Şimdi, size, bu hadis-i şerifin ilk kısmını okuduktan sonra girdiğim beklentiyle, okuduktan sonra yaşadığım şaşkınlığı anlatayım: "On şey fıtrattandır!" ifadesini görünce aklıma ilk gelen, belki de fıtratı hep öyle şeyler üzerinden konuşmaya alıştığımızdan, duygulardı. Yani mesela bu hadis "On şey fıtrattandır!" deyip şöyle devam etse şaşırmayacaktım: 1) Şefkat etmek. 2) Sevmek. 3) Özlemek. 4) Etkilenmek vs... Böyle, daha kalbî boyutta (karşıkonulmaz) on şey söylense, benim bu hadis karşısındaki beklentim tatmin olmuş olacaktı. Ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselam öyle söylemiyordu. Temizlik adâbına dair şeyler öğretiyordu hadisle. Şaşırdım.
Kafamda bir süre bu hadis-i şerif döndü durdu. Sanki üzerinde bir perde vardı ve kaldıramıyordum veyahut bakmam gereken yeri kaçırıyordum da o yüzden harikalığını göremiyordum bu sözün. Sonra, biraz da Metin Karabaşoğlu ağabeyin "Çocuk Dövmemek Sünnettir" başlıklı yazısına dair yoğunlaşmam nedeniyle belki, perde aralandı. Farkettiğim ise şu: Bu hadis bize fıtrata dair çok önemli birşeyi öğretiyor. Fıtrat 'akışına bırakmaktan' ibaret değildir. Allah insanın fıtratını sadece 'akışına bırakarak' korumaz. Sakal akışına bırakılır ama tırnak akışına bırakılmaz.
Evet, Allah, insanı fıtrat üzerine yaratmıştır. Ve evet, bu fıtrat İslam üzeredir. Ancak Allah bizi fıtratımızla başbaşa da bırakmamıştır. Bediüzzaman'ın kuvveler üzerinden verdiği derslerden de anladığımız üzere, şeriat, fıtraten had konulmamış kuvvelerimizi 'kalmaları gereken alanlarda' veya tabir-i diğerle 'istikamette' tutmak için emredilmiştir. Aşure gibi karışık ama aynı derecede tatlı bir-iki alıntı yapalım:
"Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."
'Vasat' kelimesi bizde bazen 'takribî/ortalama' anlamlarında da kullanılıyor; fakat onunla aslında kastedilen, mürşidimin de yukarıda ifade ettiği gibi, 'adalet'tir. Kuvveler ifrata ve tefrite düşmeden nasıl adaletle kullanılır? Nasıl zalim olunmaz? İşte, şeriat dairesinde istikametle amel ederek. Yani dinimiz bize hiçbirşeyde aşırılığı emretmez. Hatta evvelemirde iyi bilinen şeylerde dahi ifrat etmemeyi, kötü olduğunu tasavvur ettiğimiz şeylerde bile tefrite düşmemeyi salık verir. Bediüzzaman'ın 'şefkat' üzerinden buna dair yaptığı okumalar konuyu zihne yaklaştırmak anlamında kıymetlidir:
"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'ân'ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir."
Burada, Bediüzzaman, 'yolunun esaslarından' birisi kabul ettiği ve 'aşktan üstün olduğunu' tekrar be tekrar ifade ettiği 'şefkat' için bile ifratın/tefritin ne denli zarar verici olduğunu anlatır bizlere. Başka bir yerde ise şefkatin istikameti 'cihad' üzerinden değil 'anne şefkati' üzerinden ders verilir:
"Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. 'Oğlum paşa olsun!' diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor."
Demek istediğim en nihayet şudur: Elhamdülillah, hiçbirimiz çocuk dövmekten zevk alan tipler değiliz. Hâşâ, çocuk dövmeyi bir meziyet olarak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan da duymuş değiliz. Kendi adıma konuşayım: Ebeveynleri bir çocuğa kızmamı istediklerinde dahi bunu başaramıyorum. Müslümanları da (istisnalar kaideyi bozmaz) bu ahlak üzerine gördüm hayatım boyunca. Ve bugün, Kur'an kursu hadisesi üzerinden tersi bir okuma yapılsa da, biz biliyoruz ki: Dayak hadiseleri Kur'an kurslarından ziyade seküler okullarda mevcuttur. İlkokuldan lise yıllarına, öğretmenlerimiz, hepimizi şöyle bir ellerine dolamışlardır. (Ben bu konuda da epey tecrübeliyim.) Fakat bütün bunların böyle olduğunu düşünüyor olmamız, yine de, bir hadis-i şerifin 1400 yıldır amel edilen manasını inkâr etmemize karine olamaz.
Çünkü şeriat bize ifratı ve tefriti aşılamak üzere değil istikameti aşılamak üzere gelmiştir. Ve istikameti belirleyen de ifrata ve tefrite çekilen çizgilerdir. Zina edenin (bekarsa) sopalanması veya (evliyse) recmedilmesi, hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, iftira atana had cezası uygulanması, mürtedin katledilmesi, kafirle cihad edilmesi... ve daha bunlar gibi saymakla bitiremediğimiz birçok hüküm bizim şefkatimize belli noktalarda ve belli kişilere dönük olarak sınırlar çizmektedir. Bunu 'şefkatte ifrata düşmememiz' için yapmaktadır.
Yukarıda alıntıladığım "On şey fıtrattandır" hadisi dahi 'vücudu akışına bırakmayı' değil, kimi zaman müdahalelerle toplamayı, yön vermeyi, şekillendirmeyi ve asıl bu müdahalelerin fıtrattan olduğunu söylemekte değil midir? Cihad ederken kafiri öldürmenin, bayramı geldiğinde kurban ve hırsızlık yaptığında 'Fatıma (r.anha) dahi olsa' elini kesmenin, uzadığında tırnakları kısaltmanın 'gerekli olduğunu' ders veren Allah; namaz alışkanlığı kazanmakta direnen çocuğa karşı da, namazın ehemmiyetini kavraması için, ona pek şefkatli olan ebeveyni tarafından 'hafifçe vurulmasını' emretmiş olamaz mı? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da aldığı bu emri tebliğ edemez mi?
Bu meseleyi sakın ha küçümsemeyin derim. Çünkü fıtrat zamanla bozulabilir yanlara da sahiptir. Eğer o yaşlarda orucu ve namazı alışkanlık haline getiremediyseniz sonraki yaşlarda başlamak çok zor oluyor. Alışkanlık da insanda ikinci bir fıtrat gibi. Terkleri güç. Alkolu sık kullanan alkolik olup bırakmakta zorlanıyor da namazsızlığa alışan bir bağımlılık sahibi olmuyor mu? Onu bu bağımlılığından (daha yolun başındayken) kurtarmaya çalışmak şefkatten sayılmıyor mu?
Hayatları boyunca oruç denir bilmemiş insanlara oruç tutmanın çok zor geldiğini ve özellikle yaz günlerinde nasıl dayandığımızı anlamakta zorlandıklarını iyi biliyorum. Fakat tam tersi olarak, oruç tutmanın alışkanlık haline geldiği birisinin de, Ramazan'da oruçsuz kaldığında nasıl eziyet çektiğini annemde görmüştüm. Şeker hastalığı şiddetlenince doktor oruç tutmasını yasaklamıştı da Ramazan gelince şöyle demişti: "Ramazan'da oruç tutmamak şeker hastası olup tutmaktan daha zor."
Hârika bir yazı olmuş. Kalemine sağlık.
YanıtlaSil