Eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2021 Çarşamba

Şüpheci Allah'a 'Dostum' diyebilir mi?

"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar."
Mektubat'tan.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde "An'aneli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, 'an filân, an filân, an filân...' derler?" sualine cevaben diyor ki mürşidim: "Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor."

Bu cevap bize şunu da öğretiyor diye düşünüyorum arkadaşım: İslamî ilimler sadece usûllerinin-delillerinin karşı konulmazlığına dayanmazlar. Ya? Taşıyıcılarının ahlaklarına da yaslanırlar. Onlara duyulan muhabbetten-hürmetten de medetlenirler. Bu farkediş ister-istemez şu çıkarıma da sürükler bizi: Bu insanlar hakkında haksız şüpheler-imâlar sahibi olduğunuzda delillerinizin bir kanadını da yitirirsiniz. Neden? Cümle deliller en özünde güven üstüne kuruludur çünkü. Hele ki naklî ilimlerde. Naklî ilimlerin aklî ilimlerden bir nüansı da 'deneysel tecrübeye' onlar kadar açık olmamalarıdır. (Vahyi deney tüpüyle sınayamazsınız.) Daha toplayıcı bir ifadeyle şöyle diyelim: Naklî ilimlerin hazinesi öyle zengindir ki aklî ilimlerin çekmecesine sığmaz. Mahiyetçe aşkın olduğundan terazisinde hakkıyla tartılamaz. Bu yüzden seküler aklın zorba makasıyla naklî ilimlere saldıranların ellerinde kumaştan pek azı kalır. Ondan da pek az elbise çıkar.

Mesela: Aklî ilimler şüpheyi-tenkidi 'doğru bilgiye ulaşmanın geçer akçesi' olarak tanımlarlar. Överler. Öğütlerler. Aşılarlar. Bu yüzden ellerine geçen her doneyi 'ilişkilerini ister-istemez mesafeli kılan' bir damgayla damgalarlar. Şüphe ederler. Bu noktada 'fâsıkdan gelen haberin sınanmasını' emreden Kur'an'ın onları 'kendi düzlemlerinde' doğruladığını söyleyebiliriz. Birbirlerine karşı böyle olmakta haklıdırlar. Çünkü fâsıktırlar. Onlara karşı böyle olmakta biz de haklıyızdır. Peki ya kendimize karşı? Peki ya İslamî ilimlerde? Tahkik ehli ulemanın usûle hâkimiyeti onu bu sınanmada koruyabilse de teslimiyetsiz avamın aynı derinliğe sahip olmayışı diniyle ilişkisini tereddüde düşürür.

Ahirzaman fitnesinin sahada bu kadar sonuç alabilmesinin bir nedeni de budur kanaatimce. Bağışıklığı olmayanları da tenkitçilikle aşılamasıdır. Evet. Kabul edelim. Bugün, henüz lise çağındaki gençler dahi, İslamî ilimlerin en kavi delillerini-otoritelerini-umdelerini "Bana öyle gelmiyor..." diyerek eleştirebilmektedirler. Bediüzzaman'ın Lemeat'ta yaptığı şu tesbit bu açıdan ne kadar anlamlıdır: "Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü ettikçe o tâun da tevessü eder." Yani salgının yayılmasının sebebi kendisi değil zeminidir. Öncülleridir. Bünye zaafiyetidir her hastalığı başlatan mikroptan önce. Halbuki tenkit ancak hakperest bir edeple doğru sonuçlara ulaşır. İnsafı bulunmayan tenkitse sadece dalaleti attırır.

15. Söz'ün Zeyli 'bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesi'ni aktarırken şu tuzağa da dikkatimizi çeker: Delilsiz şüphe hatırına varsayılan objektivite, tarafsızlık değil, karşı tarafa geçmektir. Yerinden alıntılayalım: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerinin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." Aynı durum tüm İslamî ilimler için de geçerlidir. Belki günümüzde hadisler hakkında uydurulan şüphelerin ilk basamağı da burasıdır. 'Tenkit parmaklarıyla yoklama' ve 'tereddüt eliyle tenkit etme.' Bu iki taassubu 'meşru bilginin zaruri çerçevesi' kıldığımızda naklî ilimlerin herbir cephesinde kıyametler kopmaktadır. Halbuki yine mürşidim demektedir ki: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." Şimdi düşünelim arkadaşım: Böyle bir yaklaşımın seküler metodolojiyi 'ilmin tek geçer akçesi-akidesi' sayanlara anlatabileceği ne vardır?

Özetle şunu söylemek istiyorum: Bugün 'tenkit kabiliyetinin giderek tevessü ettiği' bir zeminde yaşıyoruz. Ancak zararlarından koruyacak edep, hürmet, insaf, merhamet, tevazu, anlayış, empati, hakperestlik, ilim aynı hızla yayılmıyor. Aksine azalıyor. İçerideki bu kırılma nedeniyle dışımızdaki dalalet de yeni yeni cepheler açıyor-kazanıyor. Yani biz ateizmle, deizmle, modernizmle vs. mücadele ederken aslında sonuçlarla mücadele ediyoruz. Belirtilerle mücadele ediyoruz. Hastalığın kökenine inemiyoruz. Sadece ateş düşürüyoruz. Ağrı kesiyoruz. Kökenine inemediğimiz için de hidayete dönen pek az oluyor. Pekçoğu belirtilerinde kaybettiği savaşı hastalığının hırsıyla sürdürüyor. Yahut yeniden başlatıyor. Bir tenkidi haksız çıkarsa yenisi bulmaya gayret ediyor. Esas kırılma içeride/insanda yani. İtikadî sapmalarsa bu insan kırılmasının neticeleri gibi. Allahu'l-a'lem. Yine mürşidimden bir alıntı yapayım bu sadedde:

"En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. 'Bîtarafane muhakeme' dedikleri şey muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar."

Arkadaşım acaba devletlûlarımız duyarlar mı? Yine de söylemekten geri durmayalım: Ta ilkokuldan çocuklarımıza 'kolayca şüpheye düşmelerinin isabetli olmadığını' öğretmeliyiz. "Şüphe her zaman doğru değildir!" demeliyiz. Direniş aşılamalıyız. Mazilerine bir güven kazanmalılar. Bundan ileride şunu bilmeliler: Hakkında delil olmayan şüpheyle amel etmek zorunda değiliz. Bu bir tür şizofrenidir. Sanrıdır. Deliliktir. Sözgelimi: İmam Buharî rahmetullahi aleyhin 'büyük bir dolandırıcı' olduğuna dair hiçbir delil ulaşmamışsa, aksine 'en güvenilirlerden birisi olduğu' ümmetçe tasdik edilmişse, sırf birisi "Sakın öyle olmasın?" dedi diye inancınızı terkedemezsiniz. 

Müsteşrik tuzağına kapılmamalısınız. Bu saçmalıktır. Akıllılık değil aptallıktır. İmkanatsa sonsuzdur. "Belki şuan Karadeniz yerin dibine batmıştır!" diyene kapılıyor musunuz? Elbette kapılmıyorsunuz. Çünkü delilden neşet etmeyen bir şüphenin kesinlik ifade etmediğini biliyorsunuz. Çünkü imkanat sınırlanamaz. Çünkü ihtimale 'kesin' muamelesi yapılamaz. Öyleyse neden büyükleriniz hakkındaki her ifadeden hemen şüpheye düşüyorsunuz? Bu tarz bir şüphecilikle-mesafeyle ilişkiler dostça kalabilir mi? Mesela: "Elinden her yediğim zehirli olabilir!" diye şüphe edersen eşini sevebilir misin? Peki o seni sever mi? Böylelerinin, bırakın salih ulemayı, bizzat Allah'ın kelamıyla, yani Allah'ın zatıyla emniyetli bir ilişkileri kalır mı? Hak hiç ona 'dostum' der mi? Ne diyelim: el-Hâdî olan Rabbimiz rüşdümüzü bize yeniden ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

27 Aralık 2020 Pazar

Tutma, ey Cibali Baba, çünkü mücahid güllesidir!

Bugün twitterda bir sualle karşılaştım. Aslında bir sual değildi. Cevaptı. Daha doğrusu: Sual cevabını da dayatıyordu. Malumunuz: Eğer bir sual cevabını da öğretiyorsa ona 'merak'tan çok 'mühendislik' gözüyle bakmak gerekir. Ne mühendisliği? İnsan mühendisliği. Düşünce mühendisliği. Sosyal mühendislik. Yani arkadaşım bu bir nevi sufle vermektir. "Bu soruya şu şekilde cevap vereceksin ha. Sakın başka cevap arama. Hadi bakalım koyunum. Bu da sana yeni oyunum..." tarzı bir endoktrinasyondur. Basit zihinlere çabuk tesir eder. Fakat kendi 'acaba'larınızı üretebilen bir beyne sahipseniz böylesi dayatmalara cevabınız şöyle olur: "Cevabın burada aranması gerektiği ne belli? Belki de bu sorunun başka bir cevabı vardır ha? Ne dersin?"

Evet. Herkes aynı kaval sesinin peşine düşmüş gidiyor: "Din istismarcıları yüzünden bu toplumda deizm-ateizm artıyor bla bla..." Kavala kim üflüyor? Soran yok. Azıcık daha kurcalasanız, mesela, deseniz: "Kim efendim o istismarcılar?" Hemen ehl-i sünnet ulemayı saymaya başlıyorlar. "Yahu, ötekiler de kitap satıyor, seminer veriyor, program program geziyorlar?" deyu soracak olsanız, el-Aman. Sakın. Aaaa! Nasıl böyle birşey dersiniz? Hiç onların yaptığı ile şunlarınki bir mi? İslamoğlu'nun, Özdil'in, Saymaz'ın sattığı ile Cübbeli Hoca'nın sattığı eşitlenir mi? Cık, cık, cık. Sizin meseleyi anlayamadığınız hemen belli oluyor canım.

Yani efendim, bu ülkede, ömür verdikleri ihtisas alanları üzerinden geçimini sağlamaya cür'et eden (başka nasıl kazanacaklarsa) sadece 'ehl-i sünnet uleması' oluyor. Ne doktorlar doktorluktan, ne fizikçiler fizikten, ne akademisyenler akademisyenlikten, ne de bilmem kim bilmem neyden para kazanmıyor. Yok. Hayır. No. Hepsi eğitimlerini Allah yoluna, vatan uğruna, halkın rızasına adamış (hey maşaallah) geceleri çöplerden topladıkları çürük meyveleri yerken, ah bu gelenekçiler, yağlı pilavları götürüyorlar. Yalnız götürmekle kalsalar efendim, bir de halkı 'kutuplaştırıp' duruyorlar, 'din jandarmalığı' yapıyorlar. Yaaa!

Halbuki, bakınız, Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı'nın son döneminden bugüne 'bir bütün olarak' yaşadığımız şu hazin bozulmayı nereye bağlıyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."

Dur bakalım. Aaa! Mürşidim bugünkü bozulmanın "Geliyorum!" seslerini daha evvelden mi okumuş? Galiba öyle. Peki esbabını neye bağlamış? 'Din istirmarcılarına' öyle değil mi? Hatta belki Cübbeli Hoca'yı falan görünüşüyle bile tarif etmiştir. Yehu! Ne? Kendisinin görünüşü de mi onlara benziyordu? Yapma yahu! Ah. Of. Püf. Kimi suçlayacağız peki? Hürriyetçileri mi? Ne? Olamaz! Modern zamandayız. Böyle suçlamaları kaldıramayız. Özgürlüğün kötülük getirebileceğini 'bazı' takyidiyle dahi inanamayız. Üf. Tüh. Peh. Neyse. Biz yine suçu 'gelenekçilere' atacağız dostum. Cübbeyi-sarığı-sakallıyı suçlayacağız. Onları dövmek kolay çünkü:

"Batsın kutuplaşma. Yansın din jandarmaları. İslam'ın sınırlarını hatırlatanlar kaybolsun! Bu dinde herşeyin caiz olmadığı zikredenler kahrolsun! Hârim-i İslam yolgeçen hanına dönsün. Ancak bu yumuşaklıktır ensemizi seküler tokatlardan kurtaracak. Belki teslim olursak tecavüze uğramayız."

Acaba? Acaba uğramaz mıyız? Yahut da teslim oluşun kendisi zaten bizatihi tecavüz mukaddimesi midir? Arkadaşlar, ben, böylesi arızalı tutumların şöyle bir yanlış kanaatten kaynaklandığını düşünüyorum: İslam'da cihadın bittiği sanılıyor. Hayır. Asla. İslam'da cihad bitmez arkadaşlar. Kıyamet kopana kadar bu cihad devam edecek. Maddisi olmazsa manevisi olacak. Tebliği olmazsa tedbiri olacak. Fakat imtihan sürüp gidecek. Kur'an'da, sünnette, kısacası dinde, 'yakîn gelinceye kadar' sınanacağımız hiçbir hususta bu kavga bitmeyecek. Yalnız yöntemler-usûller-şekiller değişecek. Beden ne kadar değişse de ruhu bâki kalacak.

Aleyhissalatuvesselam bu dinin 'tenzili' için cihad etti. Hz. Ebubekir radyallahuanh dönemindeki irtidat hâdiselerine karşı 'tevil' cihadında bulundu. Ömer radyallahuanh ile Osman radyallahuanh hidayetin tüm dünya coğrafyasına ulaşması uğrunda 'tebliğ' cihadı ettiler. Sonra yine bulutlanmalar oldu. Şah-ı Merdan Ali radyallahuanh meydana çıktı. Yine bir 'tevil' cihadı başladı vs... (Allah cümlesini hayırlarla mükâfatlandırsın.) Büyük resimde görünense şuydu: Evet. Bu ümmetin bir daha 'tenzil' için cihad etmesine gerek yoktu. Allah dinini tamamlamıştı. Vahiy bitmişti. Ancak 'tebliğ' ve 'tevil' cihadları kıyamete kadar sürecekti. Dört Halife döneminde bu cihadların varolması 'kıyamete kadar da süreceklerinin' belirtisiydi. Çünkü sahabe tecrübesi bu ümmetin hayatının özeti gibidir. Misal-i musağğarıdır. Her hususta rehberidir.

Gerçi sonraki dönemlerde daha belirgin bir 'görev paylaşımı' olduğu söylenebilir. Mesela: Cihadın maddisinden sorumlular başkalarıdır. Ordudur. Manevisinden sorumlu başkalarıdır. Ulemadır. O manevi cihad içinde 'mübelliğ' görevi başkalarındadır. 'Murabıt' görevi başkalarındadır. Yani, kimisi yeni toprak kazanırlar, kimisi sınırları korurlar. 'Kazanma' mesleğindekiler nisbeten yumuşakçadır. 'Koruyucuların' üslûbu uyarıcıdır. 'Kazanma mesleği'nde gidenler muhataplarına karşı 'tolere edici' tavırlar takınırlar. Fakat 'koruyucular' sapmalar konusunda cidden hassastırlar. Çünkü mücadele verdikleri alan dinin, akidenin, amelin 'seleften tevarüs ettiği kemalde/saflıkta muhafazası'dır. Elbette müdebbir hali mübelliğden başkadır.

Denî bir misal olmakla birlikte şöyle diyebiliriz: Bir AVM'nin, güvenliği başka hassasiyetler gösterir, pazarlamacısı başka hassasiyetler gösterir. Pazarlamacı ister ki: Hasbelkader birşey alabilecek herkes içeri dolsun. Gönlünce takılsın. Canı sıkılmasın. Sıkılmasın ki satışlar da iyi olsun. Bereketlensin. Fakat güvenlik böyle davranamaz. O satıştan ziyade asayişten sorumludur. Elbette herkesi içeri almaz. Üzerlerini arar. Tavırlarına karşı daha dikkatli olur. Bazen aykırı davranışlarda gördüklerini cebirle dışarı atar. Onun hali öyledir. Bunun hali böyledir. Ve bu ikisi birarada olmazsa AVM'de denge sağlanmaz. İstikamet ikisinin de olmasındadır. Bu tıpkı insandaki 'kuvve-i şeheviye' ile 'kuvve-i gadabiye' dengesine benzer. Her neyse...

Nihat Hatipoğlu Hoca'nın Ebubekir Sifil Hoca'ya yaptığı eleştirileri okurken de bu misal hatırıma geldi. Öncelikle: Kim ki İslam'ın saadetine sa'yederse onun duacısıyım. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'ya eleştirisinde Nihat Hoca'nın cidden hataya düştüğünü düşünüyorum. Ebubekir Hoca murabıttır. Sizse mübelliğsiniz. Mesleğinize sa'y edebilirsiniz. Fakat istikametin tek öğesi sanırsanız fena aldanırsınız. Hatta sizin programlarınızı takip eden bir yakınım şöyle bir yargıda bulunmuştu: "Nihat Hoca'ya 'Şu-bu helal mi?' diye birşey soruyorlar. O kadar çok laf çeviriyor ki... Bitirdiğinde bence kimse yargısından emin olamıyor. Soru olduğu gibi kalıyor. Ne tam 'helal' diyebiliyor ne de tam 'haram' diyebiliyor. Herkes istediğini alıyor."

Konu dallandı-budaklandı. Toparlamayı deneyeyim: Mübelliğler murabıtları 'kutuplaştırmakla' suçlarlarsa kıvamımız kaçar. Özdil güler. Öz-bir kardeşin ağlar. Kimin akidesi kimin cebinde belli olmaz. Mübelliğ işine bakıp murabıtın mesleğine hürmet duymalıdır. Bu sınırlar bekçisiz kalırsa düşmanın nerelere hücum ettiğini kimse göremez. Mübelliğ hiç sezemez. Hele ki ahirzamanda! Ebubekir Hoca ve emsali, Allah onları hayırla mükâfatlandırsın, bir sınır nöbeti tutuyorlar. Düşmanın uyumadığı yerlerde onlar da göz kırpmıyorlar. Nöbetçinin tavrı elbette teşrifatçı tavrı gibi olmaz. Haşin olur. Celal görünür. Nihat Hoca eğer hasma uyup ordusunun sınır karakollarına savaş açarsa hârim-i ismetini telef eder. Cenab-ı Hak cümle ulemamızın gözlerini istikamete açsın. Murabıtta 'dikkat'i mübelliğde 'rikkat'i eksik etmesin. Âmin. Âmin.

12 Aralık 2019 Perşembe

Mutlak vekilliği nerede aramak gerekir?

Takip edenler hatırlayacaklardır: Mutlak vekilliğin nurcular mabeyninde en ateşli bir şekilde konuşulduğu dönemlerde konuya dair '5' tane eleştirel yazı kaleme almıştım. "Mutlak Vekilliğe Serzenişler..." anabaşlığı etrafında şekillenen bu yazıları telif etmekteki ana amacım 'ifrata müsait gördüğüm bir zemini çerçeve içinde tutabilmek'ti. İlkini 6 Eylül 2014'te sonuncusunu ise 11 Kasım 2016'da kaleme aldığım bu yazılar yüzünden, beklediğim üzere, epey bir zılgıt yedim. Eleştirildim, beddualandım, lanetlendim, hain görüldüm, ajan sayıldım, aforoz edildim, vesaire. Önemli değil. Hiçbirisi umurumda olmadı. Olmuyor da. Nihayetinde aradığımız kullarının değil Allah'ın rızasıdır. Ben de onu aradım. Gayrısına bakmadım.

İşte o yazılardan "Bediüzzaman'ın vekili mutlak olur mu?" başlıklı 5.'sinde şöyle bir noktaya dikkat çekmiştim: "Beyanlardaki mutlaklıklar başka zaruretlerle takyid olunabilir." Özetle: Münazarat'ta geçen bir metnin öğrettiği usûl çerçevesinde mevzuu ele alıp, 'mutlak vekillik' çıkarımının yapıldığı lahikaya misafir olmuş ve şunları yazmıştım:

"Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki 'Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!' emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalanları harama girmekle suçlamak olur. Halbuki kalmak caizdir. (...) Eğer mezkûr kavram da sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılmaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir. (...) Konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasada Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, faziletini vs. taşıyabilecek insan bulmak zordur. Allah selamet versin, vekilliği mutlak olarak anlaşılmaya çalışılanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekil olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar."

"Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban vekaleti misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: 'Mutlak ise takyid olunabilir.' Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, 'Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!' değil, 'Telif ettiğim eserlerin neşriyatı vefatımla kesilmesin. Bu genç talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!' vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır. Allahu'l-a'lem."

Uzun yazıdan kısa kısa, bazen de atlayarak, yaptığım bu alıntıların ardından (meraklısını aslına havale edip) asıl konuya gelelim: Bu yakınlarda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektubat'ında buna benzer bir meseleyi okudum. Elhamdülillah. İmam'ın da bakışını bir parça mezkûr yazıdaki duruşuma benzettim. Mirza Hüseyin Ahmed'e yazılan 32. Mektup'ta, İmam, onun Şeyh İlâhdâd isimli birisine dair sorularını cevaplıyor. Mirza Hüseyin Ahmed vefat etmiş şeyhlerinin bu kişiyi yerine bıraktığını yazıyor. İmam'ın yaklaşımı ise elbette daha derûnî. O, bu tarz bir vekaletin 'işitme/duyma' ile değil 'haketmeyle' mümkün olabileceğini, eğer işin içinde 'haketme' yoksa duyulanın başka türlü anlaşılması gerektiğini ifade buyuruyor. Yerinden alıntılayalım:

"Kıymetli rehberimizin, bulunanların gözü önünde, bu makamı Şeyh İlâhdâd'a bırakmış olduğunu yazıyorsunuz. Bu sözü incelemek lazım gelmektedir. Ona bırakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve yemelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekteyiz. Yok, eğer yetiştirmek ve şeyhlik makamına oturmak ise, bu olamaz." Devamında bu kişinin durumu hakkında şüphelerini de yazıyor Hazreti İmam: "Şeyh İlâhdâd fakiri nisbetin ne olduğunu nereden bilmektedir? Kalbinde bir parça huzur vardır. Ne halde olduğunu başkaları da bilmektedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunları bildiriniz. Böylece bu fakir de kendisine yardımda bulunayım."

İşte 'mutlak vekillik' mevzuunda bizim duruşumuz da İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin bu mektubundaki istikamette olmalıdır. Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' dediği Hulusi ağabeyin sağlığında Hüsnü abiyi (ve salih arkadaşlarını) vekil tayin etmesi, elbette, tıpkı o mektupta geçtiği gibi, 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil' kaydıyla bağlıdır. Bu vekillik 'makam vekilliği' değil 'neşriyat hizmetlerinin devamı bağlamında' bir vekilliktir. Aksi okumalar, Allah korusun, hem o abimizi hem de bizi müşküller içinde bırakabilir. Üstad Hazretlerinin birçok eski talebesinin sağ olduğu dönemlerde konuşulup "Bediüzzaman'ın mutlak vekili Risale-i Nur'un şahs-ı manevisidir!" gibi kararlara bağlanmış bir konunun şimdi başka bir anlayışla gündem olması korkutuyor. Allah cümle nur talebelerini istikamet üzerine eylesin. Âmin.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (2)

Tekrar merhabalar muhterem karilerim. Bir önceki yazımızda sözverdiğimiz üzere, zamanının büyük müçtehid, müceddid ve müfessiri; hatta söylemeye cür'et ettikleriyle kendisinden önce gelmiş-geçmiş cümle âlimleri kabr-i pür-nurlarında titreten; hasbelkader çağına yetişenlere ise hayretle damaklarını şaklattıran Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti' üzerine söylediklerini irdelemeye devam ediyoruz.

Efendim, bu defa, Allah'ın avn u inayetiyle, Öztürk'ün 'mana Allah'tan lafızlar Aleyhissalatuvesselamdan' taksimini Bediüzzaman'ın 'vahyin ve ilhamın farkları' adına söyledikleriyle mizana vuracağız. 'İnşaallah' diyelim. Tevfik herdaim Allah'tan.

Peki neden böyle bir yol tutacağız? Çünkü sayın Öztürk'ün paşa gönlüne göre eylediği taksimden sonra işin az-buçuk vahiyden ilhama döndüğünü düşünmekteyiz. Evet. Yani, kendisinin yüce beyanlarının aksine, mevzuun "Vahiy olsun da ister çamurdan olsun!" denilebilecek kadar basit olmadığını düşünüyoruz. İndirilişin usûlünde yapılacak oynamaların mahiyetinde de hasarlar meydana getireceğini, onu vahiy mertebesinden ilham mertebesine düşüreceğini zannediyoruz. Bakalım doğru zannediyor muyuz? Ama bizi Öztürk'ün bozuk terazisi değil can karilerimiz tartacak.

Şuradan başlayalım. Mürşidim Şualar isimli eserinde diyor ki: "Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor." Metnin ilerleyen kısmında ise bu nüansın sebebini anlamızı sağlayacak bir ayna-güneş örneği veriyor Bediüzzaman. Onu alıntılamayacağım. Çünkü yazıyı epey uzatacak. Özetle şu anlamı çıkarabiliyoruz oradan:

Güneşin, her yansıtma özelliği olan şeyde, 'o şeyin kabiliyetine göre' bir yansıması vardır. Ancak bu yansıma bizzat güneşin kendisi değildir. Neden? Çünkü o şeyin sınırlarıyla sınırlanır. Tozlu bir ayna güneşi kendi aynalığının ve de tozlarının sınırlarıyla yansıtır. Kırmızı bir cam güneşi kendi kırmızılığıyla kirletir. Lekeli bir yüzey güneşi lekelerinden zararlarla resimler. Vesaire... Lise fizik derslerinde en zayıf notları alanlarımız bile yansımanın güneşin kendisi olmadığını bilir. Yansıyan güneştendir ama güneş değildir. Gezegenleri etrafında çeviremez.

İşte aynen bunun gibi, başta insan olmak üzere, cümle mahlukatın latifelerine de Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir yansıması olarak manalar gider. Arılar yollarını onlarla bulur. Güvercinler yuvalarını onlarla tayin eder. Bugünlerde modern bilimin endoktrinasyonuyla 'içgüdü' demeyi âdet edindiğimiz bu türden yönelişlerin tamamında bir ilhamın, ama seviye seviye, mertebe mertebe, cins cins payı vardır. Yani, tabir-i caizse, ihtiyaç halindeki her canlının sinesine bir ilham iner. Çünkü, mahlukatı rızık vermesine muhtaç oldukları gibi, yönlendirmesine de muhtaçtırlar.

Peki bu türden yönlendirişlerin tamamına 'vahiy' diyebilir miyiz? el-Cevap: Diyemeyiz. el-Soru: Neden? el-Cevap: Çünkü 'ilham' mahlukatın sınırlarıyla sınırlanan bir konuşma iken 'vahiy' bu sınırlardan aşkın bir tekellüm-ü ilahîdir. (Arı yönünü güvercinlerle veya yarasalarla aynı şekilde bulmaz.) Yani, vahiyde işler, "Biz ona şiir öğretmedik!" ayetinde de belirtildiği üzere, kişinin/şeyin sınırlarına, ihtiyaçlarına, ilmine, yoğunlaşmasına, amaçlarına, anlayışına, aklına, sezişine, menfaatine, sanatına, hatta o gün keyfinin yerinde olup-olmamasına göre şekillenmezler. Ya? İşte burada alıntı yapmaktan kaçamayacağım karilerim:

"Mesela: Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."

Yani vahiyle ilham arasında hem geliş amaçları, hem geliş yolları, hem geliş şekilleri, hem muhatapları açısından büyük farklar vardır. Bir insan, eğer şiire kabiliyeti varsa, o kabiliyetin nisbetine göre, aldığı eğitime göre, yaptığı okumalara göre, o günlerde etkisinde olduğu şeylere göre, çağındaki eğilimlere göre, hatta sevdiğinin kaşına-gözüne göre, yani sınırlarıyla/renkleriyle bulanarak, ilhamına bir elbise biçer. İşte bu gibi şeylerde mana kalbe Allah'tan bir feyz-i ilahî sûretinde gelir. (İlham perileri yoktur yani.) Biçimlendirme ise kuldandır. Kul kendisinin eksikleriyle bulayarak o manaya bir giysi giydirir. İnsanlara arzeder. Nihayetinde ürettiği beşerî birşey olur.

Fakat vahiy şiir değildir. İnsanın biçimlendirebileceği birşey değildir. Bizzat tekellüm-i ilahîdir. Yani Allah'ın konuşmasıdır. İnsan, ilhamını biçimlendirirken, kalbine inenden kalıbına göre birşey anlar, sonra o kalıba göre bir giysi biçer, gösterir. Böylece ürettiği kendisindeki yaralarla yaralanmış olur. Kendi zamanıyla sınırlanmış olur. Aklının, düşünüşünün, sezişinin, marifetinin, önyargılarının, görüşünün, sandıklarının, sosyolojisinin ve hatta biyolojisinin esiri olur. Onların verdiği boyayla boyalanır. Peki vahiy böyle midir? Veya kendisini böyle ifade etmekte midir? Veya iman ettiğimiz İslam vahyi bize böyle mi anlatmaktadır? Bunları düşününce karşımıza şöyle bir resim çıkar: (Yine alıntı yapmaktan kaçamayacağım anlayışlı karilerim.)

"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, 'Kelâmullah' ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor."

Yani, tabir-i caizse, Kur'an-ı Hakîm, 6. yüzyılda Mekke'de dünyaya gelen Muhammed isminde (canımız ona kurban olsun) okuma-yazma bilmeyen birisinin kalbine gelen ilhamları/manaları metne dökmesi gibi birşey değildir. Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ! Zaten o Fahr-i Kainat Aleyhissalatuvesselam da kalbine gelen ilhamları Allah'ın diline koyup söyleyecek bir düzenbaz değildir. Hâşâ! Milyon kere hâşâ! Kur'an-ı Hakîm kendisini nasıl ifade ediyorsa öyledir. Hem hükümlerinin tesiri de öyledir. Geçerliliği de öyledir. Belagatı da öyledir. Fesahati de öyledir. İhbar-ı gaybı da öyledir. Mucizatı da öyledir. Haberleri de öyledir. Kıssaları da öyledir. Bunlar, bir beşerin kalbine gelen duyuşları dile dökmesi değil, dile gelmez hakikatleri Rabbü'l-Âlemîn'den haber vermesidir.

İşte, "Aleyhissalatuvesselamın kalbine gelen manaydı, nasıl söyleneceğini ise o belirliyordu!" diyen, çaktırmadan bize demektedir ki: "Duyuşundan anladığını anlattı. Şiir gibi içine doğanlara kendince/kalıplarıyla bir biçim verdi. Beşeriyetiyle sınırladı. Renkleriyle boyadı." Hey yavrum hey! Sanırsın din yeni baştan yazılıyor! Sürümüne güncelleme geldi! Her neyse. Onları bilmeyiz, ama biz, hem Cenab-ı Hakkı böyle bir kitaba "Kelamım!" demekten, hem o düzmeceyi yapana "Habibim!" demekten tenzih ederiz. Evet. Bu yazıyı da çok uzattım. Fakat yine yarım kaldım. Bir yazı daha borçlanalım. Mustafa Öztürk'e gelen ilhamları konuşmaya devam edeceğiz.

29 Mayıs 2018 Salı

Manipülasyon bir gayret katilidir

Bu yazımda sizinle Enfal sûresinin 46. ayeti hakkında konuşmak istiyorum. Meşhurdur. Fakat başlamadan önce kısaca bir mealini alıntılayalım: "Allah'a ve Resulüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin; yoksa yılgınlığa düşersiniz, gücünüz de elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." Bir başka meal versiyonu da şöyle: "Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."

Bu yakınlarda benim bu ayet-i kerimeye bakışımda bir küçük değişiklik oldu. Aslında değişiklik de denmez buna. Bir 'zenginleşme' oldu. Münazarat'ı okurken yaşadığım bir aydınlanma bu. Sadede geleyim. Mürşidime orada soruyorlar ki: "Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kalemiz olan bir şecaat vardır. (...) Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar?" İşte, Bediüzzaman'ın bu soruya verdiği uzunca cevap, aynı zamanda bana mezkûr ayet-i kerimenin farklı bir okumasını daha öğretiyor. Fakat 'farklı'yı öğrenmeden önce 'önce'yi bilmeniz gerek. O zaman biraz ondan bahsedelim:

Ben, bu bahisteki derinliği farkedene kadar, 'kuvvetin elden gitmesi' meselesini 'azlıkla' ilgili görürdüm. Derdim ki içimden: "Eh, tabii, bölününce sayı azalıyor. Sayı azaldıkça da kuvvet azalıyor. Hem cesaret azalıyor. Hem de sonuç almak güçleştiği için yılgınlık oluyor." Elbette bu okuma şekli hatalı değildi. Ancak bir hayli eksiği vardı. Çünkü ihtilafın içimizde meydana getirdiği yıkımı görmüyordu. Meseleyi hemen sayısal/niceliksel zaviyeye çekiyordu. Nitelikteki kaybı ise ıskalıyordu. Oysa ihtilaf öncelikle bir nitelik kaybıydı.

Ne demek istiyorum? Anlatmaya çalışayım: Mü'minler kendi aralarında hırslı bir ihtilafa tutulduklarında sadece kuvvetlerini bölmekle kalmıyorlar. İçsel üretim kuvvetlerini de (tenkid kadarcık olsun) birbirlerine karşı kullanıyorlar. Yani, Cenab-ı Hakkın, salih ameller eylemeleri için varlıklarına nakşettiği kuvve-i şeheviye (menfaatleri elde edebilme kuvveti), kuvve-i gadabiye (zararlardan koruma kuvveti) ve kuvve-i akliyeyi (doğruyu yanlıştan ayırabilme kuvveti) birbirlerine karşı sarfediyorlar. Bu da, tıpkı sürtünen metallerde olduğu gibi, yıpranmaya neden oluyor. Enerjinin yanlışta sarfedilişi doğru yönde sarfedilecek enerjiden de çalıyor.

Sadece bu mu? Değil. En büyük zarara tenkidi/eleştiriyi bir bıçak gibi kullanarak giriyoruz. Mü'minin mü'mine tenkidinin 'dua' gibi olması gerekirken biz onu 'hırs' gibi yapıyoruz. Hırs gibi eleştiriler ise kaderin önünden gitmeye çalışıyorlar. Vakt-i merhunu gelmemiş şeylerin 'olabilecek en kısa sürede' vücuda gelmesi için uğraşıyorlar. Tabir-i caizse üçüncü ayda bebek istiyorlar. Yüz basamağı üç adımda çıkmaya cüret ediyorlar. Onlar bu müfrit yolu takip ettikleri için hem 'sahiplerinin' hem de 'muhataplarının' dünyasında yıkıcı tesirleri oluyor. Yıpratıyor. Yıpranıyor. Çoğu zaman da aksülamel yapıyorlar.

Mürşidimin mezkûr metinde yaptığı bir benzetme var. Hemen alıntılayayım: "Zira, her bir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekàyı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa, ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler."

İşte, bence, biz de kendi adımıza bu tehlikeden korkmalıyız. Neden? Çünkü bu 'delik açılardan' birisi haline pekala gelebiliriz. Nerede? Öncelikle kendi dünyamızda. "Herşeyi elde etmeye çalışan herşeyden mahrum kalır!" kabilinden biz de içimizdeki kuvvetleri salih hedeflere yoğunlaştıramazsak üretimden düşeriz. Bir sabır ve sebat ipine dizemezsek tesbihten oluruz. Rüzgârımız kesilir. Zira gücümüz ancak sebatımızla tesirlidir. Onu yitirirsek etkisizleşiriz.

Manipülasyon bir gayret katilidir. Dikkat dağıtıcıdır. Eleştirecek onlarca, yüzlerce, binlerce şey var âlemde. Fakat her tenkit edişte bizden de bir miktar güç azalmış olmuyor mu? Öfkelenip hakkında konuştuğumuz her kötülükte bir iyilik yapma fırsatını elimizden kaçırmış olmuyor muyuz? Kötülüğün zikri, iyilik yapılmadıktan sonra, onun vücudunu çağırmak gibi değil midir? Öyle ya! Kötülükten bahsetmekle iyi olunmaz. Ancak iyilik yapmakla iyi olunur.

Sosyal medyada her gün kızılacak yüzlerce şey görüyorsunuzdur. Ben de görüyorum. Yanlışlar, yanlışlar, yanlışlar... Onlara nişan almış atarlı twitler. Bütün bunlar bir açıdan bizim dikkatimizi de elimizden alıyor gibi. Yoğunlaşsak başaracağımız birçok harikayı düşlerimizden çekiyor gibi. Dağıtıyor gibi.

Nihayetinde, sosyal medya karşısında aklını geveze etmiş, eleştirdiği şeylerle dahi meşguliyeti bir twitçik olan, ertesi gün ne hakkında twit attığını daha hatırlamayan bireylere dönüşüyoruz.

Tamam. İhtilaf toplumsal gayretimizi öldürüyor. Kabul. Ama ondan önce, ihtilaf, içimizdeki gayreti de öldürüyor. Şahs-ı manevimizi de katlediyor. Hedefsizliğimizin bize yaşattığı şaşkınlık içinde giderek yılgınlığa düşüyoruz. Parçalarımız dağılıyor. Evet, ayet-i kerimeden, kendi içimdeki ihtilafa dair böyle bir ders de aldım ben: Her yola doğru yürümeye çalışan aslında hiçbir yere gitmiyor. Herşey hakkında yorum yapan aslında hiçbirşey bilmiyor. Herşey hakkında konuşan aslında hiçbirşey duyurmuyor. Ve işte, kardeşlik, öncelikle şu 'gayretin iktisadını' sağladığı için kıymetlidir.

8 Mart 2017 Çarşamba

Sultan Abdülhamid 'masum imam' mıydı?

Mesele giderek daha tatsız bir hal alıyor. Ben de hakkında yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Öncelikle şunu aklımızda/kalbimizde tutmamız lazım: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadında, ki bizim imanımız istikametin o olduğu üzerinedir, nebilerden başka kimsenin ismeti yoktur. Bir insanın kalbinin güzelliği, ahlakının temizliği, hamiyetinin yüceliği, zekasının parlaklığı, nesebinin paklığı gibi şeyler bir tarafa; biz, nebilerden başka her beşerin şaşar/şaşabilir olduğuna inanırız. Bu nedenle de birisi "Falanca hata yapmış!" dediğinde "Neeee?" diye bağırarak şok yaşamayız. Muhatabımızı hemen 'yalancılıkla' da suçlamayız. Ne yaparız peki? Tahkik ederiz. "Dediği doğru mudur?" diye bir sağlama yaparız. Bunu yaparken de, sorguladığımız, suçlanan kişinin 'hata yapabilir' oluşu değildir. 'Bize nakledilen hatayı hakikaten yapıp yapmadığı'dır. Böylece o kişi hakkında adaletle hükmederiz. Yani; ne tahkik etmeden hataya inanırız, ne de masumiyeti tahkik etmemek gerektiğine.

Bu, bizde böyledir, ama şiada böyle değildir. Şia, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra, pâk nesebinden gelen oniki imamın da masumiyetine inanır. Bu yüzden onlara muhalif olmak (veya onlara atfedilerek nakledilen şia inancına aykırı olmak) kişiyi küfre götürecek kadar büyük bir suçtur şiada. 'Masum imam' kavramlaştırmasıyla bilinen bu meseleyi tafsil etmeyeceğim. Fakat bu sapkınlığından ötürü şianın; sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerine nasıl çirkin suçlamalar yaptığı malumdur. Masum imamlara, değil muhalif olmak, destek vermeyen veya istedikleri şekilde katılmayan sahabe efendilerimiz bile şianın gözünde merduddur. Allah onları ıslah eylesin.

Gariptir, bugünlerde de, merhum Sultan Abdülhamid Han'ın mağduriyeti zemininde birçok âlime böyle bir saldırı yapılıyor. 31 Mart Vakası ve sonrasında yaşananlar üzerinden, öncesinde Sultan Abdülhamid'e eleştiride bulunmuş herkes aynı darağacına asılıyor ve 'ya hain, ya ahmak, yahut da kafir' ilan ediliyor. Evet, şaşırmayın, hakikaten oluyor bu. Sultan Abdülhamid merhumun da insanlar içinde sadece bir insan olduğu (ve hatta siyasiler içinde sadece bir siyasi olduğu) unutularak 'masum imam' gibi savunusu yapılıyor.

Hasbelkader istibdadını eleştirmiş kim varsa, dediği isabet etsin veya etmesin, doğru olsun veya olmasın, tarihsel gerçeklerle uyuşsun veya uyuşmasın, hainler zümresine ilhak olunuyorlar. Üstelik bu insanlar öyle sen-ben gibi sıradan kişiler de değiller. Çoğu bugün kıratında adam yetiştirilemeyen âlimler.

Ama kime laf anlatacaksınız? Şu tarz Abdülhamidciliğin meselenin bu tarafına baktığı yok ki. Bu âlimlerin sayısı ne kadar çok veya kıratları ne kadar yüksek ayarda olursa olsun, hatta Abdülhamid eleştirilerinde o dönem ulemasının icmaı hasıl olsun, hepsini bir hamlede kapı dışarı ederler de Abdülhamid'i sevenlerden (o seven velev fâsık olsun) başkasını almazlar. Mehmet Akif merhum olsun, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum olsun veya Bediüzzaman olsun, umurlarında değildir. DAİŞ'inki gibi keskin bir tekfir veya tahkir bıçağı ellerindedir. Çalıverirler önlerine gelenin boğazına.

Hani denilir ya: "İslamın şartı beştir. Altıncısı haddini bilmektir." İşte, bu altıncıda ayarını tutturamayınca, bir tane 'hata yapması gayet mümkün' ve 'eleştirilmesi gayet doğal' siyasetçi üzerinden bin tane 'ümmetin gözbebeği' ve 'hayatları hamiyetlerinin şahidi' olan âlim kesilir-biçilir hale gelir.

Fakat bu noktada şu ihtimali dışarda bırakmayalım: Bu insanlar içinde muhalefetinde ifrat etmiş isimler olabilir. Yaptıkları eleştirinin üslûbunda hata bulunanlar olabilir. Bunlar mümkündür. Çünkü bu insanlar da, en az Sultan Abdülhamid kadar, beşerdir ve şaşabilirler. Ancak meselenin bu yanına dair hiçbir kollamada/sağlamada/araştırmada bulunmadan, eleştiride bulunmuş kim varsa kolundan tutup hamiyet ve hatta İslamiyet kapısının dışına koymak, bu kesinlikle modern zamanların elim bir had bilmezliğidir.

Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yaşananlar üzerinden öncesinde yapılan eleştirilerin haksızlığına hükmetmek ise tam bir anakronizmdir. Meseleyi zihinlerinize yaklaştırmak için şöyle bir örnek vereceğim: Bugün de bir kısım âlimimiz/aydınımız Erdoğan'ı kimi icraatlarından dolayı eleştirmiyor mu? Elcevap: Evet, eleştiriyor. 15 Temmuz'dan önce de bunu yapmıyorlar mıydı? Elcevap: Evet, yapıyorlardı. Nitekim; Erdoğan'ın "Ne sünniyim ne şiiyim!" sözü üzerine ehl-i sünnet ulema tarafından getirilen bir dizi (bence de haklı) eleştiri oldu. Yine İsrail'le yapılan anlaşma ve Mavi Marmara davasında gelinen nokta üzerinden Erdoğan'a İslamcı camia tarafından birçok eleştiri yapıldı. Hatta bu eleştiriler bizzat Erdoğan'ın rahatsız olacağı seviyeye kadar vardı da sert bir açıklama yaptı. Şimdi, bütün bu eleştirilerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı ve Erdoğan (Allah korusun) baştan indirilseydi, öncesinde yapılan bu eleştirilere hainlik, ahmaklık veya kafirlik damgası vurulabilir miydi? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

Bununla yüzleşelim. Çünkü sonraya bakıp önceye hükümler çıkarmak doğru ise pekala denilebilir ki: Nasıl ki bu âlimler/aydınlar Sultan Abdülhamid'i eleştirerek 31 Mart'ın yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular; 15 Temmuz'dan önce Erdoğan'ı eleştirenler de 15 Temmuz'un yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular. Bu rahatlıkla söylenebilir. Aynı mantıkla aynı suçlama bugün de birilerine yapılabilir. O zaman da 'hık-mık' etmeden "Evet!" diyebilecek miyiz? Ben, ilk kısımda cüretkâr olan yaftalamacıların, şu ikinci kısımda mütereddit olacaklarına kaniyim. Çünkü bu sefer listede kendi isimleri de olacak. Hem de yukarılarda bir yerlerde...

Hasılı: Arkadaşlar, böylesi meselelerde en istikametli duruş olarak, mürşidimin de Risale-i Nur'da andığı, Hz. Ömer b. Abdülaziz'e (r.a.) atfedilen şu sözü salık veririm: "Allah, onların kanlarına ellerimizi bulaştırmadı, biz de dillerimizi bulaştırmayalım." Ömer b. Abdülaziz (r.a.) bu sözü sahabe arasında gerçekleşen savaşlar ve fitneler hakkında söylemiştir. Şu sese kulak verelim. Selefimiz bizi hayra çağırıyor. Altından kalkamayacağımız meseleler hakkında çene çalmamayı tavsiye ediyor. Şu tavsiyeyi dinleyelim. Zira yarın Mehmet Akif merhum ile Abdülhamid merhum, dünyadaki kavgaları dünyada bırakmış olarak, kolkola cennete girer de, biz, dilimizde onların etleriyle kanları, arkalarından öylece bakakalırız. Allah bizi istikametten ayırmasın.

11 Kasım 2016 Cuma

Mutlak vekilliğe serzenişler (5): Bediüzzaman'ın vekili 'mutlak' olur mu?

Mutlak vekilliğin, kavram olarak kendisine değil, 'anlaşılış şekline' yönelik eleştirilerim yeni değil. İki yıl önce bir yazı dizisiyle konuyu ele almıştım. Halihazırda bir kısım nur talebelerince dayatılan anlama Risale-i Nur'un genelinin ve özelde 'mutlak vekillik' ifadesinin geçtiği metinlerin ne kadar el verdiği ile ilgili analizlerde bulunmuştum. Üstelik, elimden geldiğince, meseleyi burada bırakmamış, ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinde ve İslam tarihi düzleminde mezkûr parçanın uyumunu sorgulamıştım. Çünkü parçaya verilen anlamın kabulü ancak bütüne uyumluluğu ile mümkündü. "Bir fikre davet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor. Yoksa davet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz." Mutlak Vekilliğe Serzenişler serisini okuyacaklar az-çok bu söylediklerimi orada bulacaklardır.

Bugün ise kavramı oluşturan iki kelimeyi analiz ederek 'mutlak vekilliğe' bir kısım nur talebelerince verilen karşılığın 'neden yanlış olduğunu' ortaya koymaya çalışacağım. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona... Mutlaklığı sorgulamakla başlayalım. Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat isimli eserinde, Maide sûresinin 51. ayeti ("Yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin!") üzerinden kendisine yöneltilen bir soruya şöyle cevap verir:

"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. Bununla beraber nasıl 'dost olunuz' dersiniz? Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

Sadece Kur'an'ı değil, karşımıza çıkan her metni doğru anlamada bir usûl dersi içeren bu soru-cevap öncelikle neyi öğretir? Bir metindeki ifadelerin doğru anlaşılmasının sadece 'öyle okunmasına' bağlı olmadığını gösterir. Aklın, dikkatin ve insafın titizlikle devrede olduğu bir sürece daha ihtiyacı vardır derinlikli okumaların. Peki, dikkat edilecekler nelerdir?

Bunlardan bir tanesi "kat'iyyü'l-metîn" olanın "kat'iyyü'd-delaleti"dir. Herhangi bir metindeki herhangi bir ifadenin, ondan bizim anladığımızı mı, yoksa müellifin murad ettiği başka bir manayı mı kastettiğini anlamak, ancak 'delaletinden emin olmakla' mümkündür. Yoksa "Filancanın ensesi kalındır!" veya "Falancanın eli uzundur!" denildiğinde bunları biyolojik birer teşhis olarak anlamak işten değildir. Tevil ve ihtimalin mecali varsa, bunları da kollamak, en azından dikkatli olmak, insafın ve aklın gereğidir.

İkinci olarak: Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki "Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!" emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalan herkesi harama girmekle suçlamak olur. Yine Ahzap sûresinin 53. ayetindeki "Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın!" emrini bağlamındaki kayıtlardan yoksun anlamak 'sohbetin haram olduğunu düşünmek' gibi garip sonuçlar verecektir. Bunun böyle olmadığı ise size sünnet-i seniyyenin rehberliği ve zamanın müfessirliği söyler. Mü'minler bu emirleri zaman düzleminde böyle 'mutlak bir şekilde' uygulamamışlardır. Çünkü sünnet-i seniyyede böyle görmemişlerdir.

Üçüncü bir dikkat edilecek husus da şudur: Diyelim ki; babanız, "Doğrulardan ayrılma!" dese, siz bunu 'dik çizgilerden ayrılma' olarak anlamadığınız gibi 'ismi Faruk olanlardan ayrılma' olarak da anlamazsınız. Burada hükmün bina edildiği doğru 'doğruluk ahlakı' olarak şekillenir zihninizde. Bu yüzden, sözgelimi, ismi Faruk olsa da yalancı birisinden uzak durabilir, soyadı Boynubükük bile olsa doğru bir insandan ayrılmazsınız. Burada, hükmün hangi manaya/kasta bina edildiğini anlamak, doğru anlamak konusunda yardımcı olmuştur size. Muhtemel anlamların baskısından kurtardığı gibi mutlaklığın sınırlandırılmasını da sağlamıştır.

Dördüncü olarak da şeriatın bütünlüğüne bakılması gerekir. Eğer iki emir veya izin birbiriyle çelişiyor gibi görünüyorsa bu genelde 'birisinin diğerini takyid ettiğine' yorulur. Ehl-i Kitap bir kadınla evlenmeye verilen izin mezkûr ayetteki mutlak hükmün şeriatça sınırlandırıldığına delildir. Demek bazı şartlarda izin vardır. Bir kafirle İslam'a zarar verecek şekilde dostluk kuramazsınız, ama pekala helal bir ticaret yapabilirsiniz. İslam tarihi boyunca da uygulama bu şekilde olmuştur.

İşte 'mutlak vekillik' meselesindeki 'mutlak' ve 'vekillik' kelimelerinin doğru anlaşılması da yukarıdaki yolun doğru bir şekilde izlenmesine muhtaçtır. Eğer meşhur kavram mezkûr kayıtlarla sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılamaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini mutlak bir vekillikle doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir:

1) O kişi her konuda Bediüzzaman'ın eşiti/dengi bir insan olmalıdır. (Çünkü kayıt konmamasıyla Bediüzzaman'ın ahlakından ilmine, etvarından tarihçe-i hayatına kadar her özelliğinin bu diğer kişide birebir yansıyor olması gerekmektedir.) 2) Vekillik, eğer yukarıdaki gibi 'birebir eşit' olarak anlaşılmayacaksa, o zaman bu kişi bir ölçüde Bediüzzaman'dan 'aşkın' olmalıdır. Aşkın olmalıdır ki onu kapsayabilsin. (Daha azı olma ihtimalini ise 'takyid' kabul etmeyerek ellerimizle yıktık.)

Biz Allah'a mutlak bir şekilde tevekkül ederiz, 'en güzel vekildir' deriz, çünkü Allah bizden aşkındır. İlmi, hikmeti, kudreti vs. sonsuz derecede yücedir. Bu yüzden ona tevekkül ettiğimizde içimizi emniyet sarar. Aşkınımıza, bizi bizden iyi bilene ve bizden üstün olana, tevekkül etmişizdir. Hukuki işlerde de vekillik az çok buna benzer. Herhangi bir meselede bir avukata vekalet veren, yani tevekkül eden insan, aslında o avukatın işi ondan daha iyi bildiğine, yani o alanda kendisinden aşkın olduğuna işaret eder. Ama hukukta bu tevekkül mutlak değildir. Vekalet verilen alanla sınırlıdır.

Aksi takdirde, avukatın, mezkûr adamın hayatındaki herşeyi ondan daha iyi bildiği veya yerine karar verebileceği/geçebileceği anlamına gelir ki, bu yanlıştır. (Bu nedenle vekalet verenler, bunu, zamanla veya işlem türüyle sınırlandırılmış bir şekilde verirler.) Bundan daha farklı bir vekalet türü de 'yapmaya kudreti ve vakti daha müsait birisine' bir alanda sorumluluk bırakmaktır. Örneğin: Kurban konusunda birisine vekalet verebilir ve kesim yükünden kurtulabilirsiniz. Ancak burada da bir aşkınlık vardır dikkat ederseniz. O kişinin durumu sizden daha müsaittir.

Şimdi, konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasadan Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, sebatını, izzetini, iffetini, faziletini vs... tastamam taşıyabilecek insan bulmak zordur. Aşkını zaten mümkün değildir. Vekilliği mutlak anlaşılmaya ve dayatılmaya çalışanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekili olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek bir ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir, ne ilim tahsil etmişlerdir, ne eser vermişlerdir, ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar. Yani ne 'aşkınlık' ne de 'eşitlik' sözkonusudur.

Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: "Mutlak ise takyid olunabilir." Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, "Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!" değil, "Telif ettiğim eserlerin neşriyat hizmetleri vefatımla kesilmesin. Bu talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!" vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır.

Üstelik zamanın müfessirliği de bizi böyle anlamaya zorlar. Zira kendilerine vekalet verilmemiş Bediüzzaman'ın daha yaşlı talebeleri, bu genç talebeleri, anlaşıldığı şekilde 'mutlak vekil' görmemişlerdir. Hayatlarında onlara böyle bir konum biçmemişlerdir. Onlardan anlatılan/nakledilen böyle bir bilgi yoktur. Bunun yanısıra Risale-i Nur külliyatının bütünlüğü de bizi böyle bir çıkarım yapmaktan men eder. "Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi 'Ferid' makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz'da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor..." diyen Bediüzzaman, herhalde, sonra böyle bir mutlak vekillik inşa edip talebelerini de o tasarrufa devretmiş değildir.

Başka imalarda bulunanların imaları kendilerini bağlar. Derdimiz hakikattir. Başka bir derdimiz yoktur. Hakikati netlikle ortaya koyalım. Aksi takdirde (Allah ölmüşlerine rahmet ve kalanlarına afiyet bağışlasın) bu talebeleri Üstadlarının muradı olmayan ve zaten kendilerinin de kaldıramayacağı bir yükle yüklemiş olacağız. Ki işte FETÖ'nün, Gülen'i, Bediüzzaman'ın tek varisi sanması ve saymasıyla yaşattıkları büyük bir ders olarak meydandadır. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.

16 Haziran 2016 Perşembe

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (1): Hicr sûresi 99'u doğru anlamak...

Madem kitabı okuyorum. Hem de ağır ağır okuyorum. Böyle bir yazı serisi başlatmanın uygun olacağını düşündüm. Zaman Aynası Namaz, Nesil Yayınları'ndan çıkan, Senai Demirci ve Ali Mermer ağabeylerin imzasını taşıyan bir eser. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî'nin 9. Söz isimli eserine (veya Sözler isimli eserinin 9. bölümüne) şerh çalışması olarak kaleme alınmış. Allah, iki ağabeyimin niyetlerini de kabul etsin. Benim burada yapacağım: Mürşidim bildiğim zatın bir eserine yönelik yazılan bu şerhin kendimce sorunlu gördüğüm yerlerine dikkat çekmektir. Tevfik Allah'tandır ve hamd yalnızca Onadır.

İlk dikkat çekmek istediğim bölüm: Kitabın 15. sayfasında yeralan bir dipnot. 6 numaralı bu dipnotta şöyle deniyor: "Hicr sûresi, 99. ayetinin işaret ettiği 'yakîn'i, ibadet ederek elde edilecek, ibadette sabrederek erişilecek bir 'iman' hali olarak anlamak gerek. 'Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine iman et' ifadesini, 'Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et' diye de okuyabiliriz."

Öncelikle şunu ifade etmem gerekiyor: Kur'an'dan işarî anlamlar çıkarılmasına karşı değilim ve olamam da. Herkes nasibince Kur'an'dan istifade edebilir ve Ehadiyet düzleminde kendisine lütfedilmiş hususi bir Kur'an'ı onda bulabilir. Fakat bu noktada Kur'an'dan çıkarılacak işarî anlamların 'mana-i sarihiyi incitmemesi' gerekir. Hele hele işarî anlamı çıkarmış kişinin bunu mana-i sarihinin önüne koymasından, "Öyle değil böyle anlaşılmalıdır" demesinden, mürşidimin ifadesiyle, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere sahabe-i güzin ve selef-i salihinin fehimlerini tezyif etmek çıkar. Çünkü Kur'an'a ilk muhatap olan, onu ilk anlayan ve anlatan onlardır. Mana-i sarihî bize Asr-ı Saadet'in yadigârıdır.

Tam da bu nokta itibariyle, Kur'an'ın anlaşılmasında sebeb-i nüzuller 'olmazsa olmaz' bir konumda olduğu gibi dönemin Arapçasına vukufiyet de yine 'olmazsa olmaz'dır. Hz. Ömer'in (r.a.) tavsiye ettiği 'cahiliye dönemi şiirlerinin öğrenilmesi' yine Kur'an'ın indiği bu dili anlamak açısından önemlidir. Çünkü dil de sosyoloji gibi zamanla değişir ve dönüşür. Kur'an'ı en berrak şekilde anlamak, onun geldiği dil ve sosyoloji üzerine yaşamakla ve Muallim-i Mübarek aleyhissalatuvesselamdan ders almakla mümkündür. Sahabe bu dili konuşmuş, bu sosyolojiyi yaşamış ve bu Muallim'den ders almıştır.

Bizim Kur'an'a bakıp, Arapçamız olsa bile, mana-i sarihiyi incitecek şekilde "O aslında şöyle anlaşılmalıdır!" dememiz, modern zamanın çocuğu olan bir zihinle Asr-ı Saadet'in çocuğu olan zihinlere meydan okumamızdır. Bu noktada onlarla yarışılmaz. "Geçerim..." diyen vallahi yalancıdır. Fakat işte, tam da bu noktada, işarî manalar imdadımıza yetişir. Rabb-i Rahim bizi lütfundan istifadesiz bırakmaz. Rahmet, Ehadiyet penceresinden gülümser. Biz de Kur'an'ı dikkat-i nazarla ve istikametli bir hikmetle okuduğumuzda 'rumuzlar tavazzuh eder...' Bediüzzaman'ın "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor..." demesinin hemen ardından zikrettiğidir bu. Bizim hakkımız ancak 'rumuzların tavazzuhudur.' Haddimizi bilmeliyiz.

Peki, aksini iddia edenin ödeyeceği bedel ne olur? Eğer Kur'an'ı mana-i sarihi noktasında 'daha iyi anladığımız' iddiasına girersek, bu bir anlamda daha önce 'eksik anlaşıldığının' iddiasıdır. İslam'ı bize ulaştıran pâk eller, eğer mana-i sarihîyi eksik anlamış iseler, bugün dinimizi üzerimize yaşadığımız herşey; akaid, fıkıh, hadis, kelam vs... bu eksiklikten hissedar olur. "Kur'an'ı daha iyi anlıyorum!" diye iddia eden kişi, lazım-ı mezhep olarak yeni bir fıkıh işine de girişmelidir. Çünkü bu sözüyle geçmiş fıkıhların üzerine inşa edildiği zemini 'eksiklikle' suçlamıştır. Eksik üzerine kurulan da eksiktir. Bugün mana-i sarihiyi sahabeden daha iyi anladığını iddia eden, sahabenin bu manayı ders aldığı Aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere bütün bir İslam geleneğini/silsilesini kaçınılmaz bir şekilde tezyif eder. Farkında olsun veya olmasın.

Fakat burada ben Zaman Aynası Namaz'ı yukarıda belirttiğim şeyle suçlamıyorum. Çünkü orada 'diye de okuyabiliriz' deniliyor. Bir nevi mana-i sarihinin bu olmadığı, fakat böyle de okunabileceği söyleniyor. Ancak hatırlarsanız, başta birşeyin altını çizmiştim: Mana-i işarînin kabule yakın olması için mana-i sarihîyi incitmemesi gerekir. Kitapta beni endişelendiren asıl husus budur. Eğer "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" ayetini "Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et!" diye anlarsanız bu ister istemez bazı açılardan mana-i sarihîyi incitir. Peki, nasıl incitir?

Öncelikle; 'kadar' anlamı içerdiği (internette görebildiğim) bütün meallerde kabul edilen Arapça bir cümlede 'kadar'ı 'üzere'ye çevirmek sıkıntılıdır. Çünkü 'kadar' aslında bir eşiği ifade eder. Biz birşey hakkında 'Şu güne kadar yapacağım' veya 'Şuraya kadar yapacağım' dediğimizde bir sınır tayin etmiş oluruz. Bu, "Ondan sonra bunu yapmayacağım" manasını da barındırır. Bu sınırlamanın olmadığı tek kullanım vardır. O da "Sonsuza kadar..." Bu, yapılan şeyin hiç sonunun gelmeyeceğini ironi ile ima eder. 'Üzere' kelimesinde bu sınırlandırma yoktur. Peki, Zaman Aynası Namaz'ın verdiği anlam ile baktığımızda bu sınırlılık ne olacaktır?

'Rabbinin abdi olduğu bilincine erene kadar' ibadet eden kişi, bu bilinci elde ettiğinde ibadeti bırakacak mıdır? Eğer bunu bu kesinlikte savunabiliyorsak, mü'minin ibadet yolculuğunu 'Rabbin abdi olduğu bilincine erilmeden' başlanmış, ancak nihayetinde bunu hedeflemiş birşey olarak mı görmeliyiz?

Eğer hakikaten bu ikincisini de savunabileceksek, o zaman ibadet eden herkesin 'Rabbinin abdi olduğu bilincine henüz ermemiş kimseler' dolayısıyla imanlarında sorun olan kimseler olarak mı görülmesi lazımdır? Bunun böyle görüleceği de kabul edilirse, ömrünün son demlerine kadar ibadeti bırakmamış olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere 'hiç ibadeti terketmemiş' insanların imanlarını 'Rabbinin abdi olduğu bilincine erilmeden yapılmış imanlar' olarak mı görmek gerekir? Sahib-i Miraç hakkında 'Rabbinin abdi olduğu bilincine ermediği' iddiasında bulunulabilir mi? İbadete 'bu erişe ulaşmadığı için devam ettiği' söylenebilir mi?

Sorular çoğaltılabilir, ama sıkıntı değişmez. Ayetin, Zaman Aynası Namaz'a kadar verilen manası, yani "Sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" anlamı kabul edilirse ancak mesele çözüme kavuşur. Evet, ölüm geldiği zaman imtihan biter. İmtihan bittiğinde ibadet yükümlülüğü kalkar. Bunun dışında verilen anlamlar, ancak bu mana-i sarihîyi incitmezlerse kabul edilebilir olabilirler. Yaralarlarsa yara alırlar.

Tam bu noktada Zaman Aynası Namaz'da bu hatanın neden yapıldığına dair bir tahminimi de belirtmek istiyorum. Senai Demirci veya Ali Mermer veya her ikisi birden, yakînin itikadî metinlerde sonradan kavramlaştırılmış anlamını Kur'an'a dayattıkları için bu hatayı yapıyorlar. İmanın mertebelerini anlatmakta kullanılan ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin gibi tabirler 'yakîn'e 'kesin bir şekilde imanma' anlamı yüklerler. Fakat bu yükleme daha sonra yapılmış bir yüklemedir. Yazının başlarında dediğim gibi: Kur'an'ı anlamak aslında onun indiği zamanı anlamaktır. Dilin o zamanki halini ve sosyolojiyi anlamaktır. Sadece kelimeyi değil onunla ne kastedildiğini anlamaktır.

Örneğin: Bugün 'söylenti' veya 'inanılmayacak bir söz' olarak kullandığımız 'tevatür'ün anlamını hadis ilminde 'tevatür' kelimesinin geçtiği yerlere koyarsanız, bu ilme takla attırırsınız. Zira hadis ilminde 'tevatür'ün anlamı neredeyse bugün anlaşılanın tam zıttıdır. Dildeki ve sosyolojideki bu dönüşümdür ki, Bediüzzaman der: "Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâp var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor."

Hülasa: Senai Demirci veya Ali Mermer veya ikisi birlikte sonradan inşa edilmiş bu 'yakîn'i Hicr sûresinin 99. ayetindeki 'yakîn'e dayattıkları için bu hataya düşüyorlar. Fehmetmek için o döneme gitmiyorlar. Kendi dönemlerini dayatıyorlar. İşte biraz da bu nedenle bu zamanın çocuklarının mana-i sarihîde hakkı yoktur. Çünkü, İçtihad Risalesi'ndeki tabirle, 'arzî'dirler. Semaya çıkamazlar ki, sema hakkında söz söylesinler... Yazının son kısmı sadece benim tahminimden ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.

5 Nisan 2016 Salı

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (4): Bediüzzaman'a rağmen Bediüzzaman

Öncelikle şunu itiraf etmek zorundayım belki: Ben Senai abiye karşı temkinliyim. Çünkü tanımıyorum. Kendisiyle birkaç kez karşılaşmışlığım ve yine birkaç kez de arkasında namaz kılmışlığım var. Ancak bütün hukukum bu kadar. (Birkaç kez mailleştiğimizi de unutmayayım.) Yazılarıma bakanın, bunları yazanın Senai Demirci'nin kırk yıllık tanışı olduğunu düşünmesini istemem. Öyle değilim. Bazı kitaplarını okumuşluğum var. Sohbetlerini dinlemişliğim var. Onunla tanış olan bazılarını tanırım. Hepsi bu kadar. Peki, bu bilgi bize ne sağlayacak?

Bu bilgi öncelikle yazılarımın 'muhatabını neden netleştirmek istediğini' anlamanızı sağlayacak. Farzedelim ki; ben, başka bir gezegende yaşıyorum ve Senai Demirci'yi tanımam ancak metinlerinde kendini ifade edişiyle mümkün olacak birşey. Benim hakkım olmaz mı o zaman metinlerinde bir netlik görmek istemem? Hakkım değil midir, bana kalbinden haber verecek tek yolda, "Öyle de olabilir. Böyle de olabilir..." cümleler görmek yerine "Ben buyum!" diye haykıracak ifadelerle muhatap olmam? Ben bunun tastamam hakkım olduğunu düşünüyorum ve şahsıma yapılan tüm 'niyet okuma' suçlamalarına 'Senai Demirci hakkında hüsnüzan edecek kadar onu tanımadığımı' ve 'müdakkik bulmadığım zanlarınızı da delil olarak kabul etmediğimi' ifade ederek karşı koyuyorum.

Üstelik benim gezegenime bazı söylentiler de ulaşıyor. Mesela; epeyce bir süre Senai Demirci'nin ahbabı olmuş, hatta bu ahbablıklarının hoca-talebe ilişkisine çalındığı söylenmiş, bir başka ismin savurduğu herzelerin nerelere ulaştığını görüyorum. (Bunları siz de görüyorsunuz.) Korkuyorum ki; bu kadar yanında kalmakla Senai Demirci'nin zihnine de onun çamurlarından bulaşsın. Ve o da o bulanık ekran ile Risale-i Nur'u okumaya ve anlatmaya başlasın. (Zira bazı sözleri sözlerine benziyor.) Üzerine şüphe bina edilecek kadar endişelerim var ve ben de avam-ı müslimindenim. Hakkım değil midir, Senai Demirci'den metinlerinde ondan etkilenmediğini gösterir netlikler görmek istemem? Bunu sadece kendi adıma da istemiyorum üstelik. Diyor ki mürşidim:

"Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."

Siz şimdi bana diyorsunuz ki: "Yahu bu adam makbul şahıstır. Niye böyle şeyler yazıyorsun?" Ben de diyorum ki: "Derdim o zaten..." Siz bu insanın 'makbul şahıslığını' sorgulamaya açmıyorsunuz ki, hakikat ortaya çıksın. Önümüzde görünüyor. Adımıza konuşuyor. Her yerde dolaşıyor. Dilinden sâdır olan herşey Risale-i Nur'un ve Nurculuğun malı sanılıyor veya sanılabilir. "Bediüzzaman böyle diyor..." dediğinde, demediğini de onun mübarek diline koyabilir. Ben de bir Nur talebesiyim. Üstadıma 'demediğini dedirsin' istemiyorum. Hakkım değil midir bunun sınamasını benim onda yapmam ve onun bana cevap vermesi?

Üstelik hakikati ortaya koyması için ona fırsatlar da veriyorum. Birkaç cümleyle, hatta salt bir alıntıyla, istikametli bir duruş beyan edip benim işimi bitirebilir. Zaten çok açtığım ağzımı kapayabilir. Hakkında bulandırdığım suyu bir kaşık sallamayla temizleyebilir. Ama yapmıyor. Yapmadığı için endişemin üzerine kat çıkılıyor.

Şimdi, yapmanız gereken zaten çapı/etkisi boyunu geçmeyen Ahmet'i durdurmak mıdır? Yoksa endişemin giderilmesinde bana yardım etmek midir? Ben birincisine destek beklerken bazınızda ikincisini buluyorum. Örneğin: Bediüzzaman'ı parlatmak için geleneği tozlandırdığı yazıları boyunca, Allah aşkına, neden ikincil yorumlarla sözüne getirdiği "Bismillah her hayrın başıdır..." veya "Biz de ona başlarız..." gibi cümleler yerine, zannını besler sarih alıntılar yapmıyor? Neden Bediüzzaman'ı tarif ederken Bediüzzaman'ın metinlerinden doğrudan istifade edemiyor? Ben nedenini söyleyeyim: Çünkü üzerine fikrini bina edeceği sarih bir metin yok. (Çünkü Bediüzzaman'ın öyle bir iddiası yok.) Onun yok, ama benim var mesela. Birkaçını bir önceki yazımda kullanmıştım. Birini de buraya koyayım:

"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.

Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.

Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur'ân'ı, muan'an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.

İkinci taife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor; veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur'ân-ı Hakîmin—senin tabirinle—birer polat kalesi hükmünde olan surlu sûreleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler—hâşâ—hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işâa ediyorlar."

İşte ben diyorum ki: Senai abi, birinci taife gibi değil, ikinci taife gibi konuşuyor. Gömleği genişletmiyor, yırtıyor! Bediüzzaman'ın tefsirini 'tetimmat' gibi değil, 'gelenekten kurtarmış' gibi tarif ediyor. 'Dava içinde burhan' gibi değil 'yeni bir dava' gibi anlatıyor. Bediüzzaman sağ olup işitse bundan teberri eder. Biz de onun talebeleri olarak Bediüzzaman'ın eserlerini böyle bir tevilden koruyalım istiyorum. Ama heyhat! Yazdığı metinlere bir tane Risale-i Nur'dan fikrini destekler alıntı yapmayan Senai Demirci anlaşılması gereken oluveriyor. Ahmet'in bahtına da 'niyet okumacılığı' düşüyor. Acaba sizin lügatta 'feraset' nedir? Mü'min iki kere ikiye 'dört' derken matematiğin niyetini mi okur, yoksa eldeki delil bu sonucu mu gösterir?

"Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim..." diyen Üstad'ın geleneğe bakışı hakkında şunları yazan doğru mu söyler:

"Nakil geleneğinin bıraktığı tozları süpürürken, vahye ilk muhatap olma anının çıplak ve tanımsız heyecanına taşır bizi. (...) Tefsir diye yazılan kitapların, zaman içinde saydamlığını kaybetmesine karşı ustaca bir yaklaşım sergiler. Adeta kataraktlaşan tefsirin merceğini yeniler. (...) Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Âdiyat’ın at ve deveye hamledilen yorumlarını aşmak ister. Tekrarlara bağlanmaz. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..."

Veya şunları söyleyen:

"(...) Sen bizi geleneğe yaslanmamayı öğrettin. Sen bize 'böyle gelmiş böyle gider' diye diye nakilcilikle bulanmış o nehirden kıyıya çekmek için ter döktün. Sen bize 'şaz' yorumlara gözü pek bakmayı telkin ettin. Seni ‘şaz’ görmeyen taleben, seni nasıl ‘müceddid’ kabul eder ki? Tecdid ‘şaz’ değil midir? Yenilemek, geleneğin gömleğini yırtmak değil midir?"

Belki de Senai Demirci hakkında siz fazla iyimsersiniz ha?

28 Şubat 2016 Pazar

GİMDES ve 'gönüllüleri' üzerine bir eleştiri...

Allah'tan fikrime istikamet vermesini ve ifrata/tefrite düşmekten korumasını dilerim. Öncelikle: Bir mü'minin salabet-i diniyesinden gelen takva endişesine/gayretine hürmet ve hayranlık duymaktan başka birşey diyemem ve duyamam. Bu 'eleştirilesi' değil 'özenilesi' birşeydir benim için. Fakat ehl-i takva şunu asla unutmamalıdır: Takva 'dayatılan' değil 'seçilen' birşeydir.

Din, dört mezhebin fetva dairesi kadar geniştir. Bu noktada bir mü'min, Allah'tan duyduğu haşyet ve Ona duyduğu muhabbet çerçevesinde sakınmanın zirvelerine çıkabilir; fakat başka birisini, eğer ameli fetva dairesinde bir yere isabet ediyorsa, kendi takvasına zorlayamaz. Ancak aksü'l-ameli/ters tepkiyi netice vermeyecek ve mürşidimin ifadesiyle 'damara dokundurmayacak' şekilde teşvik edebilir. Takva en temel anlamda 'haramdan kaçınmayı' ifade etse de, herkes de bilir ki, helal dairesi içindeki bazı şeylere karşı da daha duyarlı olur ehl-i takva. Tıpkı İmam-ı Azam Hazretlerinin borç verdiği kişinin ağacının altında 'riba olur' endişesiyle gölgelenmemesi gibi. Fakat fıkıh kitaplarına baktığınızda "Borç verdiğiniz kişinin ağacında gölgelenmeyin! Yoksa faize girer!" diye bir başlık yoktur. Bu, İmam-ı Azam'ın (r.a.) hususi dünyasındaki zirvesidir. Her babayiğidin de harcı değildir.

GİMDES'le ve daha çok 'gönüllüleriyle' ilgili endişelerim de tam bu noktada başlıyor. Onlar takvayı nasıl anlıyorlar? Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'keyfe kâfi gelen' helal dairesinin etrafını mı çeviriyorlar onla? Yoksa her keyfe kâfi gelmeyecek, belki dindeki salabetinde ve Allah'a muhabbetinde genelden bir adım öne çıkabilmiş insanların gönlünü edecek bir dairenin etrafını mı çiziyorlar? Bu sorunun cevabı önemli. Çünkü bizi 'dayatılabilir' veya 'özendirilebilir' dediğimiz iki farklı faaliyet alanına ve eyleme türüne götürecek tarifimiz. Eğer 'takva'dan anladıkları helal dairesinin sınırları ise, pekala, doğrularını nehy-i ani'l-münker olarak dayatabilirler bize. Fakat ya ötekiyse? O zaman borç verdiğimiz insanların ağaçları altında gölgelenmeyi de yasak edebilirler mi?

Bediüzzaman'ın hayatını okuyanlar onun hediye ve sadaka kabul etmediğini, hatta yemek ikramlarını bile pek nadir kabul ettiğini bilirler. Fakat Bediüzzaman takvasından kaynaklanan bu istiğnayı nasıl bir zemine oturtur? Kendisine sunulan hediye ve sadakalarda artniyet olduğuyla veya getirilen yemeklere haram karışmış olabileceğiyle mi, yoksa kendi duruşunun ve bireysel hassasiyetlerinin altını çizerek mi?

Ben hiçbir metninde Bediüzzaman'ın bu hassasiyetini anlatırken birilerini itham ettiğine şahit olmadım. Hatta genelde bu davranışını izah ederken muhataplarının kalplerini de kırmamaya çalışır, bu durumun özel halinden kaynaklandığını tekrar tekrar ifade eder. Ona ikram eden kişi de emin olur ki, kendi getirdiğinde veya pişirdiğinde bir sorun yoktur. Bu, ikramda bulunmak istediği kişinin takva seçimidir. Hatta çok yakınında olan talebeleri haricinde bu ahlakını emir olarak uygulattığı da görülmez Bediüzzaman'ın. Ancak hizmetinde bulunanları, kendisiyle yakınlıklarından dolayı, bu davranış şeklinden sorumlu tutar.

Peki, GİMDES gönüllülerinde bu işler nasıl yürümektedir? Elbette genelleme yaparsam hatalıyım ve kul hakkına girerim, fakat yaşadığım birkaç olay ve bana nakledilen diğer birkaçında gördüm ki; bu kardeşler hayırlı bir niyetle fakat muvazene-i şeriatı gözetmeden bu işi yapıyorlar. Yine tekrar ediyorum. Ben bu arkadaşların 'helal gıda' ve 'takva' endişelerine karşı değilim ve olamam da. Fakat bu endişelerini sunuş şekillerine (rastladığım örnekleri kadarıyla) karşıyım. Çünkü yaptıkları şeyin fitne oluşturduğunu düşünüyorum.

Örneğin: Sosyalmedyada öylesine paylaştığım birkaç gıdadan dolayı uğradığım muamelenin 'haram yemiş' gibi olduğu kanaatindeyim. Yüzlerine söyleyince kabul etmiyorlar. "Kastettiğimiz şüpheli!" diyorlar ama ne söyleyiş ne de kabulleniş tarzları 'şüphe'ye benzemiyor. Çünkü bu bir şüpheye dayansaydı haramlığı kesin olmadığından 'seçim' mesabesinde kalmalıydı. Benim seçimim de seçimlerden bir seçim olurdu. Fakat onlar bu seçimlerini bir şekilde dayatıyorlar. Seçmeyenleri de rahatsız ediyorlar. Yanlışta olduklarını hissettiriyorlar. Gönüllülükle yürüttükleri faaliyet bu sanırım.

Üstelik 'haram' veya 'şüphe'ye dair tanımları da net değil. Bence bu arkadaşlar vehmi şüpheyle, şüpheyi de haramla ayırmada sorunlular. Paylaştığım bir gıda maddesi hakkında "Onu yeme!" diyen kardeşime soruyorum: "Haram mı?" Olmadığını, fakat şüpheli olduğunu söylüyor. "Peki" diyorum, "şüphenin dayandığı delil ne?" Çünkü bir delilden neşet etmeyen şüphe bâtıldır. Yani o şüphe değil vehimdir. "GİMDES'ten sertifikası yok!" diyorlar. Bu şaşılacak bir iştir. Çünkü fıkıhta 'sertifika yokluğu' diye bir delil yok. Ki zaten GİMDES yetkilileri de sertifika yokluğunun hiçbir hüküm ifade etmediğini söylüyorlar. Nitekim bugün bir kez daha twitter'dan Süleyman Yerlikaya isminde bir kardeş (GİMDES'te yetkili olduğunu sanıyorum) aynen bu cümleyi bana yazdı. Peki, hakkında bir hüküm olmayan meselede ben neden günah işlemişim gibi muamele görüyorum?

Açıkça ifade etmeyen, ama alttan alta da 'haram' sopasını gösteren tavır istikametli bir tavır mı? Daha kötüsü, geçenlerde, meşhur bir firma hakkında GİMDES'in kendi sosyalmedya hesabında paylaştığı bir bilgide yaşandı. O markanın aldığı helal sertifikasının TSE'den olduğu ve TSE'nin sertifika verirken kendilerinin gösterdiği kadar hassasiyet göstermediği gibi/benzeri ifadeler kullanıldı. Şimdi sertifikasızlık, kendi ifadeleriyle, bir hüküm ifade etmezken bu şüpheyi uyandırmak doğru birşey mi? TSE'nin helal sertifikasını almış ürünler hakkında ve özelde o marka hakkında oluşan bu sis bir mesuliyet oluşturmaz mı? Üstelik oluşturulan bu sisin delilleri nelerdir? Bunlar apaçık ortaya konup TSE'yle daha hukuki bir zeminde yüzleşmek varken bu 'söylenti' dilini hortlatmak niye? Burada da takva endişesi gerekmez mi?

Bakın ben endişeliyim. Bu iş iyi bir yere gitmiyor. Niyet hayır olabilir. Başlanırken hayır hedeflenmiş olabilir, ama fıkhî meselelerde avamı sahaya davet edip değnekçi yapmak, muvazene-i şeriatı korumakta zorlanacaklarından, kötü neticeler doğuracak. Ki duyuyuyorum, doğuruyor da. Dindar bir okulda öğrencilerine pasta ikram eden dindar bir öğretmen, velilerin pasta fotoğraflarını görmesinin ardından kabus yaşayabiliyor. Neden biliyor musunuz? Pastanın içine kattığı şeylerin velilerin bilgisi dahilinde olmamasından. Çocuklarının ne yediklerini bilmemelerinden... GİMDES gibi kurumlar darulharp tabir ettiğimiz gayrimüslim memleketlerinde elbette çok önemli bir görev görüyor. Fakat yakında darulislamda müslüman müslümanın evinde birşey yiyemez hale gelecek bu vehimler yüzünden.

Zaten bu GİMDES meselesi erkeklerden ziyade hanımlarda zirve yapmış durumda. Adeta bütün hayatlarını sertifikalı gıdalar üzerine kurguluyorlar. Bana 'sertifikasız gıdanın şüpheli olduğunu' söyleyen bir hanım kardeşime mesela şunu sordum: "Siz hiç komşunuza gidip birşey yiyip içmiyor musunuz?" Rahat bir şeklide "Elbette yiyip içiyorum" dedi. "Peki, hiç yediklerinizde/içtiklerinizde sertifika aradınız mı şimdiye kadar?" dedim. "Hayır!" dedi. Yani anlaşılır gibi değil. Beni uyarırken sertifikasızlık gıdayı şüpheli kılıyor, ama kendisi komşusundan birşey yerken aynı endişeyi gütmüyor. Sanki 'helal gıda' başkasını dürtmek için ucu iğneli bir sopa.

Tepkimi abarttığımı düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Bakınız, yaşı otuzdan büyük olup Gülen Cemaati içinde bulunanlar varsa, hatırlarlar. Bu konularda GİMDES vb. kurumlar yokken en hassaslar onlardı. Gün geçmiyordu ki, birşey hakkında söylenti çıkmasın. Söylenti, söylenti, söylenti... Delil melil yok. Şunda şu varmış. Bunda bu varmış... (Patronunun Nurcu olduğunu bildiğim firma hakkında bile "Domuz eti katıyorlarmış" diye söylenti çıkarmışlardı. Oğluyla Risale derslerinde hep karşılaşırdık. Sonra öğrendik ki, destek bulmadıkları firmaları karalarlarmış böyle.) Rahmetli babam, ömründe bize kızmış/el kaldırmış değildir, bir gün vehmimizden ötürü bize öfkelendi. Çünkü çalışıp getirdiği herşeyden şüphe ediyorduk. Abdestini alıp cuma namazını beklerken vefat etmiş ve dürüstlüğüyle şöhret bulmuş bir adamdır babam. Vallahi yıldı bizim bu vehmimizden.

Ve bugün ona hak veriyorum. Çünkü bu takva endişesi, diğer bir takva endişesini gözetmiyor. Ayet demez mi? "Fitne katldan eşeddir." Metin Karabaşoğlu abinin Hucurat sûresinden yaptığı harika bir tesbittir. "Takva en çok insan-insan ilişkilerinde sınanır." Şapkamızı önümüze koyup düşünelim: İnsanlar birbirlerinin evinde birşey yemekten sakınıyorlarmış artık bu endişelerle. Sizce bu fitne değil de nedir?

Karşındaki de müslüman kardeşindir. Hüsnüzanna memursun. Eskiden bazı sünniler alevilerin kestikleri eti yemezlerdi. Alevilerin en çok kanına dokunan meseledir. Ve keskin bir fay hattıdır. Şu an bu arkadaşlar da iyi niyetle fakat kötü sonuçlanacak bir iş yapıyorlar. Bunlar da aynı endişelerle sünnilerin içinde ikinci bir fay hattı açıyorlar. Deliliniz varsa hep beraber 'haram' diyelim yemeyelim. Ama vehme vücut vermeyin, hortlatmayın. Kardeşliği yaralıyorsunuz. Mabeynimizdeki hüsnüzannı baltalıyorsunuz. Takva sadece yemek içmekteki hassasiyetle olmaz. Kalp kırmamak da takvaya dahildir. Hasılıkelam: İyi niyetle endişemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.

23 Ekim 2015 Cuma

Şahin Doğan nereye koşuyor?

Ebubekir Sifil Hoca, Yaşar Nuri Öztürk'ün recm hakkındaki iddialarına cevap sadedinde yazdığı bir makalede diyor ki: "Şahitlerden mesela birisinin infazdan önce ifadesini değiştirmesi ve zina fiilini yukarıda zikrettiğimiz tarzda görmediğini söylemesi halinde, diğer şahitlere hadd-i kazf uygulanır." Yine başka bir yazısında da, Hz. Ömer döneminde yaşanan bir hadisede, bizzat Hz. Ömer'in, şahitlerden birisinin şahitlikten vazgeçmesi üzerinde diğer üç şahide bu cezayı uyguladığını naklediyor. Ve diyor ki: "Görüldüğü gibi recm cezası, isbat edilmesi oldukça zor şartlara bağlanmış bir hadd'dir ve bu haliyle adeta caydırma maksadıyla konmuş bir ceza görümü arzetmektedir. Tıpkı diğer hadd cezalarında olduğu gibi, recm cezasının sübutu için öngörülen şartların tahakkuku çok zor olduğundan, tarih boyunca ender uygulandığını görüyoruz."

Bediüzzaman Hazretleri de, Barla Lahikası'nda, ilgili ayeti (Nur sûresi, 16) tefsir sadedinde diyor ki: "Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şehadettir; ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."

Şakk-ı şefenin manasını bilmeyenler için nakledeyim: 'Ağzını açıp konuşma' demek. Bu bahsin devamında da diyor ki mürşidim: "(...) öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimâiyelerini böyle işâalarla ifsad ediyorlar, ifade ediyor. Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, obiçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."

Zina bahsi üzerinden yaptığımız bu okuma, İslam'ın, insanların ahlaklarına dair kötü izlenim bırakacak meselelerde nasıl müdakkik olduğunu (ve bizim de olmamız gerektiğini) gösteriyor. Bırakın zina gibi ağır bir günaha dair meseleyi, birbirimizi eleştirirken/uyarırken bile iyiye tevil etmek, kötüye tevil etmekten daha olumlanan birşey. "Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola." Böylesi durumlarda elbette şeriatın savunması yapılmalıdır. Ki ehl-i sünnet geleneği de bu tarz durumlarda yazılan metinlerden oluşan 'reddiye' geleneğiyle meselenin hakkını vermiştir.

Hucurat sûresi bile bizi zannın çoğundan sakındırmakta değil midir? O halde mümine yakışan zannından ziyade delille hareket etmek ve sözünü de aynı şekilde delille beyan etmektir. Eğer bir zannı varsa ve fakat buna dair elinde delili yoksa, ehl-i insafa düşen 'Ya ne olursa olsun yine de yazayım. Tutmazsa, özür dilerim!' demek olmamalıdır. Hele ki kalemle hukuku bulunanlarda bunun hassasiyetini daha fazla aramak hakkımızdır.

Şahin Doğan'ın geçtiğimiz günlerde Risalehaber'de yayınlanan, fakat daha sonra kaldırılan yazısında benim tam olarak gördüğüm sorun da bu idi. Yazıdan yayınlandığı günün akşamı haberim oldu ancak. O da benden daha önce farkeden Metin Karabaşoğlu abinin Şahin Doğan'a yazdığı bir mailde ekli oluşumla. Merak ederek yazıyı okudum. Senai Demirci abi ve benimle birlikte Metin Karabaşoğlu abinin de 'İslamoğlulaşma Temayülü' başlığı altında eleştirildiğimizi gördüm. Yazıda ismimi görmekle rahatsızlık hissetmediğimi hemen peşinen söyleyeyim. Çünkü benim meşrebim biraz böyle atışmaları sever bir meşrep. Ki, bu blogdaki yazılarımı takip edenler bunu bilirler.

Fakat Metin Karabaşoğlu abinin, hem de büsbütün haksız bir şekilde, İslamoğlulaşmakla itham edilmesi canımı yaktı. Neden yaktı? Çünkü yazının gidişatı (keşke Risalehaber o yazıyı tekrar yayınlasa) elinde en çok malzeme olandan en az malzeme olana doğru uzanır şekildeydi. Senai Demirci abinin herkesin malumu olan (zaten kendisinin de saklamak veya tevbe etmek ihtiyacı duymadığı) hatalarından yola çıkılmış, sonra benim tevbekâr olduğum bir yazımdan 'çok seçici' bir alıntı yapılmış, oradan da elinde hiçbir delil bulunmadığı halde Şahin Doğan'ın muhteşem sezgisiyle Metin Karabaşoğlu'na kadar uzanılmıştı.

Yazıyı okur okumaz aklıma ne geldi, açıkça söyleyeyim: (Bunu Şahin Doğan'ın kendisine de yazdım.) Yazının, Metin Karabaşoğlu abiye vurmak için yazıldığını, ancak buna malzeme bulunamadığı için onunla yakınlığı bulunan Senai abi gibi, ben gibi isimlerin kusuratının ona malzeme yapıldığını düşündüm. Yıllardır yazı işleriyle meşgulüm. Bu noktada yanlış bir okuma yapmadığımı düşünüyorum.

Yazıyı okumamın ardından Şahin Doğan'a yazdığım mailde 'hakkımda yazdıklarıyla sorunum olmadığını, bu konuya zaten (istiğfar sadedinde) yeni yazılarımda değindiğimi' belirttim. Ancak Metin Karabaşoğlu abi hakkında yazılanlar iftiraydı. Bunu bizzat bana o dönemde İslamoğlu hakkında yaptığı uyarılardan biliyordum. Kendisine bunu da arzettim. Buna cevaben, sanıyorum yazısının kaldırılmasına (böyle bir teşebbüsüm olmadığı halde) bir tepki olarak 'eleştiriye tahammül edememe' ithamıyla cevap verdi. Ben de kendisine yazdığının 'eleştiri' sayılamayacağını, çünkü elinde delil namına birşey bulunmadığını, eğer varsa, hak namına bu delillerle bizi buluşturması gerektiğini söyledim. Aradan bir gün daha geçti. Kendisi Metin Karabaşoğlu abiden özür dilemiş diye duydum. İnşaallah öyledir. Çünkü burada helallik alması, ahirette iftira ile yargılanmasından iyidir. Fakat bu durum Şahin Doğan'ın çelişkilerini görmezden gelmemizi sağlamıyor. Birkaç gündür farklı yerlerden sorular geldiği için ben de burada birkaç noktanın altını çizmeyi gerekli gördüm:

1) Şahin Doğan, mezkûr yazısında Metin Karabaşoğlu abide bir İslamoğlulaşma temayülü sezdiğini/hissettiğini söylüyor. Bunu da yazılarından anlamış. Ben, yıllardır Metin Karabaşoğlu abinin kitaplarını okuyan birisiyim. Kendisiyle birkaç yıl beraber de çalıştım. Hâlâ da sık sık görüşüyoruz. Okumadığım kitabı yok sanırım. Metin abinin vakti yoktur, uğraşamaz belki. Ben Şahin Doğan'ı bu 'sezgisinin' beslendiği yazıları ve İslamoğlu'nun düşüncelerine nerelerinin benzediğini isbat etmeye davet ediyorum. Yazıyı ortaya yazıp, özürü gizli dilemek olmuyor. Metin abiyi eleştirirken yüzüne eleştirmediğin için, özrünü de kapalı kapılar arkasında dilemen bence adalet değil. Seni, ya erkek gibi o iddianın arkasında durup nasıl cevval bir isbatçı olduğunu göstermeye veyahut da yediğin haltı yine bir köşeyazısıyla itiraf edip efkâr-ı umumiden özür dilemeye davet ediyorum. Sen delillerini yaz; Metin abinin senle uğraşmasına gerek yok, ben sana cevap yazarım.

2) Yine Şahin Doğan'a yazımdan yaptığı alıntı hakkında biraz takılmak istiyorum. Acaba Şahin Doğan yazının tamamına neden bir gönderme yapmadı? Yani o yazı hem Risalehaber'de, hem de benim şahsî blogumda hâlâ duran bir yazıdır. Neden o yazıya okurunu yönlendirmedi de kendisinin seçtiği bir kısmıyla insanları muhatap etti. Hani onunkisi gibi sezgi kabilinden olacak ama, açık sorayım: Acaba yazının tamamı kendisine istediği malzemeyi vermediğinden olabilir mi?[1] Yani mesela orada 'İslamoğlu'nun her görüşüne katılmadığımı söylemem' kendisine hoş görünmemiş ve yazının amacına uygun düşmemiş olabilir mi? Meseleyi biraz daha açayım: O yazının yazılış sebebi 'İslamoğlu itikatta çok doğru bir adam, Risale-i Nur'da veya ehl-i sünnet çizgisinde hatalar var! Bediüzzaman'ı terk edip onu takip etmeliyiz!' falan demek için değildi. 'İslamoğlu'nun tefsir derslerinin üslûbu ve içeriği iyi çalışılmışa benziyor, biz de keşke Risale-i Nur derslerine böyle çalışsak...' demek için yazılmıştı.

Ha, bugünden bakınca itikadî hataları gözüme daha büyük görünmüyor mu? Evet. Ama o günlerde ben tehlikeyi farketmemiştim. Eğer birileri bu yazımdan ötürü İslamoğlu'nu sevmişse, Allah'tan bu günahımın affını dilerim. Cahildim. Şükrolsun ki ayıldım, öğrendim. İslamoğlu'na ve modernist (ehl-i bid'a) taifesine (iş dışındaki zamamının büyük bir kısmını buna sarfedecek kadar) ciddi bir şekilde eleştiri üretiyorum artık. Konuya dair okuduğum kitap otuzu geçti. Yazdığım yazılar kırkın üstünde. Hassaten Ebubekir Sifil Hoca'yı ve eserlerini bu vesileyle tanıdım ki, ömrümün sonuna kadar hamdedeceğim birşey gibi geliyor. Elhamdülillah.

3) Şahin Doğan'ı ayrıca yazısında hakikat dalgıcı gibi değil mürekkeb balığı gibi davranmakla itham ediyorum. Ne demek bu? Şöyle: Şahin Doğan, ima ettiği şeylerin sonunun ne olacağını okurunun hayalgücüne bırakarak 'az şey söylemekle çok kafa karıştırmayı' deniyor. Mesela Senai Demirci ile beraber Ahmet Ay'ı ve sonra da Metin Karabaşoğlu'nu anmakla onu buna, bunu şuna karıştırıyor. Bir cerbeze bu. Çünkü, az evvel de belirttiğim gibi, meselenin Metin abiye bakan tarafı kupkuru iftira iken, bana dönük tarafı ile Senai abiye bakan tarafı da aynı değil. Fakat Şahin Doğan tek başlıkta üçümüzü bir tesbih ipine dizer gibi dizmeyi başarıyor.

Örneğin: Ahmet Ay'ın 2009'dan beri Risalehaber'de her hafta bir yazısı (aşağı-yukarı) yayınlanmaktadır. Bütün yazılarda Risalehaber arşivinde bulunmaktadır. Ben Şahin Doğan'ı şimdi o yazılarıma bakarak benim ehl-i sünnet itikadından saptığım yerleri tayine davet ediyorum. İslamoğlulaşmak gibi ucu açık bir ithamda bulunan aslan parçasından ne noktalarda (Allah korusun) ehl-i sünnet itikadından saptığımızı da öğrenmek lazım. Çünkü, Allah biliyor ya, İslamoğlu'nun itikadî anlamda hiçbir etkisi olmadı bende. Hatta Nesil Yayınları'nda Cuma sabahı derslerinin yeni başlatıldığı bir dönemde Mehmet Paksu ve Cemil Tokpınar'ın dersi yapan olarak hazır bulunduğu kalabalık bir cemaatin içinde, "Bu adam salavatlara dair böyle böyle şeyler söylüyor. Buna bir cevap vermek lazım!" deyip ortalığı karıştıran bendim. Hatta Haluk İmamoğlu abi de, o gün beni odasına çağırıp yaptığı uyarıdan dolayı, hadiseyi hatırlar. Daha İslamoğlu'nun tefsir derslerinin devam ettiği bir zamandı. Ben o zaman da İslamoğlu ile aynı fikirde değildim.

4) Şahin Doğan, bir önceki maddede söylediklerimin yanlış olduğunu ve benim İslamoğlu'ndan sadece üslûbundaki başarı hakkında değil itikat anlamında da etkilendiğimi düşünüyorsa, ben gizli-saklı bir adam değilim, yazdıklarım da meydandadır. Yazılarıma baksın ve benim ehl-i sünnetten saptığım yerleri bulsun. Kendisini; Senai abiyi, beni ve Metin abiyi bir potada erittiği, neye hizmet ettiği belirsiz yazısından daha net bir metin üretmeye davet ediyorum. Üçümüz de Senai abi gibi mi etkilendik? Yoksa üçümüz de Metin abinin mi durumundayız? Şapı tuza, tuzu şekere karıştırınca ortaya çıkan şeye sizin orada karbonat mı diyorlar?

5) Şimdi, bizi İslamoğlulaşma temayülü ile avlayan Şahin Doğan'a kendisinin üslûbunca bir yazı yazsam, yazının başlığı da olsa ki: Gülen'leşme temayülü... Sonra Şahin Doğan'ın geçmişte Fethullah Gülen'e duyduğu muhabbetten, hakkındaki yazılarından/sözlerinden pasajlar koysam, hatta onun Metin abiye yaptığı gibi, hiçbir şey koymasam da sadece desem: Şahin Doğan'ın da Fethullahçı olduğunu seziyorum. Acaba Şahin Doğan nasıl anlar beni? Üstelik bu noktada konumu onun Metin abiyle İslamoğlu'nun konumu gibi değildir. En fazla benimle İslamoğlu'nun konumu gibi olabilir. Çünkü, herhalde kendisi de reddetmez, bir zaman önceye kadar Fethullah Gülen'e muhabbet duyduğu doğrudur. Bu konuda bir özeleştiri yapmış mıdır? Ben böyle bir metnini görmedim. Yine benim İslamoğlu konusunda özeleştiri yaptığım yazılarım var. Senin neyin var ha Şahin Doğan?

6) Şahin Doğan'a dair yazdığım twitter/facebook mesajlarında da bahsettim: Kendisini şahsen tanımıyorum. Fakat beni boğduğu maillerden dolayı bir tanışıklığımız var. Her yayınlanan (sadece Risalehaber'de değil, her yerde) yazısını bana yolladığı gibi, sonradan tekrar mail atıp 'okuyup okumadığımı' bile sınıyordu. Bir dönem Karakalem'de de yazmak istemiş, ancak Metin abiden olumlu cevap alamadığını söylemişti. Benden de aracılık istedi. Fakat benim böyle bir yetkim olmadığı için Karakalem'de, birşey yapmadım. Hatta bunu şimdi, bunca şeyi tartıştıktan sonra, hatırlamak ister mi bilmiyorum ama, bir ara 'Risalehaber'i sırf yazılarımı okumak için açtığını' bile söylemişti. Tabii insan şaşırıyor. Böyle bir ifrat muhabbetten böyle bir ifrat yazıya... "Ne değişti Şahin Doğan?" diye sorası geliyor insanın. Seni kızdıracak ne yaptık ki bizi birden İslamoğlulaştırdın?

7) Şimdi size Şahin Doğan'la durumumuzu anlatan ilginç bir örnek vereceğim: Ebubekir Sifil Hoca'yı tanıyanlar onun Abdulaziz Bayındır'la ve sapkın fikirleriyle nasıl bir mücadele verdiğini bilirler. Hatta youtube'da aratılsa kolaylıkla bulunacak münazaraları bile var. Makaleleri ise sıra sıra... Fakat yine Ebubekir Sifil Hoca, Bayındır'ın doçent olduğu dönemlerde Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yapıyor. Neden yapıyor? Çünkü makalesiyle ilgili bir meselede onun naklettiği bilgi önemli. Şimdi, bir zamanlar Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yaptı diye Ebubekir Sifil Hoca'da (hâşâ) Bayındırlaşma temayülü görülmüş olabilir mi? Şahin Doğan'ınki de aynı o hesap. Bin tane yazımdan bir tane paragraf tırnaklamakla ve o yazının da bütününü nazara vermemekle beni, benim üzerimden de Metin abiyi pek kolay mahkum ediyor.

Yazı uzadı. Toparlayayım. Başta ben bu zina bahsini neden alıntıladım? Belki Şahin Doğan bundan bir ders çıkarır diye alıntıladım. Eğer birşey hakkında elin yeterince dolu değilse, üzerine gelinince hemen geri basacaksan, o konu hakkında yazma. Yazıyorsan da arkasında dur, delillerini ortaya koy, tefekkür dairenin yarıçapını görmüş olalım. Böyle sezgiyle, söylentiyle, benceyle, bana öyle geliyorla analiz olmaz. Sen bu yaşa kadar öğrenmediysen, senden yaşça küçük bir kardeşinim, bu yazı vesilesiyle ben sana öğretmiş olayım. Şahidin yoksa şakk-ı şefe etmeyeceksin. Sonra hadd-i kazfa maruz kalırsın. Şöhret olmak zor değil. Ama Bediüzzaman'ın da verdiği bir örnektir, bilirsin, camiye pislemekle şöhret olmayı aramamak lazım. Öyle kazanılacak şöhret belki tatmin getirir ama fayda getirmez. Şu metni de tekrar Metin abi, İslamoğlu ve kendi ekseninde okursan sevinirim. Kimi kime yakıştırdığını belki farkedersin:

"Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, o biçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."




[1] http://cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2012/02/nur-talebeleri-mustafa-islamoglundan.html

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...