Sevilmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sevilmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ekim 2019 Pazartesi

Sevilmenin de bir bedeli vardır

Coetzee Yavaş Adam'ında der ki: "Sevilmenin de bir bedeli vardır, tamamen vicdansız değilsek." Bu cümleyi okuduğumdan beri 'sevilmenin bedelini' düşünüyorum. Sonra hafızam yine mürşidimin cümlelerini getirip avucuma koyuyor: "Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni'ine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?" Bu sorgulamada Coetzee'nin cümlesini iki farklı yönden okuyorum. Bunlardan birincisi Zülcemal'in kendisini sevdirişini hatırlatıyor.

Nereden başlasam? Bu sevgiye dair okumalar katman katman. Tanımı gereği hiçbirşeye muhtaç olmayan bir ilahın (ilah zaten ancak böyle olur) yaratışı dahi bir sevginin ifadesidir. O, hâşâ, yaratmaya muhtaç olduğu için değil, lütfetmek kemalinin parçası olduğu için yaratır. Mahlukatı da bu hikmetle yaratmıştır. Onlara varolmayı, hiç borçlu olmadığı halde, kereminden tattırmıştır. Sonra? Sonrası ilave olan nakışları. Bir düşünsene arkadaşım: Varolan hiçbirşey bu kadar güzel olmaya muhtaç değil aslında.

Çam ağacına yaşatmak için kozalağı yeterken şeftaliye neden yetmiyor? Neden üzerine görünüşü-kokusu-tadı ayrı ayrı hoş, ayrı ayrı can çeker, ayrı ayrı tebessüm eder giysiler giydiriliyor? Dikenler tohumlarını yaymaktan aciz değilken; hatta bağı-bahçeyi, dağı-vadiyi dolanmada en başarılı bitkilerden birisi iken diken, gül neden bu kadar zahmetle güzelleşmeyi seçiyor? Ona yeten buna neden yetmiyor? Neden ziyadeleşiyor? Bu yetmeyişlerden de bir süsleme seçilmez mi? Bu süslemelerden bir kerem sezilmez mi? Bu keremde bir sevginin nakışları yok mudur? Ona bakıp sevildiğini anlasan çok mudur?

Her sabah kapında bir demet çiçek bulsan 'gizli bir sevdiğin' olduğuna kesinkes iman edersin. Fakat her bahar, hiç mecbur olmadıkları halde, türlü türlü süslenip gelmiş, hem de buketlere sığmaz çiçekleri görüyor da sana bir sevgi duyulduğuna ihtimal vermiyorsun. "Sevilmesem seveceklerim olmazdı!" diyemiyorsun. Çünkü görmemeyi alışkanlık edindin. Bedel korkusu gözlerini kör etti. Başka tarafa bakmaktan görüşün köreldi. Bir kem alışkanlığı kırmak inatçı bir farkındalığa sahip olmakla mümkündür. Buna çalışmalısın.

Sadece bu mu? Değil elbette. Farkedilenler kadar farketmek de bir nimet. Hatta farkedebilme yeteneği farkedilenlerden önceki nimet. Koku alma duyun kokulardan önce bağışlanmış bir hediye. Leyla'dan önce kalbinde Mecnun'luk istidadı yaratıldı. Bu da bir sevgi ifadesi. Bu da bir iltifat. Eğer vicdansız değilsen bunun da sana yüklediği bir bedel var. Teşekkür etmek insaniyetinin bir parçasıdır. İnsanı hayvandan ayırır. Hayvanlar teşekkür etmez. Sen, velev ki dilegelmesin, yüreğinde buna ihtiyaç hissedersin. Çünkü vicdan denilen zişuur fıtratın 'yaratılışının bunun üzerine olduğunu' sezer. İnsan teşekkür eder çünkü 'sevilmenin de bedel istediğini' bilir. Bu yüzden belki de kişioğlu/kızı bedel ödemek istemediklerinin sevgisinden rahatsız olur. Her güzel sevmediğinin nazarından sıkılır. Kaçar. Aslında karşılığından kaçar.

Bu meselenin birinci tarafıydı. İkincisini de söz verdik. Onu da konuşalım: İşte insan da bu kadar 'sevilme farkındalığı' ile dolunca Allah'ını sevmeden yapamıyor. Öyle-böyle kalbinde kime edeceğini şaşırdığı bir teşekkür hissi ile doluyor. Peki bizim bu sevişimizin de Cenab-ı Hakkın Rahmet arşına dokunur bir yanı yok mu? Sen aciz bir beşerken sevgiye karşılık vermek gerektiğini bilirsin. Kudreti herşeye yeten Mevlan bunu bilmez mi? Senin yapılmakla kemal bulunduğunu sezdiğin şeyi, yani sevgiye karşılık vermeyi, sevilmenin bedelini ödemeyi, değil mecburiyeti olmadan ama kemalinin gereği olarak, yerine getirmez mi? Bunu anladınsa, gözün aydın, kalbinden cennete yolu araladın. Çünkü mürşidim de metnini devamında şöyle diyor:

"Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir. Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekàda ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ."

Arkadaşım, formül basit aslında, aklında tutman gereken sadece birkaç cümle var: 1) Sevilmenin de bir karşılığı var. 2) Sen sevilmenin kadr u kıymetini bilmekte Allah'ı geçemezsin. 3) Hem karşılığını vermede de Allah'tan ileriye gidemezsin. Bir fincan kahveye kırk yıl hatır biçen aklın şuna da uyanmalı: Rabb-i Rahim bizim sınırlarımızdan yücedir. Dilerse, ki vaadetmiştir, onu andığımız bir ömre karşılık sonsuzluk verebilir. Bizim fincan hesabına hapı yutturabilir. Onun için ahireti yaratmak senin için teşekkür etmekten daha güç değildir. Üstelik kahveyi yine sen içeceksin. Yalnız zikri-fikri-şükrü unutma.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevilmek neden iyi gelir?

Ötekilerin tesiri geçicidir. Şunların tesiri değiştiricidir. Hakverdiğim şeyler beni daha kesin bir şekilde etkiler. Çünkü değiştirirler. Ben son zamanlarda böyle düşünüyorum: Birşeyin bizi değiştireceğini 'ona hakvermemizden' anlarız. İçimizdeki çığırtkan amigosu, söylenilenin bizdeki bir açlığa karşılık geldiğini ve muhtemelen uzun bir süre kursağımızda kalacağını, heyecanıyla ve onla meşguliyetiyle haber verir. Yaşanılan, yaşamaktan memnun kalmadığımız birşey de olsa, eğer bizi değiştirecekse, ona içimizde bir yerde hakveririz. Bize yaşattığı şeyin bir parçasını üzerimize alınırız. Alınmadığımız hiçbirşey bizi değiştirmez.

Kitabın da beni en çok etkileyen, dolayısıyla hakverdiğim, cümlesiydi. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da, diyordu ki: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Ben de bu cümlenin bir açlığımı doyurduğunu hissettim. İçimdeki bir taşın yerine oturduğunu sessizce işittim. Bu huzurun bende daha uzun konaklamasını istedim. His gibi gelip geçen birşey olmaması için aklımla peşine düştüm. Sezilen 'bazen'dir bilinen 'herzaman'dır. Tefekkür sezilenin 'bilinen' kılınmasıdır. Bir sezgi avıdır. Kafesinizdeki kuş göktekinden daha uzun bir süre sizin olur. Hangi şartlarda tekrar ettiği bilinen 'kanun-fiil' size 'tesadüf-fiil'lerden daha çok eşlik eder. Birşeyin nizamının kavranması, bir açıdan, tekrarının sağlama alınmasıdır. Tefekkür de ibadetleri sağlama alır.

Sadede dönelim: Bu neden böyle oluyordu? İnsan kendi kemaline neden yalnızca kendisi inanarak mutlu olmuyordu? Kendisine inanmıyor muydu? Kendi şahitliği benliğine yetmiyor muydu? Mutlaka bununla ilgili tarafları vardı. İslam hukukunda, çoğu meselede, birşeyin isbatı için 'iki şahit' gerekirdi. Demek insanın tek kaldığında güvenilmez bir yanı da vardı. Öyle ki, kendisinin sevilecek birisi olduğu konusunda bile, ötekisinin şahitliğine açlık duyuyordu.

Sonra bunu, Kur'an'da, Cenab-ı Hakkın kendisinin şahitliğini dile getirdiği ayetlerle birlikte düşündüm. Allah'ın 'şahit olarak yettiğini' haber verdiği her yerde aslında bu açlığıma bir şifa bulunduğunu farkettim. Kulların takdiri bana sırtını döndüğünde, yaptığımın doğru olduğuna hâlâ inanabilmek için, Rabbim bana kendisini hatırlatıyordu. Bu ilacı da yarama çaldım. 'Elhamdülillah' dedim. Fakat durmadım. Yoluma devam ettim.

Mustafa Ulusoy abinin Aynalar Koridorunda Aşk'ta dile getirdiği 'başkalarının kalbinde varolma' sırrı geldi hatırıma. Diyordu ki orada Mustafa abi: "Erkek arkadaşının kalbinde bir yerinin olması, onda varolma duygusu uyandırmıştı. Aşkla sanki yeniden hayat bulmuştu. Aşkla sanki kendini, varlığını kazanmıştı. Önceden hissedemediği kendini hissetmeye, dokunamadığı hayata dokunmaya başlamıştı. Ayakları yerden kesilmişti, uçuyordu. 'O beni seviyor anne, seviyor! Anlıyor musun, beni seviyor!'"

Demek: Şahit olunmak da bir çeşit varlık. İnsan nasıl konuşarak, yazarak, savaşarak, soluyarak, büyüyerek, tadarak, hareket ederek, üreterek varoluyorsa şahit olundukça da varoluyor. Ve bize şahit olunması, aslında, bir kişinin kalbinde daha varolmamız. Orijinalinden hariç bir beden daha kazanmamız. Bir aynaya daha sahip olma. Bir kalpçik genişlik daha kazanma. Evimize bir oda eklenmiş gibi. Varlığımızın arttığını hissediyoruz bu şahitliklerle. Doğrulandıkça başka kalplerde 'hakverilmiş' bedenler kazanıyoruz. Yalanlandıkça bu bedenler yitiriliyor. Küsüldükçe bizi rahatsız eden acı bundan. Varlığımızın eksildiğini hissediyoruz. Bu bize yokoluşu çağrıştırıyor. Yokolmaktan korkuyoruz.

Sonra bir kapı daha açıldı içimde. "Güzel şeyleri anmak insanı neden mutlu eder?" diye düşündüm. Şöyle bir kanaate vardım en nihayet: Andığımız şeylere de bir dahlimiz var. Şahit olduğumuz hiçbir parça büsbütün ötemizde değil. Şahitlik bir nevi varoluş akrabalığı. Bir şekilde dahil olduğumuzu hissettiğimiz güzellikleri anmak bize kendimizi iyi hissettiriyor. Çocukluğumuzun güzel anıları, okul yılları, ilk aşkımız veya ilk kitabımız... Bütün bu güzelliklerde anmakla yüreğimizde tazelenen şey, aslında, varlığına (şahit olmakla olsun) dahil olduğumuz şeyin güzelliğinin bize de bulaşması. Mürşidim şöyle diyor bir yerde:

"İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir. İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır."

Duha sûresinde "Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!" denilerek haber verilen tahdis-i nimet hakikati, Bediüzzaman'ın bize izah ettiği tarafıyla, böyledir. Bu şunu da haber verir sanki bize: Biz, sadece elimizden çıkanlarla (bütüne sahip olduklarımızla) değil, üzerimizden gerçekleşen güzelliklerle de (parçası olduklarımızla da) mutlu oluruz. Hem bu meselenin şöyle bir tarafı da var: Elimizden çıkanlar da hakikatte üzerimizden geçenlerdir. İnsanın gücü fiil yaratmaya yetmez. Amma iradesi bir fiilin parçası olmaya yeter. Demek: Her mutluluğumuzun özünde bir güzelliğe dahil edilmenin/olmanın sevinci var.

Buradan da zikrullahın kalpte yarattığı hoşnutluğa ve Kur'an'daki "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" sırrına bir kapı buldum. Galiba Allah'ı anmakla bizi mutlu eden şey de, aslında, sonsuz güzellikteki yaratışının bir parçası olduğumuzu hissetmekle yaşadığımız sevinç. Onu anmakla mü'minlerin zevklenmesi, kalplerinin coşkuya gelmesi, en avamımızın bile adının sıkça anıldığı yerlerde huzur bulması böyle bir derinlikten kaynaklanıyor.

Bu şekilde kendi güzelliğimize de inanıyoruz. Bu tekrarla buna imanımızı da hatırlıyoruz. Fakat şu noktaya ayrıca dikkat: Biz 'bizzat olarak' değil 'bir güzelliğin parçası olarak' güzeliz. Dair olmakla güzeliz. Dolayısıyla güzeliz. Çünkü bizi o yarattı. Bizi güzel esmasının tecellileriyle kuşattı. Yaratmasıyla ve kuşatmasıyla güzeliz. Hem yaratması ve kuşatması ilgisinin delili. İlgisi de sevgisinin delili. Zikri ile meşgul olunca bu yüzden mutlu oluyoruz. Hem kendimizi sevmeye başlıyoruz. Hayatımızdan razı oluyoruz. Huzur buluyoruz. Çünkü farkediyoruz: Birisi bizi çok seviyor.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Zayıflığımız kurtuluşumuzdur

"Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'dan...

Geçenlerde kederli bir dostumu güldürdüm. Bu ona da bana da çok iyi geldi. Birisine iyilik yapmak bizi de iyileştiriyor. Nasıl açıklanır? Galiba ötekimiz de aslında berikimiz. Yani öteki saydıklarımız da aslında bizim parçamız. Birisi bizi değerli bulduğunda biz de kendimizi değerli buluyoruz. Rum sûresi 21'de hatırlatılan 'kendisinde sükûn bulduğumuz eşler' hakikati bu. Birisi bizi sevmeye başladığında biz de kendimizi seviyoruz. Yani ötekini hakikatimizin delili sayıyoruz. Sakinleşiyoruz. 'Acaba'larımız azalıyor. Varoluşun hakkını verip vermediğimizle ilgili tereddütler eksiliyor. Bu halimiz bile yalnız (ve yalnızlık için) yaratılmadığımızı gösteriyor. Eğer ötekiler tarafından güzel bulunduğunda gönlüne bir güzellik geliyorsa "Onlar senin o kadar da ötekin değil!" demektir.

Tevhidin bir delili say bu söylediklerimi. Tek tek ve tesadüfen varolmuş olsaydık birbirimize bu kadar aldırmazdık. Hem aldırışımız hem alınganlığımız bir bütün oluşumuzdan. Ancak bir bütünün parçası olanlar birbirlerinden etkilenirler. Çünkü 'etkilenmek' de bir çeşit bağlanıştır. Bağlanış bütünün parçaya "Bana aitsin!" çağrısıdır. Sevdiklerin yüzünü astığında senin de dünyada bir kar yağar. Tıpkı parmağına değen iğnenin yüzünü ekşitmesi gibi.

Allah bizi bütüne en sıkı kalbimizden bağlamış. Kalbimiz bir düğüm. Tevhidî bir düğüm. O kadar çok his/bağ var ki orada! Sanki bütün âlemle ilgisi var eylemlerimizin. Ve âlemde eylenen herşeyin bize bir dahli var. Duyularımız bir bağ ise duygularımız bin bağ. Güzel olan herşeyi seviyoruz. Çirkin olan herşeyden tiksiniyoruz. Zararlı herşeyden korkuyoruz. Faydalı herşeyi arzuluyoruz. Tevhidî bütünlük bizi kalp düğümümüzden sıkıca yakalamış. Çağırıyor. "Bana aitsin!" diyor. Ait olmak güzel. Ancak etkileniyor olmak?

Bütün çok ağır. Etkilenmek eziyor bizi. Korunmanın tek yolu bencilleşmek gibi. Biz'in ben'i ezmesine karşı bulabildiğimiz tek deva. Tam o sırada acizliğimiz yetişiyor imdadımıza. Zayıflığımızı ve güç yetiremezliğimizi kabul ettikçe yükümüzü omzumuzdan atıyoruz. Bağlısı olmanın sahip olmak olmadığını farkediyoruz. Bu bağ dizginin ipi değil. Galiba ruhsal sıkıntılarımızın büyük bir kısmı da buradan geliyor. Bu arabanın direksiyonunda mıyız, yoksa arkasında mı? O mu bizi sürüklüyor, yoksa biz mi onu? Yani bu bağlanış kontrol ediş mi, yoksa kontrolüne geçiş mi? Aczini kabul etmeyen direksiyona heves ediyor. Aczini kabul ettikçe insan arabanın arka tarafına doğru ilerliyor. Bediüzzaman'ın 'acz' ve 'fakr'a dair söylediklerini bir de bu açıdan düşünmeni isterim.

13 Kasım 2014 Perşembe

Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir

Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir. Beğenilmek kadar beğenilmemek de... Allah Resulü, dünyaya geldiği dönemde, herkesin sevdiği birisi değildi. O da herkesi sevmiyordu. Şartları vardı. Muhtemelen Ebu Cehil gibiler nefret de ediyordu ondan, ama bu onun 'saygınlığına' halel getirmiyordu. Kafamızı takmamamız lazım bu açıdan sevilmeye veya beğenilmeye. Bunun etrafında dönerken bile, bir açıdan, böyle bir yaramın olduğunu ikrar ettiğim söylenebilir. İnsanî olan her yara bende de bulunur. Zaten yazarken de yapmaya çalıştığım kendi yaralarıma kızgın bıçak sokmak. İçindeki kurşunu çıkarmazsan, o yara iyi olmuyor. Üstüne sargı bezini geçirip görmezden gelmekle kurşun yarası iyileşmez.

Bizde, her nedense, Allah Resulünü tek yönlü görme hastalığı var. Yani Allah Resulü hep sevilmiş, beğenilmiş gibi. Hiç kızmamış veya soğuk bakmamış gibi. Bizi de 'Allah'ın sevmediği insanların karşısında bile' bükülmeye zorlayan hastalıklı bir algı bu. Böylesi insanlar, işlerini güçlerini, sevgi pıtırcığı gibi, herkesin suyuna gitmek, her nabza göre şerbet vermek, ilkelerle değil ilişkilerle âbâd olmak biliyorlar.

Bence müslümanlık bu değil. Müslümanlık, sevenlerin kadar sevmeyenlerinin de olduğu, hoşgördüklerin kadar hoşgörmediklerinle de karşılaştığın bir düzlemde yaşanır. Emr-i bi'l-maruf ile nehy-i ani'l-münker böyle bir yaşantının iki yanıdır. Ancak bizde nehyi yaparken hep bir tereddüt var. "Ya küserse bana?" Biraz daha kollektifi ise şöyle oluyor: "Kardeş, yaptığın uhuvvete aykırı!" Bana böylesi serzenişlerde bulunanlara şöylesi sitemlerde bulunuyorum: "Siz, Allah Resulünün, bir sahabisini yanlışta görüp de 'Uhuvvete zarar gelir' diye onu uyarmadığını duydunuz mu?" Aksine; kardeşliğin pek vefa görmeyen bir başka cinsi de, yanlışta gördüğün insana 'orada olduğunu' hissettirmektir.

Biz şu an ihsan makamını, insanlar nazarında bir ihsan olarak yaşıyoruz. Evet, 'Allah'ı görür gibi yaşamak' olarak Efendimiz aleyhissalatu vesselamca tarif edilen ihsan, bizim için, Onun gözünde değil, insanların gözünde yaşanılan bir ihsana dönüşmüş. "İnsanlar ne der?" daha önemli bizde. Bu normalleştirmeyi yapan da teveccüh-i nas'ı Allah'ın rızasının bir belirtisi saymamız. Allah'ın rızasının 'büyük inkişafların' tek kaynağı olduğunu düşünüyoruz. Halbuki bazen istidraç da olabilir böyle şeyler. Bediüzzaman bizi uyarıyor. Muvaffakiyet yalnız başına ihlasın delili değildir. Rıza garantisi vermez. İstikametten büyük keramet yoktur. Bazen Allah, yanlışta gördüğü kulunun önünde de dünyanın işlerini kolaylaştırır. Bu onu kazanmak için değildir, daha fazla batmasını sağlamak içindir. Tekrar başa dönersem: Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir. Beğenilmek kadar beğenilmemek de...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...