20 Ocak 2017 Cuma

Akıl ve nakil meselesinde 'bir kafa karıştırma taktiği' üzerine...

Bu meselede kalem oynatacak ehliyete sahip değilim. Fakat benim gibi bu tarz itirazlarla karşılaşmış olanlara, küçücük de olsa, bir yararım dokunsun isterim. Bizzat yaşadığım birşey. Eskiden Risale-i Nur'la da münasebeti bulunmuş, ancak daha sonra modernist/ehl-i bid'a rüzgarlara kapılmış birisi, sosyalmedyada yaptığım hadis müdafaaları nedeniyle demişti ki bana: "Sen hadisleri bu kadar savunuyorsun, ama bak, Bediüzzaman Muhakemat'ta ne diyor: Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur." Yani aslında demek istiyordu ki: "Bir hadis akla uygun olmadığı zaman reddetmekte veya tevil etmekte bir beis yoktur. Bak, Bediüzzaman da öyle söylüyor." Ben de kendisine mürşidimin o metne tetimme kabilinden eklediği şu ifadeyi hatırlattım: "Fakat o akıl, akıl olsa gerektir..."

Daha sonra benzeri şeylerin İmam Şafii (r.a.) gibi ehl-i sünnetin büyükleri üzerinden de denendiğini gördüm. Anladım ki: Bu bir taktiktir. Aklın ve naklin tearuzu sadedinde söylenmiş böylesi cümleler, bağlı ve mukayyet oldukları bahislerden cımbızlanarak, ehl-i sünnet mensublarının gözünde 'hadislerin reddi' normalleştirilmeye çalışılmaktadır.

'Aklın akıl olması meselesi' aslında bize, onu, doğru bilginin tek kaynağı olarak görmemeyi de öğretiyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Akıl, iman edilen şeylerin rengiyle renklenen, işaretiyle yönlenen ve eşliğinde şekillenen bir araçtır. Doğruyu ararken işe yarar, ama doğrunun 'hikmetinden sual olunmaz' tek ölçüsü olamaz. Örneğin: Bireysel menfaatinin en yüce şey olduğuna inanan birisi için 'başkasının parasını aşırmak' normal bir davranış olabilir. Yine, büyük balığın küçük balığı yutmasının doğanın (veya piyasanın) gereği olduğuna iman edenler için birilerini iflas ettirmek hayatın lazımı sayılabilir. Ve yine sokakta denk geldiği bir dilenciye para veren ile bunun yapılmaması gerektiğini düşünen, her ikisi birden, kendilerince bir akılla hareket etmektedirler. Bu noktada hakikat arayışı şu soruya odaklanır: Hakikat hangi akılla bulunacak?

İşte, İslam, hakikat gavvası/dalgıcı olacak aklın şekillendiricisi olarak nakli önemser. (Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi, modern aklın, selef-i salihînin aklından bu yönüyle ne kadar eksik olduğunu da ortaya koyar.) Bizzat vahiy, yolunu kaybetmiş beşer aklına doğru yolu göstermek için, taraf-ı ilahîden lütfedilen bir nakildir. Tabir-i caizse, ayetler, Hz. Cebrail aleyhisselam ve Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselam kanalıyla, yani 'yine nakledilerek' bize ulaşmışlardır. Başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere, geçmişten bugüne nakledilegelen tüm sahih bilgiler, düşünce dünyamızı tefekkürde mahir dalgıçlar olacak şekilde geliştirir ve yetiştirirler. Bediüzzaman'ın felsefe hakkında en çok yakındığı şeylerden birisi de budur. Onun, kendisini merkeze alan aklı, maneviyata karşı yabancılaştırmasıdır:

"Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir."

İşte tam da bu yüzden Bediüzzaman'ın "Abdulkadir Geylanî Hazretleri mi, yoksa Aristo mu?" şeklindeki bir soruya vereceği cevap açıktır:

"Acaba yerde iken Arş-ı Âzamı temaşa eden, harika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene mâneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn, hatta hakkalyakîn sûretinde keşfeden Şeyh Geylâni (k.s.) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve mânevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder? Ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?"

Burada artık aydınlanmacılığın sorgulanmaz aklından değil, gelenekten gelen naklî/aklî bilgilerle şekillenmiş bir akıldan bahsediyoruz. Bu aklın değerlendiriş usûl ve üslûbu değerlendirdiği herşeyin rengini değiştirir. Daha arkasına uzanmaya çalışsak, varacağımız yer, esma-i hüsna bilgisidir. Allah'ın nasıl tarif edildiği veya 'ona nasıl inanıldığı'dır anlam dünyamızı bütünüyle belirleyen. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir..." sırrınca, Allah'a 've hüve ala külli şey'in kadir/herşeye gücü yeten' olarak inanan bir insanın aklına, elbette, mucizelere inanmak zor gelmez. Allah marifeti eşya marifetine böylece yön verir.

Ancak mucizelere inanmasıyla birlikte de iş bitmez. Mucize kavramının tanım ve çerçevesini de yine nakilden öğrenir. Nitekim, hiçbir hakiki müslüman, naklî delilleri bu denli sağlam olan Miraç hadisesini veya nüzûl-i İsa aleyhisselamı veya mehdiyeti "Aklım almıyor!" diyerek inkar etmez. Çünkü aklını, naklî bilgiyi inkâra değil, anlamaya kullanır. Çözemiyorsa da saygı gösterir. Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır!" der, ilişmez. Bakınız bu noktada Ebubekir Sifil Hoca neler söylüyor:

"Aklî ve naklî deliller çatıştığında şu dört ihtimalden birisi söz konusudur: 1) Hem aklî, hem de naklî delil kat’îdir. 2) Her iki delil de zannîdir. 3) Naklî delil kat’î, aklî delil zannîdir. 4) Naklî delil zannî, aklî delil kat’îdir. Bu ihtimallerden ilkinin vukuu mümkün değildir. Zira her ikisi de kat’î olan delillerin, birisini tercih etmedikçe diğeriyle amel etmek mümkün olmayacak tarzda çatışması (tearuz) aklen mümkün değildir. İkinci ihtimal söz konusu olduğunda, her iki delil de zannî olduğundan Müslüman aklı, naklî delili tercih eder. Üçüncü ihtimal karşısında izleyeceğimiz yol açıktır. Zira ikinci ihtimalde tercih edeceğimiz 'naklî delil' olunca, üçüncü ihtimalde bu yol evleviyetle izlenecektir.

Dördüncü ihtimale gelince, aklî delilin naklî delile tercih edileceği yegâne ihtimal budur. Ancak burada da (zannî olan) naklî delil tamamen terk edilmez; kat’î aklî delil ile çatışmayacak makbul bir tarzda tevil edilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: 'Aklî delil' ifadesiyle zikrettiğim delil, 'vehmî' veya 'hayalî' olmamalı, 'bedihiyyat' dediğimiz, kabulü zorunlu bir gerçeği ifade etmelidir. Burada sadece 'kat’î aklî delil'in değil, 'zannî aklî delil'in dahi bir vehim veya hayalden kaynaklanmadığından emin olunmalıdır."

İşte, Bediüzzaman'ın Muhakemat'ta zikrettiği durum da Ebubekir Hoca'nın detaylarıyla izah ettiği bu dördüncüsüdür. Bu noktada diyebiliriz ki artık: İslam'ın akıldan saydığı 'akıl' naklî delil sisteminin geçerliliğini kabul etmiş, tanımlarıyla yetişmiş veya gerektiğinde teslim olmaya hazır olan mü'min aklıdır. İmam Buharî'nin (r.a.) adı anılınca yüzü ekşiyen, İmam Şafii (r.a.) denilince cin çarpmışa dönen, İmam Suyutî (r.a.) anılınca alerji olan tiplerin aklıyla İslam'ın nakil mirası tartılmaz. Onların kafalarındaki modern kalıplarla yapacakları tartıda meziyet bulunmaz. Biz, işte tam da bu yüzden, selef-i salihîn dönemindeki akılların mirasına büyük bir kıymet, teslimiyet ve saygı gösteriyoruz. Çünkü bugünün aklına/algısına güvenmiyoruz. Nakli tevil edecek olan akıl, aklına yatmayan herşeyi reddetmeye meyyal, şu yüzyılın aklı olamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...