Zira Nurcular özlerinde, elhamdülillah ki elhamdülillah, dinî bir hareketler. Ve dinî bir hareketin mezkûr sual gibi bir cümleyi kurması, yani tutunmak istediği herhangi birşeyi açıkça dinin karşısına koyması, düşünülemez. Ya? Daha gölgeli şekilde sürer bizde mücadeleler. Daha alengirli yollar izlenir. Atılacak adımların ötesine-berisine "Aman kazlar uyanmasın!" hassasiyetiyle daha bir dikkat edilir.
Hasbelkader bu yolu gerektiğince izlemeyen çıkarsa, yani ki hırs yapılırsa, ümmet de alnına kaşeyi basar ve onu derhal ıskartaya çıkarır. Iskartaya çıkan da tartışmaların içine bir daha dönemez. Dönse de aynı etkiyi gösteremez. Çünkü varacağı yer anlaşılmıştır. Varacağı yer anlaşılınca birlikte yürümek isteyenlerin sayısı da azalır. Malum ya, hakkında hadis-i şerif de vardır, ümmet dalalet üzerine birleşmez. Bunun yazımızla ilgili bir türevini şöyle dillendirebiliriz: Ümmet dalalete gidildiğini bile bile hiçbir argümanın peşine düşmez. Ama? Ama bilmezse düşer. Düşürülebilir. Bu nedenle dinî hareketlerde sapmalar 'senin-benim-Mehmed amcanın' kadarcık kalmaz. Kitleselleşir. Bünyeyi sarar.
Çünkü dinî hareketler tartışmalarını açıkça yürütmezler. Azar azar, tevil tevil, yorum yorum, gıdım gıdıp, sapmacık sapmacık, tabir-i caizse yağmurseven edasıyla (sümüklüböcek tabirini sevmiyorum) yürümeyi tercih ederler. Bu küçük ayaklı seferîlikler elbette devrimler gibi hemen sonuç vermezler. Fakat yeterince sabrederseniz, Hz. Ali sevgisinden bir Şiilik, Hakem ayetinden bir Haricilik, Tevhid ayetlerinden bir Selefilik, demokrasi muhabbetinden de bir CHP'cilik çıkarabilirsiniz. Ay, ben ne dedim, pardon. Son kısmı dikkate almayın. Ağzımdan kaçtı. Şimdi söylememem gerekiyordu bunu.
Orwell, Dali'den Karakurbağasına Bazı Düşünceler'de der ki: Demokrasilerde doğruya ulaşmak totaliter rejimlerden de daha güç bir hale geliyor. Neden? Çünkü totaliter rejimler zaten halkın düşüncesine önem vermedikleri için gerçeği çok iğreti şekillerde çarpıtıyorlar. Halk da çarpıtılanın gerçek olmadığını farkediyor. Ama demokrasiler halkı etkilemek, manipüle etmek ve kendileriyle beraber sürüklemek zorundalar. Bu nedenle bilgiyi avamın uyanamayacağı şekillerde bükebiliyorlar. Bu meşum yetenekte kendilerini geliştiriyorlar.
İşte dinî hareketlerde, Allah eksikliklerini göstermesin, işin böyle bir riskli yanı var: İstikametten sapmaya görsün, zehirli meyveleri kırk yıl sonra ortaya çıkıyor, evvelinde ancak ferasetli gözler tarafından sezilebiliyor. Ve bu teşhis güçlüğü nedeniyle hastalık bünyeyi sarmış oluyor. Tedavi müşkülleşiyor. Hatta imkansızlaşıyor. Bazen kıyamete kadar yaşayacak bir fırka-i dalle vücuda geliyor. Çünkü onların da, tıpkı demokrasilerde olduğu gibi, kitleleri etraflarında tutmaya temayülleri var. Evet. Şu kesin: Herhangi bir seküler aydın İslam toplumuna meydan okuyarak konuşabilir. Hakkında neler denileceğini umursamayabilir. Ancak sapkın bir kanaat önderi böylesi bir meydan okumayı göze alamaz. Çünkü bu zeminde işler öyle yürümez. Bu yüzden kafasındaki kaymaya etrafındaki kuşları ürkütmeyecek bir yol döşemek zorundadır.
Bu nedenle birincisi "Mini etek giymek kadının özgürlüğüdür!" diye bağırabilir de ikincisi Adnan Oktar gibi tutup mevzuyu Kur'an'daki tesettür emrine, bu emrin kat'iliğine, bu kat'iliğin teviline, bu teville beraber kuşanılabilecek tesettür şekillerine falan getirir, yani işi dallandırıp budaklandırır, herşeyi azar azar havaya kaldırır, altlarını oylum oylum oyar, ağzına bakan kalpleri gıdım gıdım çevirir, sonra en mutaassıp tâbileri bile bir noktada ikna olup "Kur'an aslında mini etek giymeyi yasaklamıyor!" demeye başlar. Disko müzikleriyle hoppala hoppala kıvırtır. Hatta bunu ibadet olarak sanrılar. Halbuki yolun başında aynı kişilere rastlasanız belki bu şu sözden 'nevzubillah' çektiklerini duyacaktınız. Şimdi duyamazsınız. Çünkü süreç onları da bir kıvama getirdi.
Buradan şuraya bağlayalım: Mürşidimin Münazarat isimli eserinde 'istibdad-ı ilmî' dediği birşey var. Maalesef bu kavramlaştırmanın geçtiği yer Münazarat'ta en yanlış anlaşılan yerlerden birisidir. Daha doğrusu: Her nasıl olmuşsa olmuş, metnin en aktif yorumcuları elinde ehl-i sünneti suçlayıcı bir yorum gelişmiş, fakat isabetine dair hiçbir eleştirel süreç yaşanmamıştır. Kanaatimce; Nurculara da sirayet eden modernist bir damar, geleneği suçlamaya dayanak ararken bu metne rastlamış, "Belki işime yarar!" diyerek üzerine bir analiz yumurtlamıştır. Kimse de "Hakikaten bunu mu söylüyor?" diye sormayınca, mezkûr yorum genel-geçer hale gelmiş, istibdad-ı ilmî hakkında kendisine has istibdad-ı ilmîsini oluşturmuş. Fakat ona varmadan önce metni alıntılayalım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Adım adım ilerleyelim: 1) Bu metnin içinde/devamında Bediüzzaman'ın ehl-i sünneti suçlayıcı bir izahı yoktur. 2) Bu metnin ne öncesinde ne de sonrasında ehl-i sünnete dair (konuyla ilgili-ilgisiz) olumsuzlama yoktur. 3) Münazarat'ın genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir menfî yaklaşım yoktur. 4) Risale-i Nur'un genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir olumsuzlama yoktur. 5) Bilakis Bediüzzaman'ın kendisini de ehl-i sünnetten saydığını gösterir şekilde kullandığı birçok ifade vardır. 6) Ehl-i hak ve istikametin ehl-i sünnet olduğunu belirtir birçok ifadesi vardır. 7) Mezkûr dönemlerin 'ümmetin en faziletli zamanları' olduğuna dair cümleleri vardır. 8) Selef-i salihînin müstebitlik yaptığına dair hiçbir ifadesi yoktur. 9) Bu bid'a fırkaların başlangıçlarının Hulefa-i Raşidîn dönemine kadar izleri sürülebildiğine göre, Bediüzzaman'ın Hulefa-i Raşidîn dönemini hiçbir zaman istibdatla suçlamadığı hatırda tutulmalıdır. 10) Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasını istibdatla suçladığı vâki değildir. Her neyse. Adımlar çoğaltılabilir. Sonuçsa şudur:
Bu metnin bir ehl-i sünnet eleştirisi olduğu metazoridir. Yani ehl-i sünnetin zorbalığından dolayı dalalet fırkalarının ortaya çıktığı-tutulduğu-yayıldığı düşüncesi bu metinden hareketle söylenemez. Bu, Umberto Eco'nun tabiriyle, metne uygulanmış bir 'aşırı yorum'dur. Ve 'sahici yorum'u 'aşırı yorum'dan ayıran şey; metnin bütünlüğüne, yazarın tüm metinlerinin bütünlüğüne ve yazarının genel duruşunun bütünlüğüne uygun/uyumlu olmasıdır. Eğer böyle bir uyum kollanmazsa, bu yorum çıkartmak değil, düşünce dayatmak olur. Arzuya fikir sûreti giydirmek olur. Bugün Kur'an üzerinden yeni bir din inşasına girişen modernist-reformist-bid'a akımların düştüğü yanlış da budur.
Burada asıl suçlanan; cadde-i kübra, sahabe mesleği, istikamet dairesi, fırka-i naciye ehl-i sünnet ve'l-cemaat değil; bu fırkaların kendi içlerinde oluşturdukları ilmî istibdattır. Bilgi/yorum tekelciliğidir. (Zaten ehl-i sünnetin kanaatini zorbalıkla yaydığına dair, oryantalist okuyuşlar dışında, bir kanıt da bulamazsınız.) Yani bu fırkalar ilmî istibdatları sayesinde toplulukları kitlesel şekilde dönüştürmüşlerdir. Bunu günümüzde örneklemek de basittir. FETÖ sapması, bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanları onlara istibdat uyguladığı için değil, kendi içlerinde bir endoktrinasyon sistemi kurguladıkları için meydana gelmiştir. Onların bu noktada kendi etbalarına nasıl bir 'duvarsız hapishane' inşa ettiklerini az-çok onlarla temasta bulunanlar bilirler. İşte ilmî istibdat budur. Ve bu ilmî istibdat onların fırkalarını büyütmüştür. Yavaş yavaş ama kalıcı şekilde tâbilerini dönüştürmüştür. Ki bazılarını halen ayıltamıyoruz.
Yani, bıraktıkları talebelerden kendilerine muhalif müçtehidler çıkabilen bir İmam-ı Azam, bir İmam Malik, bir İmam-ı Şafii, bir İmam-ı Ahmed b. Hanbel (radyallahu anhum ecmain) değildir müstebit olan; asıl müstebitler, kendi görüşlerinden farklı görüş duyunca kulaklarını kapayan ve kapattıranlardır. Delilsiz yorum yapanlardır. Bu yorumları dayatanlardır. Salih selefimiz değildir.
Çok dağıttım. Şurada toparlayıp bitirmeye çalışayım: Arkadaşlar, bugün de 'demokrasi-din' ikilemi üzerinden yürütülen bir endoktrinasyon var. Ağır yürüyen bir iş fakat meyveleri de görülmüyor değil. Bediüzzaman'ın meşrutiyet-i meşruaya, meşverete, istişareye, dindar demokratlara taraftarlığı üzerinden neredeyse 'dininin demokrasi olduğu' noktasına varılıyor. Neden böyle söylüyorum? Çünkü bu arkadaşlar, bazı noktalarda 'daha dinî' ile 'daha demokratik' olanın arasında kalınsa, Bediüzzaman'ın seçiminin 'daha demokratik'ten yana olacağını söyleyebiliyorlar. Bu nedenle Liberal söylemleri de kolaylıkla içselleştirebiliyorlar. Malum perspektifte artık odağın din değil demokrasi olduğunu, yani araç ile amacın birbirine girdiğini, hatta dinin demokrasi için araçsallaştırıldığını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Halbuki yazdıklarından-çizdiklerinden biz görüyoruz. Her neyse. Bu yazıda bu işi toplayamayacağım galiba. Bir sonraki yazıyı tastamam buna hasredelim. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tan. İstikametimizi de ondan dileriz.
Cebriye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cebriye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Haziran 2019 Salı
6 Eylül 2017 Çarşamba
İstibdatsız bir ikna biçimi: Sünnilik
"Konuşma özgürlüğü her istediğini söyleyebilirsin demek. Yapamayacağın şey ise yalan söylemek." Denial/İnkâr filminden.
Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.
Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.
Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.
Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)
Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.
Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.
Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.
"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi... (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)
Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?
Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.
Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.
Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir.
Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:
"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."
Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.
Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.
Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.
Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)
Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.
Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.
Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.
"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi... (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)
Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?
Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.
Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.
Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...