Fıkradır. Anlatılır. Riyad'ın bir mahallesinde, iki Vahhabi arkadaş, başlamışlar İslam dünyasını tenkide. Önce şiilerin mukim olduğu coğrafyalara bakıp İslam'dan hemen çıkarmışlar. Sonra sünnilerin yaşadıkları bölgelere yönelmişler. Türkiye, Mısır, Pakistan... Hiçbirisini beğenmeyerek dudak bükmüşler. Dinî yaşamaktaki zaaflarına dikkat çekip kapıya koymuşlar. Geriye sadece Suudi Arabistan kalmış. Fakat orada da duramamışlar. Yalnız Riyad kalana kadar her şehrin ahalisine bir kulp takmışlar. Özbir şehirlerinin içinde de sükûnet bulamamışlar tabii. Mahalleleri kalana kadar hemşehrilerini biçmişler. Sonra sokaklarına gelmişler. Sonra komşularına. Sonra... Hasıl-ı kelam: En nihayet dünyada ikisinden başka müslüman kalmadığına kanaat getirip rahatlamışlar. Bu rahatlığın verdiği sarhoşlukla belki de birisi ötekine demiş: "Görüyor musun, koca İslam âleminde önce ben, sonra da senden başka müslüman kalmamış!" Diğeri derhal kaşlarını çatıp cevap vermiş: "Senin de ayağın kaymaya başladı ha!"
Bu psikolojinin en iyi tahlilinin Sünuhat'ta olduğunu düşünürüm: "Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş'et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür." İsabet! Fıkra da bunu anlatıyor işte. Oradaki iki arkadaş aslında âlem-i İslam'ı yermiyorlar. Ya? Kendilerini övüyorlar. İnhisarları hubb-u nefisten geliyor. Yermek övgünün perdelenmiş hali oluyor. Başkalarını küçük görmekle büyüdüklerini sanrılıyorlar. Tıpkı gıybet ayetinde buyrulduğu gibi: Kardeşlerinin etiyle besleniyorlar. Zaaflarını kapatmanın başka yolunu bilmiyorlar. (Bilseler de yürümek zahmetini istemiyorlar.) Kemal eksiklerini sairlerinin kemalsizlikleriyle(!) dolduruyorlar. Mürşidim devamında diyor ki: "Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."
Evet. Ahirzamandır. Ne kadar şaşırsak yeridir. Ve de hakkımız vardır. Çünkü hergün, yeni yeni, acayibin de acayibi işler olmaktadır. İşte onlardan birisi: Suudi Arabistan 'Asya Güzellik Yarışmasına' katılma kararı almış. Oy, oy, oy... Fakat, bir saniye, isimler aldatıcı olabiliyor. Tashihini de yapalım. Doğrusu belki şöyle olmalıydı: Asya Göz Zinası Yarışması. Yahut da şöyle demeli: Asya Teşhir Yarışması. Sezdin mi şimdi Vahhabilerin hamiyetini? "Vay arkadaş!" diyerek hayretle damağını şaklatası geliyor insanın. Sen onca sene gözünün üstünde kaşı olana kâfir muamelesi yap. Sonra geldiğin nokta bu olsun. Onca sene millete 'gerçek tevhid' falan filan öğret. Sonra iş 'gerçek teşhir'de nihayet bulsun. Elbette karardan bütün Arabistan'ı mesul tutacak değilim. Nihayetinde müslüman insanlar. Ve ekseriya bu durumdan rahatsızdırlar. (Allah onlara mübarek buğzlarının ecrini versin.) Lakin yine, Bediüzzaman'ın haber verdiği bir sır zâhir olmaktadır ki, o da şöyle özetlenebilir: "Haddini aşan şey zıttına döner."
"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye; ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."
İşte, arkadaşım, bir tür 'mevkilerini becayiş etme'ye daha şahit oluyor gibiyiz. Suudi Arabistan değişiyor. Herkesin müslümanlığına burun kıvırarak başlayan Vahhabilik, yaptığı ifrattan dolayı, zıttına inkılap etmeye başlıyor. Bozuluyor. Kirleniyor. Türkiye özelinde de benzer bir değişimin olduğunu düşünebiliriz. Biz de şiddetli bir reddediş döneminin ardından İslam'daki aslımızı bulmaya çalışıyoruz. Kemalist bir cebirle koparılan köklerimizi arıyoruz. Elbette daha yolun başındayız. Elbette her değişimin zamana ihtiyacı var. Ne Suudi Arabistan'daki dönüşüm ne de Türkiye'deki değişim bir anda yaşanmayacak. Belki de on yıllara yayılacak. Ancak Bediüzzaman'ın işaret ettiği kanun kendini tekrardan beyan edecek. Evet. Farklı yönlere doğru haddimizi aştık. Haddini aşan şey zıttına döner. Mutlaka dönecektir. Hüda'dan yolumuzu kolay eylemesini dileriz. Ve yine Bediüzzaman gibi deriz:
"Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir."
tekfir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tekfir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Şubat 2024 Çarşamba
27 Ocak 2020 Pazartesi
Mesele sadece Bekir ağabey değil arkadaş sen hâlâ anlamadın mı?
"Hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse onu yılan suretinde görüyordum. Hatta bir defa müdüre söylemiştim: 'Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum; dikkat et' demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum." Mektubat'tan.
Bu defa bir fıkra ile başlayalım. Efendim, uzun versiyonunu anlatması bıktırır, kısaltarak aktarmayı deneyeceğim. Şöyle başlıyor: İki tane IŞİDci Suriye kırsalında oturmuş muhabbet etmektedirler. Konu, döner dolaşır, örgütün temel meselelerinden olan "Dünyada kaç tane gerçek müslüman var?" mevzuuna gelir. İkili gayet hemfikir şekilde önce İran'ı, Türkmenistan'ı, Azerbaycan'ı, Türkiye'yi, Pakistan'ı, Mısır'ı, Fas'ı, Cezayir'i, Malezya'yı, Afganistan'ı vs. çeşitli bahanelerle elerler. Sonra kılıç daha aşağılara doğru iner. Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Umman, Sudan, Katar falan da bir güzel biçilir. Kala kala elde yalnızca Suriye kalır. Fakat acaba Suriye'nin tamamı da bu payeye layık mıdır? Elbette değildir. Bu defa Suriye'deki bölgeler biçilmeye başlarlar.
Halep tarafı şöyledir. İdlib tarafı böyledir. Afrin'de şöyle şöyle yanlışlar vardır. Hasılıkelam: Nihayetinde bu iki IŞİDci dünya haritasından başlayarak tekfir ede ede kendilerine kadar gelirler. Son durum karşısında birisi dönüp diğerine der ki: "Yazık, görüyor musun, yalnız ikimiz gerçek müslüman kaldık!" Arkadaşı imâlı bir bakışla ötekini süzüp cevap verir: "Senin de ayağın kaymaya başladı."
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin Sünuhat isimli eserinde 'tahtiecilik' dediği mesleğin en sonunda varacağı yer budur. Kendisiyse doğru tutumun 'musavvibe' mesleği olduğunu söyler. Musavvibe nedir peki? Alıntılayalım: "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder, diyenlere ilm-i usûl ıstılahınca 'musavvibe' denilir." Yine mürşidim tahtiecilik hakkında der ki: "Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."
Bekir Berk ağabeyin ismi etrafında yıllardır dönen tartışmaları izlerken de hep bu bahsi hatırlarım. Sonda söylenmesi gereken şeyi başta söyleyeyim: Bence Bekir ağabey hakkındaki bu tür iddiaların menşei nurcuların kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Her ne kadar Yenişafak'ın yeni yayınladığı evrak(!) ile mevzu gündeme gelmiş olsa da (üzerine çay dökülmüş her kağıt belge olmaz) farklı gruplar içinde azıcık zaman geçirmiş herkes bilir ki, bu suçlamaların tarihi daha eskidir. Hem bu 'eski' kısmı evrak falan de istemez.
Bekir ağabeyin (veya çevresinin) bazı konularda 'kendi kanaat önderleriyle' iyi anlaşamaması 'ajan' yaftası yemesi için yeterlidir. Nurcular mabeyninde tekfir müessesi işlemediği için, çok şükür bunu akıl edememişiz, daha kullanışlı bir yol olarak bu yöntem tercih edilmiştir: "Ajandır, ajansın, ajanlar...." Evet. Ben bile şu yaşımda birkaç kez bu suçlamaya maruz kalmışımdır. Halbuki ne alaka? Zurnanın son deliği gibi birşeyim. Ferhan Şensoy'un Pardon'da dediği gibi: "Beni adamdan sayıp alacak örgüte ben zaten girmem!" diyecek bir durumdayım. Değil bir gruba kanaat önderliği yapayım, sokakta dayak yesem yardıma gelen olmaz, öyle bilinmezlikteyim. Fakat Kurtlar Vadisi izleyip derse gelenlerin gönlü ferman dinlemez ki kârilerim. Madem ki meşreplerince sevilmeyen şeyler dile getiriyorsundur. Ajansındır. Herhangi bir örgüt sana el vermese de olur.
Bu mevzuun içimizdeki kısmı. Peki dışımızdaki? Dışımızda bence bu ihtilafı kâra dönüştürmek isteyen daha üst akıllar var. Nasıl? Tıpkı şiilerin sahabe hakkındaki iddialarıyla başarmaya çalıştıkları gibi. Fehminize biraz daha yaklaştırabilmek için Ebubekir Sifil Hoca'nın İslamî Bilincin İhyası'nda yaptığı bir alıntıyı nakletmek istiyorum. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği söz şöyle: "Mu'âviye kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'ondan daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."
Bu 'çorap söküğünün' nasıl devam ettirileceğini de detaylandırıyor ilerleyen kısımda. Kendi cümlelerimle özetleyeyim: Listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların, ithamların veya 'gözden çıkarılacaklar' listesinin (önü alınamaz bir şekilde) böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yeter ki kimileri bir kere kapının kulbuna dokunma cür'etini bulsun.
Bekir Berk ağabeyin de böylesi bir kulp olduğunu düşünüyorum. En azından dışarıdan bu işi yönetmeye çalışan üst akıl için. Çünkü onlar biliyorlar ki: Bediüzzaman'ın kendisini avukatı olarak benimsediği, sevdiği, övdüğü böyle bir ismi töhmet altında bırakabilirlerse, ağabeyler arasında etrafında sis oluşturamayacakları hiçkimse kalmaz. Gemi bir kere delindi mi su almayı bırakmaz. Ertesi gün 'Mustafa Sungur da aslında Köy Enstitüsü mezunuymuş. Acaba niye nurcu olmaya karar vermiş? İyi düşünmek lazım'lar ile bir imâ, 'Yahu Üstad Hazretleri gazete bile okumuyorken acaba bu Zübeyir Gündüzalp nurcuları niye gazete işine sokmuş?' ile başka bir imâ, 'Sakın bu Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ın yanına askeriyenin soktuğu bir adam olmasın? Bak, bütün talebeler hapse girmiş, onu hiç içeri almamışlar'la başka bir imâ; hasılı; her sabah medreseye uğradığımızda farklı farklı ağabeylerin 'hain adayına' dönüştüğü bir zeminde uyanabiliriz. Bu atmosferde elbette ittihad da kalmaz, bereket de, hizmet de. Allah bu durumlara düşmekten cümlemizi korusun. Âmin.
Ben üst aklın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum. Bekir ağabey hakkındaki bu türden iddiaların tamamının da 'surda bir delik açmak mesabesinde' olduğuna kanaatim var. Belki birileri gelecekte nurculuğu kanalize edeceği yönü/yeri seçti. Şimdi dışarıda kalanlar, daha doğrusu kanalize edemeyecekleri, hakkında ithamlar uydurma sürecini başlatıyor. İmajlarını kirletiyor. İtibarlarını zedeliyor. Tıpkı şianın 'tahtiesini inşa etmek için' sünni müslümanlarda 'sahabe hürmetini kirletmeye çalışması' gibi bir çalışma yürütülüyor. İyi niyetle bu işe alet olanların da takkesini önüne koyup düşünmesi lazım. Bugün, bir kağıt parçasıyla hazzetmediğiniz bir ağabeyi şıp diye silen, yarın başka bir kese kağıdıyla da çok sevdiğiniz birisini silemez mi? Kim elini tutar ki bundan? Değil mi ama?
Ben nasıl 'miraçta dahi gözü şaşmayan' Aleyhissalatuvesselamın, şianın iddia ettiği gibi, sahabileri hakkında aldandığına inanmıyorum; aynen öyle de; veraset-i nübüvvet sahibi bir âlimin de en yakınları hakkında yanılacağına sanmıyorum. Feraset mü'minin şiarıdır. Hele böyle bir âlimin kırk kere şiarıdır. İnanan var mı? Onu da bilemiyorum. (Gösterdikleri deliller de hep faso-fiso çıkıyor zaten.) Doğrusu: Paşa gönülleri bilir. Her kişi ahirette kendi yükünü çeker. Defterini şanınca doldurur. Fakat demem o ki sevgili kârilerim: Sevdiği bir ağabeyi hakkında da benzer ithamlar olunca dizlerini dövmesin. Yazık. Dizlerinin suçu yok. Vuracaksa kafasına vurabilir. Suçlu orada saklanıyor çünkü.
Bu defa bir fıkra ile başlayalım. Efendim, uzun versiyonunu anlatması bıktırır, kısaltarak aktarmayı deneyeceğim. Şöyle başlıyor: İki tane IŞİDci Suriye kırsalında oturmuş muhabbet etmektedirler. Konu, döner dolaşır, örgütün temel meselelerinden olan "Dünyada kaç tane gerçek müslüman var?" mevzuuna gelir. İkili gayet hemfikir şekilde önce İran'ı, Türkmenistan'ı, Azerbaycan'ı, Türkiye'yi, Pakistan'ı, Mısır'ı, Fas'ı, Cezayir'i, Malezya'yı, Afganistan'ı vs. çeşitli bahanelerle elerler. Sonra kılıç daha aşağılara doğru iner. Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Umman, Sudan, Katar falan da bir güzel biçilir. Kala kala elde yalnızca Suriye kalır. Fakat acaba Suriye'nin tamamı da bu payeye layık mıdır? Elbette değildir. Bu defa Suriye'deki bölgeler biçilmeye başlarlar.
Halep tarafı şöyledir. İdlib tarafı böyledir. Afrin'de şöyle şöyle yanlışlar vardır. Hasılıkelam: Nihayetinde bu iki IŞİDci dünya haritasından başlayarak tekfir ede ede kendilerine kadar gelirler. Son durum karşısında birisi dönüp diğerine der ki: "Yazık, görüyor musun, yalnız ikimiz gerçek müslüman kaldık!" Arkadaşı imâlı bir bakışla ötekini süzüp cevap verir: "Senin de ayağın kaymaya başladı."
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin Sünuhat isimli eserinde 'tahtiecilik' dediği mesleğin en sonunda varacağı yer budur. Kendisiyse doğru tutumun 'musavvibe' mesleği olduğunu söyler. Musavvibe nedir peki? Alıntılayalım: "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder, diyenlere ilm-i usûl ıstılahınca 'musavvibe' denilir." Yine mürşidim tahtiecilik hakkında der ki: "Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."
Bekir Berk ağabeyin ismi etrafında yıllardır dönen tartışmaları izlerken de hep bu bahsi hatırlarım. Sonda söylenmesi gereken şeyi başta söyleyeyim: Bence Bekir ağabey hakkındaki bu tür iddiaların menşei nurcuların kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Her ne kadar Yenişafak'ın yeni yayınladığı evrak(!) ile mevzu gündeme gelmiş olsa da (üzerine çay dökülmüş her kağıt belge olmaz) farklı gruplar içinde azıcık zaman geçirmiş herkes bilir ki, bu suçlamaların tarihi daha eskidir. Hem bu 'eski' kısmı evrak falan de istemez.
Bekir ağabeyin (veya çevresinin) bazı konularda 'kendi kanaat önderleriyle' iyi anlaşamaması 'ajan' yaftası yemesi için yeterlidir. Nurcular mabeyninde tekfir müessesi işlemediği için, çok şükür bunu akıl edememişiz, daha kullanışlı bir yol olarak bu yöntem tercih edilmiştir: "Ajandır, ajansın, ajanlar...." Evet. Ben bile şu yaşımda birkaç kez bu suçlamaya maruz kalmışımdır. Halbuki ne alaka? Zurnanın son deliği gibi birşeyim. Ferhan Şensoy'un Pardon'da dediği gibi: "Beni adamdan sayıp alacak örgüte ben zaten girmem!" diyecek bir durumdayım. Değil bir gruba kanaat önderliği yapayım, sokakta dayak yesem yardıma gelen olmaz, öyle bilinmezlikteyim. Fakat Kurtlar Vadisi izleyip derse gelenlerin gönlü ferman dinlemez ki kârilerim. Madem ki meşreplerince sevilmeyen şeyler dile getiriyorsundur. Ajansındır. Herhangi bir örgüt sana el vermese de olur.
Bu mevzuun içimizdeki kısmı. Peki dışımızdaki? Dışımızda bence bu ihtilafı kâra dönüştürmek isteyen daha üst akıllar var. Nasıl? Tıpkı şiilerin sahabe hakkındaki iddialarıyla başarmaya çalıştıkları gibi. Fehminize biraz daha yaklaştırabilmek için Ebubekir Sifil Hoca'nın İslamî Bilincin İhyası'nda yaptığı bir alıntıyı nakletmek istiyorum. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği söz şöyle: "Mu'âviye kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'ondan daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."
Bu 'çorap söküğünün' nasıl devam ettirileceğini de detaylandırıyor ilerleyen kısımda. Kendi cümlelerimle özetleyeyim: Listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların, ithamların veya 'gözden çıkarılacaklar' listesinin (önü alınamaz bir şekilde) böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yeter ki kimileri bir kere kapının kulbuna dokunma cür'etini bulsun.
Bekir Berk ağabeyin de böylesi bir kulp olduğunu düşünüyorum. En azından dışarıdan bu işi yönetmeye çalışan üst akıl için. Çünkü onlar biliyorlar ki: Bediüzzaman'ın kendisini avukatı olarak benimsediği, sevdiği, övdüğü böyle bir ismi töhmet altında bırakabilirlerse, ağabeyler arasında etrafında sis oluşturamayacakları hiçkimse kalmaz. Gemi bir kere delindi mi su almayı bırakmaz. Ertesi gün 'Mustafa Sungur da aslında Köy Enstitüsü mezunuymuş. Acaba niye nurcu olmaya karar vermiş? İyi düşünmek lazım'lar ile bir imâ, 'Yahu Üstad Hazretleri gazete bile okumuyorken acaba bu Zübeyir Gündüzalp nurcuları niye gazete işine sokmuş?' ile başka bir imâ, 'Sakın bu Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ın yanına askeriyenin soktuğu bir adam olmasın? Bak, bütün talebeler hapse girmiş, onu hiç içeri almamışlar'la başka bir imâ; hasılı; her sabah medreseye uğradığımızda farklı farklı ağabeylerin 'hain adayına' dönüştüğü bir zeminde uyanabiliriz. Bu atmosferde elbette ittihad da kalmaz, bereket de, hizmet de. Allah bu durumlara düşmekten cümlemizi korusun. Âmin.
Ben üst aklın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum. Bekir ağabey hakkındaki bu türden iddiaların tamamının da 'surda bir delik açmak mesabesinde' olduğuna kanaatim var. Belki birileri gelecekte nurculuğu kanalize edeceği yönü/yeri seçti. Şimdi dışarıda kalanlar, daha doğrusu kanalize edemeyecekleri, hakkında ithamlar uydurma sürecini başlatıyor. İmajlarını kirletiyor. İtibarlarını zedeliyor. Tıpkı şianın 'tahtiesini inşa etmek için' sünni müslümanlarda 'sahabe hürmetini kirletmeye çalışması' gibi bir çalışma yürütülüyor. İyi niyetle bu işe alet olanların da takkesini önüne koyup düşünmesi lazım. Bugün, bir kağıt parçasıyla hazzetmediğiniz bir ağabeyi şıp diye silen, yarın başka bir kese kağıdıyla da çok sevdiğiniz birisini silemez mi? Kim elini tutar ki bundan? Değil mi ama?
Ben nasıl 'miraçta dahi gözü şaşmayan' Aleyhissalatuvesselamın, şianın iddia ettiği gibi, sahabileri hakkında aldandığına inanmıyorum; aynen öyle de; veraset-i nübüvvet sahibi bir âlimin de en yakınları hakkında yanılacağına sanmıyorum. Feraset mü'minin şiarıdır. Hele böyle bir âlimin kırk kere şiarıdır. İnanan var mı? Onu da bilemiyorum. (Gösterdikleri deliller de hep faso-fiso çıkıyor zaten.) Doğrusu: Paşa gönülleri bilir. Her kişi ahirette kendi yükünü çeker. Defterini şanınca doldurur. Fakat demem o ki sevgili kârilerim: Sevdiği bir ağabeyi hakkında da benzer ithamlar olunca dizlerini dövmesin. Yazık. Dizlerinin suçu yok. Vuracaksa kafasına vurabilir. Suçlu orada saklanıyor çünkü.
8 Mart 2017 Çarşamba
Sultan Abdülhamid 'masum imam' mıydı?
Mesele giderek daha tatsız bir hal alıyor. Ben de hakkında yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Öncelikle şunu aklımızda/kalbimizde tutmamız lazım: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadında, ki bizim imanımız istikametin o olduğu üzerinedir, nebilerden başka kimsenin ismeti yoktur. Bir insanın kalbinin güzelliği, ahlakının temizliği, hamiyetinin yüceliği, zekasının parlaklığı, nesebinin paklığı gibi şeyler bir tarafa; biz, nebilerden başka her beşerin şaşar/şaşabilir olduğuna inanırız. Bu nedenle de birisi "Falanca hata yapmış!" dediğinde "Neeee?" diye bağırarak şok yaşamayız. Muhatabımızı hemen 'yalancılıkla' da suçlamayız. Ne yaparız peki? Tahkik ederiz. "Dediği doğru mudur?" diye bir sağlama yaparız. Bunu yaparken de, sorguladığımız, suçlanan kişinin 'hata yapabilir' oluşu değildir. 'Bize nakledilen hatayı hakikaten yapıp yapmadığı'dır. Böylece o kişi hakkında adaletle hükmederiz. Yani; ne tahkik etmeden hataya inanırız, ne de masumiyeti tahkik etmemek gerektiğine.
Bu, bizde böyledir, ama şiada böyle değildir. Şia, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra, pâk nesebinden gelen oniki imamın da masumiyetine inanır. Bu yüzden onlara muhalif olmak (veya onlara atfedilerek nakledilen şia inancına aykırı olmak) kişiyi küfre götürecek kadar büyük bir suçtur şiada. 'Masum imam' kavramlaştırmasıyla bilinen bu meseleyi tafsil etmeyeceğim. Fakat bu sapkınlığından ötürü şianın; sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerine nasıl çirkin suçlamalar yaptığı malumdur. Masum imamlara, değil muhalif olmak, destek vermeyen veya istedikleri şekilde katılmayan sahabe efendilerimiz bile şianın gözünde merduddur. Allah onları ıslah eylesin.
Gariptir, bugünlerde de, merhum Sultan Abdülhamid Han'ın mağduriyeti zemininde birçok âlime böyle bir saldırı yapılıyor. 31 Mart Vakası ve sonrasında yaşananlar üzerinden, öncesinde Sultan Abdülhamid'e eleştiride bulunmuş herkes aynı darağacına asılıyor ve 'ya hain, ya ahmak, yahut da kafir' ilan ediliyor. Evet, şaşırmayın, hakikaten oluyor bu. Sultan Abdülhamid merhumun da insanlar içinde sadece bir insan olduğu (ve hatta siyasiler içinde sadece bir siyasi olduğu) unutularak 'masum imam' gibi savunusu yapılıyor.
Hasbelkader istibdadını eleştirmiş kim varsa, dediği isabet etsin veya etmesin, doğru olsun veya olmasın, tarihsel gerçeklerle uyuşsun veya uyuşmasın, hainler zümresine ilhak olunuyorlar. Üstelik bu insanlar öyle sen-ben gibi sıradan kişiler de değiller. Çoğu bugün kıratında adam yetiştirilemeyen âlimler.
Ama kime laf anlatacaksınız? Şu tarz Abdülhamidciliğin meselenin bu tarafına baktığı yok ki. Bu âlimlerin sayısı ne kadar çok veya kıratları ne kadar yüksek ayarda olursa olsun, hatta Abdülhamid eleştirilerinde o dönem ulemasının icmaı hasıl olsun, hepsini bir hamlede kapı dışarı ederler de Abdülhamid'i sevenlerden (o seven velev fâsık olsun) başkasını almazlar. Mehmet Akif merhum olsun, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum olsun veya Bediüzzaman olsun, umurlarında değildir. DAİŞ'inki gibi keskin bir tekfir veya tahkir bıçağı ellerindedir. Çalıverirler önlerine gelenin boğazına.
Hani denilir ya: "İslamın şartı beştir. Altıncısı haddini bilmektir." İşte, bu altıncıda ayarını tutturamayınca, bir tane 'hata yapması gayet mümkün' ve 'eleştirilmesi gayet doğal' siyasetçi üzerinden bin tane 'ümmetin gözbebeği' ve 'hayatları hamiyetlerinin şahidi' olan âlim kesilir-biçilir hale gelir.
Fakat bu noktada şu ihtimali dışarda bırakmayalım: Bu insanlar içinde muhalefetinde ifrat etmiş isimler olabilir. Yaptıkları eleştirinin üslûbunda hata bulunanlar olabilir. Bunlar mümkündür. Çünkü bu insanlar da, en az Sultan Abdülhamid kadar, beşerdir ve şaşabilirler. Ancak meselenin bu yanına dair hiçbir kollamada/sağlamada/araştırmada bulunmadan, eleştiride bulunmuş kim varsa kolundan tutup hamiyet ve hatta İslamiyet kapısının dışına koymak, bu kesinlikle modern zamanların elim bir had bilmezliğidir.
Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yaşananlar üzerinden öncesinde yapılan eleştirilerin haksızlığına hükmetmek ise tam bir anakronizmdir. Meseleyi zihinlerinize yaklaştırmak için şöyle bir örnek vereceğim: Bugün de bir kısım âlimimiz/aydınımız Erdoğan'ı kimi icraatlarından dolayı eleştirmiyor mu? Elcevap: Evet, eleştiriyor. 15 Temmuz'dan önce de bunu yapmıyorlar mıydı? Elcevap: Evet, yapıyorlardı. Nitekim; Erdoğan'ın "Ne sünniyim ne şiiyim!" sözü üzerine ehl-i sünnet ulema tarafından getirilen bir dizi (bence de haklı) eleştiri oldu. Yine İsrail'le yapılan anlaşma ve Mavi Marmara davasında gelinen nokta üzerinden Erdoğan'a İslamcı camia tarafından birçok eleştiri yapıldı. Hatta bu eleştiriler bizzat Erdoğan'ın rahatsız olacağı seviyeye kadar vardı da sert bir açıklama yaptı. Şimdi, bütün bu eleştirilerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı ve Erdoğan (Allah korusun) baştan indirilseydi, öncesinde yapılan bu eleştirilere hainlik, ahmaklık veya kafirlik damgası vurulabilir miydi? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!
Bununla yüzleşelim. Çünkü sonraya bakıp önceye hükümler çıkarmak doğru ise pekala denilebilir ki: Nasıl ki bu âlimler/aydınlar Sultan Abdülhamid'i eleştirerek 31 Mart'ın yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular; 15 Temmuz'dan önce Erdoğan'ı eleştirenler de 15 Temmuz'un yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular. Bu rahatlıkla söylenebilir. Aynı mantıkla aynı suçlama bugün de birilerine yapılabilir. O zaman da 'hık-mık' etmeden "Evet!" diyebilecek miyiz? Ben, ilk kısımda cüretkâr olan yaftalamacıların, şu ikinci kısımda mütereddit olacaklarına kaniyim. Çünkü bu sefer listede kendi isimleri de olacak. Hem de yukarılarda bir yerlerde...
Hasılı: Arkadaşlar, böylesi meselelerde en istikametli duruş olarak, mürşidimin de Risale-i Nur'da andığı, Hz. Ömer b. Abdülaziz'e (r.a.) atfedilen şu sözü salık veririm: "Allah, onların kanlarına ellerimizi bulaştırmadı, biz de dillerimizi bulaştırmayalım." Ömer b. Abdülaziz (r.a.) bu sözü sahabe arasında gerçekleşen savaşlar ve fitneler hakkında söylemiştir. Şu sese kulak verelim. Selefimiz bizi hayra çağırıyor. Altından kalkamayacağımız meseleler hakkında çene çalmamayı tavsiye ediyor. Şu tavsiyeyi dinleyelim. Zira yarın Mehmet Akif merhum ile Abdülhamid merhum, dünyadaki kavgaları dünyada bırakmış olarak, kolkola cennete girer de, biz, dilimizde onların etleriyle kanları, arkalarından öylece bakakalırız. Allah bizi istikametten ayırmasın.
Bu, bizde böyledir, ama şiada böyle değildir. Şia, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra, pâk nesebinden gelen oniki imamın da masumiyetine inanır. Bu yüzden onlara muhalif olmak (veya onlara atfedilerek nakledilen şia inancına aykırı olmak) kişiyi küfre götürecek kadar büyük bir suçtur şiada. 'Masum imam' kavramlaştırmasıyla bilinen bu meseleyi tafsil etmeyeceğim. Fakat bu sapkınlığından ötürü şianın; sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerine nasıl çirkin suçlamalar yaptığı malumdur. Masum imamlara, değil muhalif olmak, destek vermeyen veya istedikleri şekilde katılmayan sahabe efendilerimiz bile şianın gözünde merduddur. Allah onları ıslah eylesin.
Gariptir, bugünlerde de, merhum Sultan Abdülhamid Han'ın mağduriyeti zemininde birçok âlime böyle bir saldırı yapılıyor. 31 Mart Vakası ve sonrasında yaşananlar üzerinden, öncesinde Sultan Abdülhamid'e eleştiride bulunmuş herkes aynı darağacına asılıyor ve 'ya hain, ya ahmak, yahut da kafir' ilan ediliyor. Evet, şaşırmayın, hakikaten oluyor bu. Sultan Abdülhamid merhumun da insanlar içinde sadece bir insan olduğu (ve hatta siyasiler içinde sadece bir siyasi olduğu) unutularak 'masum imam' gibi savunusu yapılıyor.
Hasbelkader istibdadını eleştirmiş kim varsa, dediği isabet etsin veya etmesin, doğru olsun veya olmasın, tarihsel gerçeklerle uyuşsun veya uyuşmasın, hainler zümresine ilhak olunuyorlar. Üstelik bu insanlar öyle sen-ben gibi sıradan kişiler de değiller. Çoğu bugün kıratında adam yetiştirilemeyen âlimler.
Ama kime laf anlatacaksınız? Şu tarz Abdülhamidciliğin meselenin bu tarafına baktığı yok ki. Bu âlimlerin sayısı ne kadar çok veya kıratları ne kadar yüksek ayarda olursa olsun, hatta Abdülhamid eleştirilerinde o dönem ulemasının icmaı hasıl olsun, hepsini bir hamlede kapı dışarı ederler de Abdülhamid'i sevenlerden (o seven velev fâsık olsun) başkasını almazlar. Mehmet Akif merhum olsun, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum olsun veya Bediüzzaman olsun, umurlarında değildir. DAİŞ'inki gibi keskin bir tekfir veya tahkir bıçağı ellerindedir. Çalıverirler önlerine gelenin boğazına.
Hani denilir ya: "İslamın şartı beştir. Altıncısı haddini bilmektir." İşte, bu altıncıda ayarını tutturamayınca, bir tane 'hata yapması gayet mümkün' ve 'eleştirilmesi gayet doğal' siyasetçi üzerinden bin tane 'ümmetin gözbebeği' ve 'hayatları hamiyetlerinin şahidi' olan âlim kesilir-biçilir hale gelir.
Fakat bu noktada şu ihtimali dışarda bırakmayalım: Bu insanlar içinde muhalefetinde ifrat etmiş isimler olabilir. Yaptıkları eleştirinin üslûbunda hata bulunanlar olabilir. Bunlar mümkündür. Çünkü bu insanlar da, en az Sultan Abdülhamid kadar, beşerdir ve şaşabilirler. Ancak meselenin bu yanına dair hiçbir kollamada/sağlamada/araştırmada bulunmadan, eleştiride bulunmuş kim varsa kolundan tutup hamiyet ve hatta İslamiyet kapısının dışına koymak, bu kesinlikle modern zamanların elim bir had bilmezliğidir.
Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yaşananlar üzerinden öncesinde yapılan eleştirilerin haksızlığına hükmetmek ise tam bir anakronizmdir. Meseleyi zihinlerinize yaklaştırmak için şöyle bir örnek vereceğim: Bugün de bir kısım âlimimiz/aydınımız Erdoğan'ı kimi icraatlarından dolayı eleştirmiyor mu? Elcevap: Evet, eleştiriyor. 15 Temmuz'dan önce de bunu yapmıyorlar mıydı? Elcevap: Evet, yapıyorlardı. Nitekim; Erdoğan'ın "Ne sünniyim ne şiiyim!" sözü üzerine ehl-i sünnet ulema tarafından getirilen bir dizi (bence de haklı) eleştiri oldu. Yine İsrail'le yapılan anlaşma ve Mavi Marmara davasında gelinen nokta üzerinden Erdoğan'a İslamcı camia tarafından birçok eleştiri yapıldı. Hatta bu eleştiriler bizzat Erdoğan'ın rahatsız olacağı seviyeye kadar vardı da sert bir açıklama yaptı. Şimdi, bütün bu eleştirilerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı ve Erdoğan (Allah korusun) baştan indirilseydi, öncesinde yapılan bu eleştirilere hainlik, ahmaklık veya kafirlik damgası vurulabilir miydi? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!
Bununla yüzleşelim. Çünkü sonraya bakıp önceye hükümler çıkarmak doğru ise pekala denilebilir ki: Nasıl ki bu âlimler/aydınlar Sultan Abdülhamid'i eleştirerek 31 Mart'ın yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular; 15 Temmuz'dan önce Erdoğan'ı eleştirenler de 15 Temmuz'un yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular. Bu rahatlıkla söylenebilir. Aynı mantıkla aynı suçlama bugün de birilerine yapılabilir. O zaman da 'hık-mık' etmeden "Evet!" diyebilecek miyiz? Ben, ilk kısımda cüretkâr olan yaftalamacıların, şu ikinci kısımda mütereddit olacaklarına kaniyim. Çünkü bu sefer listede kendi isimleri de olacak. Hem de yukarılarda bir yerlerde...
Hasılı: Arkadaşlar, böylesi meselelerde en istikametli duruş olarak, mürşidimin de Risale-i Nur'da andığı, Hz. Ömer b. Abdülaziz'e (r.a.) atfedilen şu sözü salık veririm: "Allah, onların kanlarına ellerimizi bulaştırmadı, biz de dillerimizi bulaştırmayalım." Ömer b. Abdülaziz (r.a.) bu sözü sahabe arasında gerçekleşen savaşlar ve fitneler hakkında söylemiştir. Şu sese kulak verelim. Selefimiz bizi hayra çağırıyor. Altından kalkamayacağımız meseleler hakkında çene çalmamayı tavsiye ediyor. Şu tavsiyeyi dinleyelim. Zira yarın Mehmet Akif merhum ile Abdülhamid merhum, dünyadaki kavgaları dünyada bırakmış olarak, kolkola cennete girer de, biz, dilimizde onların etleriyle kanları, arkalarından öylece bakakalırız. Allah bizi istikametten ayırmasın.
11 Ocak 2017 Çarşamba
Bediüzzaman'dan IŞİD çıkar mı?
"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl sûresi, 106)
Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıkça atıf yaptığı Selman-ı Farisî'ye (r.a.) ait hikmetli bir söz var: “Sonra gelenler, ilmi önce geçenlerden öğrendiği sürece insanlar hayır üzeredir. Ne zaman ki sonra gelenler kendilerinden öğrenmeden önce geçenler göçüp gider, işte o zaman insanlar helak olur.” Bu sözü aktardıktan sonra diyor ki Ebubekir Hoca: "Bizi istikamet üzere tutacak olan ilim, her bir neslin kesintisiz biçimde Efendimiz (s.a.v)’e dayanan silsilelerle öğrenip aktardığıdır." Ben, zikredilen bu hakikatin bir vechini, mürşidimin Lemeat'ta altını çizdiği 'kavram karmaşası' üzerinden okuyorum. Diyor ki orada mürşidim: "Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."
Zulmün adalet, cihadın bağy, esaret-i hayvanînin hürriyet olarak yutturulduğu bu 'becayiş-i mekânî' neden yaşanmaktadır sizce? Bence, arıza, tam da Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şekilde, öncekiler ve sonrakiler arasında yaşanan kopuştadır: "Doğru bilginin mevcudiyeti maksadın husulü için yetmez, ona sahih biçimde ulaşabiliyor olmak da şarttır. İşte medrese sisteminin ve 'icazet' usulünün ne denli alternatifsiz olduğu tam bu noktada dikkatimizi çekiyor. Doğru bilgili elinde bulunduranlarla temasın kesildiği nokta, medreselerin kapatılıp, ulemanın itibarsızlaştığı sürece denk geliyor. Ve dikkat edin: Yaşamakta olduğumuz 'kafa karışıklığı' da tam bu noktada ortaya çıkıyor."
Evet, biz, İslam tarihinde daha önce hiç yaşanmamış bir şekilde öncemizden koparıldık. Harf inkılabından tutun medreselerin kapatılmasına kadar bir dizi balyoz darbesi, bizi, öncemizle eskisi kadar sıkı bağlar kuramaz hale getirdi. Bunun sarsıcı etkilerinden birisini de kavramlar dünyasında yaşadık. İslam'ın hakkını verdiğimiz dönemlerde kullandığımız kavramlar/ıstılahlar bugünkülerle aynı olsa da, onlara verdiğimiz karşılıklar birebir aynı değildi. Öncekilerin dilini konuşmak, sadece lisanla değil, o lisanın zihinde uyandıracağı doğru karşılıklara da sahip olmakla mümkün olurdu. Karşılıklar farklı olduğunda, aynı sesleri çıkarsak da, aynı dilin konuşmak mümkün olmazdı. Bunu şöyle bir örnekle zihinlerinize yaklaştırmak istiyorum:
Öyle bir hafıza kaybı hayal edelim ki: Kişi, kelimeleri ses olarak hatırlıyor ve kullanabiliyor, fakat o kelimelerin geldikleri anlamları hatırlayamıyor olsun. Siz de bu kişiye dilini yeniden öğrenmesi için bir sözlük veriyorsunuz. Ancak hilecisiniz. Hakikatten başka amacınız var. Kelimelerin manalarını 'zıddı karşılıklarla' değiştirmişsiniz bu sözlükte. Siyahın karşısında beyazın anlamını, dürüstlüğün karşısına yalancılığın karşılığını koymuşsunuz.
Mezkûr kişinin sözlüğü ezberledikten sonra okuduğu metinlerle veya işittiği hakikatlerle muhatabiyeti nasıl olacaktır? O metinlerde dürüstlüğünden bahsedilen bir insanı nasıl tasavvur edecektir? Kendisine karlı bir manzara tarif edildiğinde zihninde nasıl canlanacaktır? Şu an bizde canlananlar gibi değil, hatta tam zıttı, öyle değil mi? (Orwell'ın 1984 romanını okuyanlar buna yakın birşeyin Winston Smith'in çalıştığı Doğruluk Bakanlığı'da yapıldığını hatırlarlar. Bakanlık, doğruları siyasi konjonktüre göre sürekli yeniden kurgulamakta ve eski evrakları, tanımları ve tarihi yok etmekteydi.)
İşte, Bediüzzaman'ın da dikkatimizi çektiği 'operasyon' budur. Bugün, biz, İslamî birçok kavramın 'aslında ne anlattığı' bilgisinden yoksunuz. Kulakla bir aşinalık duysak da kastettiği şeye dair yoksulluğumuz var. Bu nedenle 'cihad' veya 'şeriat' denildiğinde yüzümüzü bir ekşilik kaplıyor. 'İslamcı' veya 'dinci' sözlerini işittiğimizde, aslında anlamları ne kadar şeker ve çiçek olursa olsun, 'şekerci' veya 'çiçekçi' denildiğindeki gibi hoşluklar doldurmuyor gönlümüzü. Çünkü kelimenin kastettiği şey başka türlü nakşedilmiş beynimize. Nitekim, tersi anlamda, hürriyetin kötü bulduğumuz hiçbir yanı yok. "Pornoma dokunma!" diye pankart açıldığında azıcık uyanır gibi olsak da, yine, hürriyet taleplerinin sınırları üzerine pek bir eleştirimiz yok.
Bu, mezkûr meselenin 'genele' bakan tarafı. Bir de nur talebelerine bakan daha özel bir yönüne dikkat çekmek istiyorum şimdi. Bizler, mürşidimize de bu fonksiyonu yüklediğimiz için 'tecdid/müceddid' kavramlarına, diğer birçok ehl-i sünnet ve'l-cemaat grubundan daha fazla vurgu yapıyoruz. Bu vurgu özünde zararlı birşey mi? Kesinlikle değil. Nitekim bu kavramları ilk kullananlar da biz değiliz. Tarihte birçok ehl-i sünnet büyüğü için bu kavram/tanım kullanılıyor. Örneğin: İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin lakaplarından birisi de müceddid-i elf-i sâni, yani 'ikinci bin yılın müceddidi.'
Fakat arkadaşlar, bu kavramdaki vurgumuz üzerinden, modernistlerin bize çekmek istediği bir operasyon var. Vurgu azı çoğa galip eder. Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur metinleri boyunca ehl-i sünnet ve'l-cemaat kimliğine yaptığı vurguya ve Mirkatü's-Sünne gibi birçok eserinde ehl-i bid'aya geliştirdiği sert eleştirilere rağmen, bir kısım modernistler, nur talebeleriyle yakın takılarak 'tecdid' kavramının içini daha değişik bir biçimde doldurmak istiyorlar. Bu 'daha değişik'ten kastım, neredeyse 'tam tersi.' Tıpkı Lemeat'ta söylediği gibi: "Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Halbuki Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Risale-i Nur'da Geçen Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bakınız tecdid nasıl anlatılıyor:
Peki, modernistler tecdidin nasıl anlaşılmasını istiyor? Cevabı için fazla uzağa gitmeye gerek yok: Onların tecdidden anladıkları, kelimenin 'yenilenme' manasını farklı bir yöne bükerek, dine özünde olmayan yeni şeylerin eklenmesi veya dinin eksiltilmesi veyahut değiştirilmesi manası saklayan bid'at veya reformizm anlamları. Hatta bu kadarla kalmıyorlar, Mustafa Akyol gibi kimileri, Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi gibi eserlerindeki 'yeni delikler açmama' vurgusuna rağmen, 'fıkhın tecdide ihtiyaç duyduğunu' söyleyebiliyorlar. Malum, kendisi geçenlerde twitter'da şöyle yazmıştı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir."
Sonra, işi orada bırakmamış, dört mezhebin üzerinde ittifak ettiği bir mesele olan 'mürtedin katli' mevzuunu IŞİD gibi terör örgütlerin sütannesi ilan etmişti: "Gayr-i Kur'anî 'dinden çıkan öldürülür' hükmü sorgulanmadan IŞİD'le ideolojik yüzleşme olmaz." Tabii bu 'gayr-ı Kur'anîlik' ilanıyla (sahabe ve selef-i salihînden beri bu yaptırım uygulanageldiği için) cümle İslam tarihini 'haybeden adam öldürür' konumuna düşürdüğü bir tarafa, nicedir selamlar çaktığı nur talebelerini ve adına sunumlar yaptığı Bediüzzaman'ı da IŞİD'in sütannesi konumuna getirmiş oldu. Zira Bediüzzaman mükerrer diyor:
Hem yine diyor:
İşte, Mustafa Akyol'da iş bu noktaya kadar vardı. İşlenen tüm cinayetleri devletin idam cezasına bağlamak veya haricilerin katliamlarından 'hakem ayetini' sorumlu tutmak kabilinden İslam hukukunda sınırları/şartları belli bir yaptırımı, birileri suçunu onunla ilişkilendiriyor diye, o suçların anası gibi gösterdi. İnşaallah, bu durum biz nur talebelerini "Bediüzzaman'ı her övene gönül verme" sevdasından kurtarır. Ve tecdid kavramını da bid'ayı, modernizmi, reformizmi kapsar şekilde yeniden inşa etmeye çalışanlara karşı bir uyanıklık sağlar. Bu kadar çamurlu suçlamalar içinde, inşaallah, böyle güzel bir gül biter. Bu zaman, nur talebelerinin, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bir parçası olduklarını daha şiddetli bir şekilde hatırlamaları gereken bir zaman. Yoksa kalbimizde ve beynimizde 'becayiş-i mekânî'ye maruz kalmamız kaçınılmaz. Bitirirken son bir not: Mürtedin katli meselesini bir sonraki yazımda müstakil olarak ele almak istiyorum. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona.
Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıkça atıf yaptığı Selman-ı Farisî'ye (r.a.) ait hikmetli bir söz var: “Sonra gelenler, ilmi önce geçenlerden öğrendiği sürece insanlar hayır üzeredir. Ne zaman ki sonra gelenler kendilerinden öğrenmeden önce geçenler göçüp gider, işte o zaman insanlar helak olur.” Bu sözü aktardıktan sonra diyor ki Ebubekir Hoca: "Bizi istikamet üzere tutacak olan ilim, her bir neslin kesintisiz biçimde Efendimiz (s.a.v)’e dayanan silsilelerle öğrenip aktardığıdır." Ben, zikredilen bu hakikatin bir vechini, mürşidimin Lemeat'ta altını çizdiği 'kavram karmaşası' üzerinden okuyorum. Diyor ki orada mürşidim: "Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."
Zulmün adalet, cihadın bağy, esaret-i hayvanînin hürriyet olarak yutturulduğu bu 'becayiş-i mekânî' neden yaşanmaktadır sizce? Bence, arıza, tam da Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şekilde, öncekiler ve sonrakiler arasında yaşanan kopuştadır: "Doğru bilginin mevcudiyeti maksadın husulü için yetmez, ona sahih biçimde ulaşabiliyor olmak da şarttır. İşte medrese sisteminin ve 'icazet' usulünün ne denli alternatifsiz olduğu tam bu noktada dikkatimizi çekiyor. Doğru bilgili elinde bulunduranlarla temasın kesildiği nokta, medreselerin kapatılıp, ulemanın itibarsızlaştığı sürece denk geliyor. Ve dikkat edin: Yaşamakta olduğumuz 'kafa karışıklığı' da tam bu noktada ortaya çıkıyor."
Evet, biz, İslam tarihinde daha önce hiç yaşanmamış bir şekilde öncemizden koparıldık. Harf inkılabından tutun medreselerin kapatılmasına kadar bir dizi balyoz darbesi, bizi, öncemizle eskisi kadar sıkı bağlar kuramaz hale getirdi. Bunun sarsıcı etkilerinden birisini de kavramlar dünyasında yaşadık. İslam'ın hakkını verdiğimiz dönemlerde kullandığımız kavramlar/ıstılahlar bugünkülerle aynı olsa da, onlara verdiğimiz karşılıklar birebir aynı değildi. Öncekilerin dilini konuşmak, sadece lisanla değil, o lisanın zihinde uyandıracağı doğru karşılıklara da sahip olmakla mümkün olurdu. Karşılıklar farklı olduğunda, aynı sesleri çıkarsak da, aynı dilin konuşmak mümkün olmazdı. Bunu şöyle bir örnekle zihinlerinize yaklaştırmak istiyorum:
Öyle bir hafıza kaybı hayal edelim ki: Kişi, kelimeleri ses olarak hatırlıyor ve kullanabiliyor, fakat o kelimelerin geldikleri anlamları hatırlayamıyor olsun. Siz de bu kişiye dilini yeniden öğrenmesi için bir sözlük veriyorsunuz. Ancak hilecisiniz. Hakikatten başka amacınız var. Kelimelerin manalarını 'zıddı karşılıklarla' değiştirmişsiniz bu sözlükte. Siyahın karşısında beyazın anlamını, dürüstlüğün karşısına yalancılığın karşılığını koymuşsunuz.
Mezkûr kişinin sözlüğü ezberledikten sonra okuduğu metinlerle veya işittiği hakikatlerle muhatabiyeti nasıl olacaktır? O metinlerde dürüstlüğünden bahsedilen bir insanı nasıl tasavvur edecektir? Kendisine karlı bir manzara tarif edildiğinde zihninde nasıl canlanacaktır? Şu an bizde canlananlar gibi değil, hatta tam zıttı, öyle değil mi? (Orwell'ın 1984 romanını okuyanlar buna yakın birşeyin Winston Smith'in çalıştığı Doğruluk Bakanlığı'da yapıldığını hatırlarlar. Bakanlık, doğruları siyasi konjonktüre göre sürekli yeniden kurgulamakta ve eski evrakları, tanımları ve tarihi yok etmekteydi.)
İşte, Bediüzzaman'ın da dikkatimizi çektiği 'operasyon' budur. Bugün, biz, İslamî birçok kavramın 'aslında ne anlattığı' bilgisinden yoksunuz. Kulakla bir aşinalık duysak da kastettiği şeye dair yoksulluğumuz var. Bu nedenle 'cihad' veya 'şeriat' denildiğinde yüzümüzü bir ekşilik kaplıyor. 'İslamcı' veya 'dinci' sözlerini işittiğimizde, aslında anlamları ne kadar şeker ve çiçek olursa olsun, 'şekerci' veya 'çiçekçi' denildiğindeki gibi hoşluklar doldurmuyor gönlümüzü. Çünkü kelimenin kastettiği şey başka türlü nakşedilmiş beynimize. Nitekim, tersi anlamda, hürriyetin kötü bulduğumuz hiçbir yanı yok. "Pornoma dokunma!" diye pankart açıldığında azıcık uyanır gibi olsak da, yine, hürriyet taleplerinin sınırları üzerine pek bir eleştirimiz yok.
Bu, mezkûr meselenin 'genele' bakan tarafı. Bir de nur talebelerine bakan daha özel bir yönüne dikkat çekmek istiyorum şimdi. Bizler, mürşidimize de bu fonksiyonu yüklediğimiz için 'tecdid/müceddid' kavramlarına, diğer birçok ehl-i sünnet ve'l-cemaat grubundan daha fazla vurgu yapıyoruz. Bu vurgu özünde zararlı birşey mi? Kesinlikle değil. Nitekim bu kavramları ilk kullananlar da biz değiliz. Tarihte birçok ehl-i sünnet büyüğü için bu kavram/tanım kullanılıyor. Örneğin: İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin lakaplarından birisi de müceddid-i elf-i sâni, yani 'ikinci bin yılın müceddidi.'
Fakat arkadaşlar, bu kavramdaki vurgumuz üzerinden, modernistlerin bize çekmek istediği bir operasyon var. Vurgu azı çoğa galip eder. Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur metinleri boyunca ehl-i sünnet ve'l-cemaat kimliğine yaptığı vurguya ve Mirkatü's-Sünne gibi birçok eserinde ehl-i bid'aya geliştirdiği sert eleştirilere rağmen, bir kısım modernistler, nur talebeleriyle yakın takılarak 'tecdid' kavramının içini daha değişik bir biçimde doldurmak istiyorlar. Bu 'daha değişik'ten kastım, neredeyse 'tam tersi.' Tıpkı Lemeat'ta söylediği gibi: "Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Halbuki Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Risale-i Nur'da Geçen Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bakınız tecdid nasıl anlatılıyor:
"Müceddidler dine yeni birşey ilave etmezler. Veyahut ondan birşey eksiltmezler. Bulundukları asırlarda dinin ruhuna uygun olmayan bid’at veya dalâlet yollarını kapatır, dinî emirlere karşı meydana gelen lakaytlığı da bertaraf ederler. Diğer bir ifadeyle üzerindeki külü üfleyip içindeki koru gösterirler."
Peki, modernistler tecdidin nasıl anlaşılmasını istiyor? Cevabı için fazla uzağa gitmeye gerek yok: Onların tecdidden anladıkları, kelimenin 'yenilenme' manasını farklı bir yöne bükerek, dine özünde olmayan yeni şeylerin eklenmesi veya dinin eksiltilmesi veyahut değiştirilmesi manası saklayan bid'at veya reformizm anlamları. Hatta bu kadarla kalmıyorlar, Mustafa Akyol gibi kimileri, Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi gibi eserlerindeki 'yeni delikler açmama' vurgusuna rağmen, 'fıkhın tecdide ihtiyaç duyduğunu' söyleyebiliyorlar. Malum, kendisi geçenlerde twitter'da şöyle yazmıştı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir."
Sonra, işi orada bırakmamış, dört mezhebin üzerinde ittifak ettiği bir mesele olan 'mürtedin katli' mevzuunu IŞİD gibi terör örgütlerin sütannesi ilan etmişti: "Gayr-i Kur'anî 'dinden çıkan öldürülür' hükmü sorgulanmadan IŞİD'le ideolojik yüzleşme olmaz." Tabii bu 'gayr-ı Kur'anîlik' ilanıyla (sahabe ve selef-i salihînden beri bu yaptırım uygulanageldiği için) cümle İslam tarihini 'haybeden adam öldürür' konumuna düşürdüğü bir tarafa, nicedir selamlar çaktığı nur talebelerini ve adına sunumlar yaptığı Bediüzzaman'ı da IŞİD'in sütannesi konumuna getirmiş oldu. Zira Bediüzzaman mükerrer diyor:
"Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."
Hem yine diyor:
"Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde 'Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var' diye usul-i şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür; fakat fâsık merdûdü'ş-şehadettir. Çünkü haindir."
İşte, Mustafa Akyol'da iş bu noktaya kadar vardı. İşlenen tüm cinayetleri devletin idam cezasına bağlamak veya haricilerin katliamlarından 'hakem ayetini' sorumlu tutmak kabilinden İslam hukukunda sınırları/şartları belli bir yaptırımı, birileri suçunu onunla ilişkilendiriyor diye, o suçların anası gibi gösterdi. İnşaallah, bu durum biz nur talebelerini "Bediüzzaman'ı her övene gönül verme" sevdasından kurtarır. Ve tecdid kavramını da bid'ayı, modernizmi, reformizmi kapsar şekilde yeniden inşa etmeye çalışanlara karşı bir uyanıklık sağlar. Bu kadar çamurlu suçlamalar içinde, inşaallah, böyle güzel bir gül biter. Bu zaman, nur talebelerinin, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bir parçası olduklarını daha şiddetli bir şekilde hatırlamaları gereken bir zaman. Yoksa kalbimizde ve beynimizde 'becayiş-i mekânî'ye maruz kalmamız kaçınılmaz. Bitirirken son bir not: Mürtedin katli meselesini bir sonraki yazımda müstakil olarak ele almak istiyorum. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...