Yansıma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yansıma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mayıs 2024 Pazartesi

Ya Ebu Cehil kablosunu doğru kullansaydı?

"Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var."

Birşeyin bizce 'bilinir' olması için aracılara ihtiyacımız var. 'Bilmek' sadece bizimle gerçekleşmiyor. Önümde bir klavye duruyor mesela. Onu görebilmem için ışığın, klavyenin kendi ziyası olmadığına göre, ona çarpıp gözüme ulaşması gerekiyor. Buna 'görmek' deniliyor. Demek ki görmek için sadece göz yetmiyor. Ben görmenin yalnız bir parçasıyım. Gözün, görülenin ve göstericinin bir(den) düşünülmesi lazım. Gözün 'görecek' gibi, görülenin 'gözükecek' gibi, göstericinin de 'bilgiyi taşıyacak şekilde' yaratılması gerekiyor. İşin içine 'bilgi'yi de kattığımıza göre son cümleyi şöyle genelleştirebiliriz belki: Bilmek için; 1) Bileceğin 'bilecek' şekilde, 2) Bilineceğin 'bilinecek' şekilde, 3) Aracının da 'bilgiyi taşıyacak şekilde' yaratılması şarttır. Bu üçü uyumla vücud bulmadığı takdirde bilmek hadisesi gerçekleşmez. Hatta bilmeyi bırakın 'farketme' dahi gerçekleşmeyebilir. Tıpkı taşlarda olduğu gibi. Taşlar bizi farketmez. Çünkü 'bilinecek' ve 'bilgiyi nakledecek' varolsa dahi taşlarda 'bilmek yeteneği' yoktur.

En azından şimdilik böyle kabul edelim. Zaten 'farketme' de bilmenin ilk basamağıdır. Ben sadece kulaklı bir canlı olsaydım renklerden bahsedemezdim. Bu tarz bir bilmeyi beceremezdim. Çünkü farketmezdim. Evet. Her şekilde tavazzuh ediyor ki, bilmek, bilenin de bilmeye göre ayarlanmasıyla bilmek oluyor. Anahtar kilitle beraber çalışıyor. Yoksa ne anahtar anahtar ne kilit kilit olabiliyor. Bu yüzden mürşidimin şöyle demesine şaşılmıyor artık:

"Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir."

Ama başta söylediğimizi de sakın unutmayalım: Bilmek, ancak bilgi araçlarla taşınırsa, gerçekleşebilen birşeydir. Karadelikleri göremeyişimiz ışıklarının bize ulaşamamasıyla ilgilidir. (Onların çekim kuvveti ziyayı bile yutar.) Bu yüzden bilmenin aydınlık yolları karadelikler için kapalıdır. Fakat, bir saniye, karadeliklerin asla bilinemeyeceği anlamına gelir mi bu? Elbette hayır. Karadeliği bilmenin ışıklı yolları kapalıdır sadece. Gerisi açıktır. Mesela: Herhangi bir yıldızın önünden geçtiğinde, karadelik, görünmezliğiyle görünür. Lekesi hemen farkedilir.

Cenab-ı Hak, Nur sûresinde, "Allah göklerin ve yerin nurudur!" buyuruyor. Dikkat ediniz lütfen. "Allah göklerin ve yerin ziyasıdır!" denmiyor. Çünkü 'ziya' denilmiş olsa 'nur'daki anlam zenginliği oluşmayacaktı. Hem Celle Celaluhunun isimlerinden birisi de en-Nur'dur. 'Ziya' değildir. 'Nur' kelimesi 'ziya'dan başka olarak ışığın zatını kastetmez. Ya? Eşyadaki fonksiyonunu kasteder. Eylediğini anlatır. Yunus sûresindeki “O Allah, güneşi bir ziya, kameri bir nur kıldı!" beyanında da sezebiliriz bunu. Evet. Güneş bir ziyadır. Çünkü kendi ışığından hareketle bilinir. Ama ay bir nurdur. Çünkü kendi ışığıyla değil güneşin ışığıyla bilinir. O halde belki de 'nur'la kastedilen 'birşeyin başka birşey vasıtasıyla bilinmesi'dir. Bu eşikten bakınca Allah'ın 'göklerin ve yerin nuru' olması daha anlaşılır olur. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa Hüda'nın onları 'bilinir' kılmasıyla bilinebilmişlerdir. Bilginin hakiki kaynağı Allah'tır. Onları bilinebilir, bizi bilebilir ve aracıları da 'bilgiyi taşıyabilir' yaratarak bilmenin vücuda gelmesini sağlayan Odur. Üstelik, Ona iman edildiğinde, bilineceklerin Esmaü'l-Hüsna sayısınca yeni boyutları da açılır. Bilgi zenginleşir. Ebedîleşir. Anlamlanır. Bilinecek şeyler sayısınca o Rabbü'l-Âlemîn'e hamd u senalar olsun.

Hem şu hususa da ayrıca dikkatinizi isterim: Ziya güneşte yaratılır. Ve güneşin zatının parçasıdır. Ondan ayrılan enerjisidir. Foton tanecikleridir vs. Ancak kainatta, üzerinden Allah'ın bilindiği hiçbirşey, Subhan'ın parçası değildir. Hâşâ. O parçalı-bütünlü olmaktan münezzehtir. Esbab ancak Onun perdesidir. Yaratığıdır. Mahlukudur.

Bediüzzaman Hazretleri, 33. Söz'ün 20. Penceresi'nde, şöyle birşey söylüyor:

"İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidemâtının delâletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlâhiyeyi izn-i Rabbânî ile teşhir ve ilân etmektir. Demek bir Sâni-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor; çarşı-yı âlem sergilerindeki antika san'atlarını onunla irâe ediyor. Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür'atle çalışmaktır..."

Burada, mürşidim, eşyanın tümünü yekdiğerleri için bir 'bilgi nakil aracı' görmeyi teklif ediyor gibi. Yani herşey herşeyin bilgiye ulaşma aracı. Bir tür bilgi iletkeni... Işık yaratılmış. Ne maksadla? Çünkü bilginin bize öyle bir hızda nakledilmesi gerek. Yıldızlardan haberdar olmanın başka bir yolu yok. Ve gözlerimiz de o bilgiyi kabullenip beyne iletebilecek şekilde takdir edilmiş. Peki ya hava? Hava da daha dar bir dairede aynı fonksiyonu görmek için, yani bilgi taşımacılığına aracılık etmek için, istihdam ediliyor. O da bir tür bilgi iletkeni. Bu gözle temaşa edildiğinde cümle varlık ya bilginin kaynağı yahut da taşıyıcısı haline geliyor. Herşey ekilmiş ilmin iletkenine dönüşüyor. Peki böyle bir iletişim dünyasında gaye koltuğunda oturan kim olur? Elbette bilecekler. Yani şuurlu varlıklar. İnsanın merkeziyeti de burada. İnsan kainatın meyvesi. Zira onun vücuda gelmesiyle bilginin taşınma süreci tamamlanacak. Eğer insan işini yapmazsa kainatın üzerine kurulu olduğu bu biliş süreci aksayacak.

Kilim devasaysa da ortasındaki nakış biziz. Cismimize bakmayalım. Bizimle görülen işe bakalım.

Geçenlerde bir mecliste uçuk-kaçık bir misal söyledim. Şimdi tekrar etmek isterim. Dünya-ahiret ikilemini anlamada yardımcı bir mahiyeti var sanki. Misalim şöyle: Nasıl ki, bir yerden bir yere bilgi, ancak 'nakil araçlarıyla' nakledilebiliyor. Yani, mesela, ya bir seyyar hafızaya yahut bir internet kablosuna veyahut da başka bir usûlle yüklenerek bilgi taşınıyor. Böylece bu mekandaki bilgi başka yerlerde de bilinir oluyor. Aynen bunun gibi de, Allahu a'lem kaydıyla, diyorum ki: Cenab-ı Hak, bu âlem-i fenadaki oluşların bilgisini, insanlar üzerinden beka âlemlerine naklediyor. Bizim bu dünyadaki imtihanımız, haşir sabahındaki diriltilişimiz, mizanımız, hesabımız hep o netice için: Âlem-i şehadetin bizdeki imana/amele göre arşivlenmiş kısmı orada beka âlemlerine çevrilecek. Kabımızın çapı kadarı bizimle oraya aktarılacak. İman sahiplerinin arşivi karşılarına cennetleri olarak çıkacak-yaratılacak. (İnşaallah onlardan oluruz.) Küfür sahiplerinin arşivleri de cehennemleri sûretinde dikilecek-yaratılacak. (Öylelerinden olmaktan Hüda muhafaza buyursun bizi.) Tamam. Herşeyi bilen Allah'ın elbette böyle bir arşivlemeye muhtaciyeti yok. Zaten kaderde hepsi mahfuzdur. Ancak hikmeti böyle iktiza ediyor ve yapacak.

Dolayısıyla insanın da Allah'ına cenneti-cehennemi hakkında sorabileceği bir hesap, hâşâ, kalmıyor. Zaten yoktu ve hiç olamıyor. Zira, üzerinden yaratılacakların büyüklüğü düşünülünce, arşivcinin arşivciliği de elbette sonuçları gayet ciddi etkiliyor. Düşünsenize: Eğer, Ebu Cehil, Ebu Bekir radyallahu anh gibi bir müslüman olsaydı, kabiliyetlerini İslam yoluna kullansaydı, onunki kadar bir cennetin yaratılışına vesile olacaktı ahirette. Sonsuz şekilde varlığını sağlayacaktı biriktirdiği şahitlikler. Ancak o aksine hizmet etti. Kendisi üzerinden yaratılacak cenneti cehenneme kalbetti. Bu nedenle ebediyete yaptığı bu kem etkinin cezasını da biriktirdiklerinin içinde yaşayarak çekecek. Her neyse... Bu konuya neden girdim? Çünkü buradan bakınca insan da bir çeşit 'bilgi nakil vasıtasına' dönüşüyor. Yani; nasıl ışık gözlerimize, ses kulaklarımıza, koku burnumuza bilgi taşınmasına aracılık ediyorsa; insan da ahirete taşınacak olan bilginin aracılığını ediyor. Bu da kainatın Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurundan yaratıldığını hikmetine, yani Nur-u Muhammediyye sırrına, pek muvafık geliyor. O nasıl?

Açayım: Bizim bilmemiz belki de bütün bilgi nakil şekillerinin piri. Bilgi naklinde öyle bir zirve ki taşıyan da artık ne taşıdığını bilebiliyor. Geliştirebiliyor. Çoğaltıyor. Ebedi ruhuna nakşediliyor. Silinmiyor. Sırrımız öyle harika birşey. Yine mürşidimin tabiriyle, insan, âlemden hususi bir âlem sahibi olabiliyor. Elbette bu bilme şekillerinin zirvesi de Aleyhissalatuvesselamla tezahür edenin ta kendisi. Yani onun nuru hem görüşü hem göstericiliği. Bilgiyi taşımadaki temeli. Faniyatın bakiye nakledilmesi sırrı. İşte, Fahr-i Kainatın tam liyakatle ifa ettiği biliştir ki, evrenin üzerine kurulduğu düzendir. Kainat öyle bir bilgiyi nakletmek içindir. Faniyat vesilesi kılınmıştır. İnsan bu bilginin kablosudur. Arşividir. Mektubudur. Taşınması gereken üzerinden taşınmaktadır. Allahu a'lem. Eh, evet. Sonlarda biraz uçtuğum için, taksiratım varsa, affımı dilerim. Siz de lütfen kardeşinizin tefekkürüne merhametle bakınız.

24 Haziran 2023 Cumartesi

Parça bütünlüğünden vazgeçebilecek mi?

İnsan 'bütünlüğünden haberdar edilmiş' bir parçadır. Öyle ki, bilmesi, ağacını da geçmiş bir meyvedir. Toprak kendisini bu şiddette bilmez. Su kendisini bu şiddette tanımaz. Âdemoğluysa özünü en şiddetli şekillerde idrak eder. Hayatının temeli budur. Zaten hayat, zatını ayrı bir bütünlük görürse ancak, hayatta kalır. Menfaatini kollar. Zararlardan kaçınır. Has dairesini yabancısı dengelere sahip hariçten ayırır. Yani bu kollayış hayatın lazımıdır. 

Üstelik, dahilini tanıdığı gibi, haricindeki bütünlükleri de tanır hayat sahibi. Onlara isimler takar. Belki zaten fıtratlarına nakışlanmış aşinalığı bulur. Tutunur. Tutunduğunu tanımlar. Tanımlarına tutunur. Bilebildiğini bu yolla bildirir. ('Sarman!' diye seslenir mesela, kedisi de isimlendirilmesinden bilindiğini anlar, bilir, gelir.) Bilgi de ancak bu yolla doğar-gelişir. (Hatırlayalım ki, Hz. Âdem babamız, melek kardeşlere 'tâlim-i esma' sınavındaki muvaffakiyetiyle parmak ısırtmıştır.) Bütünlüğünün böylesi şuurunda bir parça, başka parçaları da, bütünlüğüne kıyaslayarak tanıyabilir. Yolcu yolunda isim takarak ilerler.

Fakat, işte düğüme geldik, imtihan da burada başlar arkadaşım. Kendisine dair böylesine yüksek bir bilince sahipken, hakikatin 'aslında parça olan bütünlüğüne' görünen eksik şekillerini terkedip, 'Bütünün Hakiki Sahibi'ne veya 'Hakiki Bütünün Sahibi'ne (ki 'Âlemler Rabbi'dir O) teslim olmayı becerebilecek midir insanoğlu? Vahyiyle kendisine ihsan ettiği 'Hakiki Bütünün Bilgisi'ne veya 'Bütünün Hakiki Bilgisi'ne râm olacak mıdır? Yoksa bir parçacık bütünlüğüyle, yani ona sığdırdığı kadarıyla, baştan mı çıkacaktır? O yalancı bütünlüğü hakiki bütünlüğün yerine, hatta en üstüne, koymayı mı deneyecektir? 

Ene Risalesi'nin çizdiği resim buna benziyor:

"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."

Bir 'ben-sen' diyebilme yeteneği var ki bizde pek tehlikeli. Parça için hem hazine hem endişe kaynağı. Çünkü asabiyetle durulursa arkasında bütünden kopuşu ifade ediyor. 'Ben' diyorsun mesela. O 'ben'den hariç herşeyi 'sen' yerine koyuyorsun. Halbuki aldığın her nefeste kainatın hakkı var. Vücudundaki elementler ölen yıldızların tozları. Fiziğindeki tüm dengeler âlem hiçten çıkarken kurulmuş. Kimyası öyle. Biyolojisi öyle. Neler neler belki daha öyle. Şecere-i hilkatin bir ulu meyvesisin. Ezelden takdir edilmiş, nihayet zamandaki yerine asılmış, varolmuşsun. Ağaçla beraber ağaçsın. Yani bir 'Kün!/Ol!' emrinin içine herşeyle birlikte sığınmışsın. Ama ağacına dönüp tekebbürle "Ben ben, sense sen!" diyebiliyorsun. Bütünlüğünü kendine rakipleştiriyorsun. Hatta üzerinde hak iddia ediyorsun. Terbiyesiz tasavvurlara-tasarruflara girişiyorsun. Haddini o kadar aşıyorsun ki, herşeyi yoktan vareden Malik-i Hakiki'ye dahi, 'sen-ben' çekebiliyorsun. Halbuki güneşin tecellisi bir an olmasa yansıma kalır mı? Aynadaki sûret, hakikisine 'sen-ben' çekse, hakikatini küstürmez mi?

Parça yüzünü bütüne, Bütünün Sahibi'ne, dönerse dengesini bulur. Kendisindeki kayıtlılığın arızalarından bir parça kurtulur. Evet. Büyük resme yaklaşan hayra da yakınlaşır. Çünkü Muhakemat'ta denilmiştir: "Hayır küllî, şer cüz'îdir." Melekler, sayısı ne kadardır Allah bilir, Âdem aleyhisselama secde eder. Yalnız İblis bundan sakınır. Demek şer yalnızdır. Yalnızlara daha yakındır. Hele parçasında boğulanlara pek yakındır. (Kibir bu türden bir yalnızlık değil midir arkadaşım?) Kendisini, kendisinde tanımladığı bütünlüğü, Bütünün Sahibi'nin hakikat tarifine tercih edenler rahmetten hep kovulacaktır. 

Rahmet, parçasından başını kaldırıp, bütüne bakanları sever ancak. Bütündeki yerini kollayanları sever. Bu yüzden belki yine mürşidim der: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Kendisini geniş aynalarda sınayan, cüz'î bütünlüğüne emniyet etmeyen, başta yanlışta olsa bile, akıbette istikamete sevkolunur. Parçasını mutlaklaştıran, onu 'bütünler üstü bütün' gören, başta istikamette olsa bile, en nihayet hakikatle irtibatını kaybeder: "Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Ahirzamanda, beşerin kendi konumunu bu derece merkeze almasıyla, çevresel felaketlerin atbaşı gitmesi, 'cidden uyandırıcı' bir niteliğe sahiptir. 

Kim buz parçasını eritmiyorsa tehlikede! Evet. Özümüzü kayırmak yok. Hadi bakalım. Ben kendime 'cemaatsiz nurcu' diyorum mesela. Eğer kastettiğim "Ben kendime yeterim!" ise tehlikedeyim. (Hem de ne tehlikedeyim.) Fakat yalnız ben tehlikede değilim arkadaşım. Bir cemaat "Bizim cemaat bize yeter!" diyorsa o da tehlikede. Bir kavim "Bizim kavim bize yeter!" diyorsa o da tehlikede! Bir devlet "Benim devletim bana yeter!" diyorsa o da tehlikede! Kim tehlikede değil peki? Ümmet tehlikede değil. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyurmuş: "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" Fakat, bir saniye, acele etme. Teenni gerek. Ümmet dediğin de sadece bugünün müslümanlarından oluşmuyor. 14 asra yayılmış bir bütünlük var. O bütünlüğün içinde bir büyüklük var. Bir nuranî çizgi var. İşte onlar, bin maşaallah, Ehl-i Sünnet'tir. Parçalarımızı sınayacaksak sahabe mesleğinin esasları üzerine sınayacağız. Belki o zaman büyüklerimizin hizaya çekmesiyle tehlikeden kurtulacağız. Allah büyüktür. Umudumuz, kendimizden değil, Ondandır. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (2)

Tekrar merhabalar muhterem karilerim. Bir önceki yazımızda sözverdiğimiz üzere, zamanının büyük müçtehid, müceddid ve müfessiri; hatta söylemeye cür'et ettikleriyle kendisinden önce gelmiş-geçmiş cümle âlimleri kabr-i pür-nurlarında titreten; hasbelkader çağına yetişenlere ise hayretle damaklarını şaklattıran Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti' üzerine söylediklerini irdelemeye devam ediyoruz.

Efendim, bu defa, Allah'ın avn u inayetiyle, Öztürk'ün 'mana Allah'tan lafızlar Aleyhissalatuvesselamdan' taksimini Bediüzzaman'ın 'vahyin ve ilhamın farkları' adına söyledikleriyle mizana vuracağız. 'İnşaallah' diyelim. Tevfik herdaim Allah'tan.

Peki neden böyle bir yol tutacağız? Çünkü sayın Öztürk'ün paşa gönlüne göre eylediği taksimden sonra işin az-buçuk vahiyden ilhama döndüğünü düşünmekteyiz. Evet. Yani, kendisinin yüce beyanlarının aksine, mevzuun "Vahiy olsun da ister çamurdan olsun!" denilebilecek kadar basit olmadığını düşünüyoruz. İndirilişin usûlünde yapılacak oynamaların mahiyetinde de hasarlar meydana getireceğini, onu vahiy mertebesinden ilham mertebesine düşüreceğini zannediyoruz. Bakalım doğru zannediyor muyuz? Ama bizi Öztürk'ün bozuk terazisi değil can karilerimiz tartacak.

Şuradan başlayalım. Mürşidim Şualar isimli eserinde diyor ki: "Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor." Metnin ilerleyen kısmında ise bu nüansın sebebini anlamızı sağlayacak bir ayna-güneş örneği veriyor Bediüzzaman. Onu alıntılamayacağım. Çünkü yazıyı epey uzatacak. Özetle şu anlamı çıkarabiliyoruz oradan:

Güneşin, her yansıtma özelliği olan şeyde, 'o şeyin kabiliyetine göre' bir yansıması vardır. Ancak bu yansıma bizzat güneşin kendisi değildir. Neden? Çünkü o şeyin sınırlarıyla sınırlanır. Tozlu bir ayna güneşi kendi aynalığının ve de tozlarının sınırlarıyla yansıtır. Kırmızı bir cam güneşi kendi kırmızılığıyla kirletir. Lekeli bir yüzey güneşi lekelerinden zararlarla resimler. Vesaire... Lise fizik derslerinde en zayıf notları alanlarımız bile yansımanın güneşin kendisi olmadığını bilir. Yansıyan güneştendir ama güneş değildir. Gezegenleri etrafında çeviremez.

İşte aynen bunun gibi, başta insan olmak üzere, cümle mahlukatın latifelerine de Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir yansıması olarak manalar gider. Arılar yollarını onlarla bulur. Güvercinler yuvalarını onlarla tayin eder. Bugünlerde modern bilimin endoktrinasyonuyla 'içgüdü' demeyi âdet edindiğimiz bu türden yönelişlerin tamamında bir ilhamın, ama seviye seviye, mertebe mertebe, cins cins payı vardır. Yani, tabir-i caizse, ihtiyaç halindeki her canlının sinesine bir ilham iner. Çünkü, mahlukatı rızık vermesine muhtaç oldukları gibi, yönlendirmesine de muhtaçtırlar.

Peki bu türden yönlendirişlerin tamamına 'vahiy' diyebilir miyiz? el-Cevap: Diyemeyiz. el-Soru: Neden? el-Cevap: Çünkü 'ilham' mahlukatın sınırlarıyla sınırlanan bir konuşma iken 'vahiy' bu sınırlardan aşkın bir tekellüm-ü ilahîdir. (Arı yönünü güvercinlerle veya yarasalarla aynı şekilde bulmaz.) Yani, vahiyde işler, "Biz ona şiir öğretmedik!" ayetinde de belirtildiği üzere, kişinin/şeyin sınırlarına, ihtiyaçlarına, ilmine, yoğunlaşmasına, amaçlarına, anlayışına, aklına, sezişine, menfaatine, sanatına, hatta o gün keyfinin yerinde olup-olmamasına göre şekillenmezler. Ya? İşte burada alıntı yapmaktan kaçamayacağım karilerim:

"Mesela: Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."

Yani vahiyle ilham arasında hem geliş amaçları, hem geliş yolları, hem geliş şekilleri, hem muhatapları açısından büyük farklar vardır. Bir insan, eğer şiire kabiliyeti varsa, o kabiliyetin nisbetine göre, aldığı eğitime göre, yaptığı okumalara göre, o günlerde etkisinde olduğu şeylere göre, çağındaki eğilimlere göre, hatta sevdiğinin kaşına-gözüne göre, yani sınırlarıyla/renkleriyle bulanarak, ilhamına bir elbise biçer. İşte bu gibi şeylerde mana kalbe Allah'tan bir feyz-i ilahî sûretinde gelir. (İlham perileri yoktur yani.) Biçimlendirme ise kuldandır. Kul kendisinin eksikleriyle bulayarak o manaya bir giysi giydirir. İnsanlara arzeder. Nihayetinde ürettiği beşerî birşey olur.

Fakat vahiy şiir değildir. İnsanın biçimlendirebileceği birşey değildir. Bizzat tekellüm-i ilahîdir. Yani Allah'ın konuşmasıdır. İnsan, ilhamını biçimlendirirken, kalbine inenden kalıbına göre birşey anlar, sonra o kalıba göre bir giysi biçer, gösterir. Böylece ürettiği kendisindeki yaralarla yaralanmış olur. Kendi zamanıyla sınırlanmış olur. Aklının, düşünüşünün, sezişinin, marifetinin, önyargılarının, görüşünün, sandıklarının, sosyolojisinin ve hatta biyolojisinin esiri olur. Onların verdiği boyayla boyalanır. Peki vahiy böyle midir? Veya kendisini böyle ifade etmekte midir? Veya iman ettiğimiz İslam vahyi bize böyle mi anlatmaktadır? Bunları düşününce karşımıza şöyle bir resim çıkar: (Yine alıntı yapmaktan kaçamayacağım anlayışlı karilerim.)

"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, 'Kelâmullah' ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor."

Yani, tabir-i caizse, Kur'an-ı Hakîm, 6. yüzyılda Mekke'de dünyaya gelen Muhammed isminde (canımız ona kurban olsun) okuma-yazma bilmeyen birisinin kalbine gelen ilhamları/manaları metne dökmesi gibi birşey değildir. Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ! Zaten o Fahr-i Kainat Aleyhissalatuvesselam da kalbine gelen ilhamları Allah'ın diline koyup söyleyecek bir düzenbaz değildir. Hâşâ! Milyon kere hâşâ! Kur'an-ı Hakîm kendisini nasıl ifade ediyorsa öyledir. Hem hükümlerinin tesiri de öyledir. Geçerliliği de öyledir. Belagatı da öyledir. Fesahati de öyledir. İhbar-ı gaybı da öyledir. Mucizatı da öyledir. Haberleri de öyledir. Kıssaları da öyledir. Bunlar, bir beşerin kalbine gelen duyuşları dile dökmesi değil, dile gelmez hakikatleri Rabbü'l-Âlemîn'den haber vermesidir.

İşte, "Aleyhissalatuvesselamın kalbine gelen manaydı, nasıl söyleneceğini ise o belirliyordu!" diyen, çaktırmadan bize demektedir ki: "Duyuşundan anladığını anlattı. Şiir gibi içine doğanlara kendince/kalıplarıyla bir biçim verdi. Beşeriyetiyle sınırladı. Renkleriyle boyadı." Hey yavrum hey! Sanırsın din yeni baştan yazılıyor! Sürümüne güncelleme geldi! Her neyse. Onları bilmeyiz, ama biz, hem Cenab-ı Hakkı böyle bir kitaba "Kelamım!" demekten, hem o düzmeceyi yapana "Habibim!" demekten tenzih ederiz. Evet. Bu yazıyı da çok uzattım. Fakat yine yarım kaldım. Bir yazı daha borçlanalım. Mustafa Öztürk'e gelen ilhamları konuşmaya devam edeceğiz.

30 Nisan 2018 Pazartesi

İnsan da bir su birikintisidir

Hatırlarsanız "Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?" başlıklı yazımda 'eskiden astronomik gözlemlerin havuzlar sayesinde yapıldığından' bahsetmiş ve şöyle eklemiştim: "İnsanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: 'O, insanı bir damla sudan yarattı.' En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: 'Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur.' Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: 'Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir.' Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor."

Evet, aynalık yönünden 'toprak, su ve çamurdan olan insan' ile yine 'toprak, su ve çamurdan olan su birikintileri' arasında hâlâ bir benzerlik görüyorum. Hatta şöyle düşünüyorum: 'Hayat' aslında bu aynalığın giriftleşmiş halidir. Yani: 'toprak, su ve çamurdan olan havuz'dan 'toprak, su ve çamurdan olan insan'a gelindikçe aynalık değişmez, fakat şiddetlenir. Birikintilerin aynalığını yaptığı 'bir' manzara ise insanınki 'bin'lercedir. Üzülür, sevinir, kızar, neşelenir, sever, tiksinir, ağlar, gülümser... Bütün bu dalgalanmalar içinde kimbilir onda neler neler yansır. Anlarına ne yıldızlar sığar. Ne gökler göğsüne iner. Böylece insan 'toprak, su ve çamurdan gelen' aynalık fonksiyonunu (elbette kemalatı/gelişimi ölçüsünde) ileriye taşır.

Yalnız, tam bu noktada, diğer yazımda eksik bıraktığım birşeye de dikkat çekeceğim: Bu üç öğenin birlikteliğinden doğan aynada, 'yansıtıcı' olarak yalnızca yüzeydeki su görünse de, aslında herbir parçanın kendi yeteneğince bir aynalığı vardır. Onların aynalığı sayesinde suyun yüzeyinde bizim bildiğimiz aynalık fonksiyonu oluşur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Toprak, güneş ışığını bildiğimiz şekilde 'resmini koruyarak' yansıtmaz, fakat toprağın kısmî tutuculuğu da aslında bir çeşit aynalıktır. Burada aynalığı ışıkla hemhal olan herşey için kullandığımı ifade etsem daha açık davranmış olurum. Evet, toprak da güneşin bir aynasıdır, ama bağrından çiçekler fışkırtan bir aynasıdır. Eğer toprak, güneşten gelenin birazını tutup birazını bırakmasaydı, ne göz ile onu görebilirdik, ne de bağrından çıkan şeyleri elde edebilirdik. Onun aynalığının 'tutması yüksek' yanıdır ki, rengini koyultur, ama bağrından doğacakları zenginleştirir.

Evet, çukurun dibindeki toprak da ışığı biraz tutuyor, biraz da bırakıyor. Onun bu kısmî aynalığı (suyla temas ettiği bölgede) çamura doğru evrilirken biraz daha azalıyor. Ve yüzeydeki su altındaki bu daha az bırakır aynalar sayesinde güzel bir yansıtıcıya dönüşüyor. Yani içiçe konmuş üç ayna sayesinde bizim bir gözlem âletimiz oluyor. Bu söylediklerim tuhaf geldiyse dibi bembeyaz taşlarla örülü havuzları hayal edin. Onların yüzeyindeki yansımaların gücü sizce ne kadardır? Bir havuzun zemininin rengi açıldıkça yansımalarının gücü de zayıflar.

Buradan şuraya geleceğim: Mürşidim metinlerinde tekrar be tekrar kendisini 'üç şahsiyete' ayırıyor. "Nedir bu 'üç şahsiyet' ayrımı hey efendi?" dersiniz diye evvela bir alıntı yapalım:

"İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."

Başka bir yerde ise dünyanın 'üç yüz'ünden bahsediyor yine mürşidim: "Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır..." Yazıyı uzatmaktan korkmasam bir de "Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir..." diye başlayan bir bölümü alıntılayacaktım, ama gözüm kesmedi. Azıcığını alıp geçeceğim: " (Birincisi:) İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder."

"En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla söyleyeyim: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde kullandığı bütün bu üçlü sistemlerin Kur'an'daki mezkûr üçlü sistemle bir ilgisi var. Herbir şahsiyetinin 'su, çamur, toprak' üçlemesinde bir yeri var. Mesela: Kendisinin 'karanlık' bulduğu üçüncü şahsiyeti ne çok toprak seviyesindeki 'az yansıtıcılığa' benzer. Ubudiyet vaktinde büründüğü ikinci şahsiyetinin ise su ve toprağın etkileşiminden oluşan çamur seviyesine ne çok benzerliği vardır. Çünkü ubudiyet de insanın üzerinden yansıyan Esmaü'l-Hüsna ile etkileşim içerisine girmesinden doğar. Allah'ın isimlerinin tecellilerini farkeden insan o tecellilerin rengine göre renkten renge girerek bir ubudiyet sergiler. Tıpkı üzerinde güneşin yansıdığı suyun toprakla etkileşime girmesi ve onu çamurlaştırması gibi. İnsan da ubudiyet vaktinde yumuşar. Çamurlaşır. Değişir. Veya işlenmeye müsait bir hal alır.

Birinci makamdaki dellallık ise tam bir yansıtma makamıdır. Orada mürşid ancak yansıtandır. Allah'ın kendisine bağışladığı marifetullaha dair ilmi/ahlakı talebeleriyle paylaşır. Tıpkı bir su birikintisinin, üzerinde yansıyan manzarayı, o manzaradan hiçbirşeyi kendisine ait kılmadan seyircilerin gözüyle paylaşması gibi. Evet. Göl güneşten haber verir. Ama göle güneş sığmaz. Göl bunu iddia etmez. Cam parçası yıldızları gösterir. Ama cam parçasına yıldız sığmaz. Cam parçası bunu iddia etmez. İnsan da öğrettiklerinin, taşıdıklarının, haber verdiklerinin tastamam içine sığdığı bir ayine değildir. Makam-ı irşadda muvaffak olduğu aslında sadece güzel bir ayineliktir.

Meselenin 'dünyanın üç yüzüne' bakan tarafını da ele almak istiyordum, ancak yazı uzadı gitti. Sizi de bıktırmak olmaz. Zaten lafı dolaştıra dolaştıra konuşmamdan yoruldunuz. O zaman o ciheti de sizin keskin fehimlerinize havale ederek Risale-i Nur'da sıkça karşımıza çıkan böylesi üçlemelere şöyle bir dikkat çekmiş olalım. Ve unutmayalım: Bir yanımızın tastamam yansıtıcı olabilmesi için diğer bir yanımızın da karanlıkta kalması gerekiyor. İnsanda bunu 'aczi ve fakrı' sağlıyor. Dünyada bunu 'ademe ve fenaya bakan yüzü' besliyor. Bediüzzaman'da ise aynı fonksiyonu gören 'üçüncü şahsiyet' var. Her şekilde aynalar sırlanıyor. Sırsız ayna olmaz. Çünkü sonsuzu yansıtıyorlar. Sonsuzu yansıtan, evren iki sonsuzluk birden kaldırmadığından, sınırlanmak/sırlanmak zorundadır. Kusurlarımız da sınırlarımız/sırlarımızdır bizim.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?

Galiba Ömer Hayyam'ın hayatına dair bir kitaptaydı. Eski rasathaneler hakkında şöyle birşey okumuştum: Eskiden gökbilimciler semayı 'semaya bakarak' incelemezlermiş. Ya? Rasathanelerin zemininde (belki avlusunda) büyük havuzlar olurmuş. O havuzun suyunda oluşan yansımasına bakarak gökyüzü hakkında bilgi edinirlermiş. Neden? Çünkü insanın uzun süreler gökyüzüne bakması fiziksel olarak acı vericiyken önündeki havuza bakması öyle değilmiş. Bir saniye... Bunu neden 'miş'li geçmiş zamanla söyledim ki? Halen durum böyle. İnsan uzun süre yukarıya bakınca boynunun tutulduğu oluyor da önündeki aynaya bakınca böyle birşey yaşamıyor. Veya çok daha uzun bir süreçte yaşıyor.

Kur'an-ı Hakîm'de insanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: "O, insanı bir damla sudan yarattı." En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: "Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur." Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: "Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir." Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor.

Nasıl? Belki biraz şöyle: Kırda yürürken bir su birikintisine rastladığınızı düşünün. Bir birikinti kaç bileşenden oluşur? Eğer toprak zemin üzerinde oluşmuşsa, ki doğada genelde böyle olur, bileşeni üçtür: Su, çamur ve toprak. En üstte su vardır. Toprakla temas ettiği yerde çamur oluşur. Daha alt kısımda ise kuru toprak vardır. Suyun ulaşamadığı yerlerde, belki de toprağın tutucu karakterinden ötürü, zemin kuru kalmıştır. Böylece nurtopu bir küçük su birikintisi oluşur. Daha büyüğünü düşlemeye niyet ederseniz bir havuz da hayal edebilirsiniz.

Modern havuzların yapım malzemeleri yokken bir havuz nasıl yapılırdı? Muhtemelen toprakta açılan çukurlardı bu havuzlar. Ve bu havuzların zeminlerindeki toprağın koyuluğu/karanlığı birşeyi daha sağlıyordu. Neyi? Elbette yansıtıcılığı. Evet. Aynanın arkası ne kadar koyu bir renkle sırlanırsa/ziftlenirse ön tarafının yansıtıcılığı o kadar artar. Dolunaylı bir gecede her su birikintisinde göktekinden geri kalmayan ay parçaları görünür. Göktekine bakmak boynumuzu ağrıtırsa da yerdekine bakmak canımızı yakmaz. Saatlerce bakabiliriz. İnceleyebiliriz. Tefekkür edebiliriz.

Bütün bu laf kalabalığını neden yapıyorum? Ona geleyim: Mürşidim, bir yerde, Allah'ın neden kafa gözüyle görülmediğini izah sadedinde der ki: "Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!" Ben de Kur'an-ı Hakîm'in bu tarz beyanlarında (yani 'su, çamur, toprak' üçlemesinde) Bediüzzaman'ın tesbitine benzer bir işaretin olduğunu düşünüyorum.

Yani insanın varlığının (hatta tüm sebeplerin varlığının) hikmeti: Havuza havuz için bakmamak. Ne demek bu? Yani gökbilimciler gibi bir hassasiyet sahibi olmak. Nesneleri aynalaştırmak. Bizzat bakmaya çalışınca yükünü kaldıramadığımız manzaraları aynalar üzerinden kaldırmak. En başta insanın bizzat kendisini aynalaştırması. Varlığımızı aynalaştırmak. Detaylaştırmak. Kendi derinliğimizde (kendimizi incelerken) boğulmamak. Öyle ya! Bir havuzu bizzat kendisi olarak görüp incelemeye kalkarsanız size vereceği nedir? Su, çamur ve toprak. Peki aynı havuzu göklerin haberi için okursanız size neler söyler?

'Mana-i harfî' ile 'mana-i ismî' dediğimiz okuma şekillerinin arasındaki nüans da buna benziyor. Mana-i harfî ile bakanlar yerdeki su birikintilerinden göklerin haberini alabiliyor. Fakat mana-i ismî ile 'şeylere yalnız kendileri için' bakanlar ise baktıkları şeylerde boğuluyor. Su birikintileri, çukurlar, havuzlar, onlara sadece birkaç damlalık derinliklerden bahsediyorlar. Birkaç senelik ömürlerden. Birkaç günlük bilgilerden. Fakat onları aynalaştırmayı başaranlar için uzayın derinliklerine yollar açıyorlar.

Bence Allah'ın yarattığı her nesne böyle. "Şaşı bak şaşır!" misali ardını görmeye çalışarak bakmamızla şaşırtıyorlar. Bizzat kendilerine baktıkça da körleştiriyorlar. Hatta insanın kendi hayatı, yetenekleri, duyguları, hissedişleri, yaşadıkları, acıları, hüzünleri, neşeleri, özlemleri, kederleri, ayrılıkları, kavuşmaları, sevişleri, nefretleri vs... bizzat kendi adlarına incelenenler olduklarında insan onlardan çıkamıyor.

Boğuluyor. Fakat onları araçsallaştırıp daha üst olanın okumalarına yoğunlaştığında kendi hayatını 'zararlarına uğramadan' seyrediyor. Çünkü bazı yanlarımız var, bizzat onlara yoğunlaşmadıkça, bize zarar verici değiller. Çukurdaki suya taş düşse, zehir karışsa, yılan dalsa orada yüzenler için belki birşeyler değişir, ama Ayın haberini arayanlar için hiçbirşey değişmez ki. Ayın varlığı sudan etkilenmezdir. Marifetullah, yani Allah'ı herşeyden bilmenin/öğrenmenin güzelliği, bizzat kendimizi kendimizin gözünde detaylaştırarak bize en büyük iyiliği yapıyor. Bizi kendimizde boğulmaktan kurtarıyor.

6 Aralık 2017 Çarşamba

Kusur insanın imzasıdır

"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir." (Nisâ sûresi 79)

İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...

Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.

Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.

Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:

"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."

Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:

"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."

Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:

"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."

İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.

Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.

Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.

İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.

İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.

Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.

Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.

Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:

Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.

"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Konu sen değilsin

Parıltı ne de çabuk ölüyor. Kelebeklerden bile çabuk. Belki de varlık sahasında gördüğümüz ölümlerin en çabuğu. Birşey, bir an parıldıyor, sonra o parlaklığı yokoluyor. Tamam, bu, o şeyin büsbütün öldüğü anlamına gelmiyor her zaman, fakat yine de bir yanıyla ölüm bu. Değişim de bir tür ölümdür. Öncekinin ölüp sonrakinin dirilişidir. Bu bir haşirdir. Ânın ahiretidir sonrası. İnsan yarını da yaşayabilen bir dündür. Fakat dünü, ne bugününün, ne de yarınının aynısıdır. Değiştiği zaman da onda birşeyler ölmüş oluyor. Öncekini öldürüp-defnedip sonrakine dönüşmüş-yeşermiş oluyor. 

Parlaklık, biraz da bu nedenle, varlıkta en sık ve açık şahit olduğumuz gidişlerden birisi. Her parlayan şey solar. Her canlı renk matlaşır. Her ışıldayan söner. Herşey ilk halinden taviz vere vere son halini bulur. Eksilirken olgunlaşır. Daha azı olmakla daha fazlası olur. Heyecanlar diner. Sıcaklar soğur. Hevesler körelir. Arzular azalır. Ateşler söner. Acı bile alışkanlık olur. Elbette, yıldızların doğup sönüşüne şahit olmak, şu kısacık ömürlerimizle mümkün değil. Fakat bir su kabarcığında yansıyan güneşin, o minicik şirin pırıltının, o yepyeni heyecanın sönüp gittiğini görmek pek kolay. Hatta pek sık. Belki biraz da bu yüzden, mürşidim, fena ile ilgili verdiği derslerin çoğunda onu misal olarak kullanıyor:

"Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin bekà ve devamına şehadet ederler..."

Demek: Bizdeki değişimler de 'değişmeyenin' delilidir. Biz çiçek gibi solarız ki hiç solmayan bilinsin. Gözler onu arasın. Kalpler onu arzulasın. Bizde varolan güzelliklerin gelip geçiciliği, fakat güzelliğin kalıcılığı, biz onu yitirirken başka güzellerin yüzlerinde hayatını neşeyle devam ettirebilmesi, enerjisini bizden almadığını gösterir. Ateşli bir alna konulmak için suya batırılan bezler, ıslaklıklarını zamanla yitirirler, fakat su ıslatıcılığını yitirmez. Bezlerin değişmesi, ıslanıp kuruması, batırılıp çıkarılması, suyun ıslatılıcılığına zarar vermez. Islaklar kurumamak için suya muhtaçtırlar amma su ıslak kalmak için onlara muhtaç değildir. Çünkü şunların ıslaklığı 'arızî'ye suyun ki ise 'zatî'ye misaldir.

J. M. Coetzee Yavaş Adam'da diyor ki: "Eski bir oyun hamuru. Kiremit kırmızısı, yaprak yeşili, gök mavisi hamurlar içiçe geçmiş, donuk mora dönüşmüşler. Neden parlaklıklar donuklaşıyor da donukluklar parlaklaşmıyor, diye merak ediyor. Kırmızının, mavinin ve yeşilin morluktan yumurtadan çıkarcasına çıkmaları, geri gelmeleri için ne yapmalı?"

Yine benzer bir tefekküre de Lydia Millet'ın Benim Mutlu Hayatım'ında rastlıyoruz: "Gitgide görünmez olduğumu farketmiştim. Daha doğrusu yarı saydam olduğumu. Bu hadiseyi izlemek ilginçti. Yaşlandıkça erkeklerin gözüne daha az battığımı gözlemlemiştim yakın zamanda. İnsanın yüzü bir kuşun tüyleriyle aynı görevi görüyor gibi geliyordu bana. İnsanlar gençken muhteşem oluyor ama sonra solmaya başlıyor. Böylece yaşlandıkça görünürlükleri azalıyor insanların. En azından daha genç olanlarına kıyasla. Cilt kırışınca düzlemler ışığı eskisi gibi hemen yansıtmıyor ve yüzün parlaklığı azalıyor."

Dr. Strange filminde Tilda Swinson ile Benedict Cumberbatch'in aralarında geçen diyaloğu ders almamız için belki de bu yitirişler: "- Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor. - Neymiş o? - Konu sen değilsin."

Evet, konu biz değiliz, konu biz olmadığımız için vurgu üzerimizde fazla oyalanmıyor. Bir ve, bir da, bir ile, bir ki kadar varız bu cümlede. Daha büyük birşeye işaret etmek için varız. O büyük anlam kainat çapında haykırılırken, her nasıl oluyorsa, ses bize de uğruyor, bizim varlığımız da dillendiriliyor.

Biz de parlıyoruz. Biz de güzelleşiyoruz. Biz de yaşıyoruz. Gülüyoruz, koşuyoruz, seviyoruz ve arzuluyoruz. Sonra cümle anlam için ve anlam içinde akmaya devam ederken ses bizi ağır ağır terkediyor. Zayıflıyoruz. Parlaklığımız azalıyor. Gözden düşüyoruz. Çünkü konu biz değiliz. Konu bizim üzerimizden yine bize anlatılan bir güzellik. Biz duyulmaz olacağız ki cümle hecemizde takılıp kalmasın. Bütün güzelliğiyle kurulmaya devam etsin. Kendi parlaklığımızdan güneşin güzelliği ile vazgeçiyoruz. Çünkü o güzel yansımalarından daha güzel.

Yitirdiklerinle belki böyle düşünerek barışabilirsin arkadaşım. Yitirdiklerini yitirmeseydin yalnız kendin olarak kalacaktın. Küçük bir çıra ateşi gibi yanacaktın. Çıranı ocağa atmakla daha büyük bir ateşin parçası oldun. Yandın. Yaktın. Yakıldın. O ateş hiç sönmeyecek. O sönmedikçe sen de sönmezsin.

9 Ocak 2015 Cuma

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun?


Anlayış dediğimiz yalnız bir kişinin veya kesimin göstermesiyle olacak şey değil. Taraflardan yalnızca birisi anlamaya çalışıyorsa, diğeri hiç yanaşmıyorsa, bunun adı elbette 'katlanmak' oluyor. Karıştırmamak lazım. Tıpkı merhametle acımayı karıştırmamak gerektiği gibi. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Yalnız acı çekene acır insan. Acımak, kelime kökeninin de haber verdiği şekilde, çekmeyi önşartı sayar. Fakat merhametimiz duyulmak için acının varlığına ihtiyaç duymaz. Bir anne çocuğuna o sağlıklıyken de merhamet eder. Ancak ona acımaz. Merhamet bir tür ‘gözetme ahlakı’dır. Acımaksa acıya karşı duyulan sancıdır.

Şunu da ilave edelim ki: Yorgunluk fıtratın aksine veya elverdiğine aykırı iş yapmanın delilidir. Monotonluğun yoruculuğu da bundandır. Varlık mahiyeti gereği tekdüzeliğe düşmandır çünkü. Mürşidim bu sadedde der ki: "Zira, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet yeknesaklık içinde hiçe iner." Evet. Hergün bal yiyen baldan usanırmış. Hep aynı kalamazsın. Hep içine atan, katlanan veya alttan alan sen olamazsın. Böyle yaşanmaz.

Yaşam aynılık değildir çünkü. Değişimdir. Bazen sen onu anlayacaksın bazen de o seni. Sabır günleri de neşe günleri gibi aramızda dönüp duracak. Gündüzler gecelere kardeş olacak. "İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor." Değişen rollerin/konumların sayesinde muhabbetin canı olan ihtiyaç/iştiyak hayatta kalacak.

Şeriatın sınır koymadığı yerlerde eşitlik düzeyinde bir ilişki istemek bencillik değildir. O makamda eşitlik istemek “Senin kadar ben de mahlukum” demektir bir nevi. “Mahlukiyetin mazhar olduğu herşeyde benim de senin kadar hakkım var. Beni de Allah yaratmış sen gibi. Ben de öfkelenirim bazen sen gibi. İnsanî olan herşey bende de vardır. Sen de idare etmelisin beni. Benim seni idare ettiğim gibi.” Belki bunu da en güzel şu cümleleri anlatıyor Bediüzzaman’ın: "Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."

Fakat bazen en makul eşitlik talepleri bile bencillik olarak karşılanıyor. Fedakârlıklarsa mecburiyetimiz gibi. Hal böyle olunca yükümüz ağırlaşıyor. Yalnız bir insanken birkaç insan gibi yaşamaya başlıyoruz. Kendimize rol yapıyoruz. Lakin Kur'an-ı Hakîm’imiz demiyor mu: "Allah hiçkimseye gücünün yeteceğinden fazla birşey yüklemez." Hem yine demiyor mu: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." O halde birşeyler artık taşınmaz, hayat yaşanmaz geldiğinde, omuzlarındakini sınaman gerekmez mi? Neden onları tenzih edip kendini suçluyorsun? Belki o yükün tamamı senin değildir? Belki sen başkalarınınkini yüklenmişsindir? Dikkat et arkadaşım: İmanının yüklediklerinden gayrısı için konuşuyorum.

Allah'ın emrettiği sınırlardan bahsetmiyorum. O Cenab-ı Haktır ve hepimize sınırlar koymaya hakkı vardır. Bunlar zaten iyiliğimiz içindir ve uygun adım yürüdüğümüzde iyi de gelir. Fıtratımızı en iyi Sahibimiz bilir. Ancak bir de alışkanlıklarımızdan kaynaklanan yükler var. ‘Mış gibi’ yapmalarımızdan. Hem her insan bir diğerinin yüküdür. Çünkü onu etkiler. Bizi etkileyen herşey bir açıdan bizim yükümüzdür. Zira izlerini taşırız. Hem hafızamızda, hem kalbimizde, hem de düşüncemizde çizikleri kalır.

İnsan insan olarak yaklaştığı sürece karşısındankinden insanlık görür. Tebessüm etmeyen bir yüzün hakkı var mıdır karşısındaki herdaim mütebessim bulmaya? "Mü'min mü'minin aynasıdır!" buyuran hadis-i şerifin penceresinden tefekkür edersek, gördüğümüz suretler aslında hep bizim suretlerimiz, duyduğumuz sesler hep bizim seslerimiz, hissettiğimiz hep bizim hissettirdiğimiz değil midir? Gülümsediğimiz kadar gülücük buluyor veya öfkeyle boğduğumuz kadar ona boğuluyoruz belki de? Aynalar koridorundan geçiyoruz ve hep şunu söylüyoruz: "Ben mecbur değilim güzel kalmaya. Hiç değilim. Güzel kalması gereken esasında o!" Bu nasıl mümkün olabilir? Yansıyan yansıyandan nasıl farklı olabilir? Demek iyi olmak önce özümüze yapılmış iyiliktir. Yani aynamıza gülümsemektir.

“Tebessüm sadakadır!” Aleyhissalatuvesselam. Ama hiç kendine sordun mu arkadaşım: Kime sadakadır? Sırf gülümsediğine mi? Yoksa kendine mi? Yoksa ikinize birden mi? Unutmayalım. Burada 'elhamdülillah' diyenin ahirette 'elhamdülillah' yiyeceği bir düzlemde yaşıyoruz. Zikr u tesbihimiz cennete dikilmiş fidanlara dönüşüyor hadisin ifadesiyle. Birbirinin içinde yansıyor, renkleniyor ve zenginleşiyor herşey. Bâki âlemimiz böyle şekilleniyor. Aynamızla şuhudumuza renkler veriyoruz.

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun? Belki evden çıkarken yeğenine gülümsediğin için gülümsedi otobüsteki o çocuk? Sarıldığın için sarıldılar sana. Yardım ettiğin için yardım edildin. Hayat dediğin iradenin attığı bir bumerangtır biraz da. Tıpkı Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi: "Kim zerre mikdarı hayır işlerse onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlerse onu görür." Nihayetinde arkadaşım: Dünya ahiretin tarlasıdır. Dünler yarınınlarının tarlasıdır. Evveller ahirlerinin tarlasıdır. Bu eşikten bakınca aynalar da yansıttıklarının tarlasına dönüşmez mi? Işık da parlaklığı ekip biçmez mi? Güneş de kimbilir mazharlarından neler alıyor. Peki ya ism-i Nur’un Sahibi? Üzerimizdeki bunca tecelli de bir ekip biçme değil mi?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...