Coetzee Yavaş Adam'ında der ki: "Sevilmenin de bir bedeli vardır, tamamen vicdansız değilsek." Bu cümleyi okuduğumdan beri 'sevilmenin bedelini' düşünüyorum. Sonra hafızam yine mürşidimin cümlelerini getirip avucuma koyuyor: "Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni'ine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?" Bu sorgulamada Coetzee'nin cümlesini iki farklı yönden okuyorum. Bunlardan birincisi Zülcemal'in kendisini sevdirişini hatırlatıyor.
Nereden başlasam? Bu sevgiye dair okumalar katman katman. Tanımı gereği hiçbirşeye muhtaç olmayan bir ilahın (ilah zaten ancak böyle olur) yaratışı dahi bir sevginin ifadesidir. O, hâşâ, yaratmaya muhtaç olduğu için değil, lütfetmek kemalinin parçası olduğu için yaratır. Mahlukatı da bu hikmetle yaratmıştır. Onlara varolmayı, hiç borçlu olmadığı halde, kereminden tattırmıştır. Sonra? Sonrası ilave olan nakışları. Bir düşünsene arkadaşım: Varolan hiçbirşey bu kadar güzel olmaya muhtaç değil aslında.
Çam ağacına yaşatmak için kozalağı yeterken şeftaliye neden yetmiyor? Neden üzerine görünüşü-kokusu-tadı ayrı ayrı hoş, ayrı ayrı can çeker, ayrı ayrı tebessüm eder giysiler giydiriliyor? Dikenler tohumlarını yaymaktan aciz değilken; hatta bağı-bahçeyi, dağı-vadiyi dolanmada en başarılı bitkilerden birisi iken diken, gül neden bu kadar zahmetle güzelleşmeyi seçiyor? Ona yeten buna neden yetmiyor? Neden ziyadeleşiyor? Bu yetmeyişlerden de bir süsleme seçilmez mi? Bu süslemelerden bir kerem sezilmez mi? Bu keremde bir sevginin nakışları yok mudur? Ona bakıp sevildiğini anlasan çok mudur?
Her sabah kapında bir demet çiçek bulsan 'gizli bir sevdiğin' olduğuna kesinkes iman edersin. Fakat her bahar, hiç mecbur olmadıkları halde, türlü türlü süslenip gelmiş, hem de buketlere sığmaz çiçekleri görüyor da sana bir sevgi duyulduğuna ihtimal vermiyorsun. "Sevilmesem seveceklerim olmazdı!" diyemiyorsun. Çünkü görmemeyi alışkanlık edindin. Bedel korkusu gözlerini kör etti. Başka tarafa bakmaktan görüşün köreldi. Bir kem alışkanlığı kırmak inatçı bir farkındalığa sahip olmakla mümkündür. Buna çalışmalısın.
Sadece bu mu? Değil elbette. Farkedilenler kadar farketmek de bir nimet. Hatta farkedebilme yeteneği farkedilenlerden önceki nimet. Koku alma duyun kokulardan önce bağışlanmış bir hediye. Leyla'dan önce kalbinde Mecnun'luk istidadı yaratıldı. Bu da bir sevgi ifadesi. Bu da bir iltifat. Eğer vicdansız değilsen bunun da sana yüklediği bir bedel var. Teşekkür etmek insaniyetinin bir parçasıdır. İnsanı hayvandan ayırır. Hayvanlar teşekkür etmez. Sen, velev ki dilegelmesin, yüreğinde buna ihtiyaç hissedersin. Çünkü vicdan denilen zişuur fıtratın 'yaratılışının bunun üzerine olduğunu' sezer. İnsan teşekkür eder çünkü 'sevilmenin de bedel istediğini' bilir. Bu yüzden belki de kişioğlu/kızı bedel ödemek istemediklerinin sevgisinden rahatsız olur. Her güzel sevmediğinin nazarından sıkılır. Kaçar. Aslında karşılığından kaçar.
Bu meselenin birinci tarafıydı. İkincisini de söz verdik. Onu da konuşalım: İşte insan da bu kadar 'sevilme farkındalığı' ile dolunca Allah'ını sevmeden yapamıyor. Öyle-böyle kalbinde kime edeceğini şaşırdığı bir teşekkür hissi ile doluyor. Peki bizim bu sevişimizin de Cenab-ı Hakkın Rahmet arşına dokunur bir yanı yok mu? Sen aciz bir beşerken sevgiye karşılık vermek gerektiğini bilirsin. Kudreti herşeye yeten Mevlan bunu bilmez mi? Senin yapılmakla kemal bulunduğunu sezdiğin şeyi, yani sevgiye karşılık vermeyi, sevilmenin bedelini ödemeyi, değil mecburiyeti olmadan ama kemalinin gereği olarak, yerine getirmez mi? Bunu anladınsa, gözün aydın, kalbinden cennete yolu araladın. Çünkü mürşidim de metnini devamında şöyle diyor:
"Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir. Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekàda ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ."
Arkadaşım, formül basit aslında, aklında tutman gereken sadece birkaç cümle var: 1) Sevilmenin de bir karşılığı var. 2) Sen sevilmenin kadr u kıymetini bilmekte Allah'ı geçemezsin. 3) Hem karşılığını vermede de Allah'tan ileriye gidemezsin. Bir fincan kahveye kırk yıl hatır biçen aklın şuna da uyanmalı: Rabb-i Rahim bizim sınırlarımızdan yücedir. Dilerse, ki vaadetmiştir, onu andığımız bir ömre karşılık sonsuzluk verebilir. Bizim fincan hesabına hapı yutturabilir. Onun için ahireti yaratmak senin için teşekkür etmekten daha güç değildir. Üstelik kahveyi yine sen içeceksin. Yalnız zikri-fikri-şükrü unutma.
Yavaş Adam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yavaş Adam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Ekim 2019 Pazartesi
24 Mayıs 2017 Çarşamba
Konu sen değilsin
Parıltı ne de çabuk ölüyor. Kelebeklerden bile çabuk. Belki de varlık sahasında gördüğümüz ölümlerin en çabuğu. Birşey, bir an parıldıyor, sonra o parlaklığı yokoluyor. Tamam, bu, o şeyin büsbütün öldüğü anlamına gelmiyor her zaman, fakat yine de bir yanıyla ölüm bu. Değişim de bir tür ölümdür. Öncekinin ölüp sonrakinin dirilişidir. Bu bir haşirdir. Ânın ahiretidir sonrası. İnsan yarını da yaşayabilen bir dündür. Fakat dünü, ne bugününün, ne de yarınının aynısıdır. Değiştiği zaman da onda birşeyler ölmüş oluyor. Öncekini öldürüp-defnedip sonrakine dönüşmüş-yeşermiş oluyor.
Parlaklık, biraz da bu nedenle, varlıkta en sık ve açık şahit olduğumuz gidişlerden birisi. Her parlayan şey solar. Her canlı renk matlaşır. Her ışıldayan söner. Herşey ilk halinden taviz vere vere son halini bulur. Eksilirken olgunlaşır. Daha azı olmakla daha fazlası olur. Heyecanlar diner. Sıcaklar soğur. Hevesler körelir. Arzular azalır. Ateşler söner. Acı bile alışkanlık olur. Elbette, yıldızların doğup sönüşüne şahit olmak, şu kısacık ömürlerimizle mümkün değil. Fakat bir su kabarcığında yansıyan güneşin, o minicik şirin pırıltının, o yepyeni heyecanın sönüp gittiğini görmek pek kolay. Hatta pek sık. Belki biraz da bu yüzden, mürşidim, fena ile ilgili verdiği derslerin çoğunda onu misal olarak kullanıyor:
"Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin bekà ve devamına şehadet ederler..."
Demek: Bizdeki değişimler de 'değişmeyenin' delilidir. Biz çiçek gibi solarız ki hiç solmayan bilinsin. Gözler onu arasın. Kalpler onu arzulasın. Bizde varolan güzelliklerin gelip geçiciliği, fakat güzelliğin kalıcılığı, biz onu yitirirken başka güzellerin yüzlerinde hayatını neşeyle devam ettirebilmesi, enerjisini bizden almadığını gösterir. Ateşli bir alna konulmak için suya batırılan bezler, ıslaklıklarını zamanla yitirirler, fakat su ıslatıcılığını yitirmez. Bezlerin değişmesi, ıslanıp kuruması, batırılıp çıkarılması, suyun ıslatılıcılığına zarar vermez. Islaklar kurumamak için suya muhtaçtırlar amma su ıslak kalmak için onlara muhtaç değildir. Çünkü şunların ıslaklığı 'arızî'ye suyun ki ise 'zatî'ye misaldir.
J. M. Coetzee Yavaş Adam'da diyor ki: "Eski bir oyun hamuru. Kiremit kırmızısı, yaprak yeşili, gök mavisi hamurlar içiçe geçmiş, donuk mora dönüşmüşler. Neden parlaklıklar donuklaşıyor da donukluklar parlaklaşmıyor, diye merak ediyor. Kırmızının, mavinin ve yeşilin morluktan yumurtadan çıkarcasına çıkmaları, geri gelmeleri için ne yapmalı?"
Yine benzer bir tefekküre de Lydia Millet'ın Benim Mutlu Hayatım'ında rastlıyoruz: "Gitgide görünmez olduğumu farketmiştim. Daha doğrusu yarı saydam olduğumu. Bu hadiseyi izlemek ilginçti. Yaşlandıkça erkeklerin gözüne daha az battığımı gözlemlemiştim yakın zamanda. İnsanın yüzü bir kuşun tüyleriyle aynı görevi görüyor gibi geliyordu bana. İnsanlar gençken muhteşem oluyor ama sonra solmaya başlıyor. Böylece yaşlandıkça görünürlükleri azalıyor insanların. En azından daha genç olanlarına kıyasla. Cilt kırışınca düzlemler ışığı eskisi gibi hemen yansıtmıyor ve yüzün parlaklığı azalıyor."
Dr. Strange filminde Tilda Swinson ile Benedict Cumberbatch'in aralarında geçen diyaloğu ders almamız için belki de bu yitirişler: "- Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor. - Neymiş o? - Konu sen değilsin."
Evet, konu biz değiliz, konu biz olmadığımız için vurgu üzerimizde fazla oyalanmıyor. Bir ve, bir da, bir ile, bir ki kadar varız bu cümlede. Daha büyük birşeye işaret etmek için varız. O büyük anlam kainat çapında haykırılırken, her nasıl oluyorsa, ses bize de uğruyor, bizim varlığımız da dillendiriliyor.
Biz de parlıyoruz. Biz de güzelleşiyoruz. Biz de yaşıyoruz. Gülüyoruz, koşuyoruz, seviyoruz ve arzuluyoruz. Sonra cümle anlam için ve anlam içinde akmaya devam ederken ses bizi ağır ağır terkediyor. Zayıflıyoruz. Parlaklığımız azalıyor. Gözden düşüyoruz. Çünkü konu biz değiliz. Konu bizim üzerimizden yine bize anlatılan bir güzellik. Biz duyulmaz olacağız ki cümle hecemizde takılıp kalmasın. Bütün güzelliğiyle kurulmaya devam etsin. Kendi parlaklığımızdan güneşin güzelliği ile vazgeçiyoruz. Çünkü o güzel yansımalarından daha güzel.
Yitirdiklerinle belki böyle düşünerek barışabilirsin arkadaşım. Yitirdiklerini yitirmeseydin yalnız kendin olarak kalacaktın. Küçük bir çıra ateşi gibi yanacaktın. Çıranı ocağa atmakla daha büyük bir ateşin parçası oldun. Yandın. Yaktın. Yakıldın. O ateş hiç sönmeyecek. O sönmedikçe sen de sönmezsin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...