Galiba Ömer Hayyam'ın hayatına dair bir kitaptaydı. Eski rasathaneler hakkında şöyle birşey okumuştum: Eskiden gökbilimciler semayı 'semaya bakarak' incelemezlermiş. Ya? Rasathanelerin zemininde (belki avlusunda) büyük havuzlar olurmuş. O havuzun suyunda oluşan yansımasına bakarak gökyüzü hakkında bilgi edinirlermiş. Neden? Çünkü insanın uzun süreler gökyüzüne bakması fiziksel olarak acı vericiyken önündeki havuza bakması öyle değilmiş. Bir saniye... Bunu neden 'miş'li geçmiş zamanla söyledim ki? Halen durum böyle. İnsan uzun süre yukarıya bakınca boynunun tutulduğu oluyor da önündeki aynaya bakınca böyle birşey yaşamıyor. Veya çok daha uzun bir süreçte yaşıyor.
Kur'an-ı Hakîm'de insanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: "O, insanı bir damla sudan yarattı." En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: "Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur." Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: "Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir." Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor.
Nasıl? Belki biraz şöyle: Kırda yürürken bir su birikintisine rastladığınızı düşünün. Bir birikinti kaç bileşenden oluşur? Eğer toprak zemin üzerinde oluşmuşsa, ki doğada genelde böyle olur, bileşeni üçtür: Su, çamur ve toprak. En üstte su vardır. Toprakla temas ettiği yerde çamur oluşur. Daha alt kısımda ise kuru toprak vardır. Suyun ulaşamadığı yerlerde, belki de toprağın tutucu karakterinden ötürü, zemin kuru kalmıştır. Böylece nurtopu bir küçük su birikintisi oluşur. Daha büyüğünü düşlemeye niyet ederseniz bir havuz da hayal edebilirsiniz.
Modern havuzların yapım malzemeleri yokken bir havuz nasıl yapılırdı? Muhtemelen toprakta açılan çukurlardı bu havuzlar. Ve bu havuzların zeminlerindeki toprağın koyuluğu/karanlığı birşeyi daha sağlıyordu. Neyi? Elbette yansıtıcılığı. Evet. Aynanın arkası ne kadar koyu bir renkle sırlanırsa/ziftlenirse ön tarafının yansıtıcılığı o kadar artar. Dolunaylı bir gecede her su birikintisinde göktekinden geri kalmayan ay parçaları görünür. Göktekine bakmak boynumuzu ağrıtırsa da yerdekine bakmak canımızı yakmaz. Saatlerce bakabiliriz. İnceleyebiliriz. Tefekkür edebiliriz.
Bütün bu laf kalabalığını neden yapıyorum? Ona geleyim: Mürşidim, bir yerde, Allah'ın neden kafa gözüyle görülmediğini izah sadedinde der ki: "Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!" Ben de Kur'an-ı Hakîm'in bu tarz beyanlarında (yani 'su, çamur, toprak' üçlemesinde) Bediüzzaman'ın tesbitine benzer bir işaretin olduğunu düşünüyorum.
Yani insanın varlığının (hatta tüm sebeplerin varlığının) hikmeti: Havuza havuz için bakmamak. Ne demek bu? Yani gökbilimciler gibi bir hassasiyet sahibi olmak. Nesneleri aynalaştırmak. Bizzat bakmaya çalışınca yükünü kaldıramadığımız manzaraları aynalar üzerinden kaldırmak. En başta insanın bizzat kendisini aynalaştırması. Varlığımızı aynalaştırmak. Detaylaştırmak. Kendi derinliğimizde (kendimizi incelerken) boğulmamak. Öyle ya! Bir havuzu bizzat kendisi olarak görüp incelemeye kalkarsanız size vereceği nedir? Su, çamur ve toprak. Peki aynı havuzu göklerin haberi için okursanız size neler söyler?
'Mana-i harfî' ile 'mana-i ismî' dediğimiz okuma şekillerinin arasındaki nüans da buna benziyor. Mana-i harfî ile bakanlar yerdeki su birikintilerinden göklerin haberini alabiliyor. Fakat mana-i ismî ile 'şeylere yalnız kendileri için' bakanlar ise baktıkları şeylerde boğuluyor. Su birikintileri, çukurlar, havuzlar, onlara sadece birkaç damlalık derinliklerden bahsediyorlar. Birkaç senelik ömürlerden. Birkaç günlük bilgilerden. Fakat onları aynalaştırmayı başaranlar için uzayın derinliklerine yollar açıyorlar.
Bence Allah'ın yarattığı her nesne böyle. "Şaşı bak şaşır!" misali ardını görmeye çalışarak bakmamızla şaşırtıyorlar. Bizzat kendilerine baktıkça da körleştiriyorlar. Hatta insanın kendi hayatı, yetenekleri, duyguları, hissedişleri, yaşadıkları, acıları, hüzünleri, neşeleri, özlemleri, kederleri, ayrılıkları, kavuşmaları, sevişleri, nefretleri vs... bizzat kendi adlarına incelenenler olduklarında insan onlardan çıkamıyor.
Boğuluyor. Fakat onları araçsallaştırıp daha üst olanın okumalarına yoğunlaştığında kendi hayatını 'zararlarına uğramadan' seyrediyor. Çünkü bazı yanlarımız var, bizzat onlara yoğunlaşmadıkça, bize zarar verici değiller. Çukurdaki suya taş düşse, zehir karışsa, yılan dalsa orada yüzenler için belki birşeyler değişir, ama Ayın haberini arayanlar için hiçbirşey değişmez ki. Ayın varlığı sudan etkilenmezdir. Marifetullah, yani Allah'ı herşeyden bilmenin/öğrenmenin güzelliği, bizzat kendimizi kendimizin gözünde detaylaştırarak bize en büyük iyiliği yapıyor. Bizi kendimizde boğulmaktan kurtarıyor.
Hissediş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hissediş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Nisan 2018 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...