"Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler."
Kastamonu Lahikası'ndan...
Hele maşaallah. Yüzbin maşaallah. Diyarbakırlı kardeşlerimin gözlerinden öpmüşüm. Yiğitçe bir iş etmişler. Müslüman oğlu müslüman Kürdistan'ı (kastettiğim devlet değil bölge) LPG'ci, estağfirullah, LGBT'cilerin 'dans etkinliği' ile kirletmemişler. Dindar cedlerine yakışır bir tavır sergilemişler. Tekbirlerle hepsini dehdehlemişler. O toprakların ulu büyüklerinin ruhaniyetine tebessüm ettirmişler.
Elhamdülillah. Barekallah. Tekrar bin maşaallah. Zaten, öyledir, müslüman Ömerleşti mi İblis bile onu görünce yolunu değiştirmeye başlar. Bak şimdi, anlatınca, gözlerinden öpmek de az geldi. Ben onların ellerinden de öpmüşüm. Öyle sayın kârilerim. Zira bu zamanda hamiyet-i diniyesiyle böyle celadetli işler yapan gençler Allah'a pek yakındır.
Bu vesileyle yaptığım evhamlardan birisini de sizinle paylaşmak isterim. Efendim, bu diyeceğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarında-beyanlarında çok dikkat çektiği birşeydir. 28 Şubat sürecinde yutulan bir zokaya dairdir. Özetlemeye çalışayım: 28 Şubat'ta solcuların hepsi bir kalem tavır sergilememiştir. Ya? İçlerinden az bir kısmı, özellikle liberal kesim, mütesettir müslümanların yanında durmuştur. Mağduriyetlerini izhar eden yazılar yazmıştır. Beyanatlarda bulunmuştur. Evet. Allah hepsine hidayet versin. Ne diyelim. Fakat, ama, lakin... Acaba bu desteklerini hangi fiyatla satmışlardır? Tastamam 'insaniyet namına' mıdır eyledikleri? Yoksa mevzuda bazı bityenikleri de saklanmakta mıdır?
Ebubekir Sifil Hoca'ya göre vardır. Somut misallerinden de bahseder ya, onlara girmeyeceğim, özet geçeceğim: Liberaller, müslümanlara bu desteği, 'karşılığında destek istemek' için yapmışlardır. Mesela: Mütesettir hanımların üniversiteye kabulüne destek veren birisi bir başka yazısında manaca demiştir ki: "Ben sizi savundum. Şimdi de LGP'cilerin, estağrifullah, LGBT'cilerin haklarını alabilmeleri için siz bana destek olun. Sizin hakkınız nasıl haksa onlarınki de öyle hak. Göreyim hakperestliğinizi..."
Sürecin travmatik yapısı nedeniyle denize düşen bazılarımız oradaki yılanlara, yılan olduklarını unutaraktan, çok sıkı sarılmıştır. Ve nihayetinde yılanlar da karaya çıkıldıktan sonra "Ne sıktın be kardeşim!" diyerek kiralarını musibetzedelerden istemişlerdir. Bugünlerde sıklıkla denk geldiğimiz 'libe-müslim' aydınlar o dönemin yemlenmesinin mahsulleridirler. Hatta, başörtülü olup LGBT'yi savunan (veya az-biraz sonra hepten başörtüsünü falan kenara atıp dini-diyaneti boşlayan) gençler, erkek versiyonlarını da ıskalamayalım elbette kârilerim, o dönemde yenilen zokanın sonuçlarıdırlar. Bu 'borçlandırıcı' desteğin sonucunda, Ömer Seyfettin'in 'Diyet'indeki gibi kolunu kesip verebilen pekaz olduğu için, çoğusu fikriyatında melezleşmiştir. İtikadında melezleşmiştir. Amelinde melezleşmiştir.
Yani kemalistlerin zulmünden liberaller epeyce adam devşirmiştir. Eh, fakat, ama tarlası sürülen yine müslümanlar olmuştur ne yazık ki. Bu ülkede herkesin yüzü biraz güler. Sünnilerinki pekaz güler.
Arıza, müslümanların haklarını 'kendi tanımları üzerinde yükselerek' istemeyi beceremeyişinden kaynaklanmıştır. Tesettürü 'insan hakları' gibi global bir kavramın üzerine yığarak istemek; onunla Batı'dan destek ummak; müslüman memleketin müslüman evlatlarının analarının aksütü gibi helali gibi konuşamamak; aynı kavrama tıkıştırılan pekçok şeyin daha içselleştirilmesini sağlamış; gençlerden "Dört mezhep de ne canım! Peh! Bugünkü dünya ancak liberalizmle yönetilebilir!" diyecek kadar ileri gitmiş acibe-i itikatlar ortaya çıkmıştır. Bunlar namazlarında dört mezhepten çıkmazlar. Ama onları ibadetlerinin dışına da çıkarmazlar. Beşerî ilişkilerde 5. hak mezhebi taklid ederler: Yani liberalizmi.
Bunlar içinde bir de hasbelkader ABD'de eğitim görenler, ayağını Batı dünyasına şöyle bir basıp gezenler, burs alanlar, fonlananlar, hatta çalışanlar pek yamandırlar. Abdullah Cevdet misali, beş vakit namazlı oralara varıp, süreç içinde deizme-ateizme kadar evrilenlere rastlanmıştır. Fakat deizme-ateizme de hemence evrilmezler. Önce bulaştırabildikleri kadar bid'ayı ulaşabildikleri kadar müslümana bulaştırmaya çalışırlar. Asıllarını sonraları açık ederler. Her neyse. Allah gençlerimizi böyle fitnelerden muhafaza eylesin. Benden de amcalarıma/yengelerime nasihat: Çoluğunuzu-çocuğunuzu Batı'ya teslim etmekte heveskâr olmayın. Delikanlı dünyasını (belki) âbâd ederken ahiretinden (belki) olabilir. Mahşer günü anasından-babasından şekva edebilir. Böyle bir bedelleşmeye akıllılık gözüyle bakılmaz, vesselam.
Ha, oraya gelecektim, hızlı gittim: 28 Şubat'tan sonra şimdi Gazze meselesinde de benzeri birşey yaşanıyor. Gerçi küfrün maskesi yırtılıyor. ABD'nin, Batı'nın ne mal olduğu ortaya dökülüyor. Fakat Cibali Babalar da öyle kolay vazgeçmiyor. Bazı üniversitelerde yapılan savaş karşıtı eylemlerden ziyadesiyle heyecanlananlarımız var. Onlar durmuyorlar, dinmiyorlar, yine Batı güzellemesine devam ediyorlar. İlla güneşi Batı'dan doğuracaklar. İlla hidayetimizi onların ellerine verecekler. İlla, illa, illa... Maskenin yırtılmasına gönülleri elvermiyor yani. İşte, bir tanesine, geçenlerde sosyalmedyada rastladım kârilerim. Metin Karabaşoğlu Serbestiyet'te yayınlanan "Yaşasın Gençlik!" yazısında diyor ki:
"Dünyanın her yerinde, ama özellikle Batıda ve Türkiye’de, devam eden mezâlimin son bulması için etkili her türden eylemi ve söylemi geliştiren gençleri izlerken dikkatimi çeken bir husus, tam da Zübeyir Nişancı’nın o söyleşide dikkat çektiği ‘ahlâklılık’ kriterlerine ilişkindi. Ahlâkı salt cinsel normlara indirgeyen daha yaşlı kuşakların epeyce bir kısmı zalime zalim, işbirlikçiye işbirlikçi diyememe ahlâksızlığına duçar haldeyken, İsrail’in zalimliğine karşı sesini yükselten gençler içerisinde her inançtan, düşünceden, ideolojiden, cinsel tercihten kişiler vardı. Belki başka bin konuda birbirlerinden ayrışmalarına karşılık, hakikaten hayata ve insana saygı konusunda sarsılmaz bir ittifakları sözkonusuydu..."
Ahlakın kriteri çoğaltılabilir ama şu 'ibneleri ahlaklı gösterme' meselesi bir cerbezedir. Anadolu irfanında 'beline sahip çıkamayan'ın erdemine inanılmaz. Bu irfan, yabancının değil, İslam'ın irfanıdır. Şehvetine sahip olamayan hiçbirşeyine sahip olamaz. İstikamette hiç olamaz. İbneye umut bağlanmaz. Nitekim Bediüzzaman'ın 'kuvveler bahsi'nde kuvve-i şeheviye üzerine söyledikleri de bunu doğrular:
"Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur."
Hollywood'tan tutun Yeşilçam'a kadar mezkûr cerbeze sıklıkla işlenmiştir. 'İyi kalpli ibneler' genelde romantik-komedi filmlerinin klişelerindendir. (Sonlardan birisini Son Kabadayı'da Rasim Öztekin'in kişileştirdiği 'Sürmeli' karakterinde görürüz.) Bu manipülasyon şöyle bir yalana iman etmemizi dayatır: "Tamam, adamlar/kadınlar hayvanların bile yapmayacağı hayvanlığı işliyor olabilir, ama yine de ahlaksız diyemezsin, tiksinemezsin. Belki o daha ahlaklıdır. Saygı göstermeyi unutma..."
Standart sünni bir müslüman olarak ben buna inanmayı reddediyorum. Beni doğrulayacak epeyce veri olduğunu da biliyorum. 28 Şubat'ta veya şimdi Gazze katliamında verdikleri desteği de itikadımı cerheder bulmuyorum. Mazlumların yardımına 'daha sonra onlarda meşruiyet kazanmak için' koşmak liberal ideolojinin taktiğidir. (Türkiye'de de aynı kişiler "Biji Kürdistan!" sloganları atmadılar mı? Ne için? Kürtleri çok sevdikleri için mi? Yoksa manipüle edilebilir bir alan gördükleri için mi?) Fakat burada şöyle garip birşey de var: Bugün İslam âleminde en çok kanı akıtanlar yine onlar. Yani bizi öldürenler de kendilerini liberal olarak tanımlıyorlar. (Biden'a sorsanız ondan liberali yok mesela). Eee, o halde? Herhalde 'iyi polis-kötü polis'in bir versiyonu oynanıyor. Cibali Babalar da yine tezgâha geliyor.
Bitirirken tekrar hatırlatayım kârilerim: Diyarbakırlı gençlerin gözlerinden-ellerinden öpmüşüm. Varolsunlar. Şâdolsunlar. Metin Karabaşoğlu'nun umudu gençlerde olduğu gibi benim umudum da gençlerde. Sadece başka gençlerden ümitvâr oluyoruz. Ben dümdüz sünnilerden ümitvârım. Oysa...
Metin Karabaşoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Metin Karabaşoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Haziran 2024 Çarşamba
6 Ekim 2018 Cumartesi
Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum?
Metin Karabaşoğlu abi Fethi Çağıl'ın konuğu olduğu bir Haftanın Yorumu Özel'de FETÖ hakkında şunları söylemişti: "'Böyle bir darbe teşebbüsü (YN: 15 Temmuz kastediliyor) savuşturuldu. Tamam. Mesele bitti!' olarak da görmüyorum. Bakarsak; sürekli, zemin altında, kırk-kırkbeş senedir kök salan bir yapı artık ifşa oldu. Evet. Son beş sene içerisinde. MİT Krizi, dersaneler meselesi, 17-25 Aralık derken ifşa oldu. Fakat ifşa olmasına karşılık o yapı sürekli el arttırdı. Her aşmada bir öncekinden daha da beteri bir savrulma, bir ihanet, bir eylemsellik ile çıkıyor karşımıza. Burada kalmayabilir. Bundan daha da beterini görebiliriz. Bunu da dikkate almamız gerekir diye düşünüyorum.
Niye böyle söylüyorum? Çünkü, tekrar ifade edeyim, daha hakkıyla üzerinde durulmamış bütün o tırnak içinde 'sabırlı' hazırlık sürecini yöneten, ondan sonra yeri geldiğinde hakimse hakim, polisse polis, akademisyense akademisyen, esnafsa esnaf, subaysa subay. Herkes yeri geldiğinde, emir geldiğinde artık, kurulmuş bir robot gibi harekete geçiren unsur. O unsur, evet, teolojik bir boyut taşıyor. Bir teolojinin ürettiği bir psikolojik motivasyon var."
Dostlarım affetsinler. Ben galiba bu türden cümleleri kurmanın normal olduğu bir zamanda takılıp kaldım. Sonrasında yaşanan gelişmeleri de yeterince kavrayamadım. Doğrudur. Olabilir. Kafam biraz yavaş çalışır zaten. Fakat şunu yine de anlayamıyorum: Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum? Nasıl bu kadar ileriye gidebildim? Doğrusu bunu bilmek, değişimimi gözlemleyebilmek, en azından 'değiştiğimden haberdar olmak' isterdim. Lakin, yok, olmadı. Ben kendimin değiştiğini anlayamadım. Fakat beni dışarıdan izleyenler 'şıp' diye anladılar.
Halbuki 15 Temmuz'un yaşanmasından beri 'Yaş da yansın kurunun yanında!' diye birşey söylemedim. Masum olduğunu bildiğim, hadi isim de verelim, Ahmet Yıldız abi gibi insanların görevden alınmasına tepki verdim. (Tanımadıklarımda, istikameti burada gördüğüm için, sessiz kaldım.) Bunlarla ilgili yazdıklarım, geçmişimi silmek âdetim olmadığı için, sosyalmedya hesaplarımda bulunabilir.
Ancak hep şuna dikkat çektim: FETÖ mevzusu 'suçun şahsiliği' ilkesini (fıkıh yerine ilkenin konmasına nasıl gıcık olduğumu başka yazının konusu yapacağım) koyup da 'Hop!' diye sonuç alınabilecek bir olay değil. Bir kere bu suç 'şahsî' mi 'organize' mi? Taraflar bu konuda uzlaşabilmiş değil. Bunun tartışmasını yapmaya yanaşmadan yürüyoruz meseleye. Bu yürüyüşten insanların/devletin kulak vereceği bir nasihat çıkmayacak. Belki ancak şu olacak: İşte, tıpkı benim yakın zamanda yaşadığım türden, kendileriyle aynı şekilde düşünmediğim kişiler 'imtihanı kaybedenler' başlığı açıp adımı da üstlerde bir yere yazacaklar. Tabii, bunu yaparken, FETÖ'nün da aynı şekilde başlıklar açıp, kendisi gibi düşünmeyen dindarları içine yazdıklarını hatırlamayacaklar.
Köşelerden savaşmak kolaydır. Artık epey eskidiğini biliyorum ama gençliğimde çok oynadığım Quake diye bir oyun vardı. Elinizde silahla sanal mekanlarda dolaşıp birbirinizi avladığınız oyunların ilkiydi sanırım. Orada, en sevilmeyen oyuncular, köşeleri tutanlardı. Evet. Köşe tutmanın rahat bir tarafı vardı. Sağınızdan-solunuzdan düşman gelmeyeceğini bilirdiniz. Köşede beklerdiniz. Gelip-geçen olursa vurup puan alırdınız. Ancak böyle oyuncuların artmasıyla oyun tatsızlaşırdı. Herkesin bir köşe bulup kurulduğu oyunda kimse ortalarda dolaşmadığından can sıkılırdı. Bu yüzden öyle oynamayı âdet edinenlerle kimse oynamak istemezdi.
Doğrusu artık ben de sıkılıyorum. Çünkü kimse köşesinden çıkmak istemiyor. Herkes bir başlığı kendi adına mülk edinip rakibini diğer başlık içinde kalmaya zorlayarak (hatta itekleyerek) kolay yoldan haklılık arıyor. Müzakere zemini var mı? Sanmıyorum. Varsa da çok kısıtlı. Azıcık konuşsanız "Hakkın hatırı âlidir!" ile ağzınıza bir şamar alıyorsunuz. O cümle sanki "Ben ne diyorsam o!" makamında söylenmiş gibi bir muamele görüyorsunuz. Her neyse... Meselenin bu tarafı gayet acı olmakla birlikte çok da konuşmayla sonuç alınabilesi değil. Çünkü saflar giderek kalıcılaşıyor. Duygusallığın arttığı yerde empati azalır.
İşte, 'adalet-i mahza'yı daha oyunun ilk dakikalarında tutup, oradan düşman avlamaya çıkan sniperlar da "Ya bu iş o kadar basit değil!" diyen herkesi 'adalet-i izafiye' torbasına sokuyorlar. "Şunu bir konuşalım/tartışalım!" diyen herkes "Oooo filanca beyler de adalet-i izafiyeci olmuşlar!" rivayetlerine dahil ediliyorlar. Argümanları, karşı başlık altına sokulmakla, 'konuşulmaz' kılınıyor. Bunu herkes yapıyor. Ben de sadece bir tarafı suçlayarak aynı hataya düşmek istemem.
Lakin meseleyi bu kadar basitleştirmek de istemem. Zira bu kadar basitleştirilince birşey üretilmez. Çözüm çıkmaz. Nasihat edilmez. Edenler de dinlenilmez. Herkes kendi köşesinden çıkmadan havayı yumruklamaya devam eder. Bu yüzden, tıpkı maçı başlatan hakem gibi, her iki tarafa da bir parça 'köşesinden çıkmayı' teklif ediyorum. Bir kere 'adalet-i mahza'cılara şöyle bir soruya cevap vererek azıcık dışarıya adım atmalarını öğütlüyorum: "Sizler FETÖ'nün işlediği suçların 'bireysel' mi 'organize' mi olduğunu düşünüyorsunuz?"
Bence bu soruya hiçbir insaflı muhatap 'bireysel' diye cevap vermez. Çünkü eylenenlerin bir organizasyon işi olduğu hepimizin kabulü. Güneş gibi aşikâr olan birşey. Bizim burada tartışmamız gereken 'suçun şahsiliği' değil. Suça kimlerin/ne kadar dahil olduğu? Kimin/ne kadar mesul tutulabileceği? Kimin/ne kadar içinde yeraldığı? Soru bu olmalı ve cevap da şu şekilde aranmalı. Eğer siz organize bir örgütün işlediği suçlardan 'suçun şahsîliği' ile çıkmaya çalışırsanız ne sorunu çözebilirsiniz ne de muhatabınız ne söylemek istediğinizi anlar. Mevcut iletişimsizliğin kaynağı da budur bence. Tedavisi tavrın değişiminde saklıdır.
Suçun şahsîliği organize eylemlerde ne şekilde uygulanır? Cevap aramamız gereken soru bu olmalı. Veya ondan öncesinde, FETÖ özelinden konuşursak, cemaat nerede başlar nerede biter? Örgüt nerede başlar nerede biter? Silahlı terör örgütü nerede başlar nerede biter? Bu tür birçok soruya kesinleştirilmiş cevaplar bulunmalı. FETÖ başlığı altında bu tanımların tarifi, tasnifi, kriterleri konulmalı.
Eğer siz bu alt soruların tamamını görmezden gelip, yanıtlamaktan çekinip, alternatif üretmekten kaçarsanız, sizi kimse muhatap almaz. Çünkü aklın muktezasını iptal ediyorsunuz. Adamlar karşılarında bir organizasyon görüyor. Çok komplike bir hazırlık ve eylem süreci yaşıyorlar. Siz de diyorsunuz ki: Suçun şahsîliği...
İyi de bu bireysel suç değil ki. Bireylerin bireysel olarak işledikleri suçlar büyük resmin görünürlüğünü ortadan kaldırmıyor. Atıyorum: Ankara'da sivilleri bombalamış F-16 pilotunun girdiği kanda İstanbul'da tank ile yol kesmiş subayın ne ölçüde payı var? Ona sosyalmedyadan destek vermiş sivilin buradaki payı ne kadardır? Darbeyi meşrulaştırmaya çalışan köşeyazarının bu cürmden payı ne olmalıdır? "Yoktur!" derseniz alacağınız cevap "Hadi ordan!" Daha ötesi değil. Bütün bu alt sorulardan kaçıldığı sürece hiçbir yere varılmaz.
Elbette iyi bir tasnif şart. Elbete bu tasnifte somut delillere şüpheden daha fazla pay verilmeli. Ancak şunu da kabul edelim: Kendisini gizlemeyi daha çocuk yaşlarda öğrenmiş böyle bir örgütün mensuplarına karşı hiçbir şüpheyi haklı görmezseniz yarın iş hakikaten Metin Karabaşoğlu abinin dediği noktaya gelir: 15 Temmuz'un bin beterini yaşarsınız. Ve sokakta işlenen ve faili belli/sınırlı bir suçla FETÖ'nün eylemlerini aynı ilkeyle, hiçbir farklılık kollamadan, çözmeye çalışırsanız kendi ellerinizi ellerinizle bağlarsınız. Benim bu söylediklerime 'ademe vücud rengi vermek' olarak bakanlar da azıcak insaf etsinler. Bizi aptal yerine koymasınlar. Bu bütün ithamlardan daha çok can yakıyor.
Anlatılır ki: Mızrağa Kur'an sayfası asılıp kaldırıldığında durmak isteyen Hz. Ali (r.a.) değildi. Ancak ordusundakileri ikna edemedi. Bunun bir hile olduğunu biliyordu. Yaklaşan galibiyetin kesinleştirilmesi için devamını istiyordu. Olmadı. Savaşın devam ettirilememesi tedavisi asırlar süren bir yaranın açılmasına sebep oldu. Biz de buradaki dersi günümüze taşıyalım: Taraflardan birisine biraz daha 'merhamet' diğerine biraz daha 'empati' lazım. Başka birşey değil. Böyle olursa ancak çözüm bulunur.
Niye böyle söylüyorum? Çünkü, tekrar ifade edeyim, daha hakkıyla üzerinde durulmamış bütün o tırnak içinde 'sabırlı' hazırlık sürecini yöneten, ondan sonra yeri geldiğinde hakimse hakim, polisse polis, akademisyense akademisyen, esnafsa esnaf, subaysa subay. Herkes yeri geldiğinde, emir geldiğinde artık, kurulmuş bir robot gibi harekete geçiren unsur. O unsur, evet, teolojik bir boyut taşıyor. Bir teolojinin ürettiği bir psikolojik motivasyon var."
Dostlarım affetsinler. Ben galiba bu türden cümleleri kurmanın normal olduğu bir zamanda takılıp kaldım. Sonrasında yaşanan gelişmeleri de yeterince kavrayamadım. Doğrudur. Olabilir. Kafam biraz yavaş çalışır zaten. Fakat şunu yine de anlayamıyorum: Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum? Nasıl bu kadar ileriye gidebildim? Doğrusu bunu bilmek, değişimimi gözlemleyebilmek, en azından 'değiştiğimden haberdar olmak' isterdim. Lakin, yok, olmadı. Ben kendimin değiştiğini anlayamadım. Fakat beni dışarıdan izleyenler 'şıp' diye anladılar.
Halbuki 15 Temmuz'un yaşanmasından beri 'Yaş da yansın kurunun yanında!' diye birşey söylemedim. Masum olduğunu bildiğim, hadi isim de verelim, Ahmet Yıldız abi gibi insanların görevden alınmasına tepki verdim. (Tanımadıklarımda, istikameti burada gördüğüm için, sessiz kaldım.) Bunlarla ilgili yazdıklarım, geçmişimi silmek âdetim olmadığı için, sosyalmedya hesaplarımda bulunabilir.
Ancak hep şuna dikkat çektim: FETÖ mevzusu 'suçun şahsiliği' ilkesini (fıkıh yerine ilkenin konmasına nasıl gıcık olduğumu başka yazının konusu yapacağım) koyup da 'Hop!' diye sonuç alınabilecek bir olay değil. Bir kere bu suç 'şahsî' mi 'organize' mi? Taraflar bu konuda uzlaşabilmiş değil. Bunun tartışmasını yapmaya yanaşmadan yürüyoruz meseleye. Bu yürüyüşten insanların/devletin kulak vereceği bir nasihat çıkmayacak. Belki ancak şu olacak: İşte, tıpkı benim yakın zamanda yaşadığım türden, kendileriyle aynı şekilde düşünmediğim kişiler 'imtihanı kaybedenler' başlığı açıp adımı da üstlerde bir yere yazacaklar. Tabii, bunu yaparken, FETÖ'nün da aynı şekilde başlıklar açıp, kendisi gibi düşünmeyen dindarları içine yazdıklarını hatırlamayacaklar.
Köşelerden savaşmak kolaydır. Artık epey eskidiğini biliyorum ama gençliğimde çok oynadığım Quake diye bir oyun vardı. Elinizde silahla sanal mekanlarda dolaşıp birbirinizi avladığınız oyunların ilkiydi sanırım. Orada, en sevilmeyen oyuncular, köşeleri tutanlardı. Evet. Köşe tutmanın rahat bir tarafı vardı. Sağınızdan-solunuzdan düşman gelmeyeceğini bilirdiniz. Köşede beklerdiniz. Gelip-geçen olursa vurup puan alırdınız. Ancak böyle oyuncuların artmasıyla oyun tatsızlaşırdı. Herkesin bir köşe bulup kurulduğu oyunda kimse ortalarda dolaşmadığından can sıkılırdı. Bu yüzden öyle oynamayı âdet edinenlerle kimse oynamak istemezdi.
Doğrusu artık ben de sıkılıyorum. Çünkü kimse köşesinden çıkmak istemiyor. Herkes bir başlığı kendi adına mülk edinip rakibini diğer başlık içinde kalmaya zorlayarak (hatta itekleyerek) kolay yoldan haklılık arıyor. Müzakere zemini var mı? Sanmıyorum. Varsa da çok kısıtlı. Azıcık konuşsanız "Hakkın hatırı âlidir!" ile ağzınıza bir şamar alıyorsunuz. O cümle sanki "Ben ne diyorsam o!" makamında söylenmiş gibi bir muamele görüyorsunuz. Her neyse... Meselenin bu tarafı gayet acı olmakla birlikte çok da konuşmayla sonuç alınabilesi değil. Çünkü saflar giderek kalıcılaşıyor. Duygusallığın arttığı yerde empati azalır.
İşte, 'adalet-i mahza'yı daha oyunun ilk dakikalarında tutup, oradan düşman avlamaya çıkan sniperlar da "Ya bu iş o kadar basit değil!" diyen herkesi 'adalet-i izafiye' torbasına sokuyorlar. "Şunu bir konuşalım/tartışalım!" diyen herkes "Oooo filanca beyler de adalet-i izafiyeci olmuşlar!" rivayetlerine dahil ediliyorlar. Argümanları, karşı başlık altına sokulmakla, 'konuşulmaz' kılınıyor. Bunu herkes yapıyor. Ben de sadece bir tarafı suçlayarak aynı hataya düşmek istemem.
Lakin meseleyi bu kadar basitleştirmek de istemem. Zira bu kadar basitleştirilince birşey üretilmez. Çözüm çıkmaz. Nasihat edilmez. Edenler de dinlenilmez. Herkes kendi köşesinden çıkmadan havayı yumruklamaya devam eder. Bu yüzden, tıpkı maçı başlatan hakem gibi, her iki tarafa da bir parça 'köşesinden çıkmayı' teklif ediyorum. Bir kere 'adalet-i mahza'cılara şöyle bir soruya cevap vererek azıcık dışarıya adım atmalarını öğütlüyorum: "Sizler FETÖ'nün işlediği suçların 'bireysel' mi 'organize' mi olduğunu düşünüyorsunuz?"
Bence bu soruya hiçbir insaflı muhatap 'bireysel' diye cevap vermez. Çünkü eylenenlerin bir organizasyon işi olduğu hepimizin kabulü. Güneş gibi aşikâr olan birşey. Bizim burada tartışmamız gereken 'suçun şahsiliği' değil. Suça kimlerin/ne kadar dahil olduğu? Kimin/ne kadar mesul tutulabileceği? Kimin/ne kadar içinde yeraldığı? Soru bu olmalı ve cevap da şu şekilde aranmalı. Eğer siz organize bir örgütün işlediği suçlardan 'suçun şahsîliği' ile çıkmaya çalışırsanız ne sorunu çözebilirsiniz ne de muhatabınız ne söylemek istediğinizi anlar. Mevcut iletişimsizliğin kaynağı da budur bence. Tedavisi tavrın değişiminde saklıdır.
Suçun şahsîliği organize eylemlerde ne şekilde uygulanır? Cevap aramamız gereken soru bu olmalı. Veya ondan öncesinde, FETÖ özelinden konuşursak, cemaat nerede başlar nerede biter? Örgüt nerede başlar nerede biter? Silahlı terör örgütü nerede başlar nerede biter? Bu tür birçok soruya kesinleştirilmiş cevaplar bulunmalı. FETÖ başlığı altında bu tanımların tarifi, tasnifi, kriterleri konulmalı.
Eğer siz bu alt soruların tamamını görmezden gelip, yanıtlamaktan çekinip, alternatif üretmekten kaçarsanız, sizi kimse muhatap almaz. Çünkü aklın muktezasını iptal ediyorsunuz. Adamlar karşılarında bir organizasyon görüyor. Çok komplike bir hazırlık ve eylem süreci yaşıyorlar. Siz de diyorsunuz ki: Suçun şahsîliği...
İyi de bu bireysel suç değil ki. Bireylerin bireysel olarak işledikleri suçlar büyük resmin görünürlüğünü ortadan kaldırmıyor. Atıyorum: Ankara'da sivilleri bombalamış F-16 pilotunun girdiği kanda İstanbul'da tank ile yol kesmiş subayın ne ölçüde payı var? Ona sosyalmedyadan destek vermiş sivilin buradaki payı ne kadardır? Darbeyi meşrulaştırmaya çalışan köşeyazarının bu cürmden payı ne olmalıdır? "Yoktur!" derseniz alacağınız cevap "Hadi ordan!" Daha ötesi değil. Bütün bu alt sorulardan kaçıldığı sürece hiçbir yere varılmaz.
Elbette iyi bir tasnif şart. Elbete bu tasnifte somut delillere şüpheden daha fazla pay verilmeli. Ancak şunu da kabul edelim: Kendisini gizlemeyi daha çocuk yaşlarda öğrenmiş böyle bir örgütün mensuplarına karşı hiçbir şüpheyi haklı görmezseniz yarın iş hakikaten Metin Karabaşoğlu abinin dediği noktaya gelir: 15 Temmuz'un bin beterini yaşarsınız. Ve sokakta işlenen ve faili belli/sınırlı bir suçla FETÖ'nün eylemlerini aynı ilkeyle, hiçbir farklılık kollamadan, çözmeye çalışırsanız kendi ellerinizi ellerinizle bağlarsınız. Benim bu söylediklerime 'ademe vücud rengi vermek' olarak bakanlar da azıcak insaf etsinler. Bizi aptal yerine koymasınlar. Bu bütün ithamlardan daha çok can yakıyor.
Anlatılır ki: Mızrağa Kur'an sayfası asılıp kaldırıldığında durmak isteyen Hz. Ali (r.a.) değildi. Ancak ordusundakileri ikna edemedi. Bunun bir hile olduğunu biliyordu. Yaklaşan galibiyetin kesinleştirilmesi için devamını istiyordu. Olmadı. Savaşın devam ettirilememesi tedavisi asırlar süren bir yaranın açılmasına sebep oldu. Biz de buradaki dersi günümüze taşıyalım: Taraflardan birisine biraz daha 'merhamet' diğerine biraz daha 'empati' lazım. Başka birşey değil. Böyle olursa ancak çözüm bulunur.
15 Nisan 2017 Cumartesi
Ya kötü birisi başkan seçilirse? (4)
"Muhali talep etmek kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Münazarat'tan.
Şunu elbette en baştan kabul ediyorum: Hepimiz her konuda hemfikir olmak zorunda değiliz. Olamayız da zaten. Ve elbette, hakikati ararken, muhalif fikrin de bir hakk-ı hayatı vardır. Buna saygı göstermeliyiz. Ancak bu hassasiyetler şunu da netice vermemeli: Muvafık olanın da muhalifini kritik edebilme imkanı elinden alınmamalı. Çünkü nihayetinde biz de muhalifimizin muhalifiyiz. Saygısızlık, yalancılık ve artniyet taşımadığımız sürece, biz de, tıpkı muhalifimizin bize yaptığı gibi, onun durduğu yeri ve savunduğu argümanları analiz edebilmeliyiz. Denial filminde denildiği gibi: "Konuşma özgürlüğü 'Her istediğini söyleyebilirsin' demek. Yapamayacağın şey ise: Yalan söylemek." Yalan söylemedikten sonra, umuyorum, biz de fikir hürriyetinin içinde kalırız.
Metin Karabaşoğlu abinin en kritik dönemlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a 'her riski göze alarak' verdiği destekler malumdur. Bugün AK Parti içinde veya arkasında önsıraları kapmaya çalışanların dahi destekte çekimser kaldığı dönemlerde, Metin abi, bu çizgiyi 'sonunu düşünmeden' destekliyordu. 'Sonunu düşünmeden' diyorum, çünkü, hakikaten o günlerde bu işin sonunun ne olacağı belli değildi. Ve bugün önsıralarda farkedilmek için davul çalanların çoğu o dönemlerde 'domates biber herkese gider' tavırlar takınıyordu. Kazananın kim olduğu kesinleşene kadar 'tatlı su aydınlığı' yapanları veya iki tarafa da oynayanları kastediyorum. Öyle olmayanlar bu sözlerimden alınmasınlar.
Fakat bu referandumda, yine kimileri gibi ikinci bir hesap yapmadan, Metin abinin sergilediği duruş ortadadır. Bu değişimin şu şekliyle hayırlı bir değişim olmayacağını düşünüyor. Olsun, düşünebilir, fikir özgürlüğü en temel hakkımızdır, o da bu özgürlüğünü kullanmaya herbirimiz kadar hak sahibidir. Dar zamanlarında bu kadar iyilik gördüğü bir isme hiçbir AK Partili veya Erdoğancı gücenik durmamalı. Vefa bunu gerektirir. Ancak yine de, her kanaat önderi gibi, Metin abinin de etkileyebildiği kanaatler olduğu için, onun kanaatlerini dayandırdığı şeyler ve kullandığı argümanlar da insafla kritik edilmelidir.
Ben de bu yazıda kısıtlı bir çerçevede şunu yapmaya çalışacağım. Metin abi, geçtiğimiz günlerde, twitter hesabından dedi ki: "İyi bir yazar iyi çalışılmamış bir dosyayla geldiğinde editöre yakışan, o dosyayı geri çevirmektir. Yazara ve kitaba saygı bunu gerektirir. Ve bazan sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz duymak istediklerini değil, duymaları gerekeni duyarlar bizden. Sevgimiz bunu gerektirir zira... Ve ne acıdır ki, kafasını kullanarak öğrenmeyi reddetmenin sonucu, kafasını vura vura öğrenmektir." Ben, biraz zan ettim, bu cümleyi zâhirinde ifade ettiği 'yayın piyasası prensipleri'nden aşkın olarak referandumla ilişkilendirdim. Sonra baktım: Twitter'da bu cümleyi beğenip paylaşanlar da benim gibi anlamışlar. Metin abi de onların fehmini tashih etmemiş. O böyle etmeyince ben de zannımın suizan olmadığına kanaat getirdim. Ayrıca kendimde de şu meseleye dair bir konuşma hakkı gördüm. Şöyle ki:
Ben, Metin abiyle, elhamdülillah, Nesil Yayınları'nda birkaç yıl beraber çalıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Metin abi yayın danışmanımızdı o zamanlar. Ben de sevkiyattan devşirme yeni yetme bir editörü veya mizanpajcısıydım yayınevinin. (Her ikisinde de iddialı değilim.) Metin abinin yukarıda zikrettiği prensip, hakikati olan bir prensip olarak, beni o günlerde yaşadıklarımıza/konuştuklarımıza götürdü. Ve hakikaten, biz, yeterli görmediğimiz çalışmaları 'tekrar çalışılsın' diye yazarlarına iade ederdik. Fakat her zaman mı böyle yapardık? Bu kanun hiç mi istisnaya uğramaz veya huruç etmiş fertler ile inkıta yaşamazdı? O yılları tahattur ederken şu prensibin çok da layetezelzel olmadığını anımsıyorum. Aksine sık sık inkıtaya uğrardı.
Sözgelimi: İyi bir yazarın iyi dosyalarına ulaşma yolculuğunda kötü dosyalarına katlanılırdı. Gelecek vaadeden genç bir yazarın ileride yapabileceği çalışmalar hürmetine bugünkü metinlerine katlanılırdı. Çok satan yazarların zaten neredeyse her metnine katlanılırdı. Fakat Metin abinin elinde olsa fırsat vermeyeceği şu sonuncusundan yüz çevirerek yukarıdaki iki şıkka baktığımızda dahi birçok nümunesi hatırıma geliyor. Bu sırrı bizzat Metin abinin de beyan ettiğini hatırlıyorum toplantılarda. Biz, bazı çalışmalara, gelecekte önümüze gelecek daha güzel bazıları için 'olur' verirdik. Bu maliyetin gelecek adına bir yatırım olduğunu düşünürdük. Yazarın gayreti kesilmesin. Yazmaya küsmesin. Veya sadece 'Yayınevine ayağı alışsın' diye bastığımız dosyalar vardı. Yani 'Çalış gel!' dersek geri gelmeyecek yazarlar için yayınevi olarak risk alırdık.
Metin abinin, yeni anayasa konusunun müzakere edildiği eski bir Alternatif Bakış'ta "tek bir yeni anayasa değil 'yeni anayasalar' şeklinde düşünülüp ilk değişim için çok mükemmeliyetçi olunmaması gerektiğini" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar, muhalefet ve iktidar arasındaki anlaşmazlıklarla düğümlenen yeni anayasa meselesinde, bu tutumun bir çıkış olacağını düşünmüş ve hak vermiştim. Evet, bence de, önemli olan şu kapıyı bir kere açmaktı. Türkiye darbe anayasalarının 'değişebilir' birşey olduğunu bizzat değiştirerek anladıktan sonra yeni değişimler kolaydı ve kaçınılmazdı. Çünkü mezkûr sistemler beşerî sistemlerdi. Beşer gibi zamanla değişir, gelişir, değiştirilir ve geliştirilirlerdi.
Nitekim 2010 referandumunda "Yetmez ama evet!" cümlesini savunurken hepimizin söylediği buydu. Metin abinin de söylediği buydu. Orada yapılan değişikliğin değişimlerin en mükemmeli ve sorunların tek çözücüsü olmadığını biliyorduk. Ama bir ümit besliyorduk. O değişimin 'değişmesi teklif dahi edilemez' tabulara dokunabilmemize bir kapı açacağını düşünüyorduk. Nitekim, o günlerden bugünlere, epey bir mesafe alındı da. İnşaallah şu alınanlar ileride alınacakların sadece başlangıcıdır.
Elbette Metin abi bizimle aynı şekilde düşünmek zorunda değil. Biz de onun gibi düşünmek zorunda değiliz. Fakat genç bir nur talebesi olarak sormak istiyorum: O günlerden bugünlere "Yetmez ama evet!" ümidinden "Yetmez ve hayır!" karamsarlığına nasıl gelindi? Daha dokuz ay önce darbe teşebbüsü atlatmış bir ülkeyiz. Şu büyük emeklerle geldiğimiz mübarek eşiğin bir daha önümüze geleceğinin garantisi var mı? İleride bugünlere bakarak dizlerimizi dövmeyeceğimizi kim garanti edebilir? "Çalış gel!" dersek bir daha bu dosyanın önümüze getirilip getirilmeyeceğini kim gaybdan haber verebilir? Önce 'Evet' desek de 'yetmez'ini anlatmaya devam etsek daha güzel olmaz mı? Bunlar benim aklıma gelenler ve kalbimden geçenler. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Allah, yalnız ülkemiz için değil, âlem-i İslam için en hayırlısını nasip etsin. Âmin.
Şunu elbette en baştan kabul ediyorum: Hepimiz her konuda hemfikir olmak zorunda değiliz. Olamayız da zaten. Ve elbette, hakikati ararken, muhalif fikrin de bir hakk-ı hayatı vardır. Buna saygı göstermeliyiz. Ancak bu hassasiyetler şunu da netice vermemeli: Muvafık olanın da muhalifini kritik edebilme imkanı elinden alınmamalı. Çünkü nihayetinde biz de muhalifimizin muhalifiyiz. Saygısızlık, yalancılık ve artniyet taşımadığımız sürece, biz de, tıpkı muhalifimizin bize yaptığı gibi, onun durduğu yeri ve savunduğu argümanları analiz edebilmeliyiz. Denial filminde denildiği gibi: "Konuşma özgürlüğü 'Her istediğini söyleyebilirsin' demek. Yapamayacağın şey ise: Yalan söylemek." Yalan söylemedikten sonra, umuyorum, biz de fikir hürriyetinin içinde kalırız.
Metin Karabaşoğlu abinin en kritik dönemlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a 'her riski göze alarak' verdiği destekler malumdur. Bugün AK Parti içinde veya arkasında önsıraları kapmaya çalışanların dahi destekte çekimser kaldığı dönemlerde, Metin abi, bu çizgiyi 'sonunu düşünmeden' destekliyordu. 'Sonunu düşünmeden' diyorum, çünkü, hakikaten o günlerde bu işin sonunun ne olacağı belli değildi. Ve bugün önsıralarda farkedilmek için davul çalanların çoğu o dönemlerde 'domates biber herkese gider' tavırlar takınıyordu. Kazananın kim olduğu kesinleşene kadar 'tatlı su aydınlığı' yapanları veya iki tarafa da oynayanları kastediyorum. Öyle olmayanlar bu sözlerimden alınmasınlar.
Fakat bu referandumda, yine kimileri gibi ikinci bir hesap yapmadan, Metin abinin sergilediği duruş ortadadır. Bu değişimin şu şekliyle hayırlı bir değişim olmayacağını düşünüyor. Olsun, düşünebilir, fikir özgürlüğü en temel hakkımızdır, o da bu özgürlüğünü kullanmaya herbirimiz kadar hak sahibidir. Dar zamanlarında bu kadar iyilik gördüğü bir isme hiçbir AK Partili veya Erdoğancı gücenik durmamalı. Vefa bunu gerektirir. Ancak yine de, her kanaat önderi gibi, Metin abinin de etkileyebildiği kanaatler olduğu için, onun kanaatlerini dayandırdığı şeyler ve kullandığı argümanlar da insafla kritik edilmelidir.
Ben de bu yazıda kısıtlı bir çerçevede şunu yapmaya çalışacağım. Metin abi, geçtiğimiz günlerde, twitter hesabından dedi ki: "İyi bir yazar iyi çalışılmamış bir dosyayla geldiğinde editöre yakışan, o dosyayı geri çevirmektir. Yazara ve kitaba saygı bunu gerektirir. Ve bazan sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz duymak istediklerini değil, duymaları gerekeni duyarlar bizden. Sevgimiz bunu gerektirir zira... Ve ne acıdır ki, kafasını kullanarak öğrenmeyi reddetmenin sonucu, kafasını vura vura öğrenmektir." Ben, biraz zan ettim, bu cümleyi zâhirinde ifade ettiği 'yayın piyasası prensipleri'nden aşkın olarak referandumla ilişkilendirdim. Sonra baktım: Twitter'da bu cümleyi beğenip paylaşanlar da benim gibi anlamışlar. Metin abi de onların fehmini tashih etmemiş. O böyle etmeyince ben de zannımın suizan olmadığına kanaat getirdim. Ayrıca kendimde de şu meseleye dair bir konuşma hakkı gördüm. Şöyle ki:
Ben, Metin abiyle, elhamdülillah, Nesil Yayınları'nda birkaç yıl beraber çalıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Metin abi yayın danışmanımızdı o zamanlar. Ben de sevkiyattan devşirme yeni yetme bir editörü veya mizanpajcısıydım yayınevinin. (Her ikisinde de iddialı değilim.) Metin abinin yukarıda zikrettiği prensip, hakikati olan bir prensip olarak, beni o günlerde yaşadıklarımıza/konuştuklarımıza götürdü. Ve hakikaten, biz, yeterli görmediğimiz çalışmaları 'tekrar çalışılsın' diye yazarlarına iade ederdik. Fakat her zaman mı böyle yapardık? Bu kanun hiç mi istisnaya uğramaz veya huruç etmiş fertler ile inkıta yaşamazdı? O yılları tahattur ederken şu prensibin çok da layetezelzel olmadığını anımsıyorum. Aksine sık sık inkıtaya uğrardı.
Sözgelimi: İyi bir yazarın iyi dosyalarına ulaşma yolculuğunda kötü dosyalarına katlanılırdı. Gelecek vaadeden genç bir yazarın ileride yapabileceği çalışmalar hürmetine bugünkü metinlerine katlanılırdı. Çok satan yazarların zaten neredeyse her metnine katlanılırdı. Fakat Metin abinin elinde olsa fırsat vermeyeceği şu sonuncusundan yüz çevirerek yukarıdaki iki şıkka baktığımızda dahi birçok nümunesi hatırıma geliyor. Bu sırrı bizzat Metin abinin de beyan ettiğini hatırlıyorum toplantılarda. Biz, bazı çalışmalara, gelecekte önümüze gelecek daha güzel bazıları için 'olur' verirdik. Bu maliyetin gelecek adına bir yatırım olduğunu düşünürdük. Yazarın gayreti kesilmesin. Yazmaya küsmesin. Veya sadece 'Yayınevine ayağı alışsın' diye bastığımız dosyalar vardı. Yani 'Çalış gel!' dersek geri gelmeyecek yazarlar için yayınevi olarak risk alırdık.
Metin abinin, yeni anayasa konusunun müzakere edildiği eski bir Alternatif Bakış'ta "tek bir yeni anayasa değil 'yeni anayasalar' şeklinde düşünülüp ilk değişim için çok mükemmeliyetçi olunmaması gerektiğini" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar, muhalefet ve iktidar arasındaki anlaşmazlıklarla düğümlenen yeni anayasa meselesinde, bu tutumun bir çıkış olacağını düşünmüş ve hak vermiştim. Evet, bence de, önemli olan şu kapıyı bir kere açmaktı. Türkiye darbe anayasalarının 'değişebilir' birşey olduğunu bizzat değiştirerek anladıktan sonra yeni değişimler kolaydı ve kaçınılmazdı. Çünkü mezkûr sistemler beşerî sistemlerdi. Beşer gibi zamanla değişir, gelişir, değiştirilir ve geliştirilirlerdi.
Nitekim 2010 referandumunda "Yetmez ama evet!" cümlesini savunurken hepimizin söylediği buydu. Metin abinin de söylediği buydu. Orada yapılan değişikliğin değişimlerin en mükemmeli ve sorunların tek çözücüsü olmadığını biliyorduk. Ama bir ümit besliyorduk. O değişimin 'değişmesi teklif dahi edilemez' tabulara dokunabilmemize bir kapı açacağını düşünüyorduk. Nitekim, o günlerden bugünlere, epey bir mesafe alındı da. İnşaallah şu alınanlar ileride alınacakların sadece başlangıcıdır.
Elbette Metin abi bizimle aynı şekilde düşünmek zorunda değil. Biz de onun gibi düşünmek zorunda değiliz. Fakat genç bir nur talebesi olarak sormak istiyorum: O günlerden bugünlere "Yetmez ama evet!" ümidinden "Yetmez ve hayır!" karamsarlığına nasıl gelindi? Daha dokuz ay önce darbe teşebbüsü atlatmış bir ülkeyiz. Şu büyük emeklerle geldiğimiz mübarek eşiğin bir daha önümüze geleceğinin garantisi var mı? İleride bugünlere bakarak dizlerimizi dövmeyeceğimizi kim garanti edebilir? "Çalış gel!" dersek bir daha bu dosyanın önümüze getirilip getirilmeyeceğini kim gaybdan haber verebilir? Önce 'Evet' desek de 'yetmez'ini anlatmaya devam etsek daha güzel olmaz mı? Bunlar benim aklıma gelenler ve kalbimden geçenler. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Allah, yalnız ülkemiz için değil, âlem-i İslam için en hayırlısını nasip etsin. Âmin.
25 Mart 2017 Cumartesi
"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz (3):
"Usûl-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı muayyen bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar." İşaratü'l-İ'caz'dan.
Metin Karabaşoğlu abinin şahsını tenzih ederim, o böyle şeyler yapmaktan beridir, fakat kraldan çok kralcılar heryerde! "Çocuk dövmemek sünnettir" yazısına itiraz sadedinde kaleme aldığım metinlere enteresan tepkiler aldım. Hatta, kulakları çınlasın, 'Ebubekir Sifil zehirlenmesi yaşadığımı' söyleyen dahi oldu. Öncelikle şunu açıklıkla ifade edeyim: Ben böylesi zehirlenmelerden teberri etmem. Zübeyir ağabeyin Risale-i Nur'a 'zehir' denmesi karşısında mahkemede kullandığı merdane ifadeyi, maaliftihar, Ebubekir Sifil Hoca ve metinleri hakkında kullanabilirim:
"Savcı iddianamesinde diyor ki: 'Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.' Biz de buna mukàbil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."
Benim bu itirazımın amacı, kendisinden ve kitaplarından çok şeyler öğrendiğim Metin Karabaşoğlu abiyi karalamak değildir. Hatta onun böylesi insaflı itirazlardan 'kralcılar' kadar rahatsız olmadığına eminim. Ancak yine de, madem bulanık suda balık avlamak isteyenler var, niyetimi tasrih etsem yanlış olmaz, inşaallah. Benim o iki yazıyı telif etmekteki amacım şu idi: Yaptığım araştırmalardan gördüğüm kadarıyla, Metin abinin 'yanlış anlaşıldığını' iddia ettiği hadis, sadece bugün değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından çıktığı andan beri hep böyle anlaşılmıştır. Metin abiye (veya dayanağı olan Mehmet Emin Ay'a) kadar bu hadisin farklı anlaşılabileceği üzerine bir tartışma yoktur. Hatta mezkûr hadis (veya aynı haberi veren diğer bazı hadisler) üzerine hüküm bina edilecek kadar da önemli bulunmuştur.
Bir hadis âlimi olan merhum İbrahim Canan Hoca'nın, Çocuk Eğitimi isimli eserinde, İbn-i Hacer'den, Beyhakî'den, hatta İbn-i Abbas'tan (Allah hepsinden razı olsun) konuyla ilgili yaptığı alıntıları vardır ve bu alıntıların hiçbirisi meseleye dair bir 'acaba' içermez. Alıntılar eşliğinde tartışılan ise 'tekidin varlığı' değil bu 'tekidin sınırları'dır. İnternette konu hakkında küçük bir araştırma yapan herkes, meseleye dair, benim bulduğumdan çok daha fazlasını bulacaktır. Bunların bize sordurduğu soru şudur: Ulemanın ittifak ettiği bir meselede Metin abiye 'yanlış anlaşılmıştır' dedirtebilecek güçlü delil nedir? Bu delil nedir ki, geçmiş ulema onu ıskalamış, ancak Metin abi yakalamıştır?
Metin abinin yazısında zikrettiği diğer hadisin, yani "Çocuklarınızı dövmeyiniz!" hadisinin, senedine dair bir tahlil bilgisine sahip değiliz. (Yazı bize böyle bir bilgi vermiyor.) Ancak bir tahlile sahip olmadan da şu hadislerin muarız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira hadis usûlünde, muarız gibi görünen böylesi hadisleri beraber anlamanın bir yolu varsa, önce o denenir. Biz de diyebiliriz ki: Çocukları vara yoğa dövmekten Efendimiz aleyhissalatuvesselam ümmetini menetmiştir, fakat namaza alıştırmak bunun istisnasıdır. Tıpkı öğlenin, ikindinin veya yatsının farzlarını dört rekat kılmak farzken sefer halinin bunun istisnası olması gibi. Veya normalde kan dökmek haram iken cihadda bunun görev olması gibi. Örneği çoktur.
Özetle endişem şudur: Metin abinin bu meselede seleften bir dayanağı yoksa, bu yeni yorum, Bediüzzaman'ın da ahirzamanda işletilmesinden endişe duyduğu içtihad kapısından girmek gibidir. Çünkü mesele fıkhîdir. Bugünlerde böyle şeyleri gündem olarak önümüzde çok sık buluyoruz. Kimisi recmi, kimisi tesettürü, kimisi namazın beş vakit olduğunu, kimisi Hz. Âdem aleyhisselamın babasız yaratıldığını, kimisi Hz. İsa aleyhisselamın nüzulünü inkâr ediyor.
Bunu yaparken kullandıkları argümanlar da yine en çok etimolojiye dayanıyor. Kelimelerin sözlükte yeralan ardıl bir anlamını bulup onunla cerbeze yapıyorlar. (Herkes bunun bir nümunesine kendi okumalarında rastlamıştır.) Halbuki etimolojinin muayyen bir miktarı yoktur. Had altına alınamadığından suistimale uğrar. Yalnız başına hükümlere illet ve medar olmaması gerekir.
Eğer biz de, böylesi bir konuda, selef-i salihinden bize gelen fıkhın tertemiz ve sınanmış mirası yerine etimolojinin imkanlarına güvenirsek, modernistlerden/ehl-i bid'adan ne farkımız kalır? Ben eminim, Metin abi bunu yapmaya çalışmıyor, fakat zahirde öyle görünüyor. Öyle görünmemesi için, bizim, bu hükmü eskilerin fehmini suçlamadan isbat edecek delillere ihtiyacımız var. Yoksa şu kapı tehlikeli yerlere açılır. Allah bizi istikametten ayırmasın.
16 Ocak 2017 Pazartesi
"Çocuk dövmemek sünnetir" üzerine bir küçük itiraz (2): Fıtrat 'akışına bırakmak' değildir
Meseleyi uzatmak istemiyordum ama sosyalmedyada yaptığım bazı yazışmalar mecbur etti. Şuradan başlayalım: Hz. Aişe (r.anha) annemizden rivayet edilen bir hadis-i şerif var. Müslim'de geçen bu hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."
Şimdi, size, bu hadis-i şerifin ilk kısmını okuduktan sonra girdiğim beklentiyle, okuduktan sonra yaşadığım şaşkınlığı anlatayım: "On şey fıtrattandır!" ifadesini görünce aklıma ilk gelen, belki de fıtratı hep öyle şeyler üzerinden konuşmaya alıştığımızdan, duygulardı. Yani mesela bu hadis "On şey fıtrattandır!" deyip şöyle devam etse şaşırmayacaktım: 1) Şefkat etmek. 2) Sevmek. 3) Özlemek. 4) Etkilenmek vs... Böyle, daha kalbî boyutta (karşıkonulmaz) on şey söylense, benim bu hadis karşısındaki beklentim tatmin olmuş olacaktı. Ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselam öyle söylemiyordu. Temizlik adâbına dair şeyler öğretiyordu hadisle. Şaşırdım.
Kafamda bir süre bu hadis-i şerif döndü durdu. Sanki üzerinde bir perde vardı ve kaldıramıyordum veyahut bakmam gereken yeri kaçırıyordum da o yüzden harikalığını göremiyordum bu sözün. Sonra, biraz da Metin Karabaşoğlu ağabeyin "Çocuk Dövmemek Sünnettir" başlıklı yazısına dair yoğunlaşmam nedeniyle belki, perde aralandı. Farkettiğim ise şu: Bu hadis bize fıtrata dair çok önemli birşeyi öğretiyor. Fıtrat 'akışına bırakmaktan' ibaret değildir. Allah insanın fıtratını sadece 'akışına bırakarak' korumaz. Sakal akışına bırakılır ama tırnak akışına bırakılmaz.
Evet, Allah, insanı fıtrat üzerine yaratmıştır. Ve evet, bu fıtrat İslam üzeredir. Ancak Allah bizi fıtratımızla başbaşa da bırakmamıştır. Bediüzzaman'ın kuvveler üzerinden verdiği derslerden de anladığımız üzere, şeriat, fıtraten had konulmamış kuvvelerimizi 'kalmaları gereken alanlarda' veya tabir-i diğerle 'istikamette' tutmak için emredilmiştir. Aşure gibi karışık ama aynı derecede tatlı bir-iki alıntı yapalım:
'Vasat' kelimesi bizde bazen 'takribî/ortalama' anlamlarında da kullanılıyor; fakat onunla aslında kastedilen, mürşidimin de yukarıda ifade ettiği gibi, 'adalet'tir. Kuvveler ifrata ve tefrite düşmeden nasıl adaletle kullanılır? Nasıl zalim olunmaz? İşte, şeriat dairesinde istikametle amel ederek. Yani dinimiz bize hiçbirşeyde aşırılığı emretmez. Hatta evvelemirde iyi bilinen şeylerde dahi ifrat etmemeyi, kötü olduğunu tasavvur ettiğimiz şeylerde bile tefrite düşmemeyi salık verir. Bediüzzaman'ın 'şefkat' üzerinden buna dair yaptığı okumalar konuyu zihne yaklaştırmak anlamında kıymetlidir:
Burada, Bediüzzaman, 'yolunun esaslarından' birisi kabul ettiği ve 'aşktan üstün olduğunu' tekrar be tekrar ifade ettiği 'şefkat' için bile ifratın/tefritin ne denli zarar verici olduğunu anlatır bizlere. Başka bir yerde ise şefkatin istikameti 'cihad' üzerinden değil 'anne şefkati' üzerinden ders verilir:
Demek istediğim en nihayet şudur: Elhamdülillah, hiçbirimiz çocuk dövmekten zevk alan tipler değiliz. Hâşâ, çocuk dövmeyi bir meziyet olarak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan da duymuş değiliz. Kendi adıma konuşayım: Ebeveynleri bir çocuğa kızmamı istediklerinde dahi bunu başaramıyorum. Müslümanları da (istisnalar kaideyi bozmaz) bu ahlak üzerine gördüm hayatım boyunca. Ve bugün, Kur'an kursu hadisesi üzerinden tersi bir okuma yapılsa da, biz biliyoruz ki: Dayak hadiseleri Kur'an kurslarından ziyade seküler okullarda mevcuttur. İlkokuldan lise yıllarına, öğretmenlerimiz, hepimizi şöyle bir ellerine dolamışlardır. (Ben bu konuda da epey tecrübeliyim.) Fakat bütün bunların böyle olduğunu düşünüyor olmamız, yine de, bir hadis-i şerifin 1400 yıldır amel edilen manasını inkâr etmemize karine olamaz.
Çünkü şeriat bize ifratı ve tefriti aşılamak üzere değil istikameti aşılamak üzere gelmiştir. Ve istikameti belirleyen de ifrata ve tefrite çekilen çizgilerdir. Zina edenin (bekarsa) sopalanması veya (evliyse) recmedilmesi, hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, iftira atana had cezası uygulanması, mürtedin katledilmesi, kafirle cihad edilmesi... ve daha bunlar gibi saymakla bitiremediğimiz birçok hüküm bizim şefkatimize belli noktalarda ve belli kişilere dönük olarak sınırlar çizmektedir. Bunu 'şefkatte ifrata düşmememiz' için yapmaktadır.
Yukarıda alıntıladığım "On şey fıtrattandır" hadisi dahi 'vücudu akışına bırakmayı' değil, kimi zaman müdahalelerle toplamayı, yön vermeyi, şekillendirmeyi ve asıl bu müdahalelerin fıtrattan olduğunu söylemekte değil midir? Cihad ederken kafiri öldürmenin, bayramı geldiğinde kurban ve hırsızlık yaptığında 'Fatıma (r.anha) dahi olsa' elini kesmenin, uzadığında tırnakları kısaltmanın 'gerekli olduğunu' ders veren Allah; namaz alışkanlığı kazanmakta direnen çocuğa karşı da, namazın ehemmiyetini kavraması için, ona pek şefkatli olan ebeveyni tarafından 'hafifçe vurulmasını' emretmiş olamaz mı? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da aldığı bu emri tebliğ edemez mi?
Bu meseleyi sakın ha küçümsemeyin derim. Çünkü fıtrat zamanla bozulabilir yanlara da sahiptir. Eğer o yaşlarda orucu ve namazı alışkanlık haline getiremediyseniz sonraki yaşlarda başlamak çok zor oluyor. Alışkanlık da insanda ikinci bir fıtrat gibi. Terkleri güç. Alkolu sık kullanan alkolik olup bırakmakta zorlanıyor da namazsızlığa alışan bir bağımlılık sahibi olmuyor mu? Onu bu bağımlılığından (daha yolun başındayken) kurtarmaya çalışmak şefkatten sayılmıyor mu?
Hayatları boyunca oruç denir bilmemiş insanlara oruç tutmanın çok zor geldiğini ve özellikle yaz günlerinde nasıl dayandığımızı anlamakta zorlandıklarını iyi biliyorum. Fakat tam tersi olarak, oruç tutmanın alışkanlık haline geldiği birisinin de, Ramazan'da oruçsuz kaldığında nasıl eziyet çektiğini annemde görmüştüm. Şeker hastalığı şiddetlenince doktor oruç tutmasını yasaklamıştı da Ramazan gelince şöyle demişti: "Ramazan'da oruç tutmamak şeker hastası olup tutmaktan daha zor."
Şimdi, size, bu hadis-i şerifin ilk kısmını okuduktan sonra girdiğim beklentiyle, okuduktan sonra yaşadığım şaşkınlığı anlatayım: "On şey fıtrattandır!" ifadesini görünce aklıma ilk gelen, belki de fıtratı hep öyle şeyler üzerinden konuşmaya alıştığımızdan, duygulardı. Yani mesela bu hadis "On şey fıtrattandır!" deyip şöyle devam etse şaşırmayacaktım: 1) Şefkat etmek. 2) Sevmek. 3) Özlemek. 4) Etkilenmek vs... Böyle, daha kalbî boyutta (karşıkonulmaz) on şey söylense, benim bu hadis karşısındaki beklentim tatmin olmuş olacaktı. Ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselam öyle söylemiyordu. Temizlik adâbına dair şeyler öğretiyordu hadisle. Şaşırdım.
Kafamda bir süre bu hadis-i şerif döndü durdu. Sanki üzerinde bir perde vardı ve kaldıramıyordum veyahut bakmam gereken yeri kaçırıyordum da o yüzden harikalığını göremiyordum bu sözün. Sonra, biraz da Metin Karabaşoğlu ağabeyin "Çocuk Dövmemek Sünnettir" başlıklı yazısına dair yoğunlaşmam nedeniyle belki, perde aralandı. Farkettiğim ise şu: Bu hadis bize fıtrata dair çok önemli birşeyi öğretiyor. Fıtrat 'akışına bırakmaktan' ibaret değildir. Allah insanın fıtratını sadece 'akışına bırakarak' korumaz. Sakal akışına bırakılır ama tırnak akışına bırakılmaz.
Evet, Allah, insanı fıtrat üzerine yaratmıştır. Ve evet, bu fıtrat İslam üzeredir. Ancak Allah bizi fıtratımızla başbaşa da bırakmamıştır. Bediüzzaman'ın kuvveler üzerinden verdiği derslerden de anladığımız üzere, şeriat, fıtraten had konulmamış kuvvelerimizi 'kalmaları gereken alanlarda' veya tabir-i diğerle 'istikamette' tutmak için emredilmiştir. Aşure gibi karışık ama aynı derecede tatlı bir-iki alıntı yapalım:
"Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."
'Vasat' kelimesi bizde bazen 'takribî/ortalama' anlamlarında da kullanılıyor; fakat onunla aslında kastedilen, mürşidimin de yukarıda ifade ettiği gibi, 'adalet'tir. Kuvveler ifrata ve tefrite düşmeden nasıl adaletle kullanılır? Nasıl zalim olunmaz? İşte, şeriat dairesinde istikametle amel ederek. Yani dinimiz bize hiçbirşeyde aşırılığı emretmez. Hatta evvelemirde iyi bilinen şeylerde dahi ifrat etmemeyi, kötü olduğunu tasavvur ettiğimiz şeylerde bile tefrite düşmemeyi salık verir. Bediüzzaman'ın 'şefkat' üzerinden buna dair yaptığı okumalar konuyu zihne yaklaştırmak anlamında kıymetlidir:
"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'ân'ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir."
Burada, Bediüzzaman, 'yolunun esaslarından' birisi kabul ettiği ve 'aşktan üstün olduğunu' tekrar be tekrar ifade ettiği 'şefkat' için bile ifratın/tefritin ne denli zarar verici olduğunu anlatır bizlere. Başka bir yerde ise şefkatin istikameti 'cihad' üzerinden değil 'anne şefkati' üzerinden ders verilir:
"Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. 'Oğlum paşa olsun!' diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor."
Demek istediğim en nihayet şudur: Elhamdülillah, hiçbirimiz çocuk dövmekten zevk alan tipler değiliz. Hâşâ, çocuk dövmeyi bir meziyet olarak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan da duymuş değiliz. Kendi adıma konuşayım: Ebeveynleri bir çocuğa kızmamı istediklerinde dahi bunu başaramıyorum. Müslümanları da (istisnalar kaideyi bozmaz) bu ahlak üzerine gördüm hayatım boyunca. Ve bugün, Kur'an kursu hadisesi üzerinden tersi bir okuma yapılsa da, biz biliyoruz ki: Dayak hadiseleri Kur'an kurslarından ziyade seküler okullarda mevcuttur. İlkokuldan lise yıllarına, öğretmenlerimiz, hepimizi şöyle bir ellerine dolamışlardır. (Ben bu konuda da epey tecrübeliyim.) Fakat bütün bunların böyle olduğunu düşünüyor olmamız, yine de, bir hadis-i şerifin 1400 yıldır amel edilen manasını inkâr etmemize karine olamaz.
Çünkü şeriat bize ifratı ve tefriti aşılamak üzere değil istikameti aşılamak üzere gelmiştir. Ve istikameti belirleyen de ifrata ve tefrite çekilen çizgilerdir. Zina edenin (bekarsa) sopalanması veya (evliyse) recmedilmesi, hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, iftira atana had cezası uygulanması, mürtedin katledilmesi, kafirle cihad edilmesi... ve daha bunlar gibi saymakla bitiremediğimiz birçok hüküm bizim şefkatimize belli noktalarda ve belli kişilere dönük olarak sınırlar çizmektedir. Bunu 'şefkatte ifrata düşmememiz' için yapmaktadır.
Yukarıda alıntıladığım "On şey fıtrattandır" hadisi dahi 'vücudu akışına bırakmayı' değil, kimi zaman müdahalelerle toplamayı, yön vermeyi, şekillendirmeyi ve asıl bu müdahalelerin fıtrattan olduğunu söylemekte değil midir? Cihad ederken kafiri öldürmenin, bayramı geldiğinde kurban ve hırsızlık yaptığında 'Fatıma (r.anha) dahi olsa' elini kesmenin, uzadığında tırnakları kısaltmanın 'gerekli olduğunu' ders veren Allah; namaz alışkanlığı kazanmakta direnen çocuğa karşı da, namazın ehemmiyetini kavraması için, ona pek şefkatli olan ebeveyni tarafından 'hafifçe vurulmasını' emretmiş olamaz mı? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da aldığı bu emri tebliğ edemez mi?
Bu meseleyi sakın ha küçümsemeyin derim. Çünkü fıtrat zamanla bozulabilir yanlara da sahiptir. Eğer o yaşlarda orucu ve namazı alışkanlık haline getiremediyseniz sonraki yaşlarda başlamak çok zor oluyor. Alışkanlık da insanda ikinci bir fıtrat gibi. Terkleri güç. Alkolu sık kullanan alkolik olup bırakmakta zorlanıyor da namazsızlığa alışan bir bağımlılık sahibi olmuyor mu? Onu bu bağımlılığından (daha yolun başındayken) kurtarmaya çalışmak şefkatten sayılmıyor mu?
Hayatları boyunca oruç denir bilmemiş insanlara oruç tutmanın çok zor geldiğini ve özellikle yaz günlerinde nasıl dayandığımızı anlamakta zorlandıklarını iyi biliyorum. Fakat tam tersi olarak, oruç tutmanın alışkanlık haline geldiği birisinin de, Ramazan'da oruçsuz kaldığında nasıl eziyet çektiğini annemde görmüştüm. Şeker hastalığı şiddetlenince doktor oruç tutmasını yasaklamıştı da Ramazan gelince şöyle demişti: "Ramazan'da oruç tutmamak şeker hastası olup tutmaktan daha zor."
15 Ocak 2017 Pazar
"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz
“Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzadeleri bir hırsızlık, haksızlık, yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir suç işler, birşey çalarlarsa onları cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı, suçu, Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini de keserdim.” (Müslim, Hudud 2)
Bu meselede şunu reddetmem: Son yıllarda modernistlerin Amerika'yı yeniden keşfeder gibi İslam'ı yeniden keşfetmeleri 'yeni buluşlara' karşı bizi daha hassas bir hale getirdi. Bugüne kadar hakkında 'acaba' demediğimiz namaz gibi, hac gibi, oruç gibi, tesettür gibi, takva gibi birçok kavram modernistlerin dilinde 'O aslında öyle değil şöyledir'le anılmaya başlayınca din ayaklarımızın altından çekilir gibi oldu. Biz de "İslam geçtiğimiz pazartesi gelmedi ki kardeşim. 1400 yıldır var!" diyerek zemine daha güçlü tutunmaya başladık. Bu da şu refleksi beraberinde getirdi:
Dine dair 'daha önce bildiğimiz şeyleri değiştirecek' veya tabir-i diğerle 'ezberbozan' ne duysak "Acaba selef-i salihîn bu konuda ne demiş?" diye bakmaya kendimizi mecbur biliyoruz. Eğer yeni duyduğumuz şeye oradan bir dayanak çıkıyorsa habersizliğimizi (çok şükür) cahilliğimize verip rahatlıyoruz. Yoksa tereddütte kalıyor ve soğuk bakıyoruz. Hem bu konuda mürşidimiz de bize benzer bir kaygıyı salık veriyor ki, onu da şurada buluyorum ben:
İşte duyduğumuz yeni şeyler 'tetimmat kabilinden' ise rahatlıyoruz. Değilse, 'Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek' anlamına geleceğinden korkup bazı karşı çıkıyor bazı tevakkuf ediyoruz. Benim Metin Karabaşoğlu ağabeye (Allah afiyetle uzun ömürler versin) twitter'da yaptığım itiraz da biraz bu arkaplana yaslanıyordu.
İtirazlarıma şahit olmayanlar için bir kısa özet geçeyim: Metin ağabeyin "Çocukları Dövmemek Sünnetir" başlıklı güzel bir yazısı var. Yazının ilk kısmı, hiçbirisine itiraz edemeyeceğimiz ve hakikaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şan-ı şefkatine pek yakışan misallerle, onun çocuk sevgisini anlatıyor. Fakat devamı, mezkûr şan-ı şefkatten hareketle “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.” (Ebu Davud, Salat 26; Tirmizi, Salat 2) hadisinin 'yanlış anlaşıldığı' iddiasında bulunuyor. Ve diyor ki:
Yazının devamında ise 'ihtisas kesbetmiş bir isim' olarak anılan ancak kim olduğu söylenmeyen birisinden nakille (Ben bu kişinin Mehmet Emin Ay Hoca olduğunu tahmin ediyorum ve alanını da 'hadis' değil 'din eğitimi' diye biliyorum), Arapça dil kaidelerine göre, hadiste 'vurmak' diye anlaşılan kelimenin 'ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' diye anlaşılması gerektiği söyleniyor.
İşte, Ahmed'in itirazları da tam bu noktada başlıyor. Çünkü Ahmed de küçüklüğünden beri karıştırdığı ilmihal kitaplarında bunu böyle öğrenmiş. Hatta twitter'daki itirazının ardından kontrol için merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca'nın ilmihalini açıp bakıyor ve şu satırlara rastlıyor:
Bediüzzaman'ın çağdaşı olan böyle isimlerden daha eski âlimlerin kitaplarında mesele nasıl geçiyor, bunu tam olarak bilmiyorum. Ancak benzerleri günümüzde yetişmeyen bu insanların nasları yorumlarken 'sosyo-kültürel ortam' veya 'algıda seçicilik' eseri olarak hata yapabileceklerini kabullenemiyorum. Hatta, bilakis, 'sosyo-kültürel ortam' ve 'algıda seçicilikten' (buna bir de modernizmin dogmalarını ekleyelim) etkilenmeye daha müsait olanların biz olduğumuz kanaatine sahibim. Nitekim, bundan birkaç ay önce, Caner Taslaman'ın, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde yer verdiği 'çocuğa beddua' olayını diline dolaması nedeniyle ona yazdığım cevapta bu arızaya dikkat çekmeye çalışmıştım. Hatta demiştim ki:
Eğer "Allah Resulü aleyhissalatuvesselam böyle şey yapmaz!" türünden 'göreli' bir itiraz ile bu meseleye bakılırsa, Kur'an'da, Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssasında geçen 'Hz. Hızır'ın bir çocuğu öldürmesi' hâdisesi de itiraz edilebilir bir hale gelir. Bize böylesi meselelerde yakışan: Hz. Musa'ya (a.s.) (ve onun örnekliğinde de bize) yaşadıkları üzerinden öğütlenen sabrı ve hikmet arayışını yapabildiğimiz ölçüde gösterebilmektir.
Belki cehaletimin bu noktada tekrar altını çizmem gerek. Ben Arapça bilmiyorum. Ama Arapça bilmediğimi biliyorum. Bu yüzden de, başta Bediüzzaman'ın isabetle ifade ettiği gibi; onların dili, fehmi ve sosyolojisi üzerine inmiş bir kitap olan Kur'an'ı (ve tefsiri olan hadisleri) yorumlamada kendimi müstakilleştiremiyorum. Böyle meselelerde, ister istemez, aklıma şu soru geliyor: Metin ağabeyden (veya onun nakilde bulunduğu kişiden) önce bu hadise şu manayı veren olmuş mu?
Eğer olmuşsa, ne âlâ, demek böyle anlayabilmek de mümkündür. Elhamdülillah. Fakat yoksa? O zaman şöyle ikinci bir soruyla yüzleşmek kaçınılmaz oluyor: Bu yorum 'tetimmat kabilinden' birşey değildir. Bundan önce anlaşılanın yanlış olduğu iddiasındadır. O vakit, aman, bu yol bizi şuraya çıkarmasın: "O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."
Hem aynı fiilin farklı bir kullanımı Kur'an'da da kadınlar hakkında var: "Geçimsizliğinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın, sonra da hafifçe dövebilirsiniz." (Nisa sûresi, 34) Bu ayete 'dövmek' kelimesi üzerinden (ki hadisteki kelimeyle aynı kökten gelen bir kelimedir) 'sonra da onlara ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' manası veren (bildiğim kadarıyla) bir tane müfessir yok.
Hatta fıkıh kitaplarında bu 'dövmenin sınırlarına' dair açılmış bâblar var. Nasıl birşeyle, nerelerine ve ne şiddetle vurulabileceğine dair izahlar yapılmış. Şimdi, yarın birisi de, tıpkı bu hadiste yaptığımız gibi Cenab-ı Hakkın veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kadınlara gösterdiği şefkate dair misalleri topladıktan sonra dese: "Bu ayete şimdiye kadar verilen mana sosyo-kültürel etkinin veya algıda seçiciliğin ürünüdür." Bilmiyorum bu iddiaya ne cevap veririz?
Hülasa: Eğer bu hadise verilen mezkûr mananın selef-i salihînden bir dayanağı varsa bana düşen çenemi kapamak olur. "Elhamdülillah!" der ve yeni birşey öğrendiğim için Allah'a şükrederim. Fakat modern zamanlara kadar bu hadise şu manayı veren yoksa endişeyle sorarım: Sakın ha biz, modernizmin bize dayattığı ön kabuller nedeniyle, nasları büküyor hale gelmeyelim? Sakın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dilinden kendi doğrumuzu (modern zaman doğrusunu) diyor olmayalım?
Ben de endişemi ağabeyim bildiğim Metin Karabaşoğlu'na 'hakikati rendeçlemek' adına yazıyorum. İnşaallah, o beni delillerle cerh eder, ben de o delilleri paylaşmaktan iftihar ederim. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.
Bu meselede şunu reddetmem: Son yıllarda modernistlerin Amerika'yı yeniden keşfeder gibi İslam'ı yeniden keşfetmeleri 'yeni buluşlara' karşı bizi daha hassas bir hale getirdi. Bugüne kadar hakkında 'acaba' demediğimiz namaz gibi, hac gibi, oruç gibi, tesettür gibi, takva gibi birçok kavram modernistlerin dilinde 'O aslında öyle değil şöyledir'le anılmaya başlayınca din ayaklarımızın altından çekilir gibi oldu. Biz de "İslam geçtiğimiz pazartesi gelmedi ki kardeşim. 1400 yıldır var!" diyerek zemine daha güçlü tutunmaya başladık. Bu da şu refleksi beraberinde getirdi:
Dine dair 'daha önce bildiğimiz şeyleri değiştirecek' veya tabir-i diğerle 'ezberbozan' ne duysak "Acaba selef-i salihîn bu konuda ne demiş?" diye bakmaya kendimizi mecbur biliyoruz. Eğer yeni duyduğumuz şeye oradan bir dayanak çıkıyorsa habersizliğimizi (çok şükür) cahilliğimize verip rahatlıyoruz. Yoksa tereddütte kalıyor ve soğuk bakıyoruz. Hem bu konuda mürşidimiz de bize benzer bir kaygıyı salık veriyor ki, onu da şurada buluyorum ben:
"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."
İşte duyduğumuz yeni şeyler 'tetimmat kabilinden' ise rahatlıyoruz. Değilse, 'Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek' anlamına geleceğinden korkup bazı karşı çıkıyor bazı tevakkuf ediyoruz. Benim Metin Karabaşoğlu ağabeye (Allah afiyetle uzun ömürler versin) twitter'da yaptığım itiraz da biraz bu arkaplana yaslanıyordu.
İtirazlarıma şahit olmayanlar için bir kısa özet geçeyim: Metin ağabeyin "Çocukları Dövmemek Sünnetir" başlıklı güzel bir yazısı var. Yazının ilk kısmı, hiçbirisine itiraz edemeyeceğimiz ve hakikaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şan-ı şefkatine pek yakışan misallerle, onun çocuk sevgisini anlatıyor. Fakat devamı, mezkûr şan-ı şefkatten hareketle “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.” (Ebu Davud, Salat 26; Tirmizi, Salat 2) hadisinin 'yanlış anlaşıldığı' iddiasında bulunuyor. Ve diyor ki:
"Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir."
Yazının devamında ise 'ihtisas kesbetmiş bir isim' olarak anılan ancak kim olduğu söylenmeyen birisinden nakille (Ben bu kişinin Mehmet Emin Ay Hoca olduğunu tahmin ediyorum ve alanını da 'hadis' değil 'din eğitimi' diye biliyorum), Arapça dil kaidelerine göre, hadiste 'vurmak' diye anlaşılan kelimenin 'ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' diye anlaşılması gerektiği söyleniyor.
İşte, Ahmed'in itirazları da tam bu noktada başlıyor. Çünkü Ahmed de küçüklüğünden beri karıştırdığı ilmihal kitaplarında bunu böyle öğrenmiş. Hatta twitter'daki itirazının ardından kontrol için merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca'nın ilmihalini açıp bakıyor ve şu satırlara rastlıyor:
"Müslümanlar, henüz yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştırmakla görevlidirler. Bu çocuklara ana-babaları ve yetiştiricileri namaz kılmalarını öğretir ve yaptırırlar. On yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocuğa velisi, üç tokattan ziyade olmamak üzere, hafifçe el ile vurur."
Bediüzzaman'ın çağdaşı olan böyle isimlerden daha eski âlimlerin kitaplarında mesele nasıl geçiyor, bunu tam olarak bilmiyorum. Ancak benzerleri günümüzde yetişmeyen bu insanların nasları yorumlarken 'sosyo-kültürel ortam' veya 'algıda seçicilik' eseri olarak hata yapabileceklerini kabullenemiyorum. Hatta, bilakis, 'sosyo-kültürel ortam' ve 'algıda seçicilikten' (buna bir de modernizmin dogmalarını ekleyelim) etkilenmeye daha müsait olanların biz olduğumuz kanaatine sahibim. Nitekim, bundan birkaç ay önce, Caner Taslaman'ın, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde yer verdiği 'çocuğa beddua' olayını diline dolaması nedeniyle ona yazdığım cevapta bu arızaya dikkat çekmeye çalışmıştım. Hatta demiştim ki:
Eğer "Allah Resulü aleyhissalatuvesselam böyle şey yapmaz!" türünden 'göreli' bir itiraz ile bu meseleye bakılırsa, Kur'an'da, Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssasında geçen 'Hz. Hızır'ın bir çocuğu öldürmesi' hâdisesi de itiraz edilebilir bir hale gelir. Bize böylesi meselelerde yakışan: Hz. Musa'ya (a.s.) (ve onun örnekliğinde de bize) yaşadıkları üzerinden öğütlenen sabrı ve hikmet arayışını yapabildiğimiz ölçüde gösterebilmektir.
Belki cehaletimin bu noktada tekrar altını çizmem gerek. Ben Arapça bilmiyorum. Ama Arapça bilmediğimi biliyorum. Bu yüzden de, başta Bediüzzaman'ın isabetle ifade ettiği gibi; onların dili, fehmi ve sosyolojisi üzerine inmiş bir kitap olan Kur'an'ı (ve tefsiri olan hadisleri) yorumlamada kendimi müstakilleştiremiyorum. Böyle meselelerde, ister istemez, aklıma şu soru geliyor: Metin ağabeyden (veya onun nakilde bulunduğu kişiden) önce bu hadise şu manayı veren olmuş mu?
Eğer olmuşsa, ne âlâ, demek böyle anlayabilmek de mümkündür. Elhamdülillah. Fakat yoksa? O zaman şöyle ikinci bir soruyla yüzleşmek kaçınılmaz oluyor: Bu yorum 'tetimmat kabilinden' birşey değildir. Bundan önce anlaşılanın yanlış olduğu iddiasındadır. O vakit, aman, bu yol bizi şuraya çıkarmasın: "O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."
Hem aynı fiilin farklı bir kullanımı Kur'an'da da kadınlar hakkında var: "Geçimsizliğinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın, sonra da hafifçe dövebilirsiniz." (Nisa sûresi, 34) Bu ayete 'dövmek' kelimesi üzerinden (ki hadisteki kelimeyle aynı kökten gelen bir kelimedir) 'sonra da onlara ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' manası veren (bildiğim kadarıyla) bir tane müfessir yok.
Hatta fıkıh kitaplarında bu 'dövmenin sınırlarına' dair açılmış bâblar var. Nasıl birşeyle, nerelerine ve ne şiddetle vurulabileceğine dair izahlar yapılmış. Şimdi, yarın birisi de, tıpkı bu hadiste yaptığımız gibi Cenab-ı Hakkın veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kadınlara gösterdiği şefkate dair misalleri topladıktan sonra dese: "Bu ayete şimdiye kadar verilen mana sosyo-kültürel etkinin veya algıda seçiciliğin ürünüdür." Bilmiyorum bu iddiaya ne cevap veririz?
Hülasa: Eğer bu hadise verilen mezkûr mananın selef-i salihînden bir dayanağı varsa bana düşen çenemi kapamak olur. "Elhamdülillah!" der ve yeni birşey öğrendiğim için Allah'a şükrederim. Fakat modern zamanlara kadar bu hadise şu manayı veren yoksa endişeyle sorarım: Sakın ha biz, modernizmin bize dayattığı ön kabuller nedeniyle, nasları büküyor hale gelmeyelim? Sakın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dilinden kendi doğrumuzu (modern zaman doğrusunu) diyor olmayalım?
Ben de endişemi ağabeyim bildiğim Metin Karabaşoğlu'na 'hakikati rendeçlemek' adına yazıyorum. İnşaallah, o beni delillerle cerh eder, ben de o delilleri paylaşmaktan iftihar ederim. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.
23 Ekim 2015 Cuma
Şahin Doğan nereye koşuyor?
Ebubekir Sifil Hoca, Yaşar Nuri Öztürk'ün recm hakkındaki iddialarına cevap sadedinde yazdığı bir makalede diyor ki: "Şahitlerden mesela birisinin infazdan önce ifadesini değiştirmesi ve zina fiilini yukarıda zikrettiğimiz tarzda görmediğini söylemesi halinde, diğer şahitlere hadd-i kazf uygulanır." Yine başka bir yazısında da, Hz. Ömer döneminde yaşanan bir hadisede, bizzat Hz. Ömer'in, şahitlerden birisinin şahitlikten vazgeçmesi üzerinde diğer üç şahide bu cezayı uyguladığını naklediyor. Ve diyor ki: "Görüldüğü gibi recm cezası, isbat edilmesi oldukça zor şartlara bağlanmış bir hadd'dir ve bu haliyle adeta caydırma maksadıyla konmuş bir ceza görümü arzetmektedir. Tıpkı diğer hadd cezalarında olduğu gibi, recm cezasının sübutu için öngörülen şartların tahakkuku çok zor olduğundan, tarih boyunca ender uygulandığını görüyoruz."
Bediüzzaman Hazretleri de, Barla Lahikası'nda, ilgili ayeti (Nur sûresi, 16) tefsir sadedinde diyor ki: "Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şehadettir; ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."
Şakk-ı şefenin manasını bilmeyenler için nakledeyim: 'Ağzını açıp konuşma' demek. Bu bahsin devamında da diyor ki mürşidim: "(...) öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimâiyelerini böyle işâalarla ifsad ediyorlar, ifade ediyor. Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, obiçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."
Zina bahsi üzerinden yaptığımız bu okuma, İslam'ın, insanların ahlaklarına dair kötü izlenim bırakacak meselelerde nasıl müdakkik olduğunu (ve bizim de olmamız gerektiğini) gösteriyor. Bırakın zina gibi ağır bir günaha dair meseleyi, birbirimizi eleştirirken/uyarırken bile iyiye tevil etmek, kötüye tevil etmekten daha olumlanan birşey. "Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola." Böylesi durumlarda elbette şeriatın savunması yapılmalıdır. Ki ehl-i sünnet geleneği de bu tarz durumlarda yazılan metinlerden oluşan 'reddiye' geleneğiyle meselenin hakkını vermiştir.
Hucurat sûresi bile bizi zannın çoğundan sakındırmakta değil midir? O halde mümine yakışan zannından ziyade delille hareket etmek ve sözünü de aynı şekilde delille beyan etmektir. Eğer bir zannı varsa ve fakat buna dair elinde delili yoksa, ehl-i insafa düşen 'Ya ne olursa olsun yine de yazayım. Tutmazsa, özür dilerim!' demek olmamalıdır. Hele ki kalemle hukuku bulunanlarda bunun hassasiyetini daha fazla aramak hakkımızdır.
Şahin Doğan'ın geçtiğimiz günlerde Risalehaber'de yayınlanan, fakat daha sonra kaldırılan yazısında benim tam olarak gördüğüm sorun da bu idi. Yazıdan yayınlandığı günün akşamı haberim oldu ancak. O da benden daha önce farkeden Metin Karabaşoğlu abinin Şahin Doğan'a yazdığı bir mailde ekli oluşumla. Merak ederek yazıyı okudum. Senai Demirci abi ve benimle birlikte Metin Karabaşoğlu abinin de 'İslamoğlulaşma Temayülü' başlığı altında eleştirildiğimizi gördüm. Yazıda ismimi görmekle rahatsızlık hissetmediğimi hemen peşinen söyleyeyim. Çünkü benim meşrebim biraz böyle atışmaları sever bir meşrep. Ki, bu blogdaki yazılarımı takip edenler bunu bilirler.
Fakat Metin Karabaşoğlu abinin, hem de büsbütün haksız bir şekilde, İslamoğlulaşmakla itham edilmesi canımı yaktı. Neden yaktı? Çünkü yazının gidişatı (keşke Risalehaber o yazıyı tekrar yayınlasa) elinde en çok malzeme olandan en az malzeme olana doğru uzanır şekildeydi. Senai Demirci abinin herkesin malumu olan (zaten kendisinin de saklamak veya tevbe etmek ihtiyacı duymadığı) hatalarından yola çıkılmış, sonra benim tevbekâr olduğum bir yazımdan 'çok seçici' bir alıntı yapılmış, oradan da elinde hiçbir delil bulunmadığı halde Şahin Doğan'ın muhteşem sezgisiyle Metin Karabaşoğlu'na kadar uzanılmıştı.
Yazıyı okur okumaz aklıma ne geldi, açıkça söyleyeyim: (Bunu Şahin Doğan'ın kendisine de yazdım.) Yazının, Metin Karabaşoğlu abiye vurmak için yazıldığını, ancak buna malzeme bulunamadığı için onunla yakınlığı bulunan Senai abi gibi, ben gibi isimlerin kusuratının ona malzeme yapıldığını düşündüm. Yıllardır yazı işleriyle meşgulüm. Bu noktada yanlış bir okuma yapmadığımı düşünüyorum.
Yazıyı okumamın ardından Şahin Doğan'a yazdığım mailde 'hakkımda yazdıklarıyla sorunum olmadığını, bu konuya zaten (istiğfar sadedinde) yeni yazılarımda değindiğimi' belirttim. Ancak Metin Karabaşoğlu abi hakkında yazılanlar iftiraydı. Bunu bizzat bana o dönemde İslamoğlu hakkında yaptığı uyarılardan biliyordum. Kendisine bunu da arzettim. Buna cevaben, sanıyorum yazısının kaldırılmasına (böyle bir teşebbüsüm olmadığı halde) bir tepki olarak 'eleştiriye tahammül edememe' ithamıyla cevap verdi. Ben de kendisine yazdığının 'eleştiri' sayılamayacağını, çünkü elinde delil namına birşey bulunmadığını, eğer varsa, hak namına bu delillerle bizi buluşturması gerektiğini söyledim. Aradan bir gün daha geçti. Kendisi Metin Karabaşoğlu abiden özür dilemiş diye duydum. İnşaallah öyledir. Çünkü burada helallik alması, ahirette iftira ile yargılanmasından iyidir. Fakat bu durum Şahin Doğan'ın çelişkilerini görmezden gelmemizi sağlamıyor. Birkaç gündür farklı yerlerden sorular geldiği için ben de burada birkaç noktanın altını çizmeyi gerekli gördüm:
1) Şahin Doğan, mezkûr yazısında Metin Karabaşoğlu abide bir İslamoğlulaşma temayülü sezdiğini/hissettiğini söylüyor. Bunu da yazılarından anlamış. Ben, yıllardır Metin Karabaşoğlu abinin kitaplarını okuyan birisiyim. Kendisiyle birkaç yıl beraber de çalıştım. Hâlâ da sık sık görüşüyoruz. Okumadığım kitabı yok sanırım. Metin abinin vakti yoktur, uğraşamaz belki. Ben Şahin Doğan'ı bu 'sezgisinin' beslendiği yazıları ve İslamoğlu'nun düşüncelerine nerelerinin benzediğini isbat etmeye davet ediyorum. Yazıyı ortaya yazıp, özürü gizli dilemek olmuyor. Metin abiyi eleştirirken yüzüne eleştirmediğin için, özrünü de kapalı kapılar arkasında dilemen bence adalet değil. Seni, ya erkek gibi o iddianın arkasında durup nasıl cevval bir isbatçı olduğunu göstermeye veyahut da yediğin haltı yine bir köşeyazısıyla itiraf edip efkâr-ı umumiden özür dilemeye davet ediyorum. Sen delillerini yaz; Metin abinin senle uğraşmasına gerek yok, ben sana cevap yazarım.
2) Yine Şahin Doğan'a yazımdan yaptığı alıntı hakkında biraz takılmak istiyorum. Acaba Şahin Doğan yazının tamamına neden bir gönderme yapmadı? Yani o yazı hem Risalehaber'de, hem de benim şahsî blogumda hâlâ duran bir yazıdır. Neden o yazıya okurunu yönlendirmedi de kendisinin seçtiği bir kısmıyla insanları muhatap etti. Hani onunkisi gibi sezgi kabilinden olacak ama, açık sorayım: Acaba yazının tamamı kendisine istediği malzemeyi vermediğinden olabilir mi?[1] Yani mesela orada 'İslamoğlu'nun her görüşüne katılmadığımı söylemem' kendisine hoş görünmemiş ve yazının amacına uygun düşmemiş olabilir mi? Meseleyi biraz daha açayım: O yazının yazılış sebebi 'İslamoğlu itikatta çok doğru bir adam, Risale-i Nur'da veya ehl-i sünnet çizgisinde hatalar var! Bediüzzaman'ı terk edip onu takip etmeliyiz!' falan demek için değildi. 'İslamoğlu'nun tefsir derslerinin üslûbu ve içeriği iyi çalışılmışa benziyor, biz de keşke Risale-i Nur derslerine böyle çalışsak...' demek için yazılmıştı.
Ha, bugünden bakınca itikadî hataları gözüme daha büyük görünmüyor mu? Evet. Ama o günlerde ben tehlikeyi farketmemiştim. Eğer birileri bu yazımdan ötürü İslamoğlu'nu sevmişse, Allah'tan bu günahımın affını dilerim. Cahildim. Şükrolsun ki ayıldım, öğrendim. İslamoğlu'na ve modernist (ehl-i bid'a) taifesine (iş dışındaki zamamının büyük bir kısmını buna sarfedecek kadar) ciddi bir şekilde eleştiri üretiyorum artık. Konuya dair okuduğum kitap otuzu geçti. Yazdığım yazılar kırkın üstünde. Hassaten Ebubekir Sifil Hoca'yı ve eserlerini bu vesileyle tanıdım ki, ömrümün sonuna kadar hamdedeceğim birşey gibi geliyor. Elhamdülillah.
3) Şahin Doğan'ı ayrıca yazısında hakikat dalgıcı gibi değil mürekkeb balığı gibi davranmakla itham ediyorum. Ne demek bu? Şöyle: Şahin Doğan, ima ettiği şeylerin sonunun ne olacağını okurunun hayalgücüne bırakarak 'az şey söylemekle çok kafa karıştırmayı' deniyor. Mesela Senai Demirci ile beraber Ahmet Ay'ı ve sonra da Metin Karabaşoğlu'nu anmakla onu buna, bunu şuna karıştırıyor. Bir cerbeze bu. Çünkü, az evvel de belirttiğim gibi, meselenin Metin abiye bakan tarafı kupkuru iftira iken, bana dönük tarafı ile Senai abiye bakan tarafı da aynı değil. Fakat Şahin Doğan tek başlıkta üçümüzü bir tesbih ipine dizer gibi dizmeyi başarıyor.
Örneğin: Ahmet Ay'ın 2009'dan beri Risalehaber'de her hafta bir yazısı (aşağı-yukarı) yayınlanmaktadır. Bütün yazılarda Risalehaber arşivinde bulunmaktadır. Ben Şahin Doğan'ı şimdi o yazılarıma bakarak benim ehl-i sünnet itikadından saptığım yerleri tayine davet ediyorum. İslamoğlulaşmak gibi ucu açık bir ithamda bulunan aslan parçasından ne noktalarda (Allah korusun) ehl-i sünnet itikadından saptığımızı da öğrenmek lazım. Çünkü, Allah biliyor ya, İslamoğlu'nun itikadî anlamda hiçbir etkisi olmadı bende. Hatta Nesil Yayınları'nda Cuma sabahı derslerinin yeni başlatıldığı bir dönemde Mehmet Paksu ve Cemil Tokpınar'ın dersi yapan olarak hazır bulunduğu kalabalık bir cemaatin içinde, "Bu adam salavatlara dair böyle böyle şeyler söylüyor. Buna bir cevap vermek lazım!" deyip ortalığı karıştıran bendim. Hatta Haluk İmamoğlu abi de, o gün beni odasına çağırıp yaptığı uyarıdan dolayı, hadiseyi hatırlar. Daha İslamoğlu'nun tefsir derslerinin devam ettiği bir zamandı. Ben o zaman da İslamoğlu ile aynı fikirde değildim.
4) Şahin Doğan, bir önceki maddede söylediklerimin yanlış olduğunu ve benim İslamoğlu'ndan sadece üslûbundaki başarı hakkında değil itikat anlamında da etkilendiğimi düşünüyorsa, ben gizli-saklı bir adam değilim, yazdıklarım da meydandadır. Yazılarıma baksın ve benim ehl-i sünnetten saptığım yerleri bulsun. Kendisini; Senai abiyi, beni ve Metin abiyi bir potada erittiği, neye hizmet ettiği belirsiz yazısından daha net bir metin üretmeye davet ediyorum. Üçümüz de Senai abi gibi mi etkilendik? Yoksa üçümüz de Metin abinin mi durumundayız? Şapı tuza, tuzu şekere karıştırınca ortaya çıkan şeye sizin orada karbonat mı diyorlar?
5) Şimdi, bizi İslamoğlulaşma temayülü ile avlayan Şahin Doğan'a kendisinin üslûbunca bir yazı yazsam, yazının başlığı da olsa ki: Gülen'leşme temayülü... Sonra Şahin Doğan'ın geçmişte Fethullah Gülen'e duyduğu muhabbetten, hakkındaki yazılarından/sözlerinden pasajlar koysam, hatta onun Metin abiye yaptığı gibi, hiçbir şey koymasam da sadece desem: Şahin Doğan'ın da Fethullahçı olduğunu seziyorum. Acaba Şahin Doğan nasıl anlar beni? Üstelik bu noktada konumu onun Metin abiyle İslamoğlu'nun konumu gibi değildir. En fazla benimle İslamoğlu'nun konumu gibi olabilir. Çünkü, herhalde kendisi de reddetmez, bir zaman önceye kadar Fethullah Gülen'e muhabbet duyduğu doğrudur. Bu konuda bir özeleştiri yapmış mıdır? Ben böyle bir metnini görmedim. Yine benim İslamoğlu konusunda özeleştiri yaptığım yazılarım var. Senin neyin var ha Şahin Doğan?
6) Şahin Doğan'a dair yazdığım twitter/facebook mesajlarında da bahsettim: Kendisini şahsen tanımıyorum. Fakat beni boğduğu maillerden dolayı bir tanışıklığımız var. Her yayınlanan (sadece Risalehaber'de değil, her yerde) yazısını bana yolladığı gibi, sonradan tekrar mail atıp 'okuyup okumadığımı' bile sınıyordu. Bir dönem Karakalem'de de yazmak istemiş, ancak Metin abiden olumlu cevap alamadığını söylemişti. Benden de aracılık istedi. Fakat benim böyle bir yetkim olmadığı için Karakalem'de, birşey yapmadım. Hatta bunu şimdi, bunca şeyi tartıştıktan sonra, hatırlamak ister mi bilmiyorum ama, bir ara 'Risalehaber'i sırf yazılarımı okumak için açtığını' bile söylemişti. Tabii insan şaşırıyor. Böyle bir ifrat muhabbetten böyle bir ifrat yazıya... "Ne değişti Şahin Doğan?" diye sorası geliyor insanın. Seni kızdıracak ne yaptık ki bizi birden İslamoğlulaştırdın?
7) Şimdi size Şahin Doğan'la durumumuzu anlatan ilginç bir örnek vereceğim: Ebubekir Sifil Hoca'yı tanıyanlar onun Abdulaziz Bayındır'la ve sapkın fikirleriyle nasıl bir mücadele verdiğini bilirler. Hatta youtube'da aratılsa kolaylıkla bulunacak münazaraları bile var. Makaleleri ise sıra sıra... Fakat yine Ebubekir Sifil Hoca, Bayındır'ın doçent olduğu dönemlerde Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yapıyor. Neden yapıyor? Çünkü makalesiyle ilgili bir meselede onun naklettiği bilgi önemli. Şimdi, bir zamanlar Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yaptı diye Ebubekir Sifil Hoca'da (hâşâ) Bayındırlaşma temayülü görülmüş olabilir mi? Şahin Doğan'ınki de aynı o hesap. Bin tane yazımdan bir tane paragraf tırnaklamakla ve o yazının da bütününü nazara vermemekle beni, benim üzerimden de Metin abiyi pek kolay mahkum ediyor.
Yazı uzadı. Toparlayayım. Başta ben bu zina bahsini neden alıntıladım? Belki Şahin Doğan bundan bir ders çıkarır diye alıntıladım. Eğer birşey hakkında elin yeterince dolu değilse, üzerine gelinince hemen geri basacaksan, o konu hakkında yazma. Yazıyorsan da arkasında dur, delillerini ortaya koy, tefekkür dairenin yarıçapını görmüş olalım. Böyle sezgiyle, söylentiyle, benceyle, bana öyle geliyorla analiz olmaz. Sen bu yaşa kadar öğrenmediysen, senden yaşça küçük bir kardeşinim, bu yazı vesilesiyle ben sana öğretmiş olayım. Şahidin yoksa şakk-ı şefe etmeyeceksin. Sonra hadd-i kazfa maruz kalırsın. Şöhret olmak zor değil. Ama Bediüzzaman'ın da verdiği bir örnektir, bilirsin, camiye pislemekle şöhret olmayı aramamak lazım. Öyle kazanılacak şöhret belki tatmin getirir ama fayda getirmez. Şu metni de tekrar Metin abi, İslamoğlu ve kendi ekseninde okursan sevinirim. Kimi kime yakıştırdığını belki farkedersin:
"Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, o biçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."
[1] http://cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2012/02/nur-talebeleri-mustafa-islamoglundan.html
Bediüzzaman Hazretleri de, Barla Lahikası'nda, ilgili ayeti (Nur sûresi, 16) tefsir sadedinde diyor ki: "Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şehadettir; ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."
Şakk-ı şefenin manasını bilmeyenler için nakledeyim: 'Ağzını açıp konuşma' demek. Bu bahsin devamında da diyor ki mürşidim: "(...) öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimâiyelerini böyle işâalarla ifsad ediyorlar, ifade ediyor. Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, obiçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."
Zina bahsi üzerinden yaptığımız bu okuma, İslam'ın, insanların ahlaklarına dair kötü izlenim bırakacak meselelerde nasıl müdakkik olduğunu (ve bizim de olmamız gerektiğini) gösteriyor. Bırakın zina gibi ağır bir günaha dair meseleyi, birbirimizi eleştirirken/uyarırken bile iyiye tevil etmek, kötüye tevil etmekten daha olumlanan birşey. "Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola." Böylesi durumlarda elbette şeriatın savunması yapılmalıdır. Ki ehl-i sünnet geleneği de bu tarz durumlarda yazılan metinlerden oluşan 'reddiye' geleneğiyle meselenin hakkını vermiştir.
Hucurat sûresi bile bizi zannın çoğundan sakındırmakta değil midir? O halde mümine yakışan zannından ziyade delille hareket etmek ve sözünü de aynı şekilde delille beyan etmektir. Eğer bir zannı varsa ve fakat buna dair elinde delili yoksa, ehl-i insafa düşen 'Ya ne olursa olsun yine de yazayım. Tutmazsa, özür dilerim!' demek olmamalıdır. Hele ki kalemle hukuku bulunanlarda bunun hassasiyetini daha fazla aramak hakkımızdır.
Şahin Doğan'ın geçtiğimiz günlerde Risalehaber'de yayınlanan, fakat daha sonra kaldırılan yazısında benim tam olarak gördüğüm sorun da bu idi. Yazıdan yayınlandığı günün akşamı haberim oldu ancak. O da benden daha önce farkeden Metin Karabaşoğlu abinin Şahin Doğan'a yazdığı bir mailde ekli oluşumla. Merak ederek yazıyı okudum. Senai Demirci abi ve benimle birlikte Metin Karabaşoğlu abinin de 'İslamoğlulaşma Temayülü' başlığı altında eleştirildiğimizi gördüm. Yazıda ismimi görmekle rahatsızlık hissetmediğimi hemen peşinen söyleyeyim. Çünkü benim meşrebim biraz böyle atışmaları sever bir meşrep. Ki, bu blogdaki yazılarımı takip edenler bunu bilirler.
Fakat Metin Karabaşoğlu abinin, hem de büsbütün haksız bir şekilde, İslamoğlulaşmakla itham edilmesi canımı yaktı. Neden yaktı? Çünkü yazının gidişatı (keşke Risalehaber o yazıyı tekrar yayınlasa) elinde en çok malzeme olandan en az malzeme olana doğru uzanır şekildeydi. Senai Demirci abinin herkesin malumu olan (zaten kendisinin de saklamak veya tevbe etmek ihtiyacı duymadığı) hatalarından yola çıkılmış, sonra benim tevbekâr olduğum bir yazımdan 'çok seçici' bir alıntı yapılmış, oradan da elinde hiçbir delil bulunmadığı halde Şahin Doğan'ın muhteşem sezgisiyle Metin Karabaşoğlu'na kadar uzanılmıştı.
Yazıyı okur okumaz aklıma ne geldi, açıkça söyleyeyim: (Bunu Şahin Doğan'ın kendisine de yazdım.) Yazının, Metin Karabaşoğlu abiye vurmak için yazıldığını, ancak buna malzeme bulunamadığı için onunla yakınlığı bulunan Senai abi gibi, ben gibi isimlerin kusuratının ona malzeme yapıldığını düşündüm. Yıllardır yazı işleriyle meşgulüm. Bu noktada yanlış bir okuma yapmadığımı düşünüyorum.
Yazıyı okumamın ardından Şahin Doğan'a yazdığım mailde 'hakkımda yazdıklarıyla sorunum olmadığını, bu konuya zaten (istiğfar sadedinde) yeni yazılarımda değindiğimi' belirttim. Ancak Metin Karabaşoğlu abi hakkında yazılanlar iftiraydı. Bunu bizzat bana o dönemde İslamoğlu hakkında yaptığı uyarılardan biliyordum. Kendisine bunu da arzettim. Buna cevaben, sanıyorum yazısının kaldırılmasına (böyle bir teşebbüsüm olmadığı halde) bir tepki olarak 'eleştiriye tahammül edememe' ithamıyla cevap verdi. Ben de kendisine yazdığının 'eleştiri' sayılamayacağını, çünkü elinde delil namına birşey bulunmadığını, eğer varsa, hak namına bu delillerle bizi buluşturması gerektiğini söyledim. Aradan bir gün daha geçti. Kendisi Metin Karabaşoğlu abiden özür dilemiş diye duydum. İnşaallah öyledir. Çünkü burada helallik alması, ahirette iftira ile yargılanmasından iyidir. Fakat bu durum Şahin Doğan'ın çelişkilerini görmezden gelmemizi sağlamıyor. Birkaç gündür farklı yerlerden sorular geldiği için ben de burada birkaç noktanın altını çizmeyi gerekli gördüm:
1) Şahin Doğan, mezkûr yazısında Metin Karabaşoğlu abide bir İslamoğlulaşma temayülü sezdiğini/hissettiğini söylüyor. Bunu da yazılarından anlamış. Ben, yıllardır Metin Karabaşoğlu abinin kitaplarını okuyan birisiyim. Kendisiyle birkaç yıl beraber de çalıştım. Hâlâ da sık sık görüşüyoruz. Okumadığım kitabı yok sanırım. Metin abinin vakti yoktur, uğraşamaz belki. Ben Şahin Doğan'ı bu 'sezgisinin' beslendiği yazıları ve İslamoğlu'nun düşüncelerine nerelerinin benzediğini isbat etmeye davet ediyorum. Yazıyı ortaya yazıp, özürü gizli dilemek olmuyor. Metin abiyi eleştirirken yüzüne eleştirmediğin için, özrünü de kapalı kapılar arkasında dilemen bence adalet değil. Seni, ya erkek gibi o iddianın arkasında durup nasıl cevval bir isbatçı olduğunu göstermeye veyahut da yediğin haltı yine bir köşeyazısıyla itiraf edip efkâr-ı umumiden özür dilemeye davet ediyorum. Sen delillerini yaz; Metin abinin senle uğraşmasına gerek yok, ben sana cevap yazarım.
2) Yine Şahin Doğan'a yazımdan yaptığı alıntı hakkında biraz takılmak istiyorum. Acaba Şahin Doğan yazının tamamına neden bir gönderme yapmadı? Yani o yazı hem Risalehaber'de, hem de benim şahsî blogumda hâlâ duran bir yazıdır. Neden o yazıya okurunu yönlendirmedi de kendisinin seçtiği bir kısmıyla insanları muhatap etti. Hani onunkisi gibi sezgi kabilinden olacak ama, açık sorayım: Acaba yazının tamamı kendisine istediği malzemeyi vermediğinden olabilir mi?[1] Yani mesela orada 'İslamoğlu'nun her görüşüne katılmadığımı söylemem' kendisine hoş görünmemiş ve yazının amacına uygun düşmemiş olabilir mi? Meseleyi biraz daha açayım: O yazının yazılış sebebi 'İslamoğlu itikatta çok doğru bir adam, Risale-i Nur'da veya ehl-i sünnet çizgisinde hatalar var! Bediüzzaman'ı terk edip onu takip etmeliyiz!' falan demek için değildi. 'İslamoğlu'nun tefsir derslerinin üslûbu ve içeriği iyi çalışılmışa benziyor, biz de keşke Risale-i Nur derslerine böyle çalışsak...' demek için yazılmıştı.
Ha, bugünden bakınca itikadî hataları gözüme daha büyük görünmüyor mu? Evet. Ama o günlerde ben tehlikeyi farketmemiştim. Eğer birileri bu yazımdan ötürü İslamoğlu'nu sevmişse, Allah'tan bu günahımın affını dilerim. Cahildim. Şükrolsun ki ayıldım, öğrendim. İslamoğlu'na ve modernist (ehl-i bid'a) taifesine (iş dışındaki zamamının büyük bir kısmını buna sarfedecek kadar) ciddi bir şekilde eleştiri üretiyorum artık. Konuya dair okuduğum kitap otuzu geçti. Yazdığım yazılar kırkın üstünde. Hassaten Ebubekir Sifil Hoca'yı ve eserlerini bu vesileyle tanıdım ki, ömrümün sonuna kadar hamdedeceğim birşey gibi geliyor. Elhamdülillah.
3) Şahin Doğan'ı ayrıca yazısında hakikat dalgıcı gibi değil mürekkeb balığı gibi davranmakla itham ediyorum. Ne demek bu? Şöyle: Şahin Doğan, ima ettiği şeylerin sonunun ne olacağını okurunun hayalgücüne bırakarak 'az şey söylemekle çok kafa karıştırmayı' deniyor. Mesela Senai Demirci ile beraber Ahmet Ay'ı ve sonra da Metin Karabaşoğlu'nu anmakla onu buna, bunu şuna karıştırıyor. Bir cerbeze bu. Çünkü, az evvel de belirttiğim gibi, meselenin Metin abiye bakan tarafı kupkuru iftira iken, bana dönük tarafı ile Senai abiye bakan tarafı da aynı değil. Fakat Şahin Doğan tek başlıkta üçümüzü bir tesbih ipine dizer gibi dizmeyi başarıyor.
Örneğin: Ahmet Ay'ın 2009'dan beri Risalehaber'de her hafta bir yazısı (aşağı-yukarı) yayınlanmaktadır. Bütün yazılarda Risalehaber arşivinde bulunmaktadır. Ben Şahin Doğan'ı şimdi o yazılarıma bakarak benim ehl-i sünnet itikadından saptığım yerleri tayine davet ediyorum. İslamoğlulaşmak gibi ucu açık bir ithamda bulunan aslan parçasından ne noktalarda (Allah korusun) ehl-i sünnet itikadından saptığımızı da öğrenmek lazım. Çünkü, Allah biliyor ya, İslamoğlu'nun itikadî anlamda hiçbir etkisi olmadı bende. Hatta Nesil Yayınları'nda Cuma sabahı derslerinin yeni başlatıldığı bir dönemde Mehmet Paksu ve Cemil Tokpınar'ın dersi yapan olarak hazır bulunduğu kalabalık bir cemaatin içinde, "Bu adam salavatlara dair böyle böyle şeyler söylüyor. Buna bir cevap vermek lazım!" deyip ortalığı karıştıran bendim. Hatta Haluk İmamoğlu abi de, o gün beni odasına çağırıp yaptığı uyarıdan dolayı, hadiseyi hatırlar. Daha İslamoğlu'nun tefsir derslerinin devam ettiği bir zamandı. Ben o zaman da İslamoğlu ile aynı fikirde değildim.
4) Şahin Doğan, bir önceki maddede söylediklerimin yanlış olduğunu ve benim İslamoğlu'ndan sadece üslûbundaki başarı hakkında değil itikat anlamında da etkilendiğimi düşünüyorsa, ben gizli-saklı bir adam değilim, yazdıklarım da meydandadır. Yazılarıma baksın ve benim ehl-i sünnetten saptığım yerleri bulsun. Kendisini; Senai abiyi, beni ve Metin abiyi bir potada erittiği, neye hizmet ettiği belirsiz yazısından daha net bir metin üretmeye davet ediyorum. Üçümüz de Senai abi gibi mi etkilendik? Yoksa üçümüz de Metin abinin mi durumundayız? Şapı tuza, tuzu şekere karıştırınca ortaya çıkan şeye sizin orada karbonat mı diyorlar?
5) Şimdi, bizi İslamoğlulaşma temayülü ile avlayan Şahin Doğan'a kendisinin üslûbunca bir yazı yazsam, yazının başlığı da olsa ki: Gülen'leşme temayülü... Sonra Şahin Doğan'ın geçmişte Fethullah Gülen'e duyduğu muhabbetten, hakkındaki yazılarından/sözlerinden pasajlar koysam, hatta onun Metin abiye yaptığı gibi, hiçbir şey koymasam da sadece desem: Şahin Doğan'ın da Fethullahçı olduğunu seziyorum. Acaba Şahin Doğan nasıl anlar beni? Üstelik bu noktada konumu onun Metin abiyle İslamoğlu'nun konumu gibi değildir. En fazla benimle İslamoğlu'nun konumu gibi olabilir. Çünkü, herhalde kendisi de reddetmez, bir zaman önceye kadar Fethullah Gülen'e muhabbet duyduğu doğrudur. Bu konuda bir özeleştiri yapmış mıdır? Ben böyle bir metnini görmedim. Yine benim İslamoğlu konusunda özeleştiri yaptığım yazılarım var. Senin neyin var ha Şahin Doğan?
6) Şahin Doğan'a dair yazdığım twitter/facebook mesajlarında da bahsettim: Kendisini şahsen tanımıyorum. Fakat beni boğduğu maillerden dolayı bir tanışıklığımız var. Her yayınlanan (sadece Risalehaber'de değil, her yerde) yazısını bana yolladığı gibi, sonradan tekrar mail atıp 'okuyup okumadığımı' bile sınıyordu. Bir dönem Karakalem'de de yazmak istemiş, ancak Metin abiden olumlu cevap alamadığını söylemişti. Benden de aracılık istedi. Fakat benim böyle bir yetkim olmadığı için Karakalem'de, birşey yapmadım. Hatta bunu şimdi, bunca şeyi tartıştıktan sonra, hatırlamak ister mi bilmiyorum ama, bir ara 'Risalehaber'i sırf yazılarımı okumak için açtığını' bile söylemişti. Tabii insan şaşırıyor. Böyle bir ifrat muhabbetten böyle bir ifrat yazıya... "Ne değişti Şahin Doğan?" diye sorası geliyor insanın. Seni kızdıracak ne yaptık ki bizi birden İslamoğlulaştırdın?
7) Şimdi size Şahin Doğan'la durumumuzu anlatan ilginç bir örnek vereceğim: Ebubekir Sifil Hoca'yı tanıyanlar onun Abdulaziz Bayındır'la ve sapkın fikirleriyle nasıl bir mücadele verdiğini bilirler. Hatta youtube'da aratılsa kolaylıkla bulunacak münazaraları bile var. Makaleleri ise sıra sıra... Fakat yine Ebubekir Sifil Hoca, Bayındır'ın doçent olduğu dönemlerde Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yapıyor. Neden yapıyor? Çünkü makalesiyle ilgili bir meselede onun naklettiği bilgi önemli. Şimdi, bir zamanlar Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yaptı diye Ebubekir Sifil Hoca'da (hâşâ) Bayındırlaşma temayülü görülmüş olabilir mi? Şahin Doğan'ınki de aynı o hesap. Bin tane yazımdan bir tane paragraf tırnaklamakla ve o yazının da bütününü nazara vermemekle beni, benim üzerimden de Metin abiyi pek kolay mahkum ediyor.
Yazı uzadı. Toparlayayım. Başta ben bu zina bahsini neden alıntıladım? Belki Şahin Doğan bundan bir ders çıkarır diye alıntıladım. Eğer birşey hakkında elin yeterince dolu değilse, üzerine gelinince hemen geri basacaksan, o konu hakkında yazma. Yazıyorsan da arkasında dur, delillerini ortaya koy, tefekkür dairenin yarıçapını görmüş olalım. Böyle sezgiyle, söylentiyle, benceyle, bana öyle geliyorla analiz olmaz. Sen bu yaşa kadar öğrenmediysen, senden yaşça küçük bir kardeşinim, bu yazı vesilesiyle ben sana öğretmiş olayım. Şahidin yoksa şakk-ı şefe etmeyeceksin. Sonra hadd-i kazfa maruz kalırsın. Şöhret olmak zor değil. Ama Bediüzzaman'ın da verdiği bir örnektir, bilirsin, camiye pislemekle şöhret olmayı aramamak lazım. Öyle kazanılacak şöhret belki tatmin getirir ama fayda getirmez. Şu metni de tekrar Metin abi, İslamoğlu ve kendi ekseninde okursan sevinirim. Kimi kime yakıştırdığını belki farkedersin:
"Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, o biçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."
[1] http://cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2012/02/nur-talebeleri-mustafa-islamoglundan.html
24 Eylül 2015 Perşembe
Müsbet milliyetçilik var mı?
Doğan Hızlan Eleği Duvardan İndirelim kitabında diyor ki: "Irkçılık; ekonominin, kapitalizmin zaman zaman hortlamasına müsaade ettiği bir eylemdir." Ben bu cümleyi Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra üzerine yaptığı eleştirilerle uyumlu buluyorum. Çünkü Bediüzzaman da seküler medeniyetin esaslarını sayarken, ırkçılığın kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkacağını ifade ediyor:
"(...) medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir."
Burada en ahirde 'unsuriyet ve menfi milliyet'in sayılması, fakat ondan önce hedef edinilen 'menfaate' dikkat çekilmesi, ırkçılığın ekonomi ve 'yoğunlaştırılmış ekonomi' olan kapitalist siyasetle ilgisini fısıldıyor. Haklılığınızı güçten aldığınızı düşündüğünüz, hedefinizin de salt menfaatinizin etrafında şekillendiği bir siyasette 'sınırlı kaynaklar' üzerine boğuşmanız kaçınılmaz. Kaynaklar üzerine boğuşurken de elbette bir 'biz' ve 'onlar' tayini yapmanız lazım. Bu tayin 'düşmanlaştırıcı' olmalı. Olmalı ki muhatabın kafasına vurup elinden ekmeğini aldığınızda vicdanınız sızlamasın. O zaman elbette yapacağınız tüm topluluk tanımları da menfi olacaktır. Menfi, yani kucaklamaya değil, itmeye çalışan. Ötekileştiren...
Bu zeminde, Bediüzzaman'ın "Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır..." diyerek devam eden analizlerinde 'müsbet fikr-i milliyet' ile 'menfi fikr-i milliyet' arasında yaptığı ayrımı, tanımların 'ötekileştiriciliği' veya 'kucaklayıcılığı' üzerinden ayırabiliriz gibi geliyor bana. Bir ekmeği daha çok kişiye bölen, yüzü genişlemeye ve kucaklamaya bakan, atmaya değil tutmaya bakan tanımlar müsbet fikr-i milliyet içinde sayılabilir. Fakat yüzü böldükçe bölmeye, yıkmaya ve yakmaya bakan tanımların müsbet olmakla işi yoktur. Onlar küçültücüdür. Tamamı menfi fikr-i milliyet içinde sayılır. Ötekini sinesine basmaya müsait veya ötekinin varlığından rahatsız olmayan tanımlar hakkında ancak 'müsbet' sıfatını kullanabiliriz.
Sırf bir lafzî ayrılık gibi görünse de bence mühim bir hatırlatmadır: Bediüzzaman 'müsbet milliyetçilik' diye birşeyden bahsetmemiştir. 'Müsbet fikr-i milliyet'ten bahsetmiştir. Neden kullanmamıştır milliyetçilik ifadesini? Allahu'l-a'lem. Kanaatimce: Sonuna '-çilik' koyduğunuz herşey bir derece zihinlerde menfileşmeye başlar. O yüzden bu ayrımın 'fikr-i milliyet' üzerinden yapılması daha sağlıklıdır. Fakat şunu da belirtmeden geçmeyelim: Hakkın sınırlarını tayin etme meselesinde, özellikle itikadî meselelerde, '-çilik'ler de gereklidir. Zira akaidde bitarafane muhakeme şeytanın bir oyunudur. Biz, '-çilik'lerin tehlike alanını, hakikatin 'tek renk' değil 'çok renkli' olduğu düzlemler için konuşuyoruz. Misalen: Küfre karşı "Allah birdir!" diye haykıran mü'min 'tevhidcilik' yapmakla itham olunmaz. Zira onun yaptığı hakkın tek olduğu düzlemde bir savunudur. Fakat "Namaz yalnız Hanefilerin kıldığı şekliyle doğrudur!" diyen kişi nazarımızda bir menfi mezhepçidir. Çünkü hak mezheplerin renklerini inkâr etmektedir.
Peki neden '-çiliği' özellikle milliyetçilikte olumsuzluyorum? Çünkü milliyetçi olan otomatikman tarafgirdir. '-çilik' yapmak, şıklar içinde birisinin, yalnızca o doğruymuş gibi arkasında durmaktır. Öyle yaratılmak değil yalnız, 'öyle yaratılmamayı eleştirmek' de vardır 'çilik'te. Ortaya bir yarış girer. Yarış ise hırssız olmaz. Hırs da haksızlığa yatkındır. İşte bu yağlı zeminde kaymalar başlar. Milliyetçiliğin hâkim olduğu ulus-devletler devrinde tarih/edebiyat gibi pekçok alanda 'hakkın/gerçeğin' bükülür, yani bir noktada 'çiliğin' menfaatine uygun kurgulanır hale gelmesi bundandır. '-çilik' yapan, kainata '-çiliğinin' merkez olduğu bir düzlemde şekil vermeye çalışır. Türk milliyetçiliğine göre insanlığın atası/merkezi Türkler, Kürt milliyetçiliğine insanlığın atası/merkezi Kürtler, Alman milliyetçiliğine göre de insanlığın atası/merkezi Almanlardır.
"Peki, kafamızdaki fikr-i milliyetin müsbet mi, menfi mi olduğunu nasıl ayıracağız?" derseniz, yine yüzünüzün Bediüzzaman'ın mezkûr metnine dönük olmasını tavsiye ederim. Haklılığı '-çisi' olduğunuz şeyin kuvvetinde mi arıyorsunuz? Hedefinizi '-çisi' olduğunuz şeyin menfaati mi biliyorsunuz? Yaşam şekli olarak '-çisi' olduğunuz şey için başka '-çilik'lerle mücadele etmeniz gerektiğini mi düşünüyorsunuz? O halde size yazık: Siz bir 'unsuriyet ve menfi milliyet' sahibisiniz. Muhtemelen ömrünüz boyunca birşeylerin üzerinde boğuşacak, genellemeler yapacak ve öfke saçacaksınız. Peki müsbet fikr-i milliyeti nasıl tanıyacağız? Yine Bediüzzaman'a dönelim:
"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."
Yani, hakkı '-çisi' olduğunuz şeyin elinde değil de, başka ellerde görünce kabul eder misiniz? Yoksa herşeye rağmen kendi '-çisi' olduğunuz grubun haklı olduğunu mu savunursunuz? Menfaatiniz bazen tersini gösteriyor bile olsa, sırf faziletli olan o olduğu için veya Allah'ın rızası orada olduğu için 'öteki adına' doğru olanı (hatta fedakârca olanı) yapabilir misiniz? Hayatı '-çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?) Aynı dinden kardeşlerinizi, ırk farkı gözetmeksizin, aynı şekilde sevebilir misiniz? Dine rağmen ırk üzerinden tanımlanmayı mı, yoksa ırka rağmen din üzerinden tanımlanmayı mı hoşgörürsünüz? Bütün bu sorular eğer 'yüzünüz bütüne bakar' şekilde yanıt buluyorsa, sizi tebrik etmeli. Kafanızdaki millet fikri müsbete benziyor.
"Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez."
Bediüzzaman, her ne kadar (yüzü bütünleşmeye bakan) müsbet ve (yüzü ayrışmaya bakan) menfi olarak mezkûr ayrımı yapmış olsa da, fikr-i milliyet konusunda mütereddittir. Varlığı ona hoş gelmemektedir. Bu endişe belki de Hızlan'ın aynı kitapta Etienne Balibar'dan yaptığı şu alıntıyla anlaşılır: "Milliyetçilik, ırkçılığın tek nedeni değilse de, ortaya çıkışının belirli koşuludur." Yani ne kadar soft tanımlarsak tanımlayalım; ister tepkisel diyelim, ister zarurî bulalım, '-çilik' yapmaya yüzü yatkın şeyler gün gelip uygun ortamı bulduğunda '-çiliğini' yapar. (Bir dönem, sözde PKK'nın artan terör eylemlerine tepki olarak, suçu-günahı olmayan, hatta içlerinde şehit yakını da bulunan Kürt esnafların dükkanlarına yönelik düzenlenen saldırılar, bu ortaya çıkışa son zamanların en açık deliliydi sanırım.) Hızlan, aynı metnin devamında, Balibar'dan yaptığı alıntının ardından şunları da söylüyor: "Irk kavgaları, milliyetçilik ateşiyle hep harlı tutulduğundan çoğu zaman kamuoyu kullanılmıştır." Belki Bediüzzaman'ın fikr-i milliyet hakkındaki tereddüdü, 'kavgaları diri tutması' çerçevesinde daha anlaşılır oluyor. Evet, arkadaşım, bitirirken şunu nefsime/nefsine hatırlatmak istiyorum: Bu ateşin altına odun atan herkes bir gün o ateşte yanacaktır.
"(...) medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir."
Burada en ahirde 'unsuriyet ve menfi milliyet'in sayılması, fakat ondan önce hedef edinilen 'menfaate' dikkat çekilmesi, ırkçılığın ekonomi ve 'yoğunlaştırılmış ekonomi' olan kapitalist siyasetle ilgisini fısıldıyor. Haklılığınızı güçten aldığınızı düşündüğünüz, hedefinizin de salt menfaatinizin etrafında şekillendiği bir siyasette 'sınırlı kaynaklar' üzerine boğuşmanız kaçınılmaz. Kaynaklar üzerine boğuşurken de elbette bir 'biz' ve 'onlar' tayini yapmanız lazım. Bu tayin 'düşmanlaştırıcı' olmalı. Olmalı ki muhatabın kafasına vurup elinden ekmeğini aldığınızda vicdanınız sızlamasın. O zaman elbette yapacağınız tüm topluluk tanımları da menfi olacaktır. Menfi, yani kucaklamaya değil, itmeye çalışan. Ötekileştiren...
Bu zeminde, Bediüzzaman'ın "Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır..." diyerek devam eden analizlerinde 'müsbet fikr-i milliyet' ile 'menfi fikr-i milliyet' arasında yaptığı ayrımı, tanımların 'ötekileştiriciliği' veya 'kucaklayıcılığı' üzerinden ayırabiliriz gibi geliyor bana. Bir ekmeği daha çok kişiye bölen, yüzü genişlemeye ve kucaklamaya bakan, atmaya değil tutmaya bakan tanımlar müsbet fikr-i milliyet içinde sayılabilir. Fakat yüzü böldükçe bölmeye, yıkmaya ve yakmaya bakan tanımların müsbet olmakla işi yoktur. Onlar küçültücüdür. Tamamı menfi fikr-i milliyet içinde sayılır. Ötekini sinesine basmaya müsait veya ötekinin varlığından rahatsız olmayan tanımlar hakkında ancak 'müsbet' sıfatını kullanabiliriz.
Sırf bir lafzî ayrılık gibi görünse de bence mühim bir hatırlatmadır: Bediüzzaman 'müsbet milliyetçilik' diye birşeyden bahsetmemiştir. 'Müsbet fikr-i milliyet'ten bahsetmiştir. Neden kullanmamıştır milliyetçilik ifadesini? Allahu'l-a'lem. Kanaatimce: Sonuna '-çilik' koyduğunuz herşey bir derece zihinlerde menfileşmeye başlar. O yüzden bu ayrımın 'fikr-i milliyet' üzerinden yapılması daha sağlıklıdır. Fakat şunu da belirtmeden geçmeyelim: Hakkın sınırlarını tayin etme meselesinde, özellikle itikadî meselelerde, '-çilik'ler de gereklidir. Zira akaidde bitarafane muhakeme şeytanın bir oyunudur. Biz, '-çilik'lerin tehlike alanını, hakikatin 'tek renk' değil 'çok renkli' olduğu düzlemler için konuşuyoruz. Misalen: Küfre karşı "Allah birdir!" diye haykıran mü'min 'tevhidcilik' yapmakla itham olunmaz. Zira onun yaptığı hakkın tek olduğu düzlemde bir savunudur. Fakat "Namaz yalnız Hanefilerin kıldığı şekliyle doğrudur!" diyen kişi nazarımızda bir menfi mezhepçidir. Çünkü hak mezheplerin renklerini inkâr etmektedir.
Peki neden '-çiliği' özellikle milliyetçilikte olumsuzluyorum? Çünkü milliyetçi olan otomatikman tarafgirdir. '-çilik' yapmak, şıklar içinde birisinin, yalnızca o doğruymuş gibi arkasında durmaktır. Öyle yaratılmak değil yalnız, 'öyle yaratılmamayı eleştirmek' de vardır 'çilik'te. Ortaya bir yarış girer. Yarış ise hırssız olmaz. Hırs da haksızlığa yatkındır. İşte bu yağlı zeminde kaymalar başlar. Milliyetçiliğin hâkim olduğu ulus-devletler devrinde tarih/edebiyat gibi pekçok alanda 'hakkın/gerçeğin' bükülür, yani bir noktada 'çiliğin' menfaatine uygun kurgulanır hale gelmesi bundandır. '-çilik' yapan, kainata '-çiliğinin' merkez olduğu bir düzlemde şekil vermeye çalışır. Türk milliyetçiliğine göre insanlığın atası/merkezi Türkler, Kürt milliyetçiliğine insanlığın atası/merkezi Kürtler, Alman milliyetçiliğine göre de insanlığın atası/merkezi Almanlardır.
"Peki, kafamızdaki fikr-i milliyetin müsbet mi, menfi mi olduğunu nasıl ayıracağız?" derseniz, yine yüzünüzün Bediüzzaman'ın mezkûr metnine dönük olmasını tavsiye ederim. Haklılığı '-çisi' olduğunuz şeyin kuvvetinde mi arıyorsunuz? Hedefinizi '-çisi' olduğunuz şeyin menfaati mi biliyorsunuz? Yaşam şekli olarak '-çisi' olduğunuz şey için başka '-çilik'lerle mücadele etmeniz gerektiğini mi düşünüyorsunuz? O halde size yazık: Siz bir 'unsuriyet ve menfi milliyet' sahibisiniz. Muhtemelen ömrünüz boyunca birşeylerin üzerinde boğuşacak, genellemeler yapacak ve öfke saçacaksınız. Peki müsbet fikr-i milliyeti nasıl tanıyacağız? Yine Bediüzzaman'a dönelim:
"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."
Yani, hakkı '-çisi' olduğunuz şeyin elinde değil de, başka ellerde görünce kabul eder misiniz? Yoksa herşeye rağmen kendi '-çisi' olduğunuz grubun haklı olduğunu mu savunursunuz? Menfaatiniz bazen tersini gösteriyor bile olsa, sırf faziletli olan o olduğu için veya Allah'ın rızası orada olduğu için 'öteki adına' doğru olanı (hatta fedakârca olanı) yapabilir misiniz? Hayatı '-çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?) Aynı dinden kardeşlerinizi, ırk farkı gözetmeksizin, aynı şekilde sevebilir misiniz? Dine rağmen ırk üzerinden tanımlanmayı mı, yoksa ırka rağmen din üzerinden tanımlanmayı mı hoşgörürsünüz? Bütün bu sorular eğer 'yüzünüz bütüne bakar' şekilde yanıt buluyorsa, sizi tebrik etmeli. Kafanızdaki millet fikri müsbete benziyor.
"Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez."
Bediüzzaman, her ne kadar (yüzü bütünleşmeye bakan) müsbet ve (yüzü ayrışmaya bakan) menfi olarak mezkûr ayrımı yapmış olsa da, fikr-i milliyet konusunda mütereddittir. Varlığı ona hoş gelmemektedir. Bu endişe belki de Hızlan'ın aynı kitapta Etienne Balibar'dan yaptığı şu alıntıyla anlaşılır: "Milliyetçilik, ırkçılığın tek nedeni değilse de, ortaya çıkışının belirli koşuludur." Yani ne kadar soft tanımlarsak tanımlayalım; ister tepkisel diyelim, ister zarurî bulalım, '-çilik' yapmaya yüzü yatkın şeyler gün gelip uygun ortamı bulduğunda '-çiliğini' yapar. (Bir dönem, sözde PKK'nın artan terör eylemlerine tepki olarak, suçu-günahı olmayan, hatta içlerinde şehit yakını da bulunan Kürt esnafların dükkanlarına yönelik düzenlenen saldırılar, bu ortaya çıkışa son zamanların en açık deliliydi sanırım.) Hızlan, aynı metnin devamında, Balibar'dan yaptığı alıntının ardından şunları da söylüyor: "Irk kavgaları, milliyetçilik ateşiyle hep harlı tutulduğundan çoğu zaman kamuoyu kullanılmıştır." Belki Bediüzzaman'ın fikr-i milliyet hakkındaki tereddüdü, 'kavgaları diri tutması' çerçevesinde daha anlaşılır oluyor. Evet, arkadaşım, bitirirken şunu nefsime/nefsine hatırlatmak istiyorum: Bu ateşin altına odun atan herkes bir gün o ateşte yanacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...