Zara'nın ortasından geçer. Bu nedenle yüzmeyi Kızılırmak'ta öğrendim. İddialı değilim. Kendimi kurtarmaya yetecek kadar ancak biliyorum. (Beni yüzerken görenler de aynı kanaattedir.) Bununla birlikte hayat kurtardığım da oldu. Evet. Yine Kızılırmak'ta bir çocuğun hayatını kurtardım. Herhalde çocuk değil de yaşıtım bir genç olsaydı ikimiz de boğulmuş olurduk. Zira boğulma anında her insan bir miktar kafayı yer. Ölüm korkusu varlığını öylesine sarar ki yanındaki en kurtarıcı/dost nesneyi bile basamağı/düşmanı gibi görür. Ya kendisiyle birlikte düştüğü boşluğun içine çeker yahut da kurtarıcısının boğulması pahasına kendisini kurtarır. O an kurbana söz anlatılamaz. Boğulanları kurtarmaya çalışmak bu açıdan epey risklidir.
Ben de çocuğa elimi uzattığımda bir anda ağırlığını sırtımda buldum. Omzuma çıktığı yetmiyormuş gibi boğazımı da sarıyordu. Allah'tan ağırlığı başedilmeyecek gibi değildi. Her neyse. Allah afiyetli ömür versin. Belki de şimdi kendi çocuklarını yüzmeye götürüyordur. Bir zamanlar Kızılırmak her baharda birkaç kurban alırdı. Hatta ismindeki 'kızıl'ın bu kanlı âdetten geldiği söylenirdi. Kurbanları da genelde yaza kadar sabredemeyenler olurdu. Haziran'ı görmeden yumuşamazdı bizimki o vakitler. Şimdi eski şevketi kalmamış diyorlar. Epeydir ben de gitmedim.
Asıl konumuza gelelim: Fizikçi olmamakla birlikte benim de kendime göre bir evren algım var. Özellikle 'tabiat yasaları' diye adlandırılan şeyleri duygularla açıklamayı seviyorum. Bu açıklayış "Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir!" sırrıyla daha kolay bağ kurmamı sağlıyor. Neden? Çünkü, kanaatimce, üzerimizdeki Esmaü'l-Hüsna tecellilerini daha çok duygularımızla içimize buyur ediyoruz. Yahut da şöyle demeli: Bir derece sabit olan ruhumuz, varlığımızın dalgalı yanında meydana gelen değişimleri, ancak duygular vasıtasıyla seziyor. Belki de yine o duygular sayesinde bu değişimlerin sonuçları üzerine kazınıyor. (Akıl bu noktada duyguların 'farkediş aracı' olmaktan fazlası değil.) Ne zaman büyük sarsıntılar yaşasak ruhumuza yeni yeni harfler işleniyor. Yazılımımız güncelleniyor. Bazı kötüleşiyoruz. Bazı güzelleşiyoruz. Ama kesinlikle değişiyoruz. Demek duygularımız bizi ta ruhumuza kadar değiştirme imkanına sahipler.
Müzemmil sûresinde 'çocukları ihtiyarlatan gün'den bahsedilir. Bediüzzaman I. Cihan Harbi'nin üzerindeki etkisini tefekkür ederken bu ayete müracaat eder. Evet. Hakikaten öyledir. Tecrübelerinizin yaşattığı duygu yoğunluğu şiddetlendikçe zaman algınızda kırılmalar yaşanır. Yaşadığı bir gün de olsa insana bir yıl gibi tesir eder. Tek gecede saçları ağaranlardan bahsedilir. Bu kadar hızlısını şahsen görmedim. Ama sıkıntılı bir yılında sakalları ağaranı gördüm. Bunun bendeki bir açıklaması, işte, duyguların nakış yeteneğidir. Yoğun duygular ruha daha yoğun nakışlar işler. Defteri daha hızlı doldurur. Yazılımında büyük güncellemeler yapar. Öyle ki, o şiddetli eşiği atladığınızda, kendinizi tamamen başka birisi olarak bulursunuz. Her tanıdığınız size "Ne kadar değişmişsin!" der. Zorlu taşınmaların mobilyalar üzerindeki etkisi gibidir bu.
Uzatmayayım. Kütle çekim kanunu denilen şeyi de bu sıralar 'fanilik korkusu' ile açıklamayı deniyorum. Liseden aklımda kalanlara uğradığımda nesnelerin kütleleri arttıkça daha yoğun çekim kuvvetlerine sahip olduklarını hatırlıyorum. Misalen: Güneşin çekim kuvveti dünyanınkinden epeyce yüksektir. Çünkü güneşin kütlesi dünyanınkinden epeyce fazladır. Tabii burada akılda tutulması gereken ikinci birşey de şu: Kütle hacimle aynı şey değildir. Kütle madde yoğunluğudur. (Bunun bir de formülü vardı ama şimdi hatırıma getiremedim.) Bu nedenle, hacmi daha küçük olan birşey, kütlesindeki yoğunluk sebebiyle daha çekici olabilir. Karadeliklerin gücü böyledir mesela. Bazen olur bir karadelik bir sistemi yutar. Karnı da şişmez. Afiyet olsun.
el-Kayyum ism-i şerifi bize Cenab-ı Hakkın varlığı her an devam ettirdiğini söylüyor. Yani bizler bir kerede varolduktan sonra varlığının devamında müstakillik kazanmış şeyler değiliz. Yaratılıştan bağımsızlığımızı ilan edemiyoruz. Ya? Tıpkı bir aynadaki görüntü gibiyiz. Yahut da projeksiyon cihazından yansıtılan manzaralar şeklindeyiz. Varoluşumuzun arızîliği bizi cihazın devam ettirmesine mecbur kılıyor. Elimizde yaratış yok. Kendi varlığımızı yaratamıyoruz. Sadece seçimlerde bulunuyoruz. Bizim seçimlerimize göre de projeksiyon cihazından yansıtılmalar oluyor. Hata yaparsak sorumlusu biz oluyoruz. Çünkü projeksiyon cihazı buna zorlamadı. Hayır yaparsak da yaratılışını üstümüze alamıyoruz. Çünkü sadece istedik. Yansıtan yine cihaz oldu.
Mevzuun kader-sorumluluk ilişkisine bakan yanını hızlı geçip 'fena korkusu'na geri dönelim. Lakin öncesinde meseleyi açarken bize yardımcı olacak bir metne müracaat edelim: "Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"
Herşeyin hayattar olması ne demek? Bence birşeyin hayattar olması 'bir parça fenadan da anlamasını' zaruri kılıyor. Çünkü bir yaşayan hep yaşamayı istiyor. Canlılığı kesintiye uğramasın istiyor. Devam ettirebilmek için gayret ediyor. Mücadele ediyor. Uğraşıyor. Demek lezzet alıyor. Eğer birşeyden lezzet alıyorsanız yokluğundan da elem hissediyorsunuz demektir. Lezzet alınan birşeyin terki ister istemez bir elemi çağrıştırır. Bir boşluğa düşürür. Eksiklik hissettirir. Bitkilerin bile yüzünü güneşten başka tarafa çevirdiğinizde eksikliğini hissedip yeniden güneşe dönerler.
Varolan herşey 'her an varlıkta tutulmaya' muhtaçlarsa, ki ism-i Kayyum'um kapsamı bize böyle olduğunu hissettiriyor, o halde onların 'boşluğa düşmekten' kendilerine göre bir korkuları da vardır diyebiliriz. Tamam. Şimdiye kadar okuduğunuz fizik kitaplarının üstünden bakınca "Adamın ayakları iyicene yerden kesildi yahu!" noktasında duruyor olabilirim. Ben de Fen Lisesi mezunu olduğumdan az-çok okullarda fiziğin nasıl anlatıldığını biliyorum. (Reklamlar dinlediniz.) Fakat bilimkurgu dünyasının azıcık çakralarımızı açmış olması lazım. En azından bunu başarmalı. Yani bizler evren büyüklüğünde bir canlının içinde yaşayan küçüğün küçüğü canlılar olabiliriz. Ve o evrenin herbir parçası da bu hayattan hissedar olabilir. Varlığını sevdiği gibi yokluğundan da korkuyor olabilir. Tıpkı akyuvardan kaçan mikrop gibi bekasını istiyor olabilir. Bu da onu endişesi noktasında boğulmaktan kurtardığım çocuk gibi yapar. Çevresinde ne varsa kendisine çeker.
Tutunur. Tutunmaya çalışır. Yalnış bilmiyorsam Einstein'ın da çekim kanununa dair 'varlıkların kütlelerine göre yaptığı çökme' üzerinden bir izahı vardır. (Hatta Organize İşler'in ilk filminde Demet Akbağ bunu öğrencilerine izah ediyordu.) Bu düşme durumu başka bir boyutta fiziksel olarak vâki olabileceği gibi duygusal bağlamda düşme korkusu ile de açıklanabilir. Özetle arkadaşlar: Herşey varlığının arızîliğini içten içe sezdiği için boğulma korkusu çekiyor. Hayatı hayat kılan şey de biraz bu zaten. Vücudun tamamı kendi bütünlüğü içinde birbirine tutunuyor. Bazen de bu bütünlüğü devam ettirebilmek için çevresindekilere tutunuyor.
Bu bütün lafı gezdirmelerin ardından en nihayet duaya gelelim. Mürşidim dua hakkında diyor ki: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp 'Elhamdülillah' der."
Yani arkadaşlar bizim dilimizdeki duanın bütün evreni saran bu kanunla bir ilgisi var. Hepimiz farkındalığımız miktarınca varlığımızın varedilmeye bağımlı olduğunu biliyoruz. Müstakil olmadığını seziyoruz. Küçük küçük kıyametlerden büyük kıyameti öngörüyoruz. Yaşamın devamı bu farkındalıkla örülü zaten. Bu korku da ism-i Kayyum'u dünyamıza davet ediyor. Çünkü 'her an devam ettirilmeye muhtaç olan' ister istemez 'her an ayakta tutan'a delil oluyor. Nasıl ki karadeliklerin çöküntüsü bir tutunma arzusunu besliyor; içimizdeki boşluklar da, benzeri birer çöküntü olarak, evren-insan uyumunun bir delili olarak, bizi tutunmaya götürüyor.
8. Söz'de kuyuya düşen insan temsili esasında ism-i Kayyum karşısında bütün bir evrenin halini anlatır. İnsansa bu varlıklar içinde şuurla şu halini fotoğraflayandır. Bu fotoğrafın sahnelerinden birisi de duadır. Böyle bir evren algısına sahip olan ister istemez dua eder. Kaçınılmazdır. Bu nedenle, evet, biz müslümanlar sık sık dua ederiz. Bırakınız Corona gibi küresel bir felaket için dua etmeyi, ayağımıza taş değse, onun için bile dua ederiz. Duayı küçük görenleri ise 'asıl mevzuyu kavramamakla itham ederek' küçümseriz. Yahut da deriz ki: "O hiç boşlukla tanıştırılma nimetine erişmemiştir. Çünkü içinde olunca boşluktan daha ağır birşey yoktur. Eğer bu düşme hissini tatmış olsaydı tutunma arzusunun hiçbir parçasını küçümsemezdi."
Korku etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Korku etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
29 Mart 2020 Pazar
18 Ekim 2017 Çarşamba
Kâbus da bir nimettir
Wind River/Kardaki İzler filminde, çocuğunu yıllar önce kaybetmiş bir babayı canlandıran Jeremy Renner, kendisi gibi çocuğunu yitiren bir arkadaşının "Sen bu acıyla başetmeyi nasıl başardın?" sorusuna şu manada cevap verir: "Acının aynı zamanda onu hatırlamanın bir parçası olduğunu kabullendim. Canım acımasa o güzel anları da hatırlamayacaktım. Bu daha kötü olurdu."
İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."
Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.
Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."
Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.
Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?
Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.
O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?
Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.
Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.
Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.
Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.
Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.
İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.
"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.
Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.
Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.
İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."
Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.
Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."
Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.
Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?
Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.
O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?
Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.
Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.
Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.
Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.
Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.
İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.
"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.
Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.
Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.
11 Mayıs 2017 Perşembe
Gecelerden korkmadan yürü!
Rahmetli babamdan miras kalan şöyle bir huyum var: Sinirlendiğim zaman ne diyeceğimi şaşırıyorum. Dilim sürçmeye başlıyor. Cümleler beynimde o kadar hızlanıyor ki, dilim, akışı yönetmekte zorlanıyor. Bu nedenle, öfkelendiğim zamanlarda bulunduğum mekanı terketmeyi, kendimle kalabilmeyi, kaçmayı seviyorum. Kimileri vardır, öfkelerini böyle değil de, sürekli bir söylenmeyle tüketirler. Öfkelendikleri insanları zehirleyerek tüketirler. Ben böyle olmak istemiyorum. Kendimi ve kimseyi zehirlemek arzu etmiyorum. Öfkelendiğimde beni öyle yıpratıyor ki, en faydalı şey, onu hemen ardımda bırakmak gibi geliyor. "Kalbimdeki izleri de hemen silinir..." demeyeceğim. Çünkü küsme huyum var. Ancak küsmekle ilgili şöyle birşeyi de keşfettim kendimde: Aynı davranışla canımı tekrar be tekrar yakanlara karşı küsüyorum ben. İlk seferde, tek kerede, bir kusurla küsücülerden değilim. Elhamdülillah.
Bir de yürümek... Küçükken, gündüz olsun-akşam olsun, çok sinirlendiğim zamanlarda kapıyı vurup çıkardım evden. (Babam bunu kapıyı vurmadan yapardı.) Normalde dışarı çıkmaya korkacağım saatler, ki küçük ilçelerin İstanbul gibi aydınlatmaları da yoktur, o öfkeyle dolaşabildiğim zamanlara dönüşürdü. Kimi zaman, maruz kaldığım düşünceler eşliğinde o kadar dalgınlaşırdım ki, ilçenin çıkışına yaklaştığımı farketmezdim. Bu, öfkem geçinceye, ruhum dinginleşinceye kadar sürerdi. Öfkem geçmeye başlayınca bu sefer korkular hücum ederdi. Başıboş köpeklerin sesleri daha çok dikkatimi çekerdi. Karanlıktaki şekiller vehmimle büyürdü. En nihayet kuzu kuzu eve dönerdim. Bazen evdekiler yokluğumun uzunluğundan dolayı endişelenip aramaya çıkarlardı. Bir keresinde de babamın beni bulduğunu hatırlıyorum.
Yürümenin tedavi ediciliğini ilk o zaman farkettim. Bugün de üzerimdeki etkileri çok değişmiş değil. Eskisi kadar öfkeye kapılmıyorum. Ona bile yoruldum. Fakat daraldığım zamanlarda kendimi sokağa atarım. Düz ve kesintisiz yolları tercih ederim. En az bir saat yürümem gerekir kafamdaki dumanın dağılması için. Yürüdükçe iyileşirim. Taşlar yerine oturur. Şifa bulurum.
Bazen de, öfkesiz-daralmasız, kafamdaki konuları/cümleleri düzenlemek için yürümeyi tercih ederim. Nasıl olduğunu bilemem, ama yürürken, hem yeni yazı konuları keşfederim, hem de hakkında yazmak istediğim herhangi bir konu hakkında takip edeceğim yol belirginleşir. Dışımda aldığım mesafe içimde de alınır. Böyle zamanlarda, takdir edeceğiniz üzere, arkadaşla yürümeyi sevmem. Yolda bir arkadaşıma rastlasam huzursuz olurum. Eğer o beni farketmemişse görmezden gelirim. Arkadaş huzurumu böler. Mümkünse kendimi bile unutmam gerekirken yanımda ilgilenilecek başka detaylar taşıyamam. Bu iş böyle yürür.
İsra ve Miraç mucizelerinin yaşanmasının evvelinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın birçok sıkıntı yaşadığı malumdur. Ambargo yılları, hüzün senesi, Taif'te taşlanması... Canımız ona kurban olsun. Böylesi bir dizi gönül kırıklığının ardından gelir İsra ve Miraç. Miracı hepimiz biliyoruz zaten. Peki 'İsra' nedir? İsra, ismini bir sûreye de veren, 'gece yürüyüşü'dür. Miracın öncesinde yaşanan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Mescid-i Aksa'ya yürütülmesidir. Ebubekir Sifil Hoca'nın konuyla ilgili yazılarında okuduklarım hatırımda doğru kaldıysa: Miracın inkârı bid'a'dır. İsra'nın inkârı ise küfürdür. Çünkü İsra hakkında Kur'an'da açık ayet yeralmaktadır: "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."
'Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...' Ayet-i kerimedeki bu ifade, yürümekle aramdaki hukuku düşününce, yüreğimi bir başka ısıtıyor. Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın Mirac-ı Ekber'i, bize, "Namaz mü'minin miracıdır!" hadisinin de haber verdiği gibi, küçüğünün küçüğü sûretlerde lütfediliyor; galiba İsra'sı da böyle lütfediliyor. Yürüdüğümüz zamanlarda biz de içimizdeki/dışımızdaki bazı ayetleri müşahade ediyoruz. Daha zengin farkındalıklara ulaşıyoruz. Resmin bütünü daha bir kendini gösteriyor. Görünenin artması insanı parçalarda boğulmaktan kurtarır. Cenneti fikre çağırmak ölümlerden sadır olan acılarımızı azaltır. Mükafatlarını düşünmek musibetlerden gelen elemi izale eder. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğinde olduğu gibi: Ameliyathane yazısını okuyan içeride kesilene üzülmez. Çünkü resmin bütünü ona söyler ki: Bu kesim 'öldürmek' için değil 'yaşatmak' içindir.
Hem yürümek bizi daralmalarımızdan da kurtarıyor. Tebdil-i mekanda varolan ferahlığı hızlı bir şekilde yaşamış oluyoruz. Her adımda değişen mekanlar. Her mekanda yeni bir ben. Bu değişimler içinde dargınlığımızı bize hatırlatan veya bir anlamda o daralmanın bizimle beraber şahidi olan 'şey'ler de gerimizde kalıyor. Hatırlatıcılar azalırsa hatırlananlar da azalır. Hisler ayakta kalabilmek için sürekli bir tahrike muhtaçtırlar. Yoksa sönerler. Hem de çabuk sönerler. Yürümek de içimizdeki kem hislerin ölmesini sağlıyor. Çünkü uzaklaşıyoruz. O gerilimi yaşadığımız mekandan uzaklaşıyoruz. O nefretin doğduğu şartlardan uzaklaşıyoruz. Ayaklarımızın nasihatiyle ruhumuz da böyle hissediyor. Arkada bıraktığımız hissi kem duygularımızın diriliğini öldürüyor.
Paul Auster Kış Günlüğü'nde diyor ki: "Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriyle, sonra öbür ayak ileriye, kalbin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir..." Mustafa Ulusoy da Aynalar Koridorunda Aşk'ta Kierkegaard'ın bir mektubunda şöyle yazdığını aktarıyordu: "Herşey bir yana, yürüme arzusunu kaybetme; ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir cansıkıcı düşünce bilmiyorum." Başka bir mektubunda ise şöyle diyordu Kierkegaard: "Hayat bir yoldur. O yüzden yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece, hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile. Çünkü yürüyebildiğim sürece, herşeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum." Nietzsche Ağladığında'da ise Irvin D. Yalom Nietzsche'nin dilinden şunları aktarır: "Yazı yazarım, düşünürüm ve arasıra, gözlerim izin verirse, azıcık kitap okurum. Kendimi iyi hissedersem bazen saatlerce yürürüm. Yürürken birşeyler karalarım. En iyi düşüncelerim, en verimli çalışmalarım, bu yürüyüşlerde ortaya çıkar."
Hangi düşünürün hayatına bakılsa 'yürümek'le ilgili bir özel hukuku göze çarpar. Bediüzzaman'ın hatıralarına aşina olan bizler için de onun yürüyüşleri meşhurdur. Tepelere tırmanışı, kırlara çıkışı, yürümekte zorlandığı yaşlarda bile bu âdetini başka şekillerde sürdürmeye devam edişi... Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman'da, daha küçük bir çocukken, abisiyle kavga ettikten sonra, gündüzleri dahi korkuyla yürünen bir yeri gece geçtiği anlatılır. Rusya'daki esaretinden kurtulup İstanbul'a dönüşü de çok uzun bir yürüyüşle olmuştur.
Sanıyorum, hiçbirimiz, Aleyhissalatuvesselamdan miras kalan bu 'İsra'dan kaçamıyoruz. Hepimizin hayatında onun kudsî yolculuğunun izdüşümleri var. Hem bu izdüşümleri irademizle aramalıyız belki de. Ayet-i kerime Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zımmında bizimle de konuşuyor. Dikkat kulağıyla dinleyince sanki diyor: Kendi 'hüzün yılları'ndan, ambargolarından, taşlanmalarından şifa bulmak istiyorsan, yürü. Allah'ın ayetlerinin daha fazlasını görmek ve daha büyük bir resme bakarak rahatlamak istiyorsan, yürü. Yürü ki, içinde de bir yerlere varasın, sen de kendi yaralarından şifa bulasın. İsra'sı olmayanın Mirac'ı da olmaz. Yürü. Gecelerden korkmadan yürü.
Bir de yürümek... Küçükken, gündüz olsun-akşam olsun, çok sinirlendiğim zamanlarda kapıyı vurup çıkardım evden. (Babam bunu kapıyı vurmadan yapardı.) Normalde dışarı çıkmaya korkacağım saatler, ki küçük ilçelerin İstanbul gibi aydınlatmaları da yoktur, o öfkeyle dolaşabildiğim zamanlara dönüşürdü. Kimi zaman, maruz kaldığım düşünceler eşliğinde o kadar dalgınlaşırdım ki, ilçenin çıkışına yaklaştığımı farketmezdim. Bu, öfkem geçinceye, ruhum dinginleşinceye kadar sürerdi. Öfkem geçmeye başlayınca bu sefer korkular hücum ederdi. Başıboş köpeklerin sesleri daha çok dikkatimi çekerdi. Karanlıktaki şekiller vehmimle büyürdü. En nihayet kuzu kuzu eve dönerdim. Bazen evdekiler yokluğumun uzunluğundan dolayı endişelenip aramaya çıkarlardı. Bir keresinde de babamın beni bulduğunu hatırlıyorum.
Yürümenin tedavi ediciliğini ilk o zaman farkettim. Bugün de üzerimdeki etkileri çok değişmiş değil. Eskisi kadar öfkeye kapılmıyorum. Ona bile yoruldum. Fakat daraldığım zamanlarda kendimi sokağa atarım. Düz ve kesintisiz yolları tercih ederim. En az bir saat yürümem gerekir kafamdaki dumanın dağılması için. Yürüdükçe iyileşirim. Taşlar yerine oturur. Şifa bulurum.
Bazen de, öfkesiz-daralmasız, kafamdaki konuları/cümleleri düzenlemek için yürümeyi tercih ederim. Nasıl olduğunu bilemem, ama yürürken, hem yeni yazı konuları keşfederim, hem de hakkında yazmak istediğim herhangi bir konu hakkında takip edeceğim yol belirginleşir. Dışımda aldığım mesafe içimde de alınır. Böyle zamanlarda, takdir edeceğiniz üzere, arkadaşla yürümeyi sevmem. Yolda bir arkadaşıma rastlasam huzursuz olurum. Eğer o beni farketmemişse görmezden gelirim. Arkadaş huzurumu böler. Mümkünse kendimi bile unutmam gerekirken yanımda ilgilenilecek başka detaylar taşıyamam. Bu iş böyle yürür.
İsra ve Miraç mucizelerinin yaşanmasının evvelinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın birçok sıkıntı yaşadığı malumdur. Ambargo yılları, hüzün senesi, Taif'te taşlanması... Canımız ona kurban olsun. Böylesi bir dizi gönül kırıklığının ardından gelir İsra ve Miraç. Miracı hepimiz biliyoruz zaten. Peki 'İsra' nedir? İsra, ismini bir sûreye de veren, 'gece yürüyüşü'dür. Miracın öncesinde yaşanan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Mescid-i Aksa'ya yürütülmesidir. Ebubekir Sifil Hoca'nın konuyla ilgili yazılarında okuduklarım hatırımda doğru kaldıysa: Miracın inkârı bid'a'dır. İsra'nın inkârı ise küfürdür. Çünkü İsra hakkında Kur'an'da açık ayet yeralmaktadır: "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."
'Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...' Ayet-i kerimedeki bu ifade, yürümekle aramdaki hukuku düşününce, yüreğimi bir başka ısıtıyor. Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın Mirac-ı Ekber'i, bize, "Namaz mü'minin miracıdır!" hadisinin de haber verdiği gibi, küçüğünün küçüğü sûretlerde lütfediliyor; galiba İsra'sı da böyle lütfediliyor. Yürüdüğümüz zamanlarda biz de içimizdeki/dışımızdaki bazı ayetleri müşahade ediyoruz. Daha zengin farkındalıklara ulaşıyoruz. Resmin bütünü daha bir kendini gösteriyor. Görünenin artması insanı parçalarda boğulmaktan kurtarır. Cenneti fikre çağırmak ölümlerden sadır olan acılarımızı azaltır. Mükafatlarını düşünmek musibetlerden gelen elemi izale eder. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğinde olduğu gibi: Ameliyathane yazısını okuyan içeride kesilene üzülmez. Çünkü resmin bütünü ona söyler ki: Bu kesim 'öldürmek' için değil 'yaşatmak' içindir.
Hem yürümek bizi daralmalarımızdan da kurtarıyor. Tebdil-i mekanda varolan ferahlığı hızlı bir şekilde yaşamış oluyoruz. Her adımda değişen mekanlar. Her mekanda yeni bir ben. Bu değişimler içinde dargınlığımızı bize hatırlatan veya bir anlamda o daralmanın bizimle beraber şahidi olan 'şey'ler de gerimizde kalıyor. Hatırlatıcılar azalırsa hatırlananlar da azalır. Hisler ayakta kalabilmek için sürekli bir tahrike muhtaçtırlar. Yoksa sönerler. Hem de çabuk sönerler. Yürümek de içimizdeki kem hislerin ölmesini sağlıyor. Çünkü uzaklaşıyoruz. O gerilimi yaşadığımız mekandan uzaklaşıyoruz. O nefretin doğduğu şartlardan uzaklaşıyoruz. Ayaklarımızın nasihatiyle ruhumuz da böyle hissediyor. Arkada bıraktığımız hissi kem duygularımızın diriliğini öldürüyor.
Paul Auster Kış Günlüğü'nde diyor ki: "Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriyle, sonra öbür ayak ileriye, kalbin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir..." Mustafa Ulusoy da Aynalar Koridorunda Aşk'ta Kierkegaard'ın bir mektubunda şöyle yazdığını aktarıyordu: "Herşey bir yana, yürüme arzusunu kaybetme; ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir cansıkıcı düşünce bilmiyorum." Başka bir mektubunda ise şöyle diyordu Kierkegaard: "Hayat bir yoldur. O yüzden yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece, hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile. Çünkü yürüyebildiğim sürece, herşeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum." Nietzsche Ağladığında'da ise Irvin D. Yalom Nietzsche'nin dilinden şunları aktarır: "Yazı yazarım, düşünürüm ve arasıra, gözlerim izin verirse, azıcık kitap okurum. Kendimi iyi hissedersem bazen saatlerce yürürüm. Yürürken birşeyler karalarım. En iyi düşüncelerim, en verimli çalışmalarım, bu yürüyüşlerde ortaya çıkar."
Hangi düşünürün hayatına bakılsa 'yürümek'le ilgili bir özel hukuku göze çarpar. Bediüzzaman'ın hatıralarına aşina olan bizler için de onun yürüyüşleri meşhurdur. Tepelere tırmanışı, kırlara çıkışı, yürümekte zorlandığı yaşlarda bile bu âdetini başka şekillerde sürdürmeye devam edişi... Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman'da, daha küçük bir çocukken, abisiyle kavga ettikten sonra, gündüzleri dahi korkuyla yürünen bir yeri gece geçtiği anlatılır. Rusya'daki esaretinden kurtulup İstanbul'a dönüşü de çok uzun bir yürüyüşle olmuştur.
Sanıyorum, hiçbirimiz, Aleyhissalatuvesselamdan miras kalan bu 'İsra'dan kaçamıyoruz. Hepimizin hayatında onun kudsî yolculuğunun izdüşümleri var. Hem bu izdüşümleri irademizle aramalıyız belki de. Ayet-i kerime Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zımmında bizimle de konuşuyor. Dikkat kulağıyla dinleyince sanki diyor: Kendi 'hüzün yılları'ndan, ambargolarından, taşlanmalarından şifa bulmak istiyorsan, yürü. Allah'ın ayetlerinin daha fazlasını görmek ve daha büyük bir resme bakarak rahatlamak istiyorsan, yürü. Yürü ki, içinde de bir yerlere varasın, sen de kendi yaralarından şifa bulasın. İsra'sı olmayanın Mirac'ı da olmaz. Yürü. Gecelerden korkmadan yürü.
Etiketler:
Aynalar Koridorunda Aşk,
gece,
Irvin Yalom,
ilham,
İsra,
Kierkegaard,
Kitap,
Korku,
Mustafa Ulusoy,
Nietzsche,
Nietzsche Ağladığında,
Öfke,
Psikoloji,
Yazmak,
yürüme,
yürüyüş
24 Mart 2017 Cuma
Garp husumeti baki mi kalmalı (2): İslamofobiyi hayra yormak
Mehtap Kayaoğlu'nun Öfke Kontrolü isimli eserinde okuduğumu hatırlıyorum. Öfkenin aslında başka duyguların bozulmuş hali olduğundan bahsediliyordu. Mesela: Birisinin ilgisini kendinize çekmeye çalıştınız. Ancak o size ilgi göstermedi. Bu arzunuz son kullanma tarihi geçtiğinde öfkeye dönüşüyor. Aşk ve nefret arasındaki ilişki de bize bunu anlatıyor. Karşılıksız kalan ilan-ı aşkların hemen arkası ex-maşuka duyulan nefrettir. Bediüzzaman bunu ahiretin fıtrattaki delillerinden birisi olarak anar.
"Cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır." Öyle ya! Kendisini sevmesi için bu dünyada insanı şu kadar nimetle tanıştıran bir Allah, onları sonsuza dek elinden çekip alarak, büsbütün düşmanı eder mi? Demek ki: Âşıkların küsmesini engelleyecek bir ahiret olacaktır.
Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:
"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."
Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.
Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."
Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?
Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.
Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:
"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."
Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.
Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."
Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?
Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.
15 Temmuz 2016 Cuma
Zaman Aynası Namaz Eleştileri (4): Bediüzzaman Allah'tan korkmaz mıydı?
"Allah Teala'ya korku, ümit ve sevgi hislerini cem ederek ibadet eden kimse, gerçek tevhid eridir." Mekhûl ed-Dimeşkî (r.a.)
Ali Mermer ve Senai Demirci'nin beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz (Nesil Yayınları) isimli kitabı tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazıda 16. sayfada yeralan 8 numaralı dipnotu konuşacağız. Önce dipnotu alıntılayalım: "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir."
Doğrusu (bu kitapta veya Senai abinin diğer bazı yazılarında karşılaştığımız üzere) artık bir 'gelenek eleştirisi' duyduğumda bu eleştirinin tam olarak nereye veya neye yapıldığını bilmek arzu ediyorum. Gölge boksu yapmak istemiyorum. Evhamı tartışmak arzu etmiyorum. Evhamı tartışmak 'tuzak' gibi geliyor. Hayallerle kavga etmeye benziyor. Hemen soruyorum: 'İbadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayış' tam olarak kim veya kimlerdir?
Bediüzzaman'ın 'mürşidim' dediği Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazalî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın rehberi gördüğü Gavs-ı Âzâm Abdulkadir-i Geylanî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın hepsinden sitayişle bahsettiği ve 'yolunun evvelleri' olarak zikrettiği İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Fahruddin-i Râzî (r.a.e.) vs... midir bu gelenekle kastedilen? Eğer bunlar gelenekte değiller ise şu 'gelenek' demekle kastedilenler kimlerdir? Bu geleneğin kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Konuşan dilleri kimdir? Yazılan metinleri kimindir? Şu ekibi şahıs be şahıs sayabilecek bir aslan yürekli 'gelenek eleştirmeni' var mıdır acaba?
Öyle ya! Gelenek denilen şey çılgın hayallerin mahsulü değilse bir yerlerden gelmiş olmalıdır. Bediüzzaman'ın kendinden öncesinde görüp telafi ettiği bu boşluğu/eksiği temsil edenler kimdir? Bununla kastedilen kişilerin de, eleştirilmeye değer bulunduklarına göre, ümmette bir kesret veya kesrete sirayet etmiş bir tesiri ifade etmeleri zaruridir. Sarı Çizmeli Mehmed Ağaların sözü kayda değer bulunmaz. Onların ümmet üzerinde 'eleştirilmeye değer' bir etkisi de olmaz. O halde mutlaka müelliflerin bu gelenek denilen cisimsiz mücrimi temsil eden kişiler/eserler üzerine tesbitleri vardır veya olmalıdır.
Böyle gölge boksu yapar gibi ortaya bir gelenek eleştirisi bırakıp "Peki, kim bu eksikler bakalım?" diye sorulduğunda verecek bir cevabı olmamak modern zamanlarda rastladığımız "Saldım çayıra, Mevlam kayıra..." tarzı gelenek eleştiri metodudur. Gücünü ve etkisini belirsizlikte bulan mezkûr metod, birebir teşhis istendiğinde ise, 'kem-küm' etmekten başka köşeye kaçamaz. Yahut da şöyle yapar: Nurcuların yanındayken Bediüzzaman bu gelenek eleştirisinden hariçte olur. Nakşilerin yanındayken İmam-ı Rabbani bu gelenek eleştirisinden hariçte tutulur. Mevlevîlerin yanındayken Mevlana Celaleddin'e kesinlikle gelenekten leke kondurulmaz. Kime tesir etmek istiyorsa onu hariçte tutarak, ama aslında bütün İslamî mirası parça parça töhmet altında bırakarak, ilerler bu sinsi eleştiri.
Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim: Birisi size "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Âzâm'ı (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, iliklerinize kadar emin olun ki, Bediüzzaman'ı sevdiği yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Şafii'yi (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, zerrelerinize kadar iman edin ki, yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Rabbanî'yi sevmiyorum!" diyorsa, yüzüne tükürün ki, o sevgisi yalandır.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin nurlu çizgisi, tıpkı peygamberlerin nurlu nübüvvet çizgisinde olduğu gibi 'muhabbetleri birbirini iktiza eder/gerektirir' bir çizgidir. Allah'ın, mü'minleri sadece Kur'an'a ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselama değil, ondan önceki peygamberlere ve kitaplara da imana çağırması bu 'birisi birisiz olmaz' halin tezahürüdür. Onlar öyle bir silsiledir ki, birisi sevilince hepsi sevilir, çünkü aynı sesin yankılarıdır hepsi.
Bu yüzden Bediüzzaman'ı kenara çekip 'gelenek' dediği muhayyel cemaati kışkışlayan bu eleştiri tarzına mesafeliyiz. Ya bize isim isim kimi kastettiğini ve metin metin neleri eleştirdiğini söyleyecek; yahut da biz ona 'gölge boksu' yaptığını, asıl yapmak istediğinin ise modernizme/reformizme Bediüzzaman üzerinden bir yol bulmak olduğunu söyleyeceğiz. İbadetleri salt bir mecburiyet olarak tarif eden bu geleneksel anlayış eğer 'birisi' veya 'bazı metinler' değilse, o halde bu eksiklik tanımlaması nasıl bir gerçekliğe büründürülebilir? Ben diyebilirim ki hatta; eğer teşhis yok ise, bu algı komple bir evhamdan ibarettir. Delil yoktur. Evham vardır. Belki de 'öğretilmiş öcüler' mevcuttur.
Sonraki aşamaya geçelim: İbadetleri 'mecburiyetler' olarak tanımlamak yanlış veya eksik midir? Biz biliyoruz ki; başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere birçok İslamî metin, insana, ibadet yapması konusundaki mecburiyetini hatırlatır. "İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!" diyen Zariyat sûresinin 56. ayeti başta olmak üzere, daha birçok ayet-i celile, ibadetleri 'yapmamız zorunluluğu ile' bize öğütler. Acaba kitabın müellifleri geleneğin 'mecburiyet' vurgusunu eksik/yanlış bulurken Kur'an'daki bu vurguları nasıl yorumlamaktadır? Vazifenin terkine karşılık yapılan azap tehditleri acaba "Canınız isterse ibadet edin!" demek için midir? Yani vahyin kendisi bizzat bizi 'ibadetlerden sorumlu' veya 'ibadete mecbur' tutmaz mı? Böyle bir eleştirinin ucu nereye gider?
"Elbette yanlış değildir, ama ibadetleri sevdirmek de gerekir!" denilirse, deriz ki: Gelenek dediğimiz nurlu mirasın şunu da yapmadığını nereden biliyoruz? Muhatabımız bir delil gösterebiliyor mu? Haydi, onu çok sıkıştırmayalım, biz soralım: Tasavvuf denilen öğretinin en temel kodlarında zaten bunun tedrisi yok mudur? İslam, Kur'an'dan ve sünnetten süt emen ve büyüyen bir delikanlı olarak, acaba hiç mi ibadetleri sevdirmeye çalışmamış, hep mi "Mecbursunuz ulan! Ne sevgisi? Sevmeden yapacaksınız!" demiştir? Vallahi, azıcık Kur'an, azıcık hadis-i şerif, azıcık tasavvufî metin karıştıran der ki: Bu iddia yalandır. Salih seleflerimiz, asfiyamız ve evliyamız, Cenab-ı Hakkın hem celaline hem cemaline istikametli bir şekilde vurgu yapmışlardır. Kişinin meşrebine ve mesleğine uygun olarak ağır basan renkler olduğu söylenebilir, ama 'gelenek' diye tesmiye edilen yekûnden böyle bir tek renklilik okuması yapan ya insafsızdır yahut da suçladığı şeyi hakikatte bilmiyordur.
Hazır bu konuya değinmişken şu noktaya da dokunmadan geçemeyeceğim: Son zamanlarda yeni bir moda başladı. "Allah güzeldir. Allah'tan korkulmaz. Ancak sevgisini kaybetmekten korkulur..." tarzı Cemal Uşşak'tan bizzat duyduğum, başkalarından da bazı bazı okuduğum birşey bu. Söyleyenlerin kalbini itham etmemekle birlikte istikamet adına derim ki: Bu sözde ifrat var. Bizim Halık'ımız hakikaten kendisinden korkulmaya layık bir Halık'tır. Ki korkalım diye bizzat Kur'an'da bize celalinin tecellilerini anlatmıştır.
Evet, Allah'tan yalnız korkulmaz. Ama Allah'tan kesinlikle korkulur. Bu 'Korkmaya gerek yok!' veya 'Azaptan değil sevgisizlikten kork!' damarı iyi bir damar değil. İfratı da iyi bir yere gitmiyor. Fâtır sûresinde buyrulan "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler hakkıyla korkar..." hakikati ve "Hikmetin başı Allah korkusudur..." (Beyhakî, Şu'abu'l-İman, II, 202) hadis-i şerifi bize Allah'ın 'korkulası bir Allah' olduğunu da hatırlatıyorlar. Hatta İmam-ı Gazalî (r.a.), İhya-i Ulumi'd-Din'de, tabiunun büyüklerinden Mekhûl ed-Dimeşkî'nin (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Teala'ya (yalnız) korkuyla ibadet eden Haruridir (Haricidir.). (Yalnız) ümitle ibadet eden Mürciidir. (Yalnız) muhabbetle ibadet eden ise zındıktır."
Hikemiyat'ta bu sözün izahı sadedinde Ebubekir Sifil Hoca şunları söyler: "Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Teala'ya sadece O'ndan, O'nun azabından korkarak ibadet eden kimse Haricidir. Zira mü'minde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır. (...) (İkinci) sözüne gelince şu anlamdadır: Allah Teala'ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o Mürcie taifesine benzemiş bulunmaktadır. (Üçüncü) sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Teala'ya azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın sırf 'Allah sevgisi' hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terketmiş demektir." (Hikemiyat, 244-247)
Hal böyle olunca, salt Bediüzzaman değil, hangi hakikatli âlim, Ali Mermer ve Senai Demirci'nin söyledikleri gibi "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir..." diyebilir? Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden almaya cür'et edebilecek bir âlim var mıdır? Kur'an'da emir buyrulan emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker hakikati öylece dururken ve Risale-i Nur'da da şu tesbiti destekleyecek hiçbir cümle yokken, vallahi insan bu cesarete şaşıyor, şaşmaktan dilini yutacağı geliyor. Ne diyelim? Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
Ali Mermer ve Senai Demirci'nin beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz (Nesil Yayınları) isimli kitabı tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazıda 16. sayfada yeralan 8 numaralı dipnotu konuşacağız. Önce dipnotu alıntılayalım: "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir."
Doğrusu (bu kitapta veya Senai abinin diğer bazı yazılarında karşılaştığımız üzere) artık bir 'gelenek eleştirisi' duyduğumda bu eleştirinin tam olarak nereye veya neye yapıldığını bilmek arzu ediyorum. Gölge boksu yapmak istemiyorum. Evhamı tartışmak arzu etmiyorum. Evhamı tartışmak 'tuzak' gibi geliyor. Hayallerle kavga etmeye benziyor. Hemen soruyorum: 'İbadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayış' tam olarak kim veya kimlerdir?
Bediüzzaman'ın 'mürşidim' dediği Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazalî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın rehberi gördüğü Gavs-ı Âzâm Abdulkadir-i Geylanî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın hepsinden sitayişle bahsettiği ve 'yolunun evvelleri' olarak zikrettiği İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Fahruddin-i Râzî (r.a.e.) vs... midir bu gelenekle kastedilen? Eğer bunlar gelenekte değiller ise şu 'gelenek' demekle kastedilenler kimlerdir? Bu geleneğin kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Konuşan dilleri kimdir? Yazılan metinleri kimindir? Şu ekibi şahıs be şahıs sayabilecek bir aslan yürekli 'gelenek eleştirmeni' var mıdır acaba?
Öyle ya! Gelenek denilen şey çılgın hayallerin mahsulü değilse bir yerlerden gelmiş olmalıdır. Bediüzzaman'ın kendinden öncesinde görüp telafi ettiği bu boşluğu/eksiği temsil edenler kimdir? Bununla kastedilen kişilerin de, eleştirilmeye değer bulunduklarına göre, ümmette bir kesret veya kesrete sirayet etmiş bir tesiri ifade etmeleri zaruridir. Sarı Çizmeli Mehmed Ağaların sözü kayda değer bulunmaz. Onların ümmet üzerinde 'eleştirilmeye değer' bir etkisi de olmaz. O halde mutlaka müelliflerin bu gelenek denilen cisimsiz mücrimi temsil eden kişiler/eserler üzerine tesbitleri vardır veya olmalıdır.
Böyle gölge boksu yapar gibi ortaya bir gelenek eleştirisi bırakıp "Peki, kim bu eksikler bakalım?" diye sorulduğunda verecek bir cevabı olmamak modern zamanlarda rastladığımız "Saldım çayıra, Mevlam kayıra..." tarzı gelenek eleştiri metodudur. Gücünü ve etkisini belirsizlikte bulan mezkûr metod, birebir teşhis istendiğinde ise, 'kem-küm' etmekten başka köşeye kaçamaz. Yahut da şöyle yapar: Nurcuların yanındayken Bediüzzaman bu gelenek eleştirisinden hariçte olur. Nakşilerin yanındayken İmam-ı Rabbani bu gelenek eleştirisinden hariçte tutulur. Mevlevîlerin yanındayken Mevlana Celaleddin'e kesinlikle gelenekten leke kondurulmaz. Kime tesir etmek istiyorsa onu hariçte tutarak, ama aslında bütün İslamî mirası parça parça töhmet altında bırakarak, ilerler bu sinsi eleştiri.
Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim: Birisi size "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Âzâm'ı (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, iliklerinize kadar emin olun ki, Bediüzzaman'ı sevdiği yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Şafii'yi (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, zerrelerinize kadar iman edin ki, yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Rabbanî'yi sevmiyorum!" diyorsa, yüzüne tükürün ki, o sevgisi yalandır.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin nurlu çizgisi, tıpkı peygamberlerin nurlu nübüvvet çizgisinde olduğu gibi 'muhabbetleri birbirini iktiza eder/gerektirir' bir çizgidir. Allah'ın, mü'minleri sadece Kur'an'a ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselama değil, ondan önceki peygamberlere ve kitaplara da imana çağırması bu 'birisi birisiz olmaz' halin tezahürüdür. Onlar öyle bir silsiledir ki, birisi sevilince hepsi sevilir, çünkü aynı sesin yankılarıdır hepsi.
Bu yüzden Bediüzzaman'ı kenara çekip 'gelenek' dediği muhayyel cemaati kışkışlayan bu eleştiri tarzına mesafeliyiz. Ya bize isim isim kimi kastettiğini ve metin metin neleri eleştirdiğini söyleyecek; yahut da biz ona 'gölge boksu' yaptığını, asıl yapmak istediğinin ise modernizme/reformizme Bediüzzaman üzerinden bir yol bulmak olduğunu söyleyeceğiz. İbadetleri salt bir mecburiyet olarak tarif eden bu geleneksel anlayış eğer 'birisi' veya 'bazı metinler' değilse, o halde bu eksiklik tanımlaması nasıl bir gerçekliğe büründürülebilir? Ben diyebilirim ki hatta; eğer teşhis yok ise, bu algı komple bir evhamdan ibarettir. Delil yoktur. Evham vardır. Belki de 'öğretilmiş öcüler' mevcuttur.
Sonraki aşamaya geçelim: İbadetleri 'mecburiyetler' olarak tanımlamak yanlış veya eksik midir? Biz biliyoruz ki; başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere birçok İslamî metin, insana, ibadet yapması konusundaki mecburiyetini hatırlatır. "İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!" diyen Zariyat sûresinin 56. ayeti başta olmak üzere, daha birçok ayet-i celile, ibadetleri 'yapmamız zorunluluğu ile' bize öğütler. Acaba kitabın müellifleri geleneğin 'mecburiyet' vurgusunu eksik/yanlış bulurken Kur'an'daki bu vurguları nasıl yorumlamaktadır? Vazifenin terkine karşılık yapılan azap tehditleri acaba "Canınız isterse ibadet edin!" demek için midir? Yani vahyin kendisi bizzat bizi 'ibadetlerden sorumlu' veya 'ibadete mecbur' tutmaz mı? Böyle bir eleştirinin ucu nereye gider?
"Elbette yanlış değildir, ama ibadetleri sevdirmek de gerekir!" denilirse, deriz ki: Gelenek dediğimiz nurlu mirasın şunu da yapmadığını nereden biliyoruz? Muhatabımız bir delil gösterebiliyor mu? Haydi, onu çok sıkıştırmayalım, biz soralım: Tasavvuf denilen öğretinin en temel kodlarında zaten bunun tedrisi yok mudur? İslam, Kur'an'dan ve sünnetten süt emen ve büyüyen bir delikanlı olarak, acaba hiç mi ibadetleri sevdirmeye çalışmamış, hep mi "Mecbursunuz ulan! Ne sevgisi? Sevmeden yapacaksınız!" demiştir? Vallahi, azıcık Kur'an, azıcık hadis-i şerif, azıcık tasavvufî metin karıştıran der ki: Bu iddia yalandır. Salih seleflerimiz, asfiyamız ve evliyamız, Cenab-ı Hakkın hem celaline hem cemaline istikametli bir şekilde vurgu yapmışlardır. Kişinin meşrebine ve mesleğine uygun olarak ağır basan renkler olduğu söylenebilir, ama 'gelenek' diye tesmiye edilen yekûnden böyle bir tek renklilik okuması yapan ya insafsızdır yahut da suçladığı şeyi hakikatte bilmiyordur.
Hazır bu konuya değinmişken şu noktaya da dokunmadan geçemeyeceğim: Son zamanlarda yeni bir moda başladı. "Allah güzeldir. Allah'tan korkulmaz. Ancak sevgisini kaybetmekten korkulur..." tarzı Cemal Uşşak'tan bizzat duyduğum, başkalarından da bazı bazı okuduğum birşey bu. Söyleyenlerin kalbini itham etmemekle birlikte istikamet adına derim ki: Bu sözde ifrat var. Bizim Halık'ımız hakikaten kendisinden korkulmaya layık bir Halık'tır. Ki korkalım diye bizzat Kur'an'da bize celalinin tecellilerini anlatmıştır.
Evet, Allah'tan yalnız korkulmaz. Ama Allah'tan kesinlikle korkulur. Bu 'Korkmaya gerek yok!' veya 'Azaptan değil sevgisizlikten kork!' damarı iyi bir damar değil. İfratı da iyi bir yere gitmiyor. Fâtır sûresinde buyrulan "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler hakkıyla korkar..." hakikati ve "Hikmetin başı Allah korkusudur..." (Beyhakî, Şu'abu'l-İman, II, 202) hadis-i şerifi bize Allah'ın 'korkulası bir Allah' olduğunu da hatırlatıyorlar. Hatta İmam-ı Gazalî (r.a.), İhya-i Ulumi'd-Din'de, tabiunun büyüklerinden Mekhûl ed-Dimeşkî'nin (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Teala'ya (yalnız) korkuyla ibadet eden Haruridir (Haricidir.). (Yalnız) ümitle ibadet eden Mürciidir. (Yalnız) muhabbetle ibadet eden ise zındıktır."
Hikemiyat'ta bu sözün izahı sadedinde Ebubekir Sifil Hoca şunları söyler: "Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Teala'ya sadece O'ndan, O'nun azabından korkarak ibadet eden kimse Haricidir. Zira mü'minde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır. (...) (İkinci) sözüne gelince şu anlamdadır: Allah Teala'ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o Mürcie taifesine benzemiş bulunmaktadır. (Üçüncü) sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Teala'ya azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın sırf 'Allah sevgisi' hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terketmiş demektir." (Hikemiyat, 244-247)
Hal böyle olunca, salt Bediüzzaman değil, hangi hakikatli âlim, Ali Mermer ve Senai Demirci'nin söyledikleri gibi "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir..." diyebilir? Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden almaya cür'et edebilecek bir âlim var mıdır? Kur'an'da emir buyrulan emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker hakikati öylece dururken ve Risale-i Nur'da da şu tesbiti destekleyecek hiçbir cümle yokken, vallahi insan bu cesarete şaşıyor, şaşmaktan dilini yutacağı geliyor. Ne diyelim? Allah istikametten ayırmasın. Âmin.
17 Nisan 2016 Pazar
Yalancı, geçmişi sevmez
Korkular hep boşluktan. Nereye varacağını kestirememekten. Varlıktaki yokluk, boşluk, karanlık. Mürşidin demişti sana: Şer ademîdir/yokluksaldır. Hayır vücudîdir/varlıksaldır. İnsan 'boşluk' gördüğü herşeyde şerrin kokusunu hisseder. İhtimal hesaplarına dahil olan herşey endişelendirir seni. Ne çok şeyden korkuyorsun! Sadece karanlıktan, öcülerden, gelecekten değil, verdiğin sözlerden de. Sanki her söylediğin ayağını bağlıyor, bağlamış. Geçmişte çok konuşmuşsun, şimdi susuyorsun. İnsanların yüzüne bakmayı sevmeyişin de bundan. El açıp dua etmeyişin de. Dikkat edilsin istemiyorsun varlığına. Kumun altında kafan. Gözünün içine bakan herkesin, orada, çelişkilerini ve zaaflarını göreceğini sanıyorsun. Çok yalan söylemişsin. Yalan söyleyenler geçmişi sevmez. Yalan söyleyenler göze bakmak ve gözüne bakılsın istemez. Geçmişi unutsun istiyorsun herkes. Sen de unutmayı seçiyorsun. Duan kabul olmuş. Hafızan zayıflamış.
Utangaçlık ve unutkanlık korkularının kılıfı olmuş. Asosyal falan da değilsin halbuki. Seversin kalabalıkları. Fakat yüzleşmeye cesaretin yok. O kadar çok konuştun ve o kadar çok şey ahdettin ki. Tutamadığın o kadar çok sözün var ki. Bir sürü de gerçekleşmemiş hayal... Heyula gibi. Birileri hatırlar da hatırlatır diye korkuyorsun. Kur'an dinlerken sıkılman da bundan. Nasihatten kaçman da. Hepsi birden üzerine yıkılır sonra, Allah korusun. İnsanlara eyvallah etmez görünürsün, işte bu yüzden. Sana yapılan yanlışları unutmaz, verilmiş hediyeleri ise anmazsın, işte bu yüzden. Nimeti anmak borçlandırır insanı. Geçmişi hatırlatır, vefayı, şükrü, teşekkürü. Sen öcülerden çok tutamadığın sözlerden korkuyorsun.
Sözünü tutamayanların canı çok sıkılır, neden biliyor musun? Çünkü her boş kaldıklarında vicdanları azap verir. Fıtrat ahdini unutmaz. Vicdan cevap anahtarı. En sağlam 'sağlama' yöntemi. Başımızdan gitmez, yapışkan bir bekçidir. Onu ikna etmenin tek yolu geçmişi hatırlamamak. Yahut da şöyle söylemeli: Geçmişin güzelliklerini hatırlamamak. Seni borçlu çıkaracakları. Anınca, karşılığında birşeyler yapmanı gerektirecekleri. Fıtrat vefayı ister. Vicdan talep eder. Onları hiç anmazsan, belki(!) kurtulursun. Felahın, devekuşu felahı. 'Memnuniyetsizliği' bir kalkan gibi kullanıyorsun.
Mesela bir evlat olsan, ebeveyninle tartışsan, sana en tatlı gelen şey onların yaptıkları iyilikleri hatırlamamaktır. Hep verdikleri eziyetlerden dem vurmak, onları konuşmaktır. Sana kızmıyorum, ben de geçtim aynı yollardan. Ama dostum, inan bana, vefasızlığın acısı hiç geçmiyor. Sadece sana yapılanların değil, senin yaptıklarının da. Taşı doğru yere koymadığını hissediyorsun. Birşeyler yanlış geliyor. Birşeyler hep yanlış gidiyor. Bir ince sızı, her tenhada batıyor kalbine. Namazı terk etmek de aynen öyle.
İnsan, nefisten ibaret değil. Salt ona göre de yaşayamaz. Nefsin planı da, rahatı da hep kısavadelidir. Asıl, zaman uzayıverince, geçince günler birbiri ardına, nefsin de lezzet ümidi kesilince amelden, işte o zaman defterler açılıyor. Ah o defterler ne yaman açılıyor! O zamana kadar tutmadığın her sözle, o anda yüzleşiyorsun. Sana Allah mutluluk vaadetti, doğru; varlığa erdiğinden itibaren bunun peşindesin. Fakat dostum, yine o Allah demiyor mu: "Lutfettiğim nimetimi hatırlayın; bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, ben de size verdiğim ahdimi tutayım. Ve yalnız benden korkun." Ona vefalı olmadığını, sana verildiğini düşündüğün sözlerin tutulmamasından anla. Ne ki, tam olmuyor, senden dolayı olmuyor. Yarım kalanlar hep korkudur. Yarım kalanlar hep korkutur. Yarım bırakan sensin. Her korkun, tutmadığın bir sözden imal edilmiştir. Sen sözlerinde sâdık olsaydın elbette Allah'ı Sâdıku'l-Vaad bulacaktın.
Utangaçlık ve unutkanlık korkularının kılıfı olmuş. Asosyal falan da değilsin halbuki. Seversin kalabalıkları. Fakat yüzleşmeye cesaretin yok. O kadar çok konuştun ve o kadar çok şey ahdettin ki. Tutamadığın o kadar çok sözün var ki. Bir sürü de gerçekleşmemiş hayal... Heyula gibi. Birileri hatırlar da hatırlatır diye korkuyorsun. Kur'an dinlerken sıkılman da bundan. Nasihatten kaçman da. Hepsi birden üzerine yıkılır sonra, Allah korusun. İnsanlara eyvallah etmez görünürsün, işte bu yüzden. Sana yapılan yanlışları unutmaz, verilmiş hediyeleri ise anmazsın, işte bu yüzden. Nimeti anmak borçlandırır insanı. Geçmişi hatırlatır, vefayı, şükrü, teşekkürü. Sen öcülerden çok tutamadığın sözlerden korkuyorsun.
Sözünü tutamayanların canı çok sıkılır, neden biliyor musun? Çünkü her boş kaldıklarında vicdanları azap verir. Fıtrat ahdini unutmaz. Vicdan cevap anahtarı. En sağlam 'sağlama' yöntemi. Başımızdan gitmez, yapışkan bir bekçidir. Onu ikna etmenin tek yolu geçmişi hatırlamamak. Yahut da şöyle söylemeli: Geçmişin güzelliklerini hatırlamamak. Seni borçlu çıkaracakları. Anınca, karşılığında birşeyler yapmanı gerektirecekleri. Fıtrat vefayı ister. Vicdan talep eder. Onları hiç anmazsan, belki(!) kurtulursun. Felahın, devekuşu felahı. 'Memnuniyetsizliği' bir kalkan gibi kullanıyorsun.
Mesela bir evlat olsan, ebeveyninle tartışsan, sana en tatlı gelen şey onların yaptıkları iyilikleri hatırlamamaktır. Hep verdikleri eziyetlerden dem vurmak, onları konuşmaktır. Sana kızmıyorum, ben de geçtim aynı yollardan. Ama dostum, inan bana, vefasızlığın acısı hiç geçmiyor. Sadece sana yapılanların değil, senin yaptıklarının da. Taşı doğru yere koymadığını hissediyorsun. Birşeyler yanlış geliyor. Birşeyler hep yanlış gidiyor. Bir ince sızı, her tenhada batıyor kalbine. Namazı terk etmek de aynen öyle.
İnsan, nefisten ibaret değil. Salt ona göre de yaşayamaz. Nefsin planı da, rahatı da hep kısavadelidir. Asıl, zaman uzayıverince, geçince günler birbiri ardına, nefsin de lezzet ümidi kesilince amelden, işte o zaman defterler açılıyor. Ah o defterler ne yaman açılıyor! O zamana kadar tutmadığın her sözle, o anda yüzleşiyorsun. Sana Allah mutluluk vaadetti, doğru; varlığa erdiğinden itibaren bunun peşindesin. Fakat dostum, yine o Allah demiyor mu: "Lutfettiğim nimetimi hatırlayın; bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, ben de size verdiğim ahdimi tutayım. Ve yalnız benden korkun." Ona vefalı olmadığını, sana verildiğini düşündüğün sözlerin tutulmamasından anla. Ne ki, tam olmuyor, senden dolayı olmuyor. Yarım kalanlar hep korkudur. Yarım kalanlar hep korkutur. Yarım bırakan sensin. Her korkun, tutmadığın bir sözden imal edilmiştir. Sen sözlerinde sâdık olsaydın elbette Allah'ı Sâdıku'l-Vaad bulacaktın.
1 Aralık 2015 Salı
Ne mutlu pişmanlığa!
Kitabı neresinden açmalı? Kapanmamış sayfalar var. İlk onlar açılır. Her pişmanlık ayraç gibi. Aralara bırakılmış. Kapanmayı engelliyor. Geçmişi 'unutulmaz' kılıyor. Çılgınca mutlu olduğum zamanları bile onlar kadar hatırlamam. Pişmanlıkları tutuyorum ama. Tutması kolay geliyor. Hafızamın eline yakışıyor. Demek buna yetenekli yaratılmışım. Demek tutmam isteniyor. İnsanım ve pişman olmaya yatkınım. O kadar şiddetle kalıyor ki mazi, ondan pişman olduğum zaman. Sanki hiç gitmemiş gibi. Sermayem o benim. Anları biriktiriyorum pişmanlık kumbarasında. Dünüm ölmüyor pişmanlık sayesinde. Hayvan gibi değilim. Zamanın içinde daha uzun boylu oluyorum/kalıyorum. Daha çok canım yanıyor belki. Ama daha çok da hissediyorum. Hiçbir şiir birtek kişiye/yaraya yazılmaz. Yaralarımı biriktirmeye ihtiyacım var.
Setr-i gaybdan bir derece kurtulduk. Başa gelen şeyleri setredemiyoruz. Geçmişten çıkan teessüfler bitmiyor. Fakat yine de bu pişmanlık dediğin az nimet değildir. Çünkü pişman olmayanın tevbesi olmaz. Keşkesi olmayan da pişman olmaz. Sende olan ama şeytanda olmayan birşey bu. İnsansın çok şükür. Zamandaki izin kurşunkalem. Yanlış cevapların içini ne kadar doldurursan doldur, yüzün Rabb-i Rahim'in silgisine dönükse, silebilirsin. Tevbe kapısı açık.
Kalbi mühürlenenin elinden kurşun kalemi de alınıyor. Yerine tükenmez kalem veriliyor. O, bu şüphesizliği bir kemal sanıyor. Bir 'kendine güven' bence tükenmez kalem. Ama kör, ama sağır, ama hissiz. Ebu Cehil özgüveni. "İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir..." O kadar emin ki artık ettiklerinden, geri dönüp bakmıyor. 'Acaba' diyemiyor. 'Acaba' deme nimeti ellerinden alınmış. "Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar." Demek, eylediğinden bu kadar emin olmak da iyi değil. İnsanî bir tereddüt hepimize lazım. Bütünü göremeyen yapboz parçalarının her uydukları yeri konak bilmemeleri bahtlarına fayda verir. Böylece 'tevbe'lerini bütünün sahibine yol kılabilirler. O da onlara yerlerini söyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da buyurmuyor mu: "Kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi, Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar."
Allah'ın kişi ile kalbi arasına girebildiğini Enfal sûresi söylüyor bize. Bazı yansımalarını aynelyakin görüyorum. Mesela; hava kapalı oluyor, kalbim sanki ondan önce kapanıyor. Allah istediği gibi evirip çeviriyor bendeki arşını. O kadar acizim. Ansızın kulağıma dokunan hüzünlü bir şarkıya bile karşı koyamıyorum. Anlıyorum ki; kalbim yönetim alanım değil, yönetilme/etkilenme alanım. Ve Allah'ın kudreti elbette onu etkilemeye benden daha layık. Bu sefer hâkimi olamadığım bu aynayı da Allah'a bırakıp seyretmeye başlıyorum. O hüzün bende neler yapacak? Bu neşe bakalım beni nasıl değiştirecek? Şu pişmanlık bana neler öğretecek? Kişi ile kalbi arasına Allah giriyorsa, kişi ile kalbi arasında epey bir mesafe var demektir. Yüzümü ondan çevirmemeye çalışırım. Ama onu yönetmeye çalışmam.
Eminim, senin de sık takıldığın taşlar var. Kurtulmak istediğin ince sızılar var. Aşamadığın duvarlar var. Unutamadığın yüzler var. Kulağından gitmeyen sesler var. Sızının anlamsızlığı taştan kurtulman gerektiğini düşündürüyor sana. Fakat bir de böyle düşün: Pişmanlık kadar mevhum Rububiyeti kıran birşey olabilir mi? Keşke acizliktir. Keşkesi olan ilah olur mu? Keşkelerimizden bu nedenle razı olmalıyız. Zira 'hata yaptığımızın' ve dolayısıyla 'kemal sahibi olmadığımızın' en çıplak şahidi onlar oluyor.
Zannının bir hakikati olsaydı, böyle şeyler yapar mıydın? Dikkat et, en çok kibirli insanlardır, hatalarını kabul etmeyenler ve göremeyenler. Pişmanlıklarımız bu yönüyle bizi iddialarımızdan soyunmaya zorluyor. Hatasını kabul eden, gün gelir, Allah'ı da kabul eder. Bir dua-i Yunus (a.s.) sırrıdır bu. Nefsine zulmettiğini kabul eden ancak Allah'ı tenzih eder. Fatiha sûresinde buyrulduğu gibi: "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Keşkelerin sana diyor ki: "Pişman olduğun anın Rabbi sen değilsin. Çünkü sancısına rağmen değiştiremiyorsun. O halde âlemler Rabbi de sen değilsin. Hamddan/övgüden pay düşmez. Kibirlenecek birşeyin yok."
"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. (...) Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. (...) Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir."
Setr-i gaybdan bir derece kurtulduk. Başa gelen şeyleri setredemiyoruz. Geçmişten çıkan teessüfler bitmiyor. Fakat yine de bu pişmanlık dediğin az nimet değildir. Çünkü pişman olmayanın tevbesi olmaz. Keşkesi olmayan da pişman olmaz. Sende olan ama şeytanda olmayan birşey bu. İnsansın çok şükür. Zamandaki izin kurşunkalem. Yanlış cevapların içini ne kadar doldurursan doldur, yüzün Rabb-i Rahim'in silgisine dönükse, silebilirsin. Tevbe kapısı açık.
Kalbi mühürlenenin elinden kurşun kalemi de alınıyor. Yerine tükenmez kalem veriliyor. O, bu şüphesizliği bir kemal sanıyor. Bir 'kendine güven' bence tükenmez kalem. Ama kör, ama sağır, ama hissiz. Ebu Cehil özgüveni. "İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir..." O kadar emin ki artık ettiklerinden, geri dönüp bakmıyor. 'Acaba' diyemiyor. 'Acaba' deme nimeti ellerinden alınmış. "Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar." Demek, eylediğinden bu kadar emin olmak da iyi değil. İnsanî bir tereddüt hepimize lazım. Bütünü göremeyen yapboz parçalarının her uydukları yeri konak bilmemeleri bahtlarına fayda verir. Böylece 'tevbe'lerini bütünün sahibine yol kılabilirler. O da onlara yerlerini söyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da buyurmuyor mu: "Kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi, Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar."
Allah'ın kişi ile kalbi arasına girebildiğini Enfal sûresi söylüyor bize. Bazı yansımalarını aynelyakin görüyorum. Mesela; hava kapalı oluyor, kalbim sanki ondan önce kapanıyor. Allah istediği gibi evirip çeviriyor bendeki arşını. O kadar acizim. Ansızın kulağıma dokunan hüzünlü bir şarkıya bile karşı koyamıyorum. Anlıyorum ki; kalbim yönetim alanım değil, yönetilme/etkilenme alanım. Ve Allah'ın kudreti elbette onu etkilemeye benden daha layık. Bu sefer hâkimi olamadığım bu aynayı da Allah'a bırakıp seyretmeye başlıyorum. O hüzün bende neler yapacak? Bu neşe bakalım beni nasıl değiştirecek? Şu pişmanlık bana neler öğretecek? Kişi ile kalbi arasına Allah giriyorsa, kişi ile kalbi arasında epey bir mesafe var demektir. Yüzümü ondan çevirmemeye çalışırım. Ama onu yönetmeye çalışmam.
Eminim, senin de sık takıldığın taşlar var. Kurtulmak istediğin ince sızılar var. Aşamadığın duvarlar var. Unutamadığın yüzler var. Kulağından gitmeyen sesler var. Sızının anlamsızlığı taştan kurtulman gerektiğini düşündürüyor sana. Fakat bir de böyle düşün: Pişmanlık kadar mevhum Rububiyeti kıran birşey olabilir mi? Keşke acizliktir. Keşkesi olan ilah olur mu? Keşkelerimizden bu nedenle razı olmalıyız. Zira 'hata yaptığımızın' ve dolayısıyla 'kemal sahibi olmadığımızın' en çıplak şahidi onlar oluyor.
Zannının bir hakikati olsaydı, böyle şeyler yapar mıydın? Dikkat et, en çok kibirli insanlardır, hatalarını kabul etmeyenler ve göremeyenler. Pişmanlıklarımız bu yönüyle bizi iddialarımızdan soyunmaya zorluyor. Hatasını kabul eden, gün gelir, Allah'ı da kabul eder. Bir dua-i Yunus (a.s.) sırrıdır bu. Nefsine zulmettiğini kabul eden ancak Allah'ı tenzih eder. Fatiha sûresinde buyrulduğu gibi: "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Keşkelerin sana diyor ki: "Pişman olduğun anın Rabbi sen değilsin. Çünkü sancısına rağmen değiştiremiyorsun. O halde âlemler Rabbi de sen değilsin. Hamddan/övgüden pay düşmez. Kibirlenecek birşeyin yok."
8 Ekim 2015 Perşembe
Ümit, fiziği aşan birşeydir
Ne tuhaf... Yani anlaşılmaz. Varlığı anlaşılmaz değil, varoluşu anlaşılmaz. Varlığının farkındayım. Fakat nasıl ve neden varolduğunu anlayamıyorum. Sebep-sonuç ilişkilerinin bittiği nokta: Tuhaflık. Ne mutlu ona! Tuhaf olan, sebebini aşan sonuçtur. Nedeninden umulmayan neticedir. Çok şükür, dünya oyununu bozandır. Oyunbozandır. 'Oyun ve oyalanma yeri'nin tadını kaçırandır. Kûn fabrikası. Kef-nûn fabrikası. Kef'in girip nûn'un çıkması. Mantığının çözemediği bir oluş. "Bu niye böyle oldu? Bu niye böyle oldu? Bu niye böyle oldu?" Soruyorsun. Sorman, orada olmasını değiştirmiyor. O, orada öylece duruyor zaten. Tesiri de üstünde. İnkâr edemezsin. (Enfüsî tefekkür bu yüzden amansızdır.) Orada olmasından hoşlanıyorsun da. Hele de çocukken.
Tuhaf bulduğum çok şeyler oldu. Bazılarına şaşkınlıktan dokunmak istedim. Bazılarında şaşkınlığımdan elimi kalbimin üzerine koydum. Şaşırdıklarımın çok azını hatırlarım. Ama hissettiklerimi unutmuyorum. Mümkün olsa kalbimi çıkarıp bakacaktım onlara. "Bu ne yahu?" diyecektim. "Malzemen sanki daha önce yoktu kalbimde. Kim 'hiçten' yarattı seni? İbdasın sen. Biraz ondan, biraz bundan işi değil bu. İnşa değil."
Bir kısmı korkuttu beni. Kararsızlıklarından korktum. 'Bana zarar verirler' diye korktum. 'Beni esir alırlar' diye korktum. Türlü şekil korkular tattım onlarda. Onlardan kaçtım. Bir kısmı sadece rahatsız etti. Zararlarından emindim, ama yakışmamalarıyla işkence ediyorlardı. Onlara küstüm.
Tuhaflıkları bir sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklayamayışım fiziğimin ayaklarını kaydırdı. Yolumdaki muz kabuğu gibiydiler. Dengemi kaybettim. Emin olamadım. Emin olamamak hem endişenin hem arayışın kaynağı. Mantık, zihnin fiziğidir. Yerçekimi, kütleçekimi, bilmem neyin/nelerin kaldırma kuvveti nasıl madde dediğimiz alanda dengeyi sağlıyorsa, dimağımızdaki dengeyi de mantığın kaideleri sağlıyor. Yani mantıklı bulduğumuz şeye güveniyoruz. Kestirebildiğimiz kadar güvenli bize dünya. Böylece onu fiziğimiz içinde tanımlıyoruz. Havaya attığımız taş düşüyor. Elma ağaçlarının altında çok dolanmıyoruz. Gülümsediğimiz gülümsüyor. Her bebek oynamayı sever. Hiçbir bebek ısırılmaktan hoşlanmaz. Riskler belirgin. Ölçü kesin. Esir alıcı olana dikkatle bakılmayacak. Biraz sarhoşluk iyidir.
Derken tuhaflık diye birşey giriyor hayatımıza. Yani nasıl bir girmek bu? Arayıp bulmak değil. Öyle geliyor geçiyor önünden. Bu anahtar, bunca ihtimalin içinde, hele metropol tombalasında, bu kilide nasıl denk geldi, şaşıyorsun! Niye bu kadar etkiledi seni? Niye bu kadar takıldın ona? Neden bu kadar dokundu? Açıklayamıyorsun. Bu tuhaflık, kainatın sadece sıradanın değil sıradışının da mekanı olduğunu öğretiyor.
Bir peygamber, mucize gösterdiğinde kavmini neyden kurtarmaya çalışır? Gayba iman etmesini engelleyen malumat duvarlarından mı? Sorgulamadığı gerçeklik algısından mı? Tuhaflık görmemiş sıradanından mı? Arkadaşım, ne kadar şükretsek azdır. Allah bizi hususi imdatlarıyla kanunların tazkiyatı altında ezilmekten kurtardığı gibi, ümidimizi de tuhaflık eliyle mantığımızın pençelerinden kurtarıyor. Nasıl? Çünkü ümit de sevmez sıradanın sıkletini. Ümit kesmek demek, Allah'ın kudretine bir nakıse atfetmektir, yarattığı onca mucizeye rağmen. Bir kapı açık kalsın ister hayalin kalbi atabilmek için, fizikten öteye. Hep öyle olanın hep öyle olmamasını ister. Hep öyle olanın hep öyle olmadığını farkedince insan, varlığın malumundan ibaret olmadığını düşünmeye başlar. Ümit dirilir. Ümit, fiziği aşan birşeydir.
Biz çocukken masalları neden seviyorduk? Hayal kurmaya niye müptelaydık? (Hâlâ da müptelayız ya.) Bulutları neden uçan hayvanlar gibi düşlüyorduk? Neydi bu doymak bilmez açlık? Mahza hakikat olan Kur'an'ın içinde anlatılan mucizelerle karşılaşınca içimizde hangi yer çalışıyor? Harika avcısı mıyız hepimiz? Bizi bu açlıktan tuhaflıklar kurtarıyor. 'Tuhaf bulduklarımız' sayesinde öteye bir yol buluyoruz. Hep öyle olmamak, hep öyle olmanın ötesine giden bir yoldur. Tokat illa yüze atılacak değil ya. Gaflet dağılsın diye kalbe atılan tokatlar da var. Şefkat tokatları. Bu yazının kendisi de tuhaf oldu. Bilmem ki, size de bir yol gösterir mi bu tuhaflık.
Tuhaf bulduğum çok şeyler oldu. Bazılarına şaşkınlıktan dokunmak istedim. Bazılarında şaşkınlığımdan elimi kalbimin üzerine koydum. Şaşırdıklarımın çok azını hatırlarım. Ama hissettiklerimi unutmuyorum. Mümkün olsa kalbimi çıkarıp bakacaktım onlara. "Bu ne yahu?" diyecektim. "Malzemen sanki daha önce yoktu kalbimde. Kim 'hiçten' yarattı seni? İbdasın sen. Biraz ondan, biraz bundan işi değil bu. İnşa değil."
Bir kısmı korkuttu beni. Kararsızlıklarından korktum. 'Bana zarar verirler' diye korktum. 'Beni esir alırlar' diye korktum. Türlü şekil korkular tattım onlarda. Onlardan kaçtım. Bir kısmı sadece rahatsız etti. Zararlarından emindim, ama yakışmamalarıyla işkence ediyorlardı. Onlara küstüm.
Tuhaflıkları bir sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklayamayışım fiziğimin ayaklarını kaydırdı. Yolumdaki muz kabuğu gibiydiler. Dengemi kaybettim. Emin olamadım. Emin olamamak hem endişenin hem arayışın kaynağı. Mantık, zihnin fiziğidir. Yerçekimi, kütleçekimi, bilmem neyin/nelerin kaldırma kuvveti nasıl madde dediğimiz alanda dengeyi sağlıyorsa, dimağımızdaki dengeyi de mantığın kaideleri sağlıyor. Yani mantıklı bulduğumuz şeye güveniyoruz. Kestirebildiğimiz kadar güvenli bize dünya. Böylece onu fiziğimiz içinde tanımlıyoruz. Havaya attığımız taş düşüyor. Elma ağaçlarının altında çok dolanmıyoruz. Gülümsediğimiz gülümsüyor. Her bebek oynamayı sever. Hiçbir bebek ısırılmaktan hoşlanmaz. Riskler belirgin. Ölçü kesin. Esir alıcı olana dikkatle bakılmayacak. Biraz sarhoşluk iyidir.
Derken tuhaflık diye birşey giriyor hayatımıza. Yani nasıl bir girmek bu? Arayıp bulmak değil. Öyle geliyor geçiyor önünden. Bu anahtar, bunca ihtimalin içinde, hele metropol tombalasında, bu kilide nasıl denk geldi, şaşıyorsun! Niye bu kadar etkiledi seni? Niye bu kadar takıldın ona? Neden bu kadar dokundu? Açıklayamıyorsun. Bu tuhaflık, kainatın sadece sıradanın değil sıradışının da mekanı olduğunu öğretiyor.
Bir peygamber, mucize gösterdiğinde kavmini neyden kurtarmaya çalışır? Gayba iman etmesini engelleyen malumat duvarlarından mı? Sorgulamadığı gerçeklik algısından mı? Tuhaflık görmemiş sıradanından mı? Arkadaşım, ne kadar şükretsek azdır. Allah bizi hususi imdatlarıyla kanunların tazkiyatı altında ezilmekten kurtardığı gibi, ümidimizi de tuhaflık eliyle mantığımızın pençelerinden kurtarıyor. Nasıl? Çünkü ümit de sevmez sıradanın sıkletini. Ümit kesmek demek, Allah'ın kudretine bir nakıse atfetmektir, yarattığı onca mucizeye rağmen. Bir kapı açık kalsın ister hayalin kalbi atabilmek için, fizikten öteye. Hep öyle olanın hep öyle olmamasını ister. Hep öyle olanın hep öyle olmadığını farkedince insan, varlığın malumundan ibaret olmadığını düşünmeye başlar. Ümit dirilir. Ümit, fiziği aşan birşeydir.
"(...) Sonra, o kavânin-i külliye ve desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü'r-Rahîm isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi."
Biz çocukken masalları neden seviyorduk? Hayal kurmaya niye müptelaydık? (Hâlâ da müptelayız ya.) Bulutları neden uçan hayvanlar gibi düşlüyorduk? Neydi bu doymak bilmez açlık? Mahza hakikat olan Kur'an'ın içinde anlatılan mucizelerle karşılaşınca içimizde hangi yer çalışıyor? Harika avcısı mıyız hepimiz? Bizi bu açlıktan tuhaflıklar kurtarıyor. 'Tuhaf bulduklarımız' sayesinde öteye bir yol buluyoruz. Hep öyle olmamak, hep öyle olmanın ötesine giden bir yoldur. Tokat illa yüze atılacak değil ya. Gaflet dağılsın diye kalbe atılan tokatlar da var. Şefkat tokatları. Bu yazının kendisi de tuhaf oldu. Bilmem ki, size de bir yol gösterir mi bu tuhaflık.
8 Ağustos 2015 Cumartesi
Emre Dorman nereye koşuyor 15: Kime âlim demeli?
Bu yazının doğrudan Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu, Abdulaziz Bayındır, Mustafa Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Okuyan vs... gibi isimlerle ilgisi yok. Belki ikinci bir nazarla onları hatıra getirebilir. Gerçi, ilginçtir; bu sıralar ilahiyat hocalarının imanından avamın imanına sığınacak bir haldeyiz. İmam Gazalî'nin (k.s.) hocalarından İmam Cüveynî'nin (k.s.) bir hadise işaretle ifade ettiği gibi; ahir ömrümüzde 'yaşlı kadın teslimiyetinde' bir iman diliyoruz. Bilimadamı imanından ve onun 14 asırlık İslam mirasına takla attıracak cür'etinden Rabbimize sığınıyoruz. İsimlerle kafanızı kirletmeyeyim. Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"
Ebubekir Sifil Hoca'nın seminerlerinde/sohbetlerinde çokça dikkat çektiği birşeydir. Modern eğitim sistemi, içeriği ne kadar dinî done barındırırsa barındırsın, dinî eğitimden murad olunan teslimiyeti/haşyeti aşılamamaktadır. İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, dine teslimiyetleri artmak şöyle dursun, mevcut olan teslimiyetlerini de yitirmektedirler. (Genellemelerin tamamı hatalıdır. Bu yalnızca bir eğilim analizidir.) Bu nedenle dinî eğitim hususunda yapılacak geliştirmeler, içeriğin yenilenmesinden ziyade, üslûbun ve usûlün yenilenmesine vabestedir. Bu yenilenmeden kasıt da, onun daha çok İslam geleneğinden koparılması değil, daha fazla bağlanması; hatta mümkünse çağın içinde geleneğin yeniden diriltilmesidir. Çünkü dinî eğitim (İslam'a göre) bir done aktarımından ziyade bir irşad faaliyetidir. Bir şekillendirmedir. Bir bakışaçısı eğitimidir. Medrese ve tekke sistemlerinin insanı terbiye edici (olgunlaştırıcı) yapısı bugünün eğitim sisteminde bulunmamaktadır. Zira bugünün eğitim sistemi salt bir done aktarımına konsantredir. Öğretmenin veya öğrencinin hayatı/istikameti onu ilgilendirmez. O, donenin insan hayatında gördüğü fonksiyonu izlemez. Sadece sınavlarda verdiğiniz cevaplarla ilgilenir.
Benzeri bir endişeye, Prof. Dr. Salim Öğüt merhumun Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı isimli eserinde de rastlarız. "Bu kitap neden yazıldı?" sorusuyla Önsöz'üne başlayan Öğüt; bir öğrencisinin görev yaptığı yere yeni atanmış 'meslekdaşlarından' bahsettiğini; bu meslekdaşlarının, kadınlarla ilişkilerinde ve alkollü içecek tüketiminde şeriatın emirlerini önemsemedikleri anlattığını nakleder. Aynı kitap içinde "İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Dindarlık ve Ölüm Kaygıları Üzerine" yapılmış akademik bir araştırmanın (Akademik Araştırmalar dergisi, yıl 4, sy. 14, s. 161-174) verilerini de nakleden Öğüt; bu korkutucu veri naklinin ardından şunları söyler:
Aynı kitapta Öğüt Hoca, merhum Ali Fuad Başgil'in Din ve Laiklik isimli kitabında geçen şu tesbitleri de alıntılar:
Mesele din âlimi ve din tenkitçisi farkı noktasına gelince Bediüzzaman'ın Risale metinleri içinde medrese kelimesine yaptığı vurguyu anımsamakta fayda vardır. (İdealindeki eğitim sisteminin/kurumunun ismi bile Medresetü'z-Zehra'dır. Ve hapishaneler onun için Medrese-i Yusufiyedir.) Yine Bediüzzaman, Risale metinleri içinde tekrar be tekrar Risale-i Nur'un medrese malı olduğu vurgusu yapar: "Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen..." diyen Bediüzzaman, kimi yerlerde medrese hocalarını Risale-i Nur'a sahip çıkmaya çağırırken; kimi yerlerde de sanki Nur talebelerini medreseyle ve medrese hocalarıyla irtibatlarını korumaya, bir nevi sıla-i rahme çağırmaktadır. Hatta Risale metinlerinin işlevini izah ederken bile kıyas olarak medreseleri istimal eder:
Peki, Risale-i Nur, medreseden murad olunan manayı nasıl karşılar? Veya daha ilerisi, yine Bediüzzaman'ın beyan ettiği; "Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir..." gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır? Ben bu meselede hem Ebubekir Sifil Hoca'nın, hem Salim Öğüt Hoca'nın, hem Ali Fuat Başgil merhumun, hem de Bediüzzaman'ın "İlimle murad olunan nedir?" sorusuna verdikleri cevabın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira âlim ve ilim başlıklarının içeriğini de, bu ilimle hâsıl olunacak şeyin karşılığını da bu tarif belirleyecek.
Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli eserinde bizi şu tanıma çağırıyor: "Haşyete ulaştıran bilgi, ilimdir." Bediüzzaman da felsefe ve Kur'an'ın eşyaya ve bilgiye bakışlarındaki nüansları vurgularken hep şunu belirtiyor: "Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor."
Yine Nur sûresinde; "Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na sığınırsa, işte murada erecek olanlar bunlardır..." denilirken Fâtır sûresinde de; "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar!" denilerek ilim ve Allah korkusu/haşyet arasında bir ilgi kuruluyor. Beyhakî'de geçen bir hadisinde; "Hikmetin başı Allah korkusudur!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da yine bizi Allah korkusunun âlim oluşun ölçüsü olduğu bir zemine çağırıyor. Anımsarsak: Efendimizin 'faydasız ilim' diyerek tesmiye ettiği ve sakınmamızı salık verdiği şey, hayatta bir karşılığı olmayan ve takvayı tetiklemeyen bilgi değil mi?
Bütün bunlar biraraya geldiğinde, ben, dinî eğitim alanında en büyük açığımızın, bilgiyi aktarmaktan ziyade, o bilginin oluşturması gereken haşyeti aktaramamak olduğu düşüncesindeyim. Ve Risale-i Nur'un eğitim metodunun, hakkı verilerek intisab edildiğinde, ilim sahibi olmaktan murad olunan haşyeti kalbe verdiği kanaatindeyim. Böylece Bediüzzaman'ın 'zamanın mühim bir âlimi' ifadesini ilimden murad olunan Allah korkusu düzleminde anlayabiliyorum.
Yoksa seküler bir bakışaçısıyla, antika bir eşyanın değerini demirciler çarşısında araması gibi, "Bir sene Risale-i Nur okuyan bir bilimadamı olur!" diye düşünmüyorum. Evet, Risale-i Nur'u, müellifin belirttiği şartlara uyarak okuyan bir müslüman, bir müminin kuşanması gereken Allah korkusunu ve istikamet çizgisini 'âlim seviyesinde' kazanabilir. Risale-i Nur'dan böylesi bir bakış ve hissediş/haşyet eğitimi alabilir. Fakat bu eğitim neticesinde ne fâkih olur, ne muhaddis olur, ne de fizikçi veya kimyacı olur. Eğer ilimden muradınız, kimsenin biriktirmediği kadar done biriktirip, bir hiyerarşide makam/rütbe sahibi olmaksa, bunu Risale-i Nur'da bulamazsınız. Çünkü Risale-i Nur da, Kur'an'dan ders aldığı yolla, hiçbir ilimden kendisi için bahsetmiyor. Fakat, evet, bu zamanın yıkılan teslimiyetine bir deva Risale-i Nur'un sisteminden çıkabilir. Onun üslûbundan devşirilebilir. Gelenekle aramızda bir bağ kurabilir. Ama 'medrese'den çıkabilir. Üniversiteden çıkmaz. Medresetü'z-Zehra'ya 'Zehra Üniversitesi' demek, bir sadeleştirme değil, bir tahriftir.
Ebubekir Sifil Hoca'nın seminerlerinde/sohbetlerinde çokça dikkat çektiği birşeydir. Modern eğitim sistemi, içeriği ne kadar dinî done barındırırsa barındırsın, dinî eğitimden murad olunan teslimiyeti/haşyeti aşılamamaktadır. İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, dine teslimiyetleri artmak şöyle dursun, mevcut olan teslimiyetlerini de yitirmektedirler. (Genellemelerin tamamı hatalıdır. Bu yalnızca bir eğilim analizidir.) Bu nedenle dinî eğitim hususunda yapılacak geliştirmeler, içeriğin yenilenmesinden ziyade, üslûbun ve usûlün yenilenmesine vabestedir. Bu yenilenmeden kasıt da, onun daha çok İslam geleneğinden koparılması değil, daha fazla bağlanması; hatta mümkünse çağın içinde geleneğin yeniden diriltilmesidir. Çünkü dinî eğitim (İslam'a göre) bir done aktarımından ziyade bir irşad faaliyetidir. Bir şekillendirmedir. Bir bakışaçısı eğitimidir. Medrese ve tekke sistemlerinin insanı terbiye edici (olgunlaştırıcı) yapısı bugünün eğitim sisteminde bulunmamaktadır. Zira bugünün eğitim sistemi salt bir done aktarımına konsantredir. Öğretmenin veya öğrencinin hayatı/istikameti onu ilgilendirmez. O, donenin insan hayatında gördüğü fonksiyonu izlemez. Sadece sınavlarda verdiğiniz cevaplarla ilgilenir.
Benzeri bir endişeye, Prof. Dr. Salim Öğüt merhumun Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı isimli eserinde de rastlarız. "Bu kitap neden yazıldı?" sorusuyla Önsöz'üne başlayan Öğüt; bir öğrencisinin görev yaptığı yere yeni atanmış 'meslekdaşlarından' bahsettiğini; bu meslekdaşlarının, kadınlarla ilişkilerinde ve alkollü içecek tüketiminde şeriatın emirlerini önemsemedikleri anlattığını nakleder. Aynı kitap içinde "İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Dindarlık ve Ölüm Kaygıları Üzerine" yapılmış akademik bir araştırmanın (Akademik Araştırmalar dergisi, yıl 4, sy. 14, s. 161-174) verilerini de nakleden Öğüt; bu korkutucu veri naklinin ardından şunları söyler:
"Nitekim bu din telakkisi ve ona uygun olarak yürütülen din öğretimi, görüldüğü gibi, sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan-korkulması gerektiği gibi-korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını kendileri oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple de artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları 'eski' bularak kullanılmış bir kağıt mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."
Aynı kitapta Öğüt Hoca, merhum Ali Fuad Başgil'in Din ve Laiklik isimli kitabında geçen şu tesbitleri de alıntılar:
"Bana Ankara'daki İlahiyat Fakültesi'nden veyahut İmam-Hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim. Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din âlimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslamiyet'in yalnız elemanter bilgilerini öğrenmekle kalır. İslamiyet'in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyâtı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur."
Mesele din âlimi ve din tenkitçisi farkı noktasına gelince Bediüzzaman'ın Risale metinleri içinde medrese kelimesine yaptığı vurguyu anımsamakta fayda vardır. (İdealindeki eğitim sisteminin/kurumunun ismi bile Medresetü'z-Zehra'dır. Ve hapishaneler onun için Medrese-i Yusufiyedir.) Yine Bediüzzaman, Risale metinleri içinde tekrar be tekrar Risale-i Nur'un medrese malı olduğu vurgusu yapar: "Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen..." diyen Bediüzzaman, kimi yerlerde medrese hocalarını Risale-i Nur'a sahip çıkmaya çağırırken; kimi yerlerde de sanki Nur talebelerini medreseyle ve medrese hocalarıyla irtibatlarını korumaya, bir nevi sıla-i rahme çağırmaktadır. Hatta Risale metinlerinin işlevini izah ederken bile kıyas olarak medreseleri istimal eder:
"Eski Said'in, onbeş yaşında iken medrese usulünce onbeş senede okunan ilmi, onbeş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede onbeş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar."
Peki, Risale-i Nur, medreseden murad olunan manayı nasıl karşılar? Veya daha ilerisi, yine Bediüzzaman'ın beyan ettiği; "Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir..." gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır? Ben bu meselede hem Ebubekir Sifil Hoca'nın, hem Salim Öğüt Hoca'nın, hem Ali Fuat Başgil merhumun, hem de Bediüzzaman'ın "İlimle murad olunan nedir?" sorusuna verdikleri cevabın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira âlim ve ilim başlıklarının içeriğini de, bu ilimle hâsıl olunacak şeyin karşılığını da bu tarif belirleyecek.
Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli eserinde bizi şu tanıma çağırıyor: "Haşyete ulaştıran bilgi, ilimdir." Bediüzzaman da felsefe ve Kur'an'ın eşyaya ve bilgiye bakışlarındaki nüansları vurgularken hep şunu belirtiyor: "Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor."
Yine Nur sûresinde; "Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na sığınırsa, işte murada erecek olanlar bunlardır..." denilirken Fâtır sûresinde de; "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar!" denilerek ilim ve Allah korkusu/haşyet arasında bir ilgi kuruluyor. Beyhakî'de geçen bir hadisinde; "Hikmetin başı Allah korkusudur!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da yine bizi Allah korkusunun âlim oluşun ölçüsü olduğu bir zemine çağırıyor. Anımsarsak: Efendimizin 'faydasız ilim' diyerek tesmiye ettiği ve sakınmamızı salık verdiği şey, hayatta bir karşılığı olmayan ve takvayı tetiklemeyen bilgi değil mi?
Bütün bunlar biraraya geldiğinde, ben, dinî eğitim alanında en büyük açığımızın, bilgiyi aktarmaktan ziyade, o bilginin oluşturması gereken haşyeti aktaramamak olduğu düşüncesindeyim. Ve Risale-i Nur'un eğitim metodunun, hakkı verilerek intisab edildiğinde, ilim sahibi olmaktan murad olunan haşyeti kalbe verdiği kanaatindeyim. Böylece Bediüzzaman'ın 'zamanın mühim bir âlimi' ifadesini ilimden murad olunan Allah korkusu düzleminde anlayabiliyorum.
Yoksa seküler bir bakışaçısıyla, antika bir eşyanın değerini demirciler çarşısında araması gibi, "Bir sene Risale-i Nur okuyan bir bilimadamı olur!" diye düşünmüyorum. Evet, Risale-i Nur'u, müellifin belirttiği şartlara uyarak okuyan bir müslüman, bir müminin kuşanması gereken Allah korkusunu ve istikamet çizgisini 'âlim seviyesinde' kazanabilir. Risale-i Nur'dan böylesi bir bakış ve hissediş/haşyet eğitimi alabilir. Fakat bu eğitim neticesinde ne fâkih olur, ne muhaddis olur, ne de fizikçi veya kimyacı olur. Eğer ilimden muradınız, kimsenin biriktirmediği kadar done biriktirip, bir hiyerarşide makam/rütbe sahibi olmaksa, bunu Risale-i Nur'da bulamazsınız. Çünkü Risale-i Nur da, Kur'an'dan ders aldığı yolla, hiçbir ilimden kendisi için bahsetmiyor. Fakat, evet, bu zamanın yıkılan teslimiyetine bir deva Risale-i Nur'un sisteminden çıkabilir. Onun üslûbundan devşirilebilir. Gelenekle aramızda bir bağ kurabilir. Ama 'medrese'den çıkabilir. Üniversiteden çıkmaz. Medresetü'z-Zehra'ya 'Zehra Üniversitesi' demek, bir sadeleştirme değil, bir tahriftir.
24 Nisan 2015 Cuma
Bediüzzaman Cüneyt Özdemir’e karşı!
“Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği.” Emile Ajar, Kral Salomon’un Bunalımı’ndan.
Hayatı hep İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. İstisnası: Askerliğini Urfa’da yapmıştı. Ve her Türkiyeli gibi hatıralarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde ‘gece nöbetlerinden korktuğunu’ söylemişti. Evet. Düşünelim: İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D)? Şıkları kafamıza göre çoğaltabiliriz. Hikmetli-hikmetsiz ekleyebiliriz. Bense bölge itibariyle ‘B’ şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim.
Zannımı bir soru cümlesi olarak kendisine açtım. Şaşırtıcı. ‘Ondan olmadığını’ söyledi. Beklemiyordum. Cevap çalışmadığımız yerden: Korktuğu kurşunlar değil yıldızlarmış. Nöbetlerde semaya bakmaya çekinirmiş. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! İstanbul’da hiç öyle gelmezmiş halbuki. Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiayı tekrarlardı: “Urfa’da yıldızlar dünyaya daha yakın!” Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.
Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu, bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz gökte saatlerce muhabbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak. Öyküler uydurarak. Büyülenerek.
Sema o zamanlar önemli bir meseleydi. Havadan-sudan konuşmak kadar normaldi gökten bahsetmek. “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz akranlarınızla. Seçtiğiniz yıldızı kimseye kaptırmak istemezdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Şekilden şekle giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık günboyu. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye... Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutlara bassak bizi tutarlar mıydı? Üzerlerinde yatılır mıydı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı. Üstelik izlemesi de bedavaydı.
Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Bir tepenin dibindeydi. (O tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı traşlamışlar diye duydum.) Çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi tepenin. Ancak zirvesine çıktığınızda arkasındaki geniş araziyi temaşa edebilirdiniz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.
Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler farkediliyordu. Ve bulutlar, acelelerini apaçık idrak edebildiğim bir süratle, koşmakta idiler. Havf ederek aşağıya indim. Yolda diğer çocukları da uyardım: “Yağmur geliyor!” Eve sığınana kadar nasiplenmiştik bile. Ziyanı yoktu. Zaten ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.
Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asvalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla ekranlar küçüldükçe küçüldü. Şimdi son bulmayan aydınlığımız fakat kaybettiğimiz gökyüzü var. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü bir buluttan korkmayacaklar asla. Ve yıldızlar kafalarına düşecek gibi gelmeyecek.
Bir saniye. Haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, hazır halde getirilen ‘kainat parçacıkları’ onlar. İmitasyon tanecikleri. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti’nin aslanlarını mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara düzlüklerini köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Hey yavrum hey! Öyle ya, kendi günlüklerimiz yok ama, Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat tutmuş kadar olduk.
Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, lakin bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Hatta bazı sahneler doğada dahi çekilmiyormuş. Tabii, iyi(!) niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Allah’ın yarattığı kadarıyla kalmıyor işler. Karıştırılıyor. Araya giren ‘beşerin bulaşık eli’yle yönlendirilmiş, saptırılmış, kirlenmiş durumda.
Mürşidimin bu ifadeyi kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. Evet. Kaçınılmaz bir şekilde öyle: İnsan neye dokunsa, neyin aracısı olsa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının sınırlarıyla aslını bozuyor. Kendi mizanını âleme mihenk tutuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu, eğer yalanlarıyla yapmazsa, vurgularıyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.
Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Bir misal: Geçenlerde (Bu ifade 2015 yılına aittir arkadaşlar.) Cüneyd Özdemir, Kanal D Anahaber’ini sunarken, kendisine yöneltilmiş bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir fakat manaca konuşulan tastamam buydu. Herşey kötüye gidiyordu. Herşey kötüye gittiği için de konuşulacak iyi birşey bulunamıyordu.
Ben de şu manada bir twit attım: “Kediler moralimizi düzeltmek için şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin onları görmeye niyeti yoktu.” (O gün beni pek güldüren kedilerden mülhemdi.) Düşündüm sonra: Sahi, her sabah doğan güneş kimsenin moralini düzeltemiyorsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Baharın ilk günlerinde bir anahaber bülteni ‘güzellik bulamamaktan’ yakınıyorsa Mevla’nın ne suçu var? Göz böylesine kötüye alıcılaşmış ve iyiye körleşmişken bizden daha fazlasını beklemek doğru mu? A’râf sûresinin 179. ayetinde buyrulan şu mana dilegeldi sanki: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler...”
Kabul edelim. TV’den izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinde boğulanların ‘ene’sini palazlandırmayan herşeyi kötüye yorduğu bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Benbenciliğini beslemez. Bencile merkeziyetini kabul etmeyen herşey hasım gelir. Etrafında dönmeyen herşey düşman görünür. Yeis katar. Sanki onları o yaratmıştır da uluhiyetini reddetmekle ihanet etmişlerdir.
Denemesi bedava. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?
Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin hep kazandığı bir âlem. Namuslunun herdaim kaybettiği ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir düzen! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Yoksa tam aksini mi öğütlüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bu türden manipülasyonlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a karşı suizanna götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘Halık hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ isyan nedenleri devşiririz. Ve sonra da, Allah korusun, düpedüz isyan ederiz.
Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum şimdilerde. Sırf bir siyaseti terk değil bence ardındaki sır. Dayatılan ‘kurgu dünya’nın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle bozulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman. Cüneyd Özdemirciklere direniyor. Ve kainatı kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyuruyor. Evet. Bakılacak üstümüzde. Başkasının üstünde değil. Üstümüzdeki göğe başkalarının gözüyle bakamayız. O bizim göğümüzdür. Araya kimse giremez.
Doğru iman doğru varlık algısıyla birlikte yeşerir. Eşyayı olduğu gibi göremeyen, Rabbi hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir. Bu yüzden belki de, Risale-i Nur’un neredeyse bütün hikayeciklerinde, iki yolcudan iyisi kötüsünün önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır. Çok uzattım. Seni de bıktırdım. Gücenme lütfen. Bir tanesini hatırlayarak vedalaşalım mı:
“Yahu sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”
Hayatı hep İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. İstisnası: Askerliğini Urfa’da yapmıştı. Ve her Türkiyeli gibi hatıralarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde ‘gece nöbetlerinden korktuğunu’ söylemişti. Evet. Düşünelim: İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D)? Şıkları kafamıza göre çoğaltabiliriz. Hikmetli-hikmetsiz ekleyebiliriz. Bense bölge itibariyle ‘B’ şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim.
Zannımı bir soru cümlesi olarak kendisine açtım. Şaşırtıcı. ‘Ondan olmadığını’ söyledi. Beklemiyordum. Cevap çalışmadığımız yerden: Korktuğu kurşunlar değil yıldızlarmış. Nöbetlerde semaya bakmaya çekinirmiş. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! İstanbul’da hiç öyle gelmezmiş halbuki. Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiayı tekrarlardı: “Urfa’da yıldızlar dünyaya daha yakın!” Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.
Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu, bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz gökte saatlerce muhabbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak. Öyküler uydurarak. Büyülenerek.
Sema o zamanlar önemli bir meseleydi. Havadan-sudan konuşmak kadar normaldi gökten bahsetmek. “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz akranlarınızla. Seçtiğiniz yıldızı kimseye kaptırmak istemezdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Şekilden şekle giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık günboyu. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye... Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutlara bassak bizi tutarlar mıydı? Üzerlerinde yatılır mıydı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı. Üstelik izlemesi de bedavaydı.
Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Bir tepenin dibindeydi. (O tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı traşlamışlar diye duydum.) Çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi tepenin. Ancak zirvesine çıktığınızda arkasındaki geniş araziyi temaşa edebilirdiniz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.
Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler farkediliyordu. Ve bulutlar, acelelerini apaçık idrak edebildiğim bir süratle, koşmakta idiler. Havf ederek aşağıya indim. Yolda diğer çocukları da uyardım: “Yağmur geliyor!” Eve sığınana kadar nasiplenmiştik bile. Ziyanı yoktu. Zaten ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.
Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asvalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla ekranlar küçüldükçe küçüldü. Şimdi son bulmayan aydınlığımız fakat kaybettiğimiz gökyüzü var. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü bir buluttan korkmayacaklar asla. Ve yıldızlar kafalarına düşecek gibi gelmeyecek.
Bir saniye. Haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, hazır halde getirilen ‘kainat parçacıkları’ onlar. İmitasyon tanecikleri. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti’nin aslanlarını mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara düzlüklerini köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Hey yavrum hey! Öyle ya, kendi günlüklerimiz yok ama, Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat tutmuş kadar olduk.
Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, lakin bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Hatta bazı sahneler doğada dahi çekilmiyormuş. Tabii, iyi(!) niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Allah’ın yarattığı kadarıyla kalmıyor işler. Karıştırılıyor. Araya giren ‘beşerin bulaşık eli’yle yönlendirilmiş, saptırılmış, kirlenmiş durumda.
Mürşidimin bu ifadeyi kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. Evet. Kaçınılmaz bir şekilde öyle: İnsan neye dokunsa, neyin aracısı olsa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının sınırlarıyla aslını bozuyor. Kendi mizanını âleme mihenk tutuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu, eğer yalanlarıyla yapmazsa, vurgularıyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.
Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Bir misal: Geçenlerde (Bu ifade 2015 yılına aittir arkadaşlar.) Cüneyd Özdemir, Kanal D Anahaber’ini sunarken, kendisine yöneltilmiş bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir fakat manaca konuşulan tastamam buydu. Herşey kötüye gidiyordu. Herşey kötüye gittiği için de konuşulacak iyi birşey bulunamıyordu.
Ben de şu manada bir twit attım: “Kediler moralimizi düzeltmek için şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin onları görmeye niyeti yoktu.” (O gün beni pek güldüren kedilerden mülhemdi.) Düşündüm sonra: Sahi, her sabah doğan güneş kimsenin moralini düzeltemiyorsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Baharın ilk günlerinde bir anahaber bülteni ‘güzellik bulamamaktan’ yakınıyorsa Mevla’nın ne suçu var? Göz böylesine kötüye alıcılaşmış ve iyiye körleşmişken bizden daha fazlasını beklemek doğru mu? A’râf sûresinin 179. ayetinde buyrulan şu mana dilegeldi sanki: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler...”
Kabul edelim. TV’den izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinde boğulanların ‘ene’sini palazlandırmayan herşeyi kötüye yorduğu bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Benbenciliğini beslemez. Bencile merkeziyetini kabul etmeyen herşey hasım gelir. Etrafında dönmeyen herşey düşman görünür. Yeis katar. Sanki onları o yaratmıştır da uluhiyetini reddetmekle ihanet etmişlerdir.
Denemesi bedava. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?
Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin hep kazandığı bir âlem. Namuslunun herdaim kaybettiği ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir düzen! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Yoksa tam aksini mi öğütlüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bu türden manipülasyonlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a karşı suizanna götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘Halık hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ isyan nedenleri devşiririz. Ve sonra da, Allah korusun, düpedüz isyan ederiz.
Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum şimdilerde. Sırf bir siyaseti terk değil bence ardındaki sır. Dayatılan ‘kurgu dünya’nın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle bozulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman. Cüneyd Özdemirciklere direniyor. Ve kainatı kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyuruyor. Evet. Bakılacak üstümüzde. Başkasının üstünde değil. Üstümüzdeki göğe başkalarının gözüyle bakamayız. O bizim göğümüzdür. Araya kimse giremez.
Doğru iman doğru varlık algısıyla birlikte yeşerir. Eşyayı olduğu gibi göremeyen, Rabbi hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir. Bu yüzden belki de, Risale-i Nur’un neredeyse bütün hikayeciklerinde, iki yolcudan iyisi kötüsünün önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır. Çok uzattım. Seni de bıktırdım. Gücenme lütfen. Bir tanesini hatırlayarak vedalaşalım mı:
“Yahu sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”
28 Temmuz 2014 Pazartesi
Kork bayramdan korkmayandan!
"En korkulacak an, zafer anıdır."
Napolyon Bonapart
Ümit Meriç Hocanın kendi seyr-i sülûkunu tarif ettiği İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını yıllar önce okumuştum. Hem de bir kez değil iki kez. Yine de her yanını tam bir uyanıklıkla hatırlayamıyorum. Ahirzaman çocuklarının en güvenilmez yanları hafızaları. (Bu konuda her güzel duaya muhtacım.) Fakat kitabın içinden bir sahneyi unutamam. Benzerlerini defalarca hissettiğim için belki. Orası hafızama kazınmıştır. Meriç Hocanın uzun bir süre oruç tuttuktan sonra (iki yıla yakın bir süre diye anımsıyorum) bir piknik esnasında mürşidi tarafından oruç tutmayı bırakmaya teşvik edildiği yerdir orası. Peki, bir mürşid, oruç tutmayı neden bıraktırır?
Kitapta anlatıldığına göre; müridinin, oruç tutma sıklığından dolayı, o ibadete karşı ülfet peyda ettiğini düşünüyordu merhum Muzaffer Ozak. Meriç Hoca, o gün orucunu ısrarlar eşliğinde bozduğunda, nefsinin varlığını yeniden nasıl hissettiğini şuna benzer bir şekilde anlatıyordu: (Kitap elimde olsaydı alıntılayacaktım. Netten de bulamadım. Kendi cümlelerimle yazıyorum.) "Sanki kafeste uzun süredir uyuyan bir aslan (kaplan da olabilir), aniden dışarıya çıkmak için saldırdı."
Ben de aynısını her Ramazan arkasında yaşarım. Ramazan boyunca (bir ölçüde) köşesine sindirdiğim nefsin, bayramın birinci günü kafesine saldırıp ve parmaklıkların sağlamlığını yoklayan aslan kadar istekli olduğunu görürüm. Bu beni korkutur. Kederin fazlalığı gibi neşenin fazlalığı da ürkütücüdür. Yeis, "Allah'tan ümidinizi kesmeyin!" emriyle yasaklandığı gibi, akıbet noktasında endişesiz bir neşe de; "Dikkat edin de şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın!" emriyle yasaklanmıştır. Hadd-i vasatta, yani ortayolda/dengede/adalette, kalmaktır bu ümmetin imtihanı.
Çılgınlıklarla değil çıldırmamakla imtihan oluyoruz. İfrat ve tefritimize değil itidalimize sevap yazılıyor. Gevşekliğimiz uyarıldığı gibi ibadette aşırıya gitmemiz de uyarılıyor. Hem de bizzat Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından Osman b. Maz'ûn'a (r.a.) yapılıyor bu uyarı: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahu Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.”
Dedim ya. Korkarım bu yüzden bayramlardan. Hem sadece bayramlardan mı? Bayram kokulu zamanlardan da korkarım. Mesela: Nasr sûresinde; "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir..." denilmesi endişelendirir beni. Fethin ve istiğfarın birbirine bağlanması dokunur yüreğime. Zafer zamanlarının aynı zamanda gaflet ve ifrat zamanları olabileceği düşüncesi sarar her yanımı. Ya "Ramazan'da sırtını yere getirdim!" derken, arkamı döndüğümde, sırtı yere getirilen ben olduysam/olursam?
28. Lem'a'ya gider aklım: "Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. (...) Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır."
Sizce çok mu vehimliyim? Fazla mı abartıyorum herşeyi? Peki o zaman Tabiat Risalesi'nin başındaki şu ifade neyin nesi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm." Bir zındıka fikri? İçine girmek? Bozmak? Zehirlendirmek? Dessasane çalışmak?
Hadi hepsi tamam da, peki bu 'neşe alan'ı nasıl açıklayacağız? Niye söylüyor bunu Bediüzzaman Hazretleri? Neşe zamanlarının arkayı dolaşanlara kör olduğumuz vakitler olduğuna dikkat çekmek için olabilir mi? Böylesi vakitlerde akla karayı ayırma teennisini yitirme durumları yaşamamızdan mı? Her neyse... Asıl ben şey diyecektim size: Ramazan'dan sonra Şevval'in altı günü oruç tutmakla ilgili konuşacaktım.
Hani hadis-i şerifle övülen ve teşvik edilen Şevval'in altı gün orucu. Sakın o da Ramazan'dan birden çıkmamak için olmasın? Kafese saldıran aslana karşı kapıyı hemen bırakmamak? Ramazan'a iki mübarek ayla kontrollü bir şekilde girdiğimiz gibi yine kontrollü bir şekilde ayrılmak? Kazandım sanarken kaybetmemek? Hikmeti böyle birşey olabilir mi? Kur'an'dan, sünnetten ve mübarek mürşidlerden aldığımız dersler bize hep 'kıymetli bir temkin' öğütlüyor. Bu kıymetli temkini yitirmekten korkmalı. Bayramları hem sevmeli hem onlardan korkmalı.
Napolyon Bonapart
Ümit Meriç Hocanın kendi seyr-i sülûkunu tarif ettiği İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını yıllar önce okumuştum. Hem de bir kez değil iki kez. Yine de her yanını tam bir uyanıklıkla hatırlayamıyorum. Ahirzaman çocuklarının en güvenilmez yanları hafızaları. (Bu konuda her güzel duaya muhtacım.) Fakat kitabın içinden bir sahneyi unutamam. Benzerlerini defalarca hissettiğim için belki. Orası hafızama kazınmıştır. Meriç Hocanın uzun bir süre oruç tuttuktan sonra (iki yıla yakın bir süre diye anımsıyorum) bir piknik esnasında mürşidi tarafından oruç tutmayı bırakmaya teşvik edildiği yerdir orası. Peki, bir mürşid, oruç tutmayı neden bıraktırır?
Kitapta anlatıldığına göre; müridinin, oruç tutma sıklığından dolayı, o ibadete karşı ülfet peyda ettiğini düşünüyordu merhum Muzaffer Ozak. Meriç Hoca, o gün orucunu ısrarlar eşliğinde bozduğunda, nefsinin varlığını yeniden nasıl hissettiğini şuna benzer bir şekilde anlatıyordu: (Kitap elimde olsaydı alıntılayacaktım. Netten de bulamadım. Kendi cümlelerimle yazıyorum.) "Sanki kafeste uzun süredir uyuyan bir aslan (kaplan da olabilir), aniden dışarıya çıkmak için saldırdı."
Ben de aynısını her Ramazan arkasında yaşarım. Ramazan boyunca (bir ölçüde) köşesine sindirdiğim nefsin, bayramın birinci günü kafesine saldırıp ve parmaklıkların sağlamlığını yoklayan aslan kadar istekli olduğunu görürüm. Bu beni korkutur. Kederin fazlalığı gibi neşenin fazlalığı da ürkütücüdür. Yeis, "Allah'tan ümidinizi kesmeyin!" emriyle yasaklandığı gibi, akıbet noktasında endişesiz bir neşe de; "Dikkat edin de şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın!" emriyle yasaklanmıştır. Hadd-i vasatta, yani ortayolda/dengede/adalette, kalmaktır bu ümmetin imtihanı.
Çılgınlıklarla değil çıldırmamakla imtihan oluyoruz. İfrat ve tefritimize değil itidalimize sevap yazılıyor. Gevşekliğimiz uyarıldığı gibi ibadette aşırıya gitmemiz de uyarılıyor. Hem de bizzat Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından Osman b. Maz'ûn'a (r.a.) yapılıyor bu uyarı: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahu Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.”
Dedim ya. Korkarım bu yüzden bayramlardan. Hem sadece bayramlardan mı? Bayram kokulu zamanlardan da korkarım. Mesela: Nasr sûresinde; "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir..." denilmesi endişelendirir beni. Fethin ve istiğfarın birbirine bağlanması dokunur yüreğime. Zafer zamanlarının aynı zamanda gaflet ve ifrat zamanları olabileceği düşüncesi sarar her yanımı. Ya "Ramazan'da sırtını yere getirdim!" derken, arkamı döndüğümde, sırtı yere getirilen ben olduysam/olursam?
28. Lem'a'ya gider aklım: "Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. (...) Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır."
Sizce çok mu vehimliyim? Fazla mı abartıyorum herşeyi? Peki o zaman Tabiat Risalesi'nin başındaki şu ifade neyin nesi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm." Bir zındıka fikri? İçine girmek? Bozmak? Zehirlendirmek? Dessasane çalışmak?
Hadi hepsi tamam da, peki bu 'neşe alan'ı nasıl açıklayacağız? Niye söylüyor bunu Bediüzzaman Hazretleri? Neşe zamanlarının arkayı dolaşanlara kör olduğumuz vakitler olduğuna dikkat çekmek için olabilir mi? Böylesi vakitlerde akla karayı ayırma teennisini yitirme durumları yaşamamızdan mı? Her neyse... Asıl ben şey diyecektim size: Ramazan'dan sonra Şevval'in altı günü oruç tutmakla ilgili konuşacaktım.
Hani hadis-i şerifle övülen ve teşvik edilen Şevval'in altı gün orucu. Sakın o da Ramazan'dan birden çıkmamak için olmasın? Kafese saldıran aslana karşı kapıyı hemen bırakmamak? Ramazan'a iki mübarek ayla kontrollü bir şekilde girdiğimiz gibi yine kontrollü bir şekilde ayrılmak? Kazandım sanarken kaybetmemek? Hikmeti böyle birşey olabilir mi? Kur'an'dan, sünnetten ve mübarek mürşidlerden aldığımız dersler bize hep 'kıymetli bir temkin' öğütlüyor. Bu kıymetli temkini yitirmekten korkmalı. Bayramları hem sevmeli hem onlardan korkmalı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...