Aynalar Koridorunda Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aynalar Koridorunda Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2017 Perşembe

Gecelerden korkmadan yürü!

Rahmetli babamdan miras kalan şöyle bir huyum var: Sinirlendiğim zaman ne diyeceğimi şaşırıyorum. Dilim sürçmeye başlıyor. Cümleler beynimde o kadar hızlanıyor ki, dilim, akışı yönetmekte zorlanıyor. Bu nedenle, öfkelendiğim zamanlarda bulunduğum mekanı terketmeyi, kendimle kalabilmeyi, kaçmayı seviyorum. Kimileri vardır, öfkelerini böyle değil de, sürekli bir söylenmeyle tüketirler. Öfkelendikleri insanları zehirleyerek tüketirler. Ben böyle olmak istemiyorum. Kendimi ve kimseyi zehirlemek arzu etmiyorum. Öfkelendiğimde beni öyle yıpratıyor ki, en faydalı şey, onu hemen ardımda bırakmak gibi geliyor. "Kalbimdeki izleri de hemen silinir..." demeyeceğim. Çünkü küsme huyum var. Ancak küsmekle ilgili şöyle birşeyi de keşfettim kendimde: Aynı davranışla canımı tekrar be tekrar yakanlara karşı küsüyorum ben. İlk seferde, tek kerede, bir kusurla küsücülerden değilim. Elhamdülillah.

Bir de yürümek... Küçükken, gündüz olsun-akşam olsun, çok sinirlendiğim zamanlarda kapıyı vurup çıkardım evden. (Babam bunu kapıyı vurmadan yapardı.) Normalde dışarı çıkmaya korkacağım saatler, ki küçük ilçelerin İstanbul gibi aydınlatmaları da yoktur, o öfkeyle dolaşabildiğim zamanlara dönüşürdü. Kimi zaman, maruz kaldığım düşünceler eşliğinde o kadar dalgınlaşırdım ki, ilçenin çıkışına yaklaştığımı farketmezdim. Bu, öfkem geçinceye, ruhum dinginleşinceye kadar sürerdi. Öfkem geçmeye başlayınca bu sefer korkular hücum ederdi. Başıboş köpeklerin sesleri daha çok dikkatimi çekerdi. Karanlıktaki şekiller vehmimle büyürdü. En nihayet kuzu kuzu eve dönerdim. Bazen evdekiler yokluğumun uzunluğundan dolayı endişelenip aramaya çıkarlardı. Bir keresinde de babamın beni bulduğunu hatırlıyorum.

Yürümenin tedavi ediciliğini ilk o zaman farkettim. Bugün de üzerimdeki etkileri çok değişmiş değil. Eskisi kadar öfkeye kapılmıyorum. Ona bile yoruldum. Fakat daraldığım zamanlarda kendimi sokağa atarım. Düz ve kesintisiz yolları tercih ederim. En az bir saat yürümem gerekir kafamdaki dumanın dağılması için. Yürüdükçe iyileşirim. Taşlar yerine oturur. Şifa bulurum.

Bazen de, öfkesiz-daralmasız, kafamdaki konuları/cümleleri düzenlemek için yürümeyi tercih ederim. Nasıl olduğunu bilemem, ama yürürken, hem yeni yazı konuları keşfederim, hem de hakkında yazmak istediğim herhangi bir konu hakkında takip edeceğim yol belirginleşir. Dışımda aldığım mesafe içimde de alınır. Böyle zamanlarda, takdir edeceğiniz üzere, arkadaşla yürümeyi sevmem. Yolda bir arkadaşıma rastlasam huzursuz olurum. Eğer o beni farketmemişse görmezden gelirim. Arkadaş huzurumu böler. Mümkünse kendimi bile unutmam gerekirken yanımda ilgilenilecek başka detaylar taşıyamam. Bu iş böyle yürür.

İsra ve Miraç mucizelerinin yaşanmasının evvelinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın birçok sıkıntı yaşadığı malumdur. Ambargo yılları, hüzün senesi, Taif'te taşlanması... Canımız ona kurban olsun. Böylesi bir dizi gönül kırıklığının ardından gelir İsra ve Miraç. Miracı hepimiz biliyoruz zaten. Peki 'İsra' nedir? İsra, ismini bir sûreye de veren, 'gece yürüyüşü'dür. Miracın öncesinde yaşanan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Mescid-i Aksa'ya yürütülmesidir. Ebubekir Sifil Hoca'nın konuyla ilgili yazılarında okuduklarım hatırımda doğru kaldıysa: Miracın inkârı bid'a'dır. İsra'nın inkârı ise küfürdür. Çünkü İsra hakkında Kur'an'da açık ayet yeralmaktadır: "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."

'Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...' Ayet-i kerimedeki bu ifade, yürümekle aramdaki hukuku düşününce, yüreğimi bir başka ısıtıyor. Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın Mirac-ı Ekber'i, bize, "Namaz mü'minin miracıdır!" hadisinin de haber verdiği gibi, küçüğünün küçüğü sûretlerde lütfediliyor; galiba İsra'sı da böyle lütfediliyor. Yürüdüğümüz zamanlarda biz de içimizdeki/dışımızdaki bazı ayetleri müşahade ediyoruz. Daha zengin farkındalıklara ulaşıyoruz. Resmin bütünü daha bir kendini gösteriyor. Görünenin artması insanı parçalarda boğulmaktan kurtarır. Cenneti fikre çağırmak ölümlerden sadır olan acılarımızı azaltır. Mükafatlarını düşünmek musibetlerden gelen elemi izale eder. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğinde olduğu gibi: Ameliyathane yazısını okuyan içeride kesilene üzülmez. Çünkü resmin bütünü ona söyler ki: Bu kesim 'öldürmek' için değil 'yaşatmak' içindir.

Hem yürümek bizi daralmalarımızdan da kurtarıyor. Tebdil-i mekanda varolan ferahlığı hızlı bir şekilde yaşamış oluyoruz. Her adımda değişen mekanlar. Her mekanda yeni bir ben. Bu değişimler içinde dargınlığımızı bize hatırlatan veya bir anlamda o daralmanın bizimle beraber şahidi olan 'şey'ler de gerimizde kalıyor. Hatırlatıcılar azalırsa hatırlananlar da azalır. Hisler ayakta kalabilmek için sürekli bir tahrike muhtaçtırlar. Yoksa sönerler. Hem de çabuk sönerler. Yürümek de içimizdeki kem hislerin ölmesini sağlıyor. Çünkü uzaklaşıyoruz. O gerilimi yaşadığımız mekandan uzaklaşıyoruz. O nefretin doğduğu şartlardan uzaklaşıyoruz. Ayaklarımızın nasihatiyle ruhumuz da böyle hissediyor. Arkada bıraktığımız hissi kem duygularımızın diriliğini öldürüyor.

Paul Auster Kış Günlüğü'nde diyor ki: "Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriyle, sonra öbür ayak ileriye, kalbin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir..." Mustafa Ulusoy da Aynalar Koridorunda Aşk'ta Kierkegaard'ın bir mektubunda şöyle yazdığını aktarıyordu: "Herşey bir yana, yürüme arzusunu kaybetme; ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir cansıkıcı düşünce bilmiyorum." Başka bir mektubunda ise şöyle diyordu Kierkegaard: "Hayat bir yoldur. O yüzden yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece, hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile. Çünkü yürüyebildiğim sürece, herşeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum." Nietzsche Ağladığında'da ise Irvin D. Yalom Nietzsche'nin dilinden şunları aktarır: "Yazı yazarım, düşünürüm ve arasıra, gözlerim izin verirse, azıcık kitap okurum. Kendimi iyi hissedersem bazen saatlerce yürürüm. Yürürken birşeyler karalarım. En iyi düşüncelerim, en verimli çalışmalarım, bu yürüyüşlerde ortaya çıkar."

Hangi düşünürün hayatına bakılsa 'yürümek'le ilgili bir özel hukuku göze çarpar. Bediüzzaman'ın hatıralarına aşina olan bizler için de onun yürüyüşleri meşhurdur. Tepelere tırmanışı, kırlara çıkışı, yürümekte zorlandığı yaşlarda bile bu âdetini başka şekillerde sürdürmeye devam edişi... Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman'da, daha küçük bir çocukken, abisiyle kavga ettikten sonra, gündüzleri dahi korkuyla yürünen bir yeri gece geçtiği anlatılır. Rusya'daki esaretinden kurtulup İstanbul'a dönüşü de çok uzun bir yürüyüşle olmuştur.

Sanıyorum, hiçbirimiz, Aleyhissalatuvesselamdan miras kalan bu 'İsra'dan kaçamıyoruz. Hepimizin hayatında onun kudsî yolculuğunun izdüşümleri var. Hem bu izdüşümleri irademizle aramalıyız belki de. Ayet-i kerime Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zımmında bizimle de konuşuyor. Dikkat kulağıyla dinleyince sanki diyor: Kendi 'hüzün yılları'ndan, ambargolarından, taşlanmalarından şifa bulmak istiyorsan, yürü. Allah'ın ayetlerinin daha fazlasını görmek ve daha büyük bir resme bakarak rahatlamak istiyorsan, yürü. Yürü ki, içinde de bir yerlere varasın, sen de kendi yaralarından şifa bulasın. İsra'sı olmayanın Mirac'ı da olmaz. Yürü. Gecelerden korkmadan yürü.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevilmek neden iyi gelir?

Ötekilerin tesiri geçicidir. Şunların tesiri değiştiricidir. Hakverdiğim şeyler beni daha kesin bir şekilde etkiler. Çünkü değiştirirler. Ben son zamanlarda böyle düşünüyorum: Birşeyin bizi değiştireceğini 'ona hakvermemizden' anlarız. İçimizdeki çığırtkan amigosu, söylenilenin bizdeki bir açlığa karşılık geldiğini ve muhtemelen uzun bir süre kursağımızda kalacağını, heyecanıyla ve onla meşguliyetiyle haber verir. Yaşanılan, yaşamaktan memnun kalmadığımız birşey de olsa, eğer bizi değiştirecekse, ona içimizde bir yerde hakveririz. Bize yaşattığı şeyin bir parçasını üzerimize alınırız. Alınmadığımız hiçbirşey bizi değiştirmez.

Kitabın da beni en çok etkileyen, dolayısıyla hakverdiğim, cümlesiydi. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da, diyordu ki: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Ben de bu cümlenin bir açlığımı doyurduğunu hissettim. İçimdeki bir taşın yerine oturduğunu sessizce işittim. Bu huzurun bende daha uzun konaklamasını istedim. His gibi gelip geçen birşey olmaması için aklımla peşine düştüm. Sezilen 'bazen'dir bilinen 'herzaman'dır. Tefekkür sezilenin 'bilinen' kılınmasıdır. Bir sezgi avıdır. Kafesinizdeki kuş göktekinden daha uzun bir süre sizin olur. Hangi şartlarda tekrar ettiği bilinen 'kanun-fiil' size 'tesadüf-fiil'lerden daha çok eşlik eder. Birşeyin nizamının kavranması, bir açıdan, tekrarının sağlama alınmasıdır. Tefekkür de ibadetleri sağlama alır.

Sadede dönelim: Bu neden böyle oluyordu? İnsan kendi kemaline neden yalnızca kendisi inanarak mutlu olmuyordu? Kendisine inanmıyor muydu? Kendi şahitliği benliğine yetmiyor muydu? Mutlaka bununla ilgili tarafları vardı. İslam hukukunda, çoğu meselede, birşeyin isbatı için 'iki şahit' gerekirdi. Demek insanın tek kaldığında güvenilmez bir yanı da vardı. Öyle ki, kendisinin sevilecek birisi olduğu konusunda bile, ötekisinin şahitliğine açlık duyuyordu.

Sonra bunu, Kur'an'da, Cenab-ı Hakkın kendisinin şahitliğini dile getirdiği ayetlerle birlikte düşündüm. Allah'ın 'şahit olarak yettiğini' haber verdiği her yerde aslında bu açlığıma bir şifa bulunduğunu farkettim. Kulların takdiri bana sırtını döndüğünde, yaptığımın doğru olduğuna hâlâ inanabilmek için, Rabbim bana kendisini hatırlatıyordu. Bu ilacı da yarama çaldım. 'Elhamdülillah' dedim. Fakat durmadım. Yoluma devam ettim.

Mustafa Ulusoy abinin Aynalar Koridorunda Aşk'ta dile getirdiği 'başkalarının kalbinde varolma' sırrı geldi hatırıma. Diyordu ki orada Mustafa abi: "Erkek arkadaşının kalbinde bir yerinin olması, onda varolma duygusu uyandırmıştı. Aşkla sanki yeniden hayat bulmuştu. Aşkla sanki kendini, varlığını kazanmıştı. Önceden hissedemediği kendini hissetmeye, dokunamadığı hayata dokunmaya başlamıştı. Ayakları yerden kesilmişti, uçuyordu. 'O beni seviyor anne, seviyor! Anlıyor musun, beni seviyor!'"

Demek: Şahit olunmak da bir çeşit varlık. İnsan nasıl konuşarak, yazarak, savaşarak, soluyarak, büyüyerek, tadarak, hareket ederek, üreterek varoluyorsa şahit olundukça da varoluyor. Ve bize şahit olunması, aslında, bir kişinin kalbinde daha varolmamız. Orijinalinden hariç bir beden daha kazanmamız. Bir aynaya daha sahip olma. Bir kalpçik genişlik daha kazanma. Evimize bir oda eklenmiş gibi. Varlığımızın arttığını hissediyoruz bu şahitliklerle. Doğrulandıkça başka kalplerde 'hakverilmiş' bedenler kazanıyoruz. Yalanlandıkça bu bedenler yitiriliyor. Küsüldükçe bizi rahatsız eden acı bundan. Varlığımızın eksildiğini hissediyoruz. Bu bize yokoluşu çağrıştırıyor. Yokolmaktan korkuyoruz.

Sonra bir kapı daha açıldı içimde. "Güzel şeyleri anmak insanı neden mutlu eder?" diye düşündüm. Şöyle bir kanaate vardım en nihayet: Andığımız şeylere de bir dahlimiz var. Şahit olduğumuz hiçbir parça büsbütün ötemizde değil. Şahitlik bir nevi varoluş akrabalığı. Bir şekilde dahil olduğumuzu hissettiğimiz güzellikleri anmak bize kendimizi iyi hissettiriyor. Çocukluğumuzun güzel anıları, okul yılları, ilk aşkımız veya ilk kitabımız... Bütün bu güzelliklerde anmakla yüreğimizde tazelenen şey, aslında, varlığına (şahit olmakla olsun) dahil olduğumuz şeyin güzelliğinin bize de bulaşması. Mürşidim şöyle diyor bir yerde:

"İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir. İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır."

Duha sûresinde "Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!" denilerek haber verilen tahdis-i nimet hakikati, Bediüzzaman'ın bize izah ettiği tarafıyla, böyledir. Bu şunu da haber verir sanki bize: Biz, sadece elimizden çıkanlarla (bütüne sahip olduklarımızla) değil, üzerimizden gerçekleşen güzelliklerle de (parçası olduklarımızla da) mutlu oluruz. Hem bu meselenin şöyle bir tarafı da var: Elimizden çıkanlar da hakikatte üzerimizden geçenlerdir. İnsanın gücü fiil yaratmaya yetmez. Amma iradesi bir fiilin parçası olmaya yeter. Demek: Her mutluluğumuzun özünde bir güzelliğe dahil edilmenin/olmanın sevinci var.

Buradan da zikrullahın kalpte yarattığı hoşnutluğa ve Kur'an'daki "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" sırrına bir kapı buldum. Galiba Allah'ı anmakla bizi mutlu eden şey de, aslında, sonsuz güzellikteki yaratışının bir parçası olduğumuzu hissetmekle yaşadığımız sevinç. Onu anmakla mü'minlerin zevklenmesi, kalplerinin coşkuya gelmesi, en avamımızın bile adının sıkça anıldığı yerlerde huzur bulması böyle bir derinlikten kaynaklanıyor.

Bu şekilde kendi güzelliğimize de inanıyoruz. Bu tekrarla buna imanımızı da hatırlıyoruz. Fakat şu noktaya ayrıca dikkat: Biz 'bizzat olarak' değil 'bir güzelliğin parçası olarak' güzeliz. Dair olmakla güzeliz. Dolayısıyla güzeliz. Çünkü bizi o yarattı. Bizi güzel esmasının tecellileriyle kuşattı. Yaratmasıyla ve kuşatmasıyla güzeliz. Hem yaratması ve kuşatması ilgisinin delili. İlgisi de sevgisinin delili. Zikri ile meşgul olunca bu yüzden mutlu oluyoruz. Hem kendimizi sevmeye başlıyoruz. Hayatımızdan razı oluyoruz. Huzur buluyoruz. Çünkü farkediyoruz: Birisi bizi çok seviyor.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...