Galiba Ömer Hayyam'ın hayatına dair bir kitaptaydı. Eski rasathaneler hakkında şöyle birşey okumuştum: Eskiden gökbilimciler semayı 'semaya bakarak' incelemezlermiş. Ya? Rasathanelerin zemininde (belki avlusunda) büyük havuzlar olurmuş. O havuzun suyunda oluşan yansımasına bakarak gökyüzü hakkında bilgi edinirlermiş. Neden? Çünkü insanın uzun süreler gökyüzüne bakması fiziksel olarak acı vericiyken önündeki havuza bakması öyle değilmiş. Bir saniye... Bunu neden 'miş'li geçmiş zamanla söyledim ki? Halen durum böyle. İnsan uzun süre yukarıya bakınca boynunun tutulduğu oluyor da önündeki aynaya bakınca böyle birşey yaşamıyor. Veya çok daha uzun bir süreçte yaşıyor.
Kur'an-ı Hakîm'de insanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: "O, insanı bir damla sudan yarattı." En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: "Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur." Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: "Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir." Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor.
Nasıl? Belki biraz şöyle: Kırda yürürken bir su birikintisine rastladığınızı düşünün. Bir birikinti kaç bileşenden oluşur? Eğer toprak zemin üzerinde oluşmuşsa, ki doğada genelde böyle olur, bileşeni üçtür: Su, çamur ve toprak. En üstte su vardır. Toprakla temas ettiği yerde çamur oluşur. Daha alt kısımda ise kuru toprak vardır. Suyun ulaşamadığı yerlerde, belki de toprağın tutucu karakterinden ötürü, zemin kuru kalmıştır. Böylece nurtopu bir küçük su birikintisi oluşur. Daha büyüğünü düşlemeye niyet ederseniz bir havuz da hayal edebilirsiniz.
Modern havuzların yapım malzemeleri yokken bir havuz nasıl yapılırdı? Muhtemelen toprakta açılan çukurlardı bu havuzlar. Ve bu havuzların zeminlerindeki toprağın koyuluğu/karanlığı birşeyi daha sağlıyordu. Neyi? Elbette yansıtıcılığı. Evet. Aynanın arkası ne kadar koyu bir renkle sırlanırsa/ziftlenirse ön tarafının yansıtıcılığı o kadar artar. Dolunaylı bir gecede her su birikintisinde göktekinden geri kalmayan ay parçaları görünür. Göktekine bakmak boynumuzu ağrıtırsa da yerdekine bakmak canımızı yakmaz. Saatlerce bakabiliriz. İnceleyebiliriz. Tefekkür edebiliriz.
Bütün bu laf kalabalığını neden yapıyorum? Ona geleyim: Mürşidim, bir yerde, Allah'ın neden kafa gözüyle görülmediğini izah sadedinde der ki: "Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!" Ben de Kur'an-ı Hakîm'in bu tarz beyanlarında (yani 'su, çamur, toprak' üçlemesinde) Bediüzzaman'ın tesbitine benzer bir işaretin olduğunu düşünüyorum.
Yani insanın varlığının (hatta tüm sebeplerin varlığının) hikmeti: Havuza havuz için bakmamak. Ne demek bu? Yani gökbilimciler gibi bir hassasiyet sahibi olmak. Nesneleri aynalaştırmak. Bizzat bakmaya çalışınca yükünü kaldıramadığımız manzaraları aynalar üzerinden kaldırmak. En başta insanın bizzat kendisini aynalaştırması. Varlığımızı aynalaştırmak. Detaylaştırmak. Kendi derinliğimizde (kendimizi incelerken) boğulmamak. Öyle ya! Bir havuzu bizzat kendisi olarak görüp incelemeye kalkarsanız size vereceği nedir? Su, çamur ve toprak. Peki aynı havuzu göklerin haberi için okursanız size neler söyler?
'Mana-i harfî' ile 'mana-i ismî' dediğimiz okuma şekillerinin arasındaki nüans da buna benziyor. Mana-i harfî ile bakanlar yerdeki su birikintilerinden göklerin haberini alabiliyor. Fakat mana-i ismî ile 'şeylere yalnız kendileri için' bakanlar ise baktıkları şeylerde boğuluyor. Su birikintileri, çukurlar, havuzlar, onlara sadece birkaç damlalık derinliklerden bahsediyorlar. Birkaç senelik ömürlerden. Birkaç günlük bilgilerden. Fakat onları aynalaştırmayı başaranlar için uzayın derinliklerine yollar açıyorlar.
Bence Allah'ın yarattığı her nesne böyle. "Şaşı bak şaşır!" misali ardını görmeye çalışarak bakmamızla şaşırtıyorlar. Bizzat kendilerine baktıkça da körleştiriyorlar. Hatta insanın kendi hayatı, yetenekleri, duyguları, hissedişleri, yaşadıkları, acıları, hüzünleri, neşeleri, özlemleri, kederleri, ayrılıkları, kavuşmaları, sevişleri, nefretleri vs... bizzat kendi adlarına incelenenler olduklarında insan onlardan çıkamıyor.
Boğuluyor. Fakat onları araçsallaştırıp daha üst olanın okumalarına yoğunlaştığında kendi hayatını 'zararlarına uğramadan' seyrediyor. Çünkü bazı yanlarımız var, bizzat onlara yoğunlaşmadıkça, bize zarar verici değiller. Çukurdaki suya taş düşse, zehir karışsa, yılan dalsa orada yüzenler için belki birşeyler değişir, ama Ayın haberini arayanlar için hiçbirşey değişmez ki. Ayın varlığı sudan etkilenmezdir. Marifetullah, yani Allah'ı herşeyden bilmenin/öğrenmenin güzelliği, bizzat kendimizi kendimizin gözünde detaylaştırarak bize en büyük iyiliği yapıyor. Bizi kendimizde boğulmaktan kurtarıyor.
zarar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zarar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Nisan 2018 Cumartesi
23 Temmuz 2015 Perşembe
Emre Dorman nereye koşuyor 11: Kardeşliğe asıl zarar veren kim?
Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Mustafa Öztürk gibi isimleri eleştirdiğiniz zaman en sık aldığınız tepki türlerinden birisi de 'iyi niyetli' olduklarına şu an dahi inandığım mümin/mümine kardeşlerden gelen ve o insanların Kur'an'a yaptıkları hizmetleri hatırlatan 'Aklını başına al!' tavsiyeleridir. Tepkiyi koyanın biraz daha vakti varsa, meseleyi Kur'an'a hizmet düzleminde bırakmaz, ta ittihad-ı İslam'a kadar götürür. Yani İslam kardeşliği denilen şey, benim yaptığım şekilde, sürekli hocaları tenkid eden yazılar yazmakla nasıl sağlanır? Cemaatsiznurcu, böylesi yazılar yazmakla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiğini, fitneye sebep olduğunu, ortalığı karıştırdığını, din adamlarını gözden düşürdüğünü farketmemekte midir? Yoksa bilerek mi yapmaktadır? Bu kadar hain bir çocuk mudur?
Bu tarz tepkileri, inanın bana, sık alıyorum. Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazı serisinde de gelmişlerdi, İslamoğlu'nu eleştirdiğim yazı serisinde de geliyorlardı, şimdi de (yani Emre Dorman üzerinden hadis inkârını eleştirirken de) geliyorlar. Bir tanesi demişti ki mesela: "Bu kavgayı sürdürmenin İslam'a ne faydası var? Siz böyle şeyler yazdıkça kavga unutulmuyor. Kardeşlik yara alıyor. Öfkeyi diri tutuyorsunuz." Zâhiren ne kadar da naif bir itiraz bu değil mi? Hatta haklı gibi de... Ben de cevaben; İslamoğlu'nun, yazılarıma konu olan (ve bence uhuvvet-i İslamiye'ye benden çok daha fazla zarar veren) hatalarından/ifadelerinden tevbe etmesi şartıyla seriye devam etmeyeceğimi bildirmiştim. Tabii böyle birşey mümkün olmadı. Hatta muhatabım 'hata' ifadesinden çok alındı.
Zaten bu zümrenin en kolay teşhis edilme yöntemlerinden birisi de, eleştirdikleri müslümanları/ekolleri sık sık; "Mürşidinizi peygamber gibi görüyorsunuz!" diye itham ettikleri halde, dönüp onlara geldiğinizde kendi mürşidlerinin eteklerine küçücük bir çamur bile dokundurmamalarıdır. İnanın, bunların müridleri, yani Taslamancılar, Dormancılar, İslamoğlucular veya diğerleri; kanaat önderlerine kusursuzluk atfetmede hepimizi geride bırakırlar. Siz, sizin mürşidinize yapılan eleştirilere metinlerden hareketle cevap yazarsınız, bunlar sizi iki dakika içinde tekfir bile ederler. Nitekim, ben İslamoğlu'nun facebook sayfasında yazdığım bir eleştiriye doğrudan 'müşrik' ifadesiyle başlayan bir yanıt almıştım.
Peki, kim daha fazla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiyordur? Bu soruyla daha ciddi yüzleşelim. Şimdiye kadar yaşanan dinin 'uydurma' olduğunu söylemekle, o din ile amel eden mümin/mümine milyarları 'sapkınlık' suçlamasına tâbi tutan Kur'an müslümanları mı, yoksa "Sözünüz hatadır!" diyen biz mi? Nedense böylesi meselelerde suç hep 'gelenekçi müslümanların' üzerine kalıyor. Yani mesela; Ali Bardakoğlu gibi birisi çıkıyor, "Dindarlığı şartlarımıza göre sorgulayıp düzenleyebiliriz!" diyor. Veya Emre Dorman diye birisi çıkıyor, "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" diye racon kesiyor. Yahut İslamoğlu gibi bir başkası ortaya atılarak, mevcut İslam'ı 'uydurulmuş din' diye tezyif ediyor. Veyahut Caner Taslaman gibi bir başka seküler din âlimimiz(!) "Gelenekçilikten kurtulmak lazım!" gibilerinden aforizmik laflar ediyor... Ancak bütün bunları sinenize çekmeyip cevap sadedinde birşeyler söylediğinizde; yalnız siz, evet siz, İslam'ın uhuvvetine zarar vermiş oluyorsunuz.
Neden? Çünkü o insanlar Kur'an'a hizmet ediyorlar. Fakat peki ya onlardan öncekiler? (Öyle ya, zaman ve din Emre Dorman'la başlamadı.) Cümle sahabe, tabiin, tebe-i tabiin, asfiya, evliya, hukema, muhakkik, ulema... Onların savunulmaya hakkı yok mu? Onları sevenlerin tek hakkı suskun ezikler olup hatalarını kabul etmek mi? Tek ayak üstünde durup dudaklarını büzmek mi bu zamanın müslümanlarına düşen vazife? Bu ilahiyat Zeuslarının, Areslerinin, Heralarının huzurunda ellerimiz önümüze bağlı suspus mu durmalıyız? İtiraza mecal yok mu? Başka bir hürriyet tarifi yok mudur Kur'an müslümanlarının kendileri gibi düşünmeyenlere dair? Efendim, ben çok araştırdım, olmadığına kanaat getirdim. Bu insanlara 'katılmak' dışında yapacağız her iş, biraz daha 'uydurulmuş din'e mensup olmak, biraz daha şirke düşmek, biraz daha ehl-i sünnetçilik yapmak (Senai Demirci abi öyle mi diyordu), biraz daha taassuba takılmak... Sözde fikir özgürlüğüne âşık bu zümrenin kendisine yapılacak eleştiriye dayanabilirliği yok. Tahammülü hiç yok. Öfke veya alaycılıktan başka güçleri de yok. Cevapları hep bu sadetten oluyor.
Bu meseleyi iki açıdan ele almak istiyorum: Birincisi; bu insanların, uhuvvet-i İslamiyeyi zamandan kopuk ele almaları. İkincisi; bu insanların, ortaya çıkardıkları 'kafama göre din' anlayışıyla kardeşliği asıl bombalayan oldukları... Birincisinden başlayalım. Ehl-i sünnet çizgisini müdafaaa edenlerin (ki bu müdafaalar sapkın fırkalara karşı İslam tarihi boyunca hep oldu) bugünün müslümanları arasında uhuvvete zarar verdikleri itirazı, öncelikle geçmişe 'yok olmuş' muamelesi yapmakla istikametini kaybediyor. Hayatı siyasetten ve seküler çizgiden okumaya müptela olan bu kesimin, dini ve dindarları da bugünden/andan ibaret görmesi şaşırtıcı değil. (Nazarları seküler etkilenmişlik içinde.) Yani yaptıkları haksız saldırılarla suçladıkları bütün bir İslamî mirası ve bu mirasın taşıyıcısı olan ümmetin medar-ı iftiharı isimleri ve o isimlerin izinden giden ümmetin ta kendisini 'sapkınlıkla' itham ettiklerinin farkında değiller(miş gibi yapıyorlar).
Biraz daha açalım: Mesela ben Emre Dorman'ın "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" saçmalığını kabul edersem (ki hadisin vahye değil 'peygamber sözüne' denildiğini de biliyoruz) şimdiye kadar yaşayan bütün müslümanları, o hadislerle amel edip/yaşamakla sapkınlığa düşmüş sayıyor olmayacak mıyım? Veya İslamoğlu'nun sözlerini sükûtumla tasdik ederek, bugüne kadar yaşanmış İslam'ı 'uydurulmuş din' sayarsam, zamana yayılmış müminlerin kardeşliğine zarar vermiş olmayacak mıyım? Yahut Caner Taslaman'a uyup 'gelenekçilik yapmayı bırakmak' yoluna girersem; bu, dolaylı yoldan, gelenek dediği İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarının yanlışlığına bir ima olmaz mı? Bu abiler, bu tarz büyük kelamlar etmenin dolaylı veya doğrudan İslam'ı ve müslümanları suçlamak anlamına geldiğini düşünmüyorlar. Veya kurnazlar, ki ben buna inanıyorum, yaptıkları imaların tepki çekmemesini müslümanların saflığa varan hüsnüzannından umuyorlar. Eleştirenlerin başına da 'kardeşliği' sopa gibi kaldırıyorlar. Halbuki sormak lazım: Aga, kardeşlik yalnız bu anda mı yaşanıyor İslam'ın itikadına göre? Bediüzzaman'ın ifadesiyle mazinin 'nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu' düşünmüyor mu zevat? Cennette yine buluşacağımıza inanmıyorlar mı?
İkinci eleştirim ise gittikleri yolun vereceği meyveye dair. Bu insanlar, sünnetin zırhını yıkarak Kur'an'ı manevî tahrife uğratmayı ittihada vesile sayıyorlar. Hatta mezhepleri, tarikatleri, ekolleri, usûlleri dahi ağızlarının kenarıyla İslam'daki ittihadın/birliğin candüşmanları gibi resmediyorlar. Siyasetteki kara tabloyu bu mirasa yüklüyorlar. Halbuki hem sünnetin, hem mezheplerin, hem tarikatlerin amacı dağıtmak veya dağılmak değil birliktir. Yani müminlerin amellerinde, marifetlerinde, Kur'an'ı yorumlamalarında bir birliğe/tevhide ulaşmalarını sağlamaktır. Asıl yıkım ise bu tarz birleştiricileri yıktığınız zaman yaşanır.
İslamoğlu'na göre bir Kur'an/din, Taslaman'a göre bir Kur'an/din, Dorman'a göre bir Kur'an/din, Öztürk'e göre bir Kur'an/din, Bayındır'a göre bir Kur'an/din... Hadisin, icmaın veya kıyasın (yani tastamam geleneğin) bağlayıcılığı olmadan, Kur'an metinleriyle bir seküler mürekkep yalamışın hevası karşı karşıya kalırsa sonuç ne olur? Ben söyleyeyim: İnsan sayısınca din olur. Allah'ın kullarını bir itikada, bir marifete, bir nizama, ittihada çağırmak için gönderdiği Kur'an; bilakis amacının aksine hizmet etmeye başlar. İnsan sayısınca Kur'an yorumu ve o yorumlardan elde edilmiş sürüsüne bereket din anlayışıyla gayrı uhuvvet-i İslamiyeyi sağla sağlayabilirsen. Bugün İslam coğrafyasında en çok şiddet üreten kesimlerin mezhepsizliği/tarikatsizliği savunanlar içinden çıktığını görmek bizi ikna etmeye yeter/yetmeli... Bediüzzaman'ın da, sünnetin önemine vurgu yaptığı metinlerde, 'çok yollar arasında kalıncak bir şaşkınlığa' dikkat çekmesi ehemmiyetli değil mi?
"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır. Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur..." İşte biz modern zamanın Firavunlarına karşı, onların müminleri 'şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye' haline getirmelerine karşı direniyoruz. Çünkü bu işin meyvesi, şu an farkedilmese de, pek acı olacak... Yorumda sünnetin nurlu ittihadını yitirenler, bugün kolaylıkla ehl-i sünneti tekfire gidebiliyorsa, yarın kafanızı kesmekten de teberri etmezler.
Bu tarz tepkileri, inanın bana, sık alıyorum. Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazı serisinde de gelmişlerdi, İslamoğlu'nu eleştirdiğim yazı serisinde de geliyorlardı, şimdi de (yani Emre Dorman üzerinden hadis inkârını eleştirirken de) geliyorlar. Bir tanesi demişti ki mesela: "Bu kavgayı sürdürmenin İslam'a ne faydası var? Siz böyle şeyler yazdıkça kavga unutulmuyor. Kardeşlik yara alıyor. Öfkeyi diri tutuyorsunuz." Zâhiren ne kadar da naif bir itiraz bu değil mi? Hatta haklı gibi de... Ben de cevaben; İslamoğlu'nun, yazılarıma konu olan (ve bence uhuvvet-i İslamiye'ye benden çok daha fazla zarar veren) hatalarından/ifadelerinden tevbe etmesi şartıyla seriye devam etmeyeceğimi bildirmiştim. Tabii böyle birşey mümkün olmadı. Hatta muhatabım 'hata' ifadesinden çok alındı.
Zaten bu zümrenin en kolay teşhis edilme yöntemlerinden birisi de, eleştirdikleri müslümanları/ekolleri sık sık; "Mürşidinizi peygamber gibi görüyorsunuz!" diye itham ettikleri halde, dönüp onlara geldiğinizde kendi mürşidlerinin eteklerine küçücük bir çamur bile dokundurmamalarıdır. İnanın, bunların müridleri, yani Taslamancılar, Dormancılar, İslamoğlucular veya diğerleri; kanaat önderlerine kusursuzluk atfetmede hepimizi geride bırakırlar. Siz, sizin mürşidinize yapılan eleştirilere metinlerden hareketle cevap yazarsınız, bunlar sizi iki dakika içinde tekfir bile ederler. Nitekim, ben İslamoğlu'nun facebook sayfasında yazdığım bir eleştiriye doğrudan 'müşrik' ifadesiyle başlayan bir yanıt almıştım.
Peki, kim daha fazla uhuvvet-i İslamiyeye zarar verdiyordur? Bu soruyla daha ciddi yüzleşelim. Şimdiye kadar yaşanan dinin 'uydurma' olduğunu söylemekle, o din ile amel eden mümin/mümine milyarları 'sapkınlık' suçlamasına tâbi tutan Kur'an müslümanları mı, yoksa "Sözünüz hatadır!" diyen biz mi? Nedense böylesi meselelerde suç hep 'gelenekçi müslümanların' üzerine kalıyor. Yani mesela; Ali Bardakoğlu gibi birisi çıkıyor, "Dindarlığı şartlarımıza göre sorgulayıp düzenleyebiliriz!" diyor. Veya Emre Dorman diye birisi çıkıyor, "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" diye racon kesiyor. Yahut İslamoğlu gibi bir başkası ortaya atılarak, mevcut İslam'ı 'uydurulmuş din' diye tezyif ediyor. Veyahut Caner Taslaman gibi bir başka seküler din âlimimiz(!) "Gelenekçilikten kurtulmak lazım!" gibilerinden aforizmik laflar ediyor... Ancak bütün bunları sinenize çekmeyip cevap sadedinde birşeyler söylediğinizde; yalnız siz, evet siz, İslam'ın uhuvvetine zarar vermiş oluyorsunuz.
Neden? Çünkü o insanlar Kur'an'a hizmet ediyorlar. Fakat peki ya onlardan öncekiler? (Öyle ya, zaman ve din Emre Dorman'la başlamadı.) Cümle sahabe, tabiin, tebe-i tabiin, asfiya, evliya, hukema, muhakkik, ulema... Onların savunulmaya hakkı yok mu? Onları sevenlerin tek hakkı suskun ezikler olup hatalarını kabul etmek mi? Tek ayak üstünde durup dudaklarını büzmek mi bu zamanın müslümanlarına düşen vazife? Bu ilahiyat Zeuslarının, Areslerinin, Heralarının huzurunda ellerimiz önümüze bağlı suspus mu durmalıyız? İtiraza mecal yok mu? Başka bir hürriyet tarifi yok mudur Kur'an müslümanlarının kendileri gibi düşünmeyenlere dair? Efendim, ben çok araştırdım, olmadığına kanaat getirdim. Bu insanlara 'katılmak' dışında yapacağız her iş, biraz daha 'uydurulmuş din'e mensup olmak, biraz daha şirke düşmek, biraz daha ehl-i sünnetçilik yapmak (Senai Demirci abi öyle mi diyordu), biraz daha taassuba takılmak... Sözde fikir özgürlüğüne âşık bu zümrenin kendisine yapılacak eleştiriye dayanabilirliği yok. Tahammülü hiç yok. Öfke veya alaycılıktan başka güçleri de yok. Cevapları hep bu sadetten oluyor.
Bu meseleyi iki açıdan ele almak istiyorum: Birincisi; bu insanların, uhuvvet-i İslamiyeyi zamandan kopuk ele almaları. İkincisi; bu insanların, ortaya çıkardıkları 'kafama göre din' anlayışıyla kardeşliği asıl bombalayan oldukları... Birincisinden başlayalım. Ehl-i sünnet çizgisini müdafaaa edenlerin (ki bu müdafaalar sapkın fırkalara karşı İslam tarihi boyunca hep oldu) bugünün müslümanları arasında uhuvvete zarar verdikleri itirazı, öncelikle geçmişe 'yok olmuş' muamelesi yapmakla istikametini kaybediyor. Hayatı siyasetten ve seküler çizgiden okumaya müptela olan bu kesimin, dini ve dindarları da bugünden/andan ibaret görmesi şaşırtıcı değil. (Nazarları seküler etkilenmişlik içinde.) Yani yaptıkları haksız saldırılarla suçladıkları bütün bir İslamî mirası ve bu mirasın taşıyıcısı olan ümmetin medar-ı iftiharı isimleri ve o isimlerin izinden giden ümmetin ta kendisini 'sapkınlıkla' itham ettiklerinin farkında değiller(miş gibi yapıyorlar).
Biraz daha açalım: Mesela ben Emre Dorman'ın "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" saçmalığını kabul edersem (ki hadisin vahye değil 'peygamber sözüne' denildiğini de biliyoruz) şimdiye kadar yaşayan bütün müslümanları, o hadislerle amel edip/yaşamakla sapkınlığa düşmüş sayıyor olmayacak mıyım? Veya İslamoğlu'nun sözlerini sükûtumla tasdik ederek, bugüne kadar yaşanmış İslam'ı 'uydurulmuş din' sayarsam, zamana yayılmış müminlerin kardeşliğine zarar vermiş olmayacak mıyım? Yahut Caner Taslaman'a uyup 'gelenekçilik yapmayı bırakmak' yoluna girersem; bu, dolaylı yoldan, gelenek dediği İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarının yanlışlığına bir ima olmaz mı? Bu abiler, bu tarz büyük kelamlar etmenin dolaylı veya doğrudan İslam'ı ve müslümanları suçlamak anlamına geldiğini düşünmüyorlar. Veya kurnazlar, ki ben buna inanıyorum, yaptıkları imaların tepki çekmemesini müslümanların saflığa varan hüsnüzannından umuyorlar. Eleştirenlerin başına da 'kardeşliği' sopa gibi kaldırıyorlar. Halbuki sormak lazım: Aga, kardeşlik yalnız bu anda mı yaşanıyor İslam'ın itikadına göre? Bediüzzaman'ın ifadesiyle mazinin 'nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu' düşünmüyor mu zevat? Cennette yine buluşacağımıza inanmıyorlar mı?
İkinci eleştirim ise gittikleri yolun vereceği meyveye dair. Bu insanlar, sünnetin zırhını yıkarak Kur'an'ı manevî tahrife uğratmayı ittihada vesile sayıyorlar. Hatta mezhepleri, tarikatleri, ekolleri, usûlleri dahi ağızlarının kenarıyla İslam'daki ittihadın/birliğin candüşmanları gibi resmediyorlar. Siyasetteki kara tabloyu bu mirasa yüklüyorlar. Halbuki hem sünnetin, hem mezheplerin, hem tarikatlerin amacı dağıtmak veya dağılmak değil birliktir. Yani müminlerin amellerinde, marifetlerinde, Kur'an'ı yorumlamalarında bir birliğe/tevhide ulaşmalarını sağlamaktır. Asıl yıkım ise bu tarz birleştiricileri yıktığınız zaman yaşanır.
İslamoğlu'na göre bir Kur'an/din, Taslaman'a göre bir Kur'an/din, Dorman'a göre bir Kur'an/din, Öztürk'e göre bir Kur'an/din, Bayındır'a göre bir Kur'an/din... Hadisin, icmaın veya kıyasın (yani tastamam geleneğin) bağlayıcılığı olmadan, Kur'an metinleriyle bir seküler mürekkep yalamışın hevası karşı karşıya kalırsa sonuç ne olur? Ben söyleyeyim: İnsan sayısınca din olur. Allah'ın kullarını bir itikada, bir marifete, bir nizama, ittihada çağırmak için gönderdiği Kur'an; bilakis amacının aksine hizmet etmeye başlar. İnsan sayısınca Kur'an yorumu ve o yorumlardan elde edilmiş sürüsüne bereket din anlayışıyla gayrı uhuvvet-i İslamiyeyi sağla sağlayabilirsen. Bugün İslam coğrafyasında en çok şiddet üreten kesimlerin mezhepsizliği/tarikatsizliği savunanlar içinden çıktığını görmek bizi ikna etmeye yeter/yetmeli... Bediüzzaman'ın da, sünnetin önemine vurgu yaptığı metinlerde, 'çok yollar arasında kalıncak bir şaşkınlığa' dikkat çekmesi ehemmiyetli değil mi?
"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır. Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur..." İşte biz modern zamanın Firavunlarına karşı, onların müminleri 'şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye' haline getirmelerine karşı direniyoruz. Çünkü bu işin meyvesi, şu an farkedilmese de, pek acı olacak... Yorumda sünnetin nurlu ittihadını yitirenler, bugün kolaylıkla ehl-i sünneti tekfire gidebiliyorsa, yarın kafanızı kesmekten de teberri etmezler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...