Cesaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cesaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2022 Cumartesi

Deniz bizi ısırdıysa biz de denizi ısırdık

"Cesaretin dahi membaı imandır!" derken mürşidimin işaret ettiği birşeydir şu: İmanı olmayan hakikati savunamaz. İnanmak direnmenin mukaddimesidir. Ancak hikmetine-doğruluğuna inanılanın arkasında durulur-direnilir. Peki, diyeceksin ki şimdi, "Bâtıl nasıl avukat buluyor o zaman?" Bâtıl bâtıllığıyla avukat bulmuyor ki arkadaşım. İçindeki dane-i hakikat hatırına müdafiiler ediniyor çoğu zaman. Yahut da bâtıllığını kavrayamayan hamakatin elinde hak namına bayraklaştırılıyor. Veyahut da avukatının üzerinden eriştiği başka bir menfaat var. Üstlenmediği arzularını bu samanın altından yürütebileceğine kâni. Bâtılın arkasında duruyor ki hakkı gördüğü şey elinden alınmasın.

Hızır aleyhisselam "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diye sorarken böylesi bir hikmeti de imâ ediyordu belki. Musa aleyhisselamın tutunamadığı bir direnişe gönderme yapıyordu. (Allahu'l-a'lem.) Fakat suali cidden göz açıcıdır: Demek hakikat bilgisine sahip olunmayan şeyin sabrına erişmek zor. Metanetin de yaslanacağı okumalara ihtiyacı var. Hatırlarsan arkadaşım, Aleyhissalatuvesselama nübüvveti, "Yaradan Rabbinin adıyla oku!" emriyle geldi. Demek önce sabrın zemini inşa edildi kendisinde. Eşyanın içyüzü gösterildi. Arkasını görür oldu perdelerin. Sîretini sezer oldu olayların. Bu gavvaslıkla şeyler dünyasında başkalaştı. Sabretti. Sabretti. Sabretti. İbadette de sabretti. Takvada da sabretti. Musibetlere de sabretti. Onun sabrı okumasız açıklanamaz. Sabır direniştir. Savunmadır. Cesarettir. İmandır. Nice şenlik içyüzler hatırına kemlik sûretlere katlanılır. Yarının müjdeleri bugünün uğursuzluğunu aşılır kılar. 

Mücahide de gerektir ki cehdinin içyüzüne malik olsun. Yalnız kurşun atmasın yani. Kime attığını, niye attığını, ne attığını, (ve en önemlisi) kimin attığını (kendisini) da bilsin. İtikadımız önce bunu veriyor. Onda derinleştikçe 'kim'liğimizde, 'ne'liğimizde, dolayısıyla 'niteliğimizde' sabitleniyoruz. Pingpong topu değil gülle oluyoruz. İtikadı olmayansa hep kararsızdır. Temayülleri gayretinin akışını belirler. (Gündemler de temayyülerini.) Hatta belki o günübirlik kıpırtıları cihad sanmaktadır. Ama mücahid adandığı şeyin peşindedir. Eylemini imanında sabitlemiştir. Bu da kimliğinde daha sabırlı kılar onu. Daha devamlı kılar. Daha cesaretli kılar. Eğer bir irade dalgası oluşturmak istiyorsanız başlamanız gereken yer yumruklar değildir. Yanakta yumruk almaya hazır bir cesaret lazımdır. 

Bediüzzaman, itikadı savunmaya çağırırken bizi, "Defans yapalım!" demiyor sadece. Böyle anlamak eksik olacak arkadaşım. "Hücum edecekseniz de başlayacak yer burası!" demek istiyor. Hatta imanın kastı bizzat hücumdur. Müdafaa gibi görünürken bile saldırır. Vazgeçmediğinde hep kazanır. Kazanacaktır. Ulaşacaktır. Saracaktır. Dalga gelirken kaya kıpırdamıyorsa ne olmuş? Sonuçta pare pare edilen dalga değil mi? Kaya kayalığını unutmasın yeter. Kendisini tekrarlasın. Varlığını eda etsin. Dirensin. Taş olsun. Vazifesini pamukluk sanmasın. Suyu koynunda saklamasın. Okumalarından usanmasın. Fırtına dindiğinde onun da zamanı gelecektir. Evet. Tereddüt etmeyelim. Kaybettiğini sanandan başka kaybeden yok. Deniz bizi ısırdıysa biz de denizi ısırdık. Çok kere hem de.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Cahil 'işine gelirse' cesur olur

Denize bakmak insanın yükünü alıyor. Anlıyorsun ki, dünyanın tamamı kara değil. Matematik karada icat edildi. Denizde işler değişebilir. 2x2=4 olmayabilir orada. Ayakların seni taşımaya yetmeyebilir. Koşamazsın. Duramazsın. Uzanamazsın. Senin bölgen değil orası. Güçsüzsün. Karaya göre acizsin. Yahut denize bakınca daha net farkediyorsun: Uzaklarda bir yerde suda olsam şimdi, karaya nasıl ulaşırım? Kollarım ne kadar taşır beni? Yüzmeyi de iyi bilmem. O kadar da güçlü değilim. Kara benim ben'liğimi besliyordu. Ondan yaratılmıştım. İddialarım ve hayallerim onda daha gerçekleşebilir duruyordu. Fizik, kestirilebilir bir alandı. Suda o güven yok. O halde onlardan soyunmak vakti. Giysilerim gibi onları da çıkarmalıyım. Korkmalıyım. Çıplaklık korkutucudur.

Bir denizkenarında otursak ve yüzenleri tahlil etsek, karadan uzaklıklarına bakarak kimin özgüveninin daha güçlü olduğunu anlayabiliriz bence. Çocuklar hariç. Onların tabiatı tahlile uygun gelmiyor. Bilmeyenin özgüveni elbette bileninkini geçer. Cahil cesareti denen şey biraz da budur. Buraya da bir parantez açayım: Cahil cesareti ve cehaletin korkusu, ikisi de iddiamızdır. 'İnsan bilmediği şeyden korkar' da deriz, 'Cahil cesur olur' da. Peki cahilin korktuğu veya delice cür'et ettiği alanları ne belirler?

Bence cahil kuvve-i gadabiyesi söz konusu olursa korkar, kuvve-i şeheviyesi mevzubahis ise cesaret eder. Onun hareketleri bir bilginin tetiklediği akılcı bir hareketten çok, kuvvelerin tetiklediği bir yaşam şeklidir. Elbette burada ayrı bir canlı sınıfından bahsetmiyoruz. Ama ayrı bir tabiatı konuşuyor olabiliriz. Kendimizi de bu gözle tahlil etmekte yarar var. Cahil, eğer kuvve-i şeheviyesinin gayretiyle bir işe girişmişse, çok zor caydırılır. Kolay vazgeçmez. Elde etmede inatçı olur. Fakat kuvve-i gadabiyesi söz konusu olduğu anda zarar görme endişesi daha baskın çıkar, ürkmeyi tercih eder. Galebede 'ikna' ile 'icbarın' yer değiştirmesi böylesi bir kuvve tahliliyle daha anlaşılır olabilir. "(...) medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir."

"Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister." Muhatabınızın, güçlü olduğunuzu farkettiği anlarda, aniden keskin dönüşler ve korkular yaşadığını görürsünüz kavgalarda. Fakat eğer sizin güçlü veya zarar verici olduğunuzu düşünmüyorsa en büyük vaveylayı koparır! Merhamet göstermenin, alttan almanın zalimin iştahını açması biraz da bu yüzdendir. Kuvve-i gadabiyesi sizden endişe etmezse, artık kuvve-i şeheviyesini kim durdurabilir? Kuvve-i akliye zaten geri planda, onların güdümünde çalışmaktadır. İknaya elverişli değildir.

Bu da ilginç birşey, kendilerinde had konmamış kuvveler, bir yönüyle birbirilerine sınır oluyor. Birisinin uyarılması, diğerinin uçlara kaymasını engelliyor. Belki bu yönlerini çalışarak bir terbiye metodu elde edebiliriz. Bir kuvvenin bizi şeriatın dışına ittiğini hissettiğimizde, ikinci bir kuvveyi tedirgin ederek onu durdurabiliriz. Zaten terbiye-i Kur'anî de böyle yapmıyor mu? Kuvve-i şeheviyenin bizi günaha ittiği yerde azabını, kuvve-i gadabiyenin bizi cihaddan korkuttuğu yerde de nimetlerini hatırlatmıyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan zina etmek için izin isteyen genci hatırla. Orada da Allah Resulü, yapacağı kem işe verilecek cevazın dönüp kendisini de bulabileceği ihtimali ile onu korkutmamış mıydı?

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 15: Kime âlim demeli?

Bu yazının doğrudan Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu, Abdulaziz Bayındır, Mustafa Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Okuyan vs... gibi isimlerle ilgisi yok. Belki ikinci bir nazarla onları hatıra getirebilir. Gerçi, ilginçtir; bu sıralar ilahiyat hocalarının imanından avamın imanına sığınacak bir haldeyiz. İmam Gazalî'nin (k.s.) hocalarından İmam Cüveynî'nin (k.s.) bir hadise işaretle ifade ettiği gibi; ahir ömrümüzde 'yaşlı kadın teslimiyetinde' bir iman diliyoruz. Bilimadamı imanından ve onun 14 asırlık İslam mirasına takla attıracak cür'etinden Rabbimize sığınıyoruz. İsimlerle kafanızı kirletmeyeyim. Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"

Ebubekir Sifil Hoca'nın seminerlerinde/sohbetlerinde çokça dikkat çektiği birşeydir. Modern eğitim sistemi, içeriği ne kadar dinî done barındırırsa barındırsın, dinî eğitimden murad olunan teslimiyeti/haşyeti aşılamamaktadır. İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, dine teslimiyetleri artmak şöyle dursun, mevcut olan teslimiyetlerini de yitirmektedirler. (Genellemelerin tamamı hatalıdır. Bu yalnızca bir eğilim analizidir.) Bu nedenle dinî eğitim hususunda yapılacak geliştirmeler, içeriğin yenilenmesinden ziyade, üslûbun ve usûlün yenilenmesine vabestedir. Bu yenilenmeden kasıt da, onun daha çok İslam geleneğinden koparılması değil, daha fazla bağlanması; hatta mümkünse çağın içinde geleneğin yeniden diriltilmesidir. Çünkü dinî eğitim (İslam'a göre) bir done aktarımından ziyade bir irşad faaliyetidir. Bir şekillendirmedir. Bir bakışaçısı eğitimidir. Medrese ve tekke sistemlerinin insanı terbiye edici (olgunlaştırıcı) yapısı bugünün eğitim sisteminde bulunmamaktadır. Zira bugünün eğitim sistemi salt bir done aktarımına konsantredir. Öğretmenin veya öğrencinin hayatı/istikameti onu ilgilendirmez. O, donenin insan hayatında gördüğü fonksiyonu izlemez. Sadece sınavlarda verdiğiniz cevaplarla ilgilenir.

Benzeri bir endişeye, Prof. Dr. Salim Öğüt merhumun Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı isimli eserinde de rastlarız. "Bu kitap neden yazıldı?" sorusuyla Önsöz'üne başlayan Öğüt; bir öğrencisinin görev yaptığı yere yeni atanmış 'meslekdaşlarından' bahsettiğini; bu meslekdaşlarının, kadınlarla ilişkilerinde ve alkollü içecek tüketiminde şeriatın emirlerini önemsemedikleri anlattığını nakleder. Aynı kitap içinde "İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Dindarlık ve Ölüm Kaygıları Üzerine" yapılmış akademik bir araştırmanın (Akademik Araştırmalar dergisi, yıl 4, sy. 14, s. 161-174) verilerini de nakleden Öğüt; bu korkutucu veri naklinin ardından şunları söyler:

"Nitekim bu din telakkisi ve ona uygun olarak yürütülen din öğretimi, görüldüğü gibi, sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan-korkulması gerektiği gibi-korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını kendileri oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple de artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları 'eski' bularak kullanılmış bir kağıt mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."

Aynı kitapta Öğüt Hoca, merhum Ali Fuad Başgil'in Din ve Laiklik isimli kitabında geçen şu tesbitleri de alıntılar:

"Bana Ankara'daki İlahiyat Fakültesi'nden veyahut İmam-Hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim. Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din âlimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslamiyet'in yalnız elemanter bilgilerini öğrenmekle kalır. İslamiyet'in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyâtı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur."

Mesele din âlimi ve din tenkitçisi farkı noktasına gelince Bediüzzaman'ın Risale metinleri içinde medrese kelimesine yaptığı vurguyu anımsamakta fayda vardır. (İdealindeki eğitim sisteminin/kurumunun ismi bile Medresetü'z-Zehra'dır. Ve hapishaneler onun için Medrese-i Yusufiyedir.) Yine Bediüzzaman, Risale metinleri içinde tekrar be tekrar Risale-i Nur'un medrese malı olduğu vurgusu yapar: "Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen..." diyen Bediüzzaman, kimi yerlerde medrese hocalarını Risale-i Nur'a sahip çıkmaya çağırırken; kimi yerlerde de sanki Nur talebelerini medreseyle ve medrese hocalarıyla irtibatlarını korumaya, bir nevi sıla-i rahme çağırmaktadır. Hatta Risale metinlerinin işlevini izah ederken bile kıyas olarak medreseleri istimal eder:

"Eski Said'in, onbeş yaşında iken medrese usulünce onbeş senede okunan ilmi, onbeş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede onbeş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar."

Peki, Risale-i Nur, medreseden murad olunan manayı nasıl karşılar? Veya daha ilerisi, yine Bediüzzaman'ın beyan ettiği; "Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir..." gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır? Ben bu meselede hem Ebubekir Sifil Hoca'nın, hem Salim Öğüt Hoca'nın, hem Ali Fuat Başgil merhumun, hem de Bediüzzaman'ın "İlimle murad olunan nedir?" sorusuna verdikleri cevabın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira âlim ve ilim başlıklarının içeriğini de, bu ilimle hâsıl olunacak şeyin karşılığını da bu tarif belirleyecek.

Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli eserinde bizi şu tanıma çağırıyor: "Haşyete ulaştıran bilgi, ilimdir." Bediüzzaman da felsefe ve Kur'an'ın eşyaya ve bilgiye bakışlarındaki nüansları vurgularken hep şunu belirtiyor: "Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor."

Yine Nur sûresinde; "Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na sığınırsa, işte murada erecek olanlar bunlardır..." denilirken Fâtır sûresinde de; "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar!" denilerek ilim ve Allah korkusu/haşyet arasında bir ilgi kuruluyor. Beyhakî'de geçen bir hadisinde; "Hikmetin başı Allah korkusudur!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da yine bizi Allah korkusunun âlim oluşun ölçüsü olduğu bir zemine çağırıyor. Anımsarsak: Efendimizin 'faydasız ilim' diyerek tesmiye ettiği ve sakınmamızı salık verdiği şey, hayatta bir karşılığı olmayan ve takvayı tetiklemeyen bilgi değil mi?

Bütün bunlar biraraya geldiğinde, ben, dinî eğitim alanında en büyük açığımızın, bilgiyi aktarmaktan ziyade, o bilginin oluşturması gereken haşyeti aktaramamak olduğu düşüncesindeyim. Ve Risale-i Nur'un eğitim metodunun, hakkı verilerek intisab edildiğinde, ilim sahibi olmaktan murad olunan haşyeti kalbe verdiği kanaatindeyim. Böylece Bediüzzaman'ın 'zamanın mühim bir âlimi' ifadesini ilimden murad olunan Allah korkusu düzleminde anlayabiliyorum.

Yoksa seküler bir bakışaçısıyla, antika bir eşyanın değerini demirciler çarşısında araması gibi, "Bir sene Risale-i Nur okuyan bir bilimadamı olur!" diye düşünmüyorum. Evet, Risale-i Nur'u, müellifin belirttiği şartlara uyarak okuyan bir müslüman, bir müminin kuşanması gereken Allah korkusunu ve istikamet çizgisini 'âlim seviyesinde' kazanabilir. Risale-i Nur'dan böylesi bir bakış ve hissediş/haşyet eğitimi alabilir. Fakat bu eğitim neticesinde ne fâkih olur, ne muhaddis olur, ne de fizikçi veya kimyacı olur. Eğer ilimden muradınız, kimsenin biriktirmediği kadar done biriktirip, bir hiyerarşide makam/rütbe sahibi olmaksa, bunu Risale-i Nur'da bulamazsınız. Çünkü Risale-i Nur da, Kur'an'dan ders aldığı yolla, hiçbir ilimden kendisi için bahsetmiyor. Fakat, evet, bu zamanın yıkılan teslimiyetine bir deva Risale-i Nur'un sisteminden çıkabilir. Onun üslûbundan devşirilebilir. Gelenekle aramızda bir bağ kurabilir. Ama 'medrese'den çıkabilir. Üniversiteden çıkmaz. Medresetü'z-Zehra'ya 'Zehra Üniversitesi' demek, bir sadeleştirme değil, bir tahriftir.

15 Şubat 2015 Pazar

Ayılmak tevhid şarabının sarhoşluğudur

“Bir doğabilimciye sorarsanız size hiçbir türün bir diğeriyle savaş içerisinde olmadığını söyleyecektir.” (Daniel Quin, İsmail’den...)

Hem de kaç kere elhamdülillah: Mü’minler hakkında “Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler...” hakikati Furkan’ımızda bize öğretiliyor. Musırrane tekrar tekrar buyruluyor. Evet. Aynen. Öyledir: Beyanın tekrarı ihtiyacın tekerrüründen gelir. Demek ki duymaya-hatırlamaya ihtiyacımız var. İşte biraz da bu nedenle ona biraz daha yakından bakmayı deneyelim istiyorum arkadaşım bu yazıda. İnşaallah.

Sorarsan hemen söylerim: Gerçekten de ‘hakikat’ cesaret ve huzur vericidir bizzat. Yani? Birşeyin gerçekliği emniyetini arttırır. Doğruluk bir açıdan ‘kainat kardeşle uygun adım yürümek’ anlamına gelir. Bundan dolayı kendisine tutunana da güçlü hissettirir. “Fıtratın şehadeti reddedilmez.” Neyi doğru biliyorsak onda cesaret ediyoruz. Neye cesaret ediyorsak onu doğru biliyoruz. ‘Olması gereken’ veya ‘olmazsa olmaz’ gördüğümüzden dolayı kendisini rahatlıkla, içtenlikle ve sebatla savunuyoruz. Vicdanımızın samimiyeti bu emniyeti veriyor.

Demek uyum da tıpkı yerçekimi gibi, belki ondan da sabit, bir kuvvettir ve hakkın alametidir. Yani hakikatin bir tezahürü de uyumdur. Kafamız makine medeniyetinin esiri de olsa, içimizde bir yer “Hakkın hatırı âlidir!” demeyi bırakmadığından, haklı olmak gönlümüzü rahatlatır. Cesaret ki ‘korkusuzluk’tan çok ‘korkunun yanlışlığını bilmek’tir. O da birtür rahatlıktır. Uyum ister.

Manzarayı bir parça gösterebildiğimi zannediyorum. Doğruyu seçmek de, yapmak da, savunmak da acizleri bu kulptan yakalar: Kainatla uygun adım yürümek. Mazlum da gücünü burada bulur: Zalimin imkanlarına rağmen tevhidî kardeşliğin/taraftarlığın kendisinden yana olduğunu bilmek. Ve varlıkla uygun adım yürüyenin öz-varlığı rahatlar. İşi-içi genişler. Dışını bozanın içi de bozulur.

Yani ki, tenasüb, bizzat huzurun kendisidir. Rahatlık hissi de, şu uyumun görülmesi, hissedilmesi veya sezilmesidir. Böylece cesareti de tetikler. Peki iman? İmansa en büyük uyumdur! Çünkü herşeyi yaratanın muradıyla uyumdur. Belki biraz da bu nedenle “Bismillah her hayrın başıdır.” Zira şu uyumun ilanıdır.

Tabii, bütünle uyum başka, parçalarla uyum başka. Yani tenasübü kavramakla imtihan kalkmıyor. Uyum arayışı ile de sınanır insan. Kâfir, bütünü örterek, yanlış okuduğu parçayla uyumunu korumaya çalışandır biraz da. Fasık da yine böylesi bir parça uyumu peşindedir. (“Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!” dedirten de budur belki.) İtikada kadar çıkarmasa da gidişatı öyledir.

Sefih birisini düşünelim mesela. Uymaya çalıştığı nedir? el-Cevap: Müptela olduğu rezilliklerdir. Yani o da karanlığıyla bir uyum arar. Nefisperest ânı yaşamak ister. Çünkü nefis parçalara âşıktır. Buradaki ülfetinden öteye gafil bir rahatlık devşirmeye çalışır. Çevresindekileri de kendisi gibi sefih yapmaya veya kendisi de onlar gibi sefih olmaya gayret eder. Moda, trend, akım vs. Arayışı budur. Tevhidin gösterdiği bütünlüğe ise körleşmiştir: “Hem deme, ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

Demek fâsık da sırrın ‘uyum’ olduğunun farkında! Ama kime uyacaktır? Dünya-ahiret bütünlüğüne mi? Yoksa gençliğinin coşkunluğuna mı? Vicdanın, dinin, ahlakın ve mantığın teennisine mi? Yoksa nefsin ‘parçada boğulmaya meyyal’ aceleciliğine mi? Genelde gençliğin ‘coşkunluğu’ ve nefsin ‘acelesi’ tercih edilir. Akıbetse takva sahiplerinindir. Çünkü bütünün cümle renkleri ortaya çıktığında parçadaki ifratın yanlış olduğu anlaşılır. Gençlik ihtiyarlığı ağlatır.

Peki uyumun doğru formülü nerede? Elbette bütünü görenin kelamında. Kur’an’da. Yani Kelam-ı Ezelî’de. Ahirzaman Peygamberi aleyhissalatuvesselamın sünnetinde. Dolayısıyla cesaretin kaynağının ‘doğru/hakikat’ olduğunu savunmakta kararlıyım. Fakat, arkadaşım, membaın doğruluğuna biz ne kadar inanıyoruz? Yani ne kadar taraftarıyız? Bu onu savunuşumuzu doğal olarak etkiliyor. Doğru hakkında cesaretli olmak için o doğrunun doğruluğuna da tam inanmış olmamız lazım. İnsan inandığı doğruları savunabilir ancak. İnanmadıkları, doğru olsalar da, cesaret üretecek memba değillerdir. ‘Olmazsa olmaz’ değillerdir. Çünkü uygun adım olduğunda şüpheleri vardır.

Mesela: Zalime karşı mazlumun elini alıkoyan, korkudan önce, yapacağının doğru olup olmadığı konusundaki şüphesidir. Mazlum, mazlum olduğuna ve karşısındakinin de zalim olduğuna yeterince inanmazsa, zulme direnmez. Zulmü içselleştirmenin bir yolunu bulmuştur artık. Yine, doğru söylenmesi gereken bir yerde ‘kaybettirmesinden’ ötürü yalanı tercih eden kişinin, muhtemelen doğrunun ‘hep kazandıran’ olduğu hakkında şüpheleri vardır. Ona göre yalan da bir miktar ‘kazandırma gücüne’ sahiptir. Doğru kaybettiren de olabilir(!) Doğrunun kaybettireceğini düşünmek imandaki zaafiyetin delili olduğundan dik duramaz. Halbuki Kur’an-ı Hakîm hep der: “Akıbet takva sahiplerinindir.” Hakikatte sebat edersen akıbet elbet senin olur. Bu dünya ise asla ‘son’ değildir:

“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.”

Ey kelime-i şehadeti söylemekle imanının sonuna geldiğini sanan arkadaşım! Kalbini yokla bakalım. Şeriatını ne kadar cesaretle savunabiliyorsun? Doğruya, doğru olduğunu bildiğin halde, ne kadar güveniyorsun? Onu telaffuz ettiğinde ruhun ne kadar rahatlıyor? Aksini düşünmek seni ne kadar delirtiyor? Yoksa sen de ben gibi, hayatında başka, kalbinde başka mısın? “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur...” mu diyorsun yoksa? Ama baksana. Bütün asla değişmiyor: “Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.”

İmanının ne kadar güçlü olduğunu, şeriatın ardındaki cesaretinin ne kadar güçlü olduğuyla ölçebilirsin, takvanla ölçebilirsin. İnsan inandığı şeyleri güçlü savunur. Güçlü ittiba eder. Hem demiyor mu Bediüzzaman: Cesareti de Aleyhissalatuvesselamın risaletinin bir delilidir. Evet. Aynen. Öyledir. O Hâtemü’l-Enbiya cesarette de insanlığın hem serveri hem rehberidir.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Neler oluyor şu mesture bacılara?

"Bir kısım insanlar, müminlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun onlardan!' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i İmran sûresi, 173)

Kafanızı mümkün olduğunca az şişirmeye çalışarak anlatacağım derdimi. (Beni düşününce, biraz zor birşey vadettiğim anlaşılır.) Şöyle bir noktadan başlayayım konuşmaya: Bediüzzaman'ın, akaid-i imaniyeden ve namazdan sonra metinlerinde en çok neye temas ettiğini soracak olsanız, duraksamadan: "Ümit!" diye cevap veririm. Hutbe-i Şamiye'de "Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş..." deyişinden tutun, Divan-ı Harb-i Örfî'de "Yeis, mâni-i herkemâldir..." demesine; sonra Lemaat'ta "Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi..." diyerek başlayan kısımdan tutun Hakikat Çekirdekleri'nde "İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir..." demesine kadar, Risale-i Nur'da örtülü/açık pek çok şekilde ümit aşılanır, yeis/ümitsizlik kötülenir.

Bediüzzaman, "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i Kur'anisini, hem ümit kesmemek hem de ümit kestirmemek olarak anlamıştır kanaatimce. Bunlardan en beğendiğimi; okurken, sanki Üstadın ağzından değil, kendi ciğerimden gökyüzüne savuruyormuşum gibi hissettiğimi ise Münazarat'ta bulurum ben.

O eserde, Kürt aşiretleri içinde muhavere ederken, birisi itirazkârane der: "İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Bediüzzaman'ın bu itiraza cevabı işte benim kalbimi de kendisine âşık eden meziyeti saklar içinde: "Neden dünya herkese terakki (yükselme/gelişme/ilerleme) dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî (düşüş/alçalma/gerileme) dünyası olsun?" Biraz cüretkâr konuşayım: Aslında bu cevabın altında bir 'hüsnüzan' da vardır. Allah hakkında bir hüsnüzan. Bu kelimeyi kullanmam ne kadar doğru, bilemiyorum ama; hadis-i kudsîde beyan edilen "Ben kulumun zannı üzereyim" ifadesi ile bir cesaret buluyorum istimaline: Evet, Bediüzzaman'ın bu cümlesinde yalnız ümit değil, bir adım evvelinde, marifetiyle orantılı 'Allah'a dair bir hüsnüzan' da vardır.

Öyle ya, bütün güzel isimlerin sahibi olan Allah, müminleri bu dünyaya 'kaybetmeleri' için mi getirmiştir sadece? Hep acı çeksinler, hep ezilsinler, hep zulme uğrasınlar, hep güçsüz olsunlar diye mi dünyaya atmıştır? 'Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun'dur? Bu cevapla Bediüzzaman aslında kevn ile vahyin uyumu da koyar ortaya. Kevnin, kainatın, kanunların, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, bilimin sahibi, aynı zamanda vahyin de sahibidir. Elbette vahye tutunanlara kevnin içinde tuzaklar kurmamış; iki kitap arasındaki çelişkilerle, başarısız olmalarını kaçınılmaz hale getirecek bir kainat yaratmamıştır. Sorun kevnin ve vahyin uyumsuzluğunda değil, müminin vahye ve kevne uyumsuzluğundadır. Başarısızlık, kalpteki imanın hayata yüklediği, mecbur ettiği bir kader değildir.

Buna benzer bir düşüncemi, yıllar önce, "Çürümüş Kalpleri Kim Diriltecek?" isimli yazımda şöyle dile getirmiştim:

"Bazen 'Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?' diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; 'Evet, haksızlık' şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: 'Çürümüş kalpleri kim diriltecek?' Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: 'De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.'"

Kur'an da pek çok ayetinde örtük/açık ümit ekiyor yüreklerimize. Yalnız "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i nuranîsi değil; biraz o gözle baksanız, bütün vahiy ümit çiçeğidir gönüllerimize ekilen. Hatta "Bismillah..." bile, Birinci Söz'deki ifadeleri bu gözle okuduğunuzda görürsünüz ki, bir cesaret/ümit dersidir: "Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der, sert taş ve toprağı deler, geçer. 'Allah namına, Rahmân namına' der; herşey ona musahhar olur." Bu ve benzeri ifadeleri içeren Birinci Söz'ün; yazıldığı dönemin salabeti, harareti hesaba katılırsa, her yanı ümitsizlikle, korkuyla, acizlikle sarılmış mümin kalplerine; "Bismillah deyin, başlayın; karşınızdaki taş olsa deler geçersiniz!" dediği, cesaret ve ümit aşıladığı apaçık anlaşılır: "En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar..."

Sizin de dikkatinizi çeker mi bilmem: Teknolojik her gelişmenin veya atılımın, ülkemize önce 'korkusu' ithal edilir. Örneğin: Nükleer santral yapımı gündeme gelir gelmez, önce muhtemel felaket senaryoları tartışılmaya başlar medyada. Ceptelefonları 'önce' kanser yapar. Hızlı tren 'önce' kazaya çok müsait bir taşıma aracıdır ve Türkiye coğrafyasına uygun değildir. İnternet, 'önce' ahlakımızı bozar. Facebook, twitter vesaire 'önce' kimlik bilgilerinizi sürekli birilerinin çalmaya, sizi dolandırmaya çalıştığı bir platformdur, öcüdür. Takip ederim teknolojiyle ilgili haberleri. İletişim ve ulaşımla ilgili neredeyse her yeni buluşun veya ürünün ülkemize gelişi öncesinde böyle korkutucu haberler duymuşumdur. Belki bu felaket senaryolarının gerçekleşebilme ihtimali, Bediüzzaman'ın, kayığa binmeye korkan dostuna çıkardığı ihtimal hesabından daha da zor ihtimallidir; ama yine de korkulur, korkutulur.

Tek bu da değil: Yine örneğin yeraltından, hatta denizaltından metro veya tüpgeçit yapılacaksa, önce korkuları ekilir yüreklere. "Başarılması zordur, mümkün değildir, kesin kaza olur..." vesaire. Küresel dengelere rağmen mazlumları savunacak bir siyaseti yürütecek olsanız bile korkusu hazırdır: Yalnızlaşmaktasınızdır ve bunun bedeli ülkenin karışması olacaktır. Bu da tutmazsa; üçüncü köprü veya havaalanı inşaatlarına girdiğinizde bir başka korku salınır yüreklerinize: O kadar yeşillik yok olmaktadır ve bu yeşilliklerin yok olması çok büyük bir çevresel felakettir. Bir noktada doğru, bu bir çevresel felakettir, fakat İstanbul şartlarında üçüncü bir köprünün olmayışı nasıl bir felakettir, bu pek masaya yatırılmaz. İlaveten; yokedilmeye mecbur olunan bu alan yerine başka bir bölgenin yeşillendirilmesi tezini bile düşünmeden çöpe atar muhatabınız. O bunu asla telafi edemez. İyi de ağaç bir hayır olduğu kadar müminleri birbirine kavuşturan yol da, köprü de, havaalanı da, tüpgeçit de bir hayır türü değil midir?

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abi, bir sohbet esnasında iki dalda yaşanan her gelişmenin ister istemez müslümanların yararına olacağını söyledi: 1) Ulaşım 2) İletişim. Öyle ya; Lemaat'ta da haccın ehemmiyetine dikkat çeken Bediüzzaman, zaten onun bir müminler arası iletişim platformu olduğunu söylemiyor muydu? Ulaşımın da aynı şekilde (tıpkı iletişim gibi) birbirimizden haberdar ve daha sıkı bağlara sahip bir müminler duvarı haline gelmemize katkısı yok muydu? Hatta Cemil Ertem, Markar Esayan'la birlikte kaleme aldığı Dünyayı Durduran 60 Gün kitabında double yolların dahi bugün devam etmekte olan barış sürecinin zeminine büyük katkı yaptığına dikkat çekiyordu. Eğer o yollar vasıtasıyla ulaşım ve dolayısıyla etkileşim artmasa, bugün bir barış süreci devam ediyor olamazdı. Belki Bediüzzaman'ın yine Lemaat'ta yer alan; "Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek..." ifadesi de iletişim ve ulaşım imkanlarının bu artışıyla ilgiliydi. Evvel girecek olanlar, zaten etkileşim içinde uygun zamanın gelmesini bekliyor olanlar olacaktı. Mısır, Filistin, Gazze gibi meselelerde özellikle sosyalmedya sayesinde sıkı bir etkileşim içine giren ve başlarındaki iktidarlardan bağımsız bir bütün oluşturabilen halklar bu baharın habercisiydi.

Metin abinin o sözünü hatırlayınca, bu tarz korkuların da ekilmesini boşuna bulmuyorum. Herhalde bizim gördüğümüz kadar onlar da görüyor olacakları. Fakat engel olamıyorlar. Bilgi öyle bir hale geldi ki, elde tutulmaz; hava gibi, su gibi, nur gibi; zaptedilmez. Amerika dün üretilen, bugün Türkiye'de veya Çin'de. Geride kalmak artık güçleşiyor ve sanki dünya bilgi konusunda da homojen bir zemine yürüyor. İletişim ve ulaşımda homojenleşen bir dünyada hakikaten neden dünya bizler için tedenni dünyası olsun? Neden yeis ekilsin yüreklere? Kalbindeki imandan emin olan, önündeki yoldan telaş etmemeli.

Bitirirken bir not: Aslında yazıyı bu notta anlatacağımı kaleme almak için yazdım. Ama yazarken koyacak yer bulamadım. Kısacık değineyim bari: Âlâ dergisi veya mesture ablaların yaşadıkları kimi hadiseler üzerinden bize aşılanan bir korku daha var. O korku da şu: "Müslümanlar eğer gücü, iktidarı ve parayı elde ederlerse, kesin bozulurlar! Ne mestureleri ahlaklı olur, ne iktidarları dindar olur, ne de zenginleri adam olur" tarzında (zalim bir genelleştirme de içeren) bir korku bu.

Bu korku çok sinsi. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi birşey. Fakat aslında yapmak istediği dindarlar ile güç, para ve iktidarın arasına mesafe koymak. Onları bu üçünden kaçmaya ve onların tamamını sekülerlere devretmeye bir temayül oluşturmak. Bir nevi neo-zahidlik. Ezik, parasız, güçsüz, özenilmez müslümanla sorunları yok. (Hatırlarsanız, dizilerde bile evdeki hizmetçinin başının kapalı olması dokunmaz senaristlere, ama evin hanımı tesettürlü olamaz. Hastabakıcı tesettürlü olabilir, ama doktor olamaz.) Bu yüzden, bana öyle geliyor ki; farzdelim, bir mesturenin yaptığı kötü bir işten, bir dergiden veya bir müstakil olaydan tırnaklamalar yapıp; "Bakınız, müslümanlar giderek dindarlıklarını kaybediyorlar!" korkusu ekmek/üretmek, Bediüzzaman'ın suratına cevabını çarptığı korkuyu uyandırmaya çalışmaktır: "Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Hayır efendim, hayır! İmtihan elbette devam ediyor ve hatalarımız da olacak. Bunu biliyoruz. Fakat asla 'karamsar cerbezenin' oyununa gelmeyeceğiz. Bizim cevabımız hazır: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...