katl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
katl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2017 Cumartesi

Mürtedin derdi modernistleri niye gerdi?

"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl sûresi, 106)

Birileri kırmızı ışıkta duran arabaları soyuyor diye kırmızı ışıkta durmak suçun kaynağı olabilir mi? Veya bazı askerler kuşları avlıyor diye askerlere silah dağıtmak? Veyahut bazıları onunla elini yakıyor diye ateş yakmayı yanlış bulmak? Haydi, hepsini geçtim, Mustafa Akyol'un 'mürtedin katli' meselesiyle IŞİD arasında kurduğu bağda şunu ilmî bulup saygı duyabilmemiz mümkün mü: İslam'a bir anomali üzerinden teşhis konmaya çalışılıyor. Halbuki böylesi tesbitlerin ilmî olması (en azından) genel-geçerlikten beslenmeleriyle mümkündür. Meseleyi zihninize yaklaştırmak için çirkin bir örnek vereceğim:

Radyoaktif etkiye maruz kalmış bir anneden genetik anlamda çok kusurlu bir bebeğin dünyaya geldiğini düşünün. Bedeninin birçok detayında insan biyolojisinde hiç rastlanmayan anormallikler var. Ve bir grup biyolog, o bebeğin karşısına geçip, insan biyolojisine dair genel-geçer tesbitler yapmaya başlıyorlar. Sözgelimi: Bu bebeğin üç ayağı ve üç gözü var diyelim. Biyologlarımız pipolarını tüttürdükten sonra diyorlar ki: "İnsan üç ayaklı ve üç gözlü bir varlıktır." Bu çıkarımın ne kadar akıldan uzak olduğu anlaşılır.

İlmî olan; genel tesbitler için böyle 'garip' fertlerin değil, 'galip' olanların kullanılmasıdır. İnsanî annelerden doğan bebekler, iki ayaklıların garip karşılanacağı kadar üç ayaklı doğuyorsa, o zaman denilebilir ki: "Evet, insan üç ayaklı bir varlıktır." Yok, galip olan iki ayaklı bebeklerse ve üç ayaklılar nadirattan sayılacak kadar seyrekse, denilir ki: "İnsan iki ayaklı bir varlıktır." Bunun böyle olacağı ilim denilen şeyin kapısını henüz açmış birisinin dahi rahatlıkla bileceği birşeydir. Analizler istisnalardan değil ekserlerden yapılır.

Ancak bugün IŞİD üzerinden ehl-i sünnet ve'l-cemaate yüklenmeye çalışanlar, özellikle modernistler, hiç de böyle davranmıyorlar. IŞİD'in her sapkınlığında mal bulmuş mağribî gibi coşkuyla analizlere başlıyorlar. Bu analizler hastalık teşhisi gibi de olmuyor. Bilakis, hastalığa bakıp, sağlıklı bünyeye dair hüküm veriyorlar. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin pir u pak cadde-i kübrasını, medeniyetler haritası gibi tarihçesini, insanlığı taçlandırır ve insaniyet-i kübra olan İslamiyete yakışır hizmetlerini/duruşlarını görmezden geliyorlar. Başlıyorlar 'üç ayaklar' uydurmaya. Nitekim, Akyol'un 'mürtedin katli' meselesi üzerinden getirdiği eleştiri de tam bir 'üç ayak' vakıasıydı.

Diyeceğim şey, Ebubekir Sifil Hoca'nın, özellikle Akaid Bilinci Dersleri'nde dikkat çektiği birşeydir: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kişi bazında küfür tayininden mümkün olduğunca sakınır. Ancak itikadî veya fiilî alanda küfürün tayin ve izahını titizlikle yapar. Hatta yeni dalaletler ortaya çıktıkça bu izahlar gelişir, güncellenir, çoğalır. (Bu büyük oranda kelam ilminin konusudur.) Bunu da yapmaya mecburdur. Çünkü başka türlü istikameti/selameti net bir şekilde ortaya koyamaz. Yani 'aslında ne olduğunu' ifade edemez. Aslında ne olduğunu öğrenmek isteyenlere kendi yolunu gösteremez.

Şuna mantığını yitirmemiş herkes hak verir ki: Bir yolun veya alanın tarifi ancak sınırlarının ve dışarısının tarifiyle kemal bulur. Arabalara 'kullanacakları yola kaldırımların dahil olmadığını' söylemek trafiğin istikametinin gereğidir. Yine yolculara, yol ayrımına geldikleri her noktada, 'hangi yolun nereye gittiğini' söyleyecek tabelalarla yardım etmek 'yolculuğun istikametinin' şartıdır. İşte, İslam âlimleri de, yolların çatallandığı her noktada, sırat-ı müstakime gitmeyen yolu tarif etmek zorundadırlar. Zira herşey zıddıyla bilinir.

Demek ki; tekfir meselesi, değil sadece İslam'ın, insanlığı belli bir 'idea' çerçevesinde götürmek isteyen her inanışın veya ideolojinin lazımıdır. İslam, hak din kendisi olduğu için, dışındaki alanı 'bâtıl' ve 'küfür' çerçevesinde tarif eder. (İdeolojiler ise hainleriyle uğraşırlar. Hristiyanlar ise aforoz ederler.) Yakın geçmişi azıcık hatırlayanlar tarafların birbirlerini davaya ihanetle suçladığı birçok ideolojik tartışmaya şahit olmuşlardır. Reklamcılık yapan 'kapitalizm uşağı' eski solcuların hainlikle suçlandıklarını hangimiz okumadık veya duymadık? Benzeri tartışmaların her yerde yaşandığını kim bilmiyor? Hatta bu tartışmaların tarafları da bazen birbirleriyle kanlı-bıçaklı oluyor ve hainlerini infaz ediyorlar. Neyse, uzatmayayım, hepsinin zulmü kendisine...

Benim dikkatinizi çekmeye çalıştığım hakikat ise şu: Bediüzzaman'ın Sünuhat isimli eserinde ifade ettiği gibi; musavvibe mesleğinde giden ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrası 'atmaya' değil 'tutmaya' çalışır. 'İtmeye' değil 'çekmeye' gayret eder. Bu nedenle kişi üzerinden küfür tayininden mümkün mertebe kaçınır. Mürted meselesi küfr-ü inadî ile ilgili bir meseledir bu nedenle. Bu noktada, hristiyanlığın veya ideolojilerin meseleyi kişilere hapsetmesine ve tekfir müessesini kişiler üzerinden çalıştırmasına bedel, İslam, meseleyi kişilerden uzaklaştırarak mümkün mertebe 'tanımlar' ve 'tarifler' üzerinden ortaya koymaya gayret eder. İman ve Küfür Muvazeneleri diye eseri bulunan Bediüzzaman'ın şu sözleri meseleyi izah sadedinde yeterli değil midir?

"Halbuki Said'i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te'vile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir."

İslam tarihi bu nedenle bid'at fırkaların katledildiği bir tarih değil, aksine, bid'at fırkaların bile fikirlerini eserleştirip ortaya koyabildiği bir tarihtir. Müşebbiheden tutun mutezileye, şiadan tutun hariciliğe kadar birçok bid'at fırkasının hem kitleleri hem âlimleri hem eserleri vardır ve ehl-i sünnet ve'l-cemaat bunları, onlar kendilerine kılıç çekmedikçe, öldürmemiştir. Halbuki; sevad-ı âzâmı oluşturan ehl-i sünnetin buna gücü her türlü yeterdi. Fakat sakındı. Bilakis, bid'at fırka mensupları, ehl-i sünnet dünyayı katliamlarıyla sarstılar ve kendileriyle, Hulefa-i Raşidin'den itibaren, cesaretle savaşıldı. Bugün IŞİD'le veya Haşdi Şabi'yle olan aslında dün de haricilerle ve haşhaşilerle olmuştu. Ve hem bunlar, hem ötekiler, aslında sakat doğmuş çocuklardı.

Peki, 'mürtedin katli' diye birşey İslam'da neden var? İşte, mürtedin katli, mürtedin küfr-ü inadîsinden bozulan insaniyetinden dolayı var. Düşünün ki; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Medine'deki münafıkları bile (isim isim bildiği halde) katletmemiştir. Ondan sonra görev alan Raşid Halifeler de (Allah hepsinden razı olsun) kapı kapı dolaşıp mürted veya münafık avına çıkmamışlardır. (Bırakın imanını sakladığı günahını dahi araştırmak iyi karşılanmaz İslam'da.) Ya nasıl olmuştur mürtedin katli? Ridde savaşlarında olduğu gibi, mürtedin kendini netlikle ve husumetle ortaya koymasıyla. Bu ortaya koyuş nasıldır? Genelde ümmet-i Muhammed'e savaş açarak. Dikkat edin: Sapkın fırkalar dışında, mürted avına çıkıp, bireysel ve hatta yargısız infazlar şeklinde, kendilerince kafir olanları katledenler yoktur. Mürtedin katli, İslam devletinin ve fıkıhta detayları titizlikle belirlenmiş şartların ekseninde, ekseriyetle mürtedler İslam'a savaş açtıkları için, yaşanmıştır. Kendisine savaş açanlara karşı İslam'ın kendi duruşunu/savunuşunu ortaya koyuşudur mürtedin katli. Bediüzzaman'ın izahları da meselenin bu yönüne ışık tutar:

"Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Burada söylenenler, Bediüzzaman'ın kişisel görüşü değil sadece, tarih boyunca yaşananlardır, öyle bakılmalı. Ve İslamiyeti terkeden 'müslümanlara göre' güzelliğin aslını/özünü terkettiği için, başka yerde de güzellik bulamaz. Kötüleşir. Bozulur. Sair dinlerin içindeki güzellikler, eğer böyle küçük güzelliklerden bahsedilecekse, onların da İslam'dan (çünkü İslam, Hz. Âdem'den bugüne nebilerle öğretilen hak dindir) aldıkları hisseden kaynaklanır. İslamiyeti terkedenler, sair inanışlarda aslı bu dinde zaten olmayan bir güzelliği bulamazlar ki, bunu terkedip ona gitsinler, onunla insaniyetlerini korusunlar. İslam insanî güzelliklerin yekûnü olduğu içindir ki, onu terkeden, insaniyeti de terkeder.

Demek, mürtedin katli konusundaki 'acaba'lar biraz da kişinin İslam'a ve Allah'a bakışıyla ilişkileniyor. İnsanın İslam'ı terketmekle insaniyet-i kübrayı terketmediğini düşünenler, elbette, mürtedin katli meselesinde 'hık, mık' diyebilirler. Bunu 'cadı avı' gibi lanse edebilirler. Dinlerine müslüman gibi, Allah'larına mü'min gibi iman edenler ise, burayı terkedişin insanın 'insanlığında' ne tür bir yıkım yaptığını takdir ederler. Ve kendisine ilim erbabı diyenler de, bir teşhis yapacaklarsa eğer, bunu küresel güçlerin radyoaktif etkisiyle genleri bozulmuş dokularda değil, vücudun sağlam olduğu zamanlarda/insanlarda yapmalıdırlar. Bunun dışında yapılanlar ilim değil 'fırsat bu fırsat vurun abalıya'dır. Allah cümlemizi istikamet üzere eylesin. Âmin.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Bediüzzaman'dan IŞİD çıkar mı?

"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl sûresi, 106)

Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıkça atıf yaptığı Selman-ı Farisî'ye (r.a.) ait hikmetli bir söz var: “Sonra gelenler, ilmi önce geçenlerden öğrendiği sürece insanlar hayır üzeredir. Ne zaman ki sonra gelenler kendilerinden öğrenmeden önce geçenler göçüp gider, işte o zaman insanlar helak olur.” Bu sözü aktardıktan sonra diyor ki Ebubekir Hoca: "Bizi istikamet üzere tutacak olan ilim, her bir neslin kesintisiz biçimde Efendimiz (s.a.v)’e dayanan silsilelerle öğrenip aktardığıdır." Ben, zikredilen bu hakikatin bir vechini, mürşidimin Lemeat'ta altını çizdiği 'kavram karmaşası' üzerinden okuyorum. Diyor ki orada mürşidim: "Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Zulmün adalet, cihadın bağy, esaret-i hayvanînin hürriyet olarak yutturulduğu bu 'becayiş-i mekânî' neden yaşanmaktadır sizce? Bence, arıza, tam da Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şekilde, öncekiler ve sonrakiler arasında yaşanan kopuştadır: "Doğru bilginin mevcudiyeti maksadın husulü için yetmez, ona sahih biçimde ulaşabiliyor olmak da şarttır. İşte medrese sisteminin ve 'icazet' usulünün ne denli alternatifsiz olduğu tam bu noktada dikkatimizi çekiyor. Doğru bilgili elinde bulunduranlarla temasın kesildiği nokta, medreselerin kapatılıp, ulemanın itibarsızlaştığı sürece denk geliyor. Ve dikkat edin: Yaşamakta olduğumuz 'kafa karışıklığı' da tam bu noktada ortaya çıkıyor."

Evet, biz, İslam tarihinde daha önce hiç yaşanmamış bir şekilde öncemizden koparıldık. Harf inkılabından tutun medreselerin kapatılmasına kadar bir dizi balyoz darbesi, bizi, öncemizle eskisi kadar sıkı bağlar kuramaz hale getirdi. Bunun sarsıcı etkilerinden birisini de kavramlar dünyasında yaşadık. İslam'ın hakkını verdiğimiz dönemlerde kullandığımız kavramlar/ıstılahlar bugünkülerle aynı olsa da, onlara verdiğimiz karşılıklar birebir aynı değildi. Öncekilerin dilini konuşmak, sadece lisanla değil, o lisanın zihinde uyandıracağı doğru karşılıklara da sahip olmakla mümkün olurdu. Karşılıklar farklı olduğunda, aynı sesleri çıkarsak da, aynı dilin konuşmak mümkün olmazdı. Bunu şöyle bir örnekle zihinlerinize yaklaştırmak istiyorum:

Öyle bir hafıza kaybı hayal edelim ki: Kişi, kelimeleri ses olarak hatırlıyor ve kullanabiliyor, fakat o kelimelerin geldikleri anlamları hatırlayamıyor olsun. Siz de bu kişiye dilini yeniden öğrenmesi için bir sözlük veriyorsunuz. Ancak hilecisiniz. Hakikatten başka amacınız var. Kelimelerin manalarını 'zıddı karşılıklarla' değiştirmişsiniz bu sözlükte. Siyahın karşısında beyazın anlamını, dürüstlüğün karşısına yalancılığın karşılığını koymuşsunuz.

Mezkûr kişinin sözlüğü ezberledikten sonra okuduğu metinlerle veya işittiği hakikatlerle muhatabiyeti nasıl olacaktır? O metinlerde dürüstlüğünden bahsedilen bir insanı nasıl tasavvur edecektir? Kendisine karlı bir manzara tarif edildiğinde zihninde nasıl canlanacaktır? Şu an bizde canlananlar gibi değil, hatta tam zıttı, öyle değil mi? (Orwell'ın 1984 romanını okuyanlar buna yakın birşeyin Winston Smith'in çalıştığı Doğruluk Bakanlığı'da yapıldığını hatırlarlar. Bakanlık, doğruları siyasi konjonktüre göre sürekli yeniden kurgulamakta ve eski evrakları, tanımları ve tarihi yok etmekteydi.)

İşte, Bediüzzaman'ın da dikkatimizi çektiği 'operasyon' budur. Bugün, biz, İslamî birçok kavramın 'aslında ne anlattığı' bilgisinden yoksunuz. Kulakla bir aşinalık duysak da kastettiği şeye dair yoksulluğumuz var. Bu nedenle 'cihad' veya 'şeriat' denildiğinde yüzümüzü bir ekşilik kaplıyor. 'İslamcı' veya 'dinci' sözlerini işittiğimizde, aslında anlamları ne kadar şeker ve çiçek olursa olsun, 'şekerci' veya 'çiçekçi' denildiğindeki gibi hoşluklar doldurmuyor gönlümüzü. Çünkü kelimenin kastettiği şey başka türlü nakşedilmiş beynimize. Nitekim, tersi anlamda, hürriyetin kötü bulduğumuz hiçbir yanı yok. "Pornoma dokunma!" diye pankart açıldığında azıcık uyanır gibi olsak da, yine, hürriyet taleplerinin sınırları üzerine pek bir eleştirimiz yok.

Bu, mezkûr meselenin 'genele' bakan tarafı. Bir de nur talebelerine bakan daha özel bir yönüne dikkat çekmek istiyorum şimdi. Bizler, mürşidimize de bu fonksiyonu yüklediğimiz için 'tecdid/müceddid' kavramlarına, diğer birçok ehl-i sünnet ve'l-cemaat grubundan daha fazla vurgu yapıyoruz. Bu vurgu özünde zararlı birşey mi? Kesinlikle değil. Nitekim bu kavramları ilk kullananlar da biz değiliz. Tarihte birçok ehl-i sünnet büyüğü için bu kavram/tanım kullanılıyor. Örneğin: İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin lakaplarından birisi de müceddid-i elf-i sâni, yani 'ikinci bin yılın müceddidi.'

Fakat arkadaşlar, bu kavramdaki vurgumuz üzerinden, modernistlerin bize çekmek istediği bir operasyon var. Vurgu azı çoğa galip eder. Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur metinleri boyunca ehl-i sünnet ve'l-cemaat kimliğine yaptığı vurguya ve Mirkatü's-Sünne gibi birçok eserinde ehl-i bid'aya geliştirdiği sert eleştirilere rağmen, bir kısım modernistler, nur talebeleriyle yakın takılarak 'tecdid' kavramının içini daha değişik bir biçimde doldurmak istiyorlar. Bu 'daha değişik'ten kastım, neredeyse 'tam tersi.' Tıpkı Lemeat'ta söylediği gibi: "Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Halbuki Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Risale-i Nur'da Geçen Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bakınız tecdid nasıl anlatılıyor:

"Müceddidler dine yeni birşey ilave etmezler. Veyahut ondan birşey eksiltmezler. Bulundukları asırlarda dinin ruhuna uygun olmayan bid’at veya dalâlet yollarını kapatır, dinî emirlere karşı meydana gelen lakaytlığı da bertaraf ederler. Diğer bir ifadeyle üzerindeki külü üfleyip içindeki koru gösterirler."

Peki, modernistler tecdidin nasıl anlaşılmasını istiyor? Cevabı için fazla uzağa gitmeye gerek yok: Onların tecdidden anladıkları, kelimenin 'yenilenme' manasını farklı bir yöne bükerek, dine özünde olmayan yeni şeylerin eklenmesi veya dinin eksiltilmesi veyahut değiştirilmesi manası saklayan bid'at veya reformizm anlamları. Hatta bu kadarla kalmıyorlar, Mustafa Akyol gibi kimileri, Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi gibi eserlerindeki 'yeni delikler açmama' vurgusuna rağmen, 'fıkhın tecdide ihtiyaç duyduğunu' söyleyebiliyorlar. Malum, kendisi geçenlerde twitter'da şöyle yazmıştı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir."

Sonra, işi orada bırakmamış, dört mezhebin üzerinde ittifak ettiği bir mesele olan 'mürtedin katli' mevzuunu IŞİD gibi terör örgütlerin sütannesi ilan etmişti: "Gayr-i Kur'anî 'dinden çıkan öldürülür' hükmü sorgulanmadan IŞİD'le ideolojik yüzleşme olmaz." Tabii bu 'gayr-ı Kur'anîlik' ilanıyla (sahabe ve selef-i salihînden beri bu yaptırım uygulanageldiği için) cümle İslam tarihini 'haybeden adam öldürür' konumuna düşürdüğü bir tarafa, nicedir selamlar çaktığı nur talebelerini ve adına sunumlar yaptığı Bediüzzaman'ı da IŞİD'in sütannesi konumuna getirmiş oldu. Zira Bediüzzaman mükerrer diyor:

"Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Hem yine diyor:

"Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde 'Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var' diye usul-i şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür; fakat fâsık merdûdü'ş-şehadettir. Çünkü haindir."

İşte, Mustafa Akyol'da iş bu noktaya kadar vardı. İşlenen tüm cinayetleri devletin idam cezasına bağlamak veya haricilerin katliamlarından 'hakem ayetini' sorumlu tutmak kabilinden İslam hukukunda sınırları/şartları belli bir yaptırımı, birileri suçunu onunla ilişkilendiriyor diye, o suçların anası gibi gösterdi. İnşaallah, bu durum biz nur talebelerini "Bediüzzaman'ı her övene gönül verme" sevdasından kurtarır. Ve tecdid kavramını da bid'ayı, modernizmi, reformizmi kapsar şekilde yeniden inşa etmeye çalışanlara karşı bir uyanıklık sağlar. Bu kadar çamurlu suçlamalar içinde, inşaallah, böyle güzel bir gül biter. Bu zaman, nur talebelerinin, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bir parçası olduklarını daha şiddetli bir şekilde hatırlamaları gereken bir zaman. Yoksa kalbimizde ve beynimizde 'becayiş-i mekânî'ye maruz kalmamız kaçınılmaz. Bitirirken son bir not: Mürtedin katli meselesini bir sonraki yazımda müstakil olarak ele almak istiyorum. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...