Bediüzzaman'ın İslamiyet'i 'insaniyet-i kübra' olarak tarif ederken ta anlatmaya çalıştığı birşey var: İnsanlığımız ancak İslamlığımızla tamam olur. İslamlığı olmayan insanlık yarımdır. Hatta bu öyle bir yarımlıktır ki kendisini büsbütün zararlı hale getirir. Yol açmayı sağlayan dozerin bozulunca 'kaldırması en zor engellerden birisine' dönüşmesi gibi; insan da; bozulunca hayrın önündeki en büyük engellerden birisine dönüşür. Açması gerekeni kapar. Tarih böylesi zulümlerin en sarih şahididir. Biraz daha detayına indiğimizde ise, mürşidim, bu durumun hikmetini şöyle tarif eder: İnsan 'olabilecekler potansiyelini doldursun diye' kuvvelerine had konulmadan yaratılmıştır. Kuvve-i gadabiye (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviye (arzulama güdüsü) ve kuvve-i akliye (zararlıyı faydalıdan ayırma güdüsü) bir ölçüde serbesttir.
Bu serbestlik ona 'herbir bir ferdi bir tür değerinde' farklı olabilme yeteneği kazandırırken aynı zamanda imtihanının da kaynağıdır. Yani sair canlılarda ancak iki tür arasında sözkonusu olabilecek nüanslar insanın iki ferdi arasında mevcuttur. O kadar başka âlemlere, meraklara, heveslere, gayretlere, yönelişlere, açılımlara vs. sahiptirler. Üstelik hayata tutunuşu da ancak bu kuvveler sayesinde mümkündür. Bir insanda korunma, arzulama ve zararlıyı faydalıdan ayırma güdüleri olmazsa yaşamayı da başaramaz. Ancak şu da var: İradesinin dizginini büsbütün bunlara bırakırsa bu defa da bencilliğinin ateşinde dünyayı yakar. İşte 'şeriat' da tam bu noktada devreye girer:
"Her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun ancak şeriattır. Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir."
Nübüvvet, nübüvvetle gelen Kur'an ve sünnet, onlarla teşekkül eden şeriat bize 'had konulmamış kuvveleri' nerelerde sınırlamamız gerektiğini öğretirler. Eğer bu sınırları bilmezsek, kabullenmezsek ve ittiba etmezsek, bizzat kendimiz dünyevî ve uhrevî hayatlarımızın katiline dönüşürüz. Nitekim bu kuvvelerin teknoloji marifetiyle doludizgin koşturulduğu ahirzamanda dünyanın aldığı hal de ortadadır. Çevre kirliliği, küresel ısınma veya başka şeyler. İnsanoğlu kendi kıyametine koşmaktadır. Bu kıyametin adımlarını takip ettiğinizdeyse yine bu üç kuvvede yapılan israfa denk gelirsiniz. 'Daha iyi korunmak' ve 'daha çok arzuya ulaşmak' noktasında kontrolünü yitiren insanoğlu, histerik bir eşikten sonra, aklını da hizmetlerine vererek 'manipülasyon-hile aygıtı'na dönüştürür. Çiçekler yeşertmez. Atom bombası yapar.
Veya Level 16/Seviye 16 filminde anlatıldığı gibi başka insanları kendi arzuları adına köleleştirir. Fakir ailelerden satın alınan çocuklar çiftliklerde yetiştirilerek 'güzelleşmek isteyen zengin kadınların hammadde sağlayıcıları' olurlar. Buna sırf bir 'kara ütopya' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Orwell'ın kara ütopyası 1984'ün nasıl gerçek bir dünyaya dönüştüğünü zaman gösterdi. Hem daha bugünlerde Sandra Bullock'un Ellen DeGeneres'e konuk olduğu bir programda 'Koreli bebeklerin derilerinden alınan maddeleri derisine enjekte ettiğini söylediği' bir video görüldü. Ne için yapıyor bunu? Daha güzel görünmek için. Peki insanlık böyle birşeyi ilk kez mi yapıyor? Hayır. Zaten balinaların neslini tüketmeye yaklaşmamızın ardında da böyle bir gerekçe var. Yağlarından çok kaliteli güzellik malzemesi yapılabiliyor çünkü.
Aynı sistemin fanatik bir müridi olan Hülya Avşar istediği kadar alınsın, bu, bizi yine alıp şeriatın bir parçası olan 'tesettür'ün hikmetine götürüyor. Evet. Tesettür de, tıpkı şeriatın diğer emirlerinde olduğu gibi, had konulmamış kuvvelerimizi durdurabilmemiz için var. İster kadında ister erkekteki şekliyle tesettür 'görünmeyi esas almayan bir hayatı' mü'minlere aşılıyor. Yani bizi 'görsellikle' değil 'derinlikle' varolmaya yönlendiriyor. Kadının tesettürden hissesi neden daha ziyade peki? Çünkü hem 'güzellik potansiyeli' hem de 'güzelleşme arzusu' olarak baskınlık gösteren o. Hoş, metroseksüellik belası şimdilerde erkekleri de etkiliyor, ama nasıl? Kadınlaştırarak. Bu tarz eğilimleri olan erkeklere dikkat edin. Aslında kadınlaşıyorlar. Ancak kadınlaştıktan sonra metroseksüelleşiyorlar. Metroseksüelleştikçe de kadınlaşıyorlar. Bu tıpkı Max Weber'in tesbitinde olduğu gibi: "Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz."
Tesettür görünme ve güzelleşme tutkularımızı 'hadd-i vasatta' yani 'sırat-ı müstakim'de tutmamızı sağlıyor. Bakınız, belki daha acayip misalleri var, ama bizim haberimiz yok. Şu an Batı dünyasında güzellik sektörüne harcanan paralar bilmem kaç Afrika ülkesinin açlık sorununu çözecek nitelikte. Bu bir israf değil midir? Bize sorarsanız, evet, ama kapitalist dünyanın bununla bir sorunu yok. Çünkü o kuvvelerin sınırlanması gerektiğine inanmıyor. İslamsa 14 asır öncesinden buyuruyor ki: "Ey âdemoğlu/kızı, eğer benimle sana öğretilen sınırların içinde kalmazsan, dünyanın (ve de kendinin) dengesini bozarsın. Tesettür de onlardan birisidir. Tesettürle içindeki görünme/güzelleşme arzularına bir sınır çizmezsen, gemi azıya alır, Koreli bebekleri kanını-canın-cildini kendi güzelliğinin hammaddesi kılarsın."
Kur'an-ı Hakîm 'kız çocuklarının öldürülmesinden' bahsettiği zaman biz bunu sadece Kureyş toplumuna ait bir cahiliye âdeti sanıyoruz. Geçmişte olmuş-bitmiş tasavvur ediyoruz. Bu telakki yanlış. Level 16'yı izlediğinizde farkediyorsunuz ki: Hayır. Kız çocukları hâlâ tehlikede. Özellikle sözde geri kalmış toplumların fakir ailelerinde dünyaya gelenler. Onların başkalarının güzellik malzemesi kılınması ihtimali yüksek. Belki bu yapılıyor da. Perde arkasında, tıpkı organ ticareti gibi, kimbilir ne ticaretler dönüyor. Kimler birkaç yıl daha güzel kalabilmek için canlara kıyıyor. Bunlardan onları koruyabilmemizin yolu söze değil fiilî bir tekzibe bağlı. İrademizle sistemin dışına çıkmalıyız. Tesettürle dış güzelliğin varlığın merkezinde olmadığını göstermeliyiz. Bunu başaramazsak daha çok Hülya Avşar'ların bir aylık ekstresi ile yüzlerce çocuk açlıktan ölecek. Sisteme meydan okuma şeriata bağlı. Ona ittibaya bağlı. Tevfik ise Allah'tandır.
Şehvet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şehvet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Haziran 2020 Perşembe
19 Ekim 2015 Pazartesi
Cahil 'işine gelirse' cesur olur
Denize bakmak insanın yükünü alıyor. Anlıyorsun ki, dünyanın tamamı kara değil. Matematik karada icat edildi. Denizde işler değişebilir. 2x2=4 olmayabilir orada. Ayakların seni taşımaya yetmeyebilir. Koşamazsın. Duramazsın. Uzanamazsın. Senin bölgen değil orası. Güçsüzsün. Karaya göre acizsin. Yahut denize bakınca daha net farkediyorsun: Uzaklarda bir yerde suda olsam şimdi, karaya nasıl ulaşırım? Kollarım ne kadar taşır beni? Yüzmeyi de iyi bilmem. O kadar da güçlü değilim. Kara benim ben'liğimi besliyordu. Ondan yaratılmıştım. İddialarım ve hayallerim onda daha gerçekleşebilir duruyordu. Fizik, kestirilebilir bir alandı. Suda o güven yok. O halde onlardan soyunmak vakti. Giysilerim gibi onları da çıkarmalıyım. Korkmalıyım. Çıplaklık korkutucudur.
Bir denizkenarında otursak ve yüzenleri tahlil etsek, karadan uzaklıklarına bakarak kimin özgüveninin daha güçlü olduğunu anlayabiliriz bence. Çocuklar hariç. Onların tabiatı tahlile uygun gelmiyor. Bilmeyenin özgüveni elbette bileninkini geçer. Cahil cesareti denen şey biraz da budur. Buraya da bir parantez açayım: Cahil cesareti ve cehaletin korkusu, ikisi de iddiamızdır. 'İnsan bilmediği şeyden korkar' da deriz, 'Cahil cesur olur' da. Peki cahilin korktuğu veya delice cür'et ettiği alanları ne belirler?
Bence cahil kuvve-i gadabiyesi söz konusu olursa korkar, kuvve-i şeheviyesi mevzubahis ise cesaret eder. Onun hareketleri bir bilginin tetiklediği akılcı bir hareketten çok, kuvvelerin tetiklediği bir yaşam şeklidir. Elbette burada ayrı bir canlı sınıfından bahsetmiyoruz. Ama ayrı bir tabiatı konuşuyor olabiliriz. Kendimizi de bu gözle tahlil etmekte yarar var. Cahil, eğer kuvve-i şeheviyesinin gayretiyle bir işe girişmişse, çok zor caydırılır. Kolay vazgeçmez. Elde etmede inatçı olur. Fakat kuvve-i gadabiyesi söz konusu olduğu anda zarar görme endişesi daha baskın çıkar, ürkmeyi tercih eder. Galebede 'ikna' ile 'icbarın' yer değiştirmesi böylesi bir kuvve tahliliyle daha anlaşılır olabilir. "(...) medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir."
"Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister." Muhatabınızın, güçlü olduğunuzu farkettiği anlarda, aniden keskin dönüşler ve korkular yaşadığını görürsünüz kavgalarda. Fakat eğer sizin güçlü veya zarar verici olduğunuzu düşünmüyorsa en büyük vaveylayı koparır! Merhamet göstermenin, alttan almanın zalimin iştahını açması biraz da bu yüzdendir. Kuvve-i gadabiyesi sizden endişe etmezse, artık kuvve-i şeheviyesini kim durdurabilir? Kuvve-i akliye zaten geri planda, onların güdümünde çalışmaktadır. İknaya elverişli değildir.
Bu da ilginç birşey, kendilerinde had konmamış kuvveler, bir yönüyle birbirilerine sınır oluyor. Birisinin uyarılması, diğerinin uçlara kaymasını engelliyor. Belki bu yönlerini çalışarak bir terbiye metodu elde edebiliriz. Bir kuvvenin bizi şeriatın dışına ittiğini hissettiğimizde, ikinci bir kuvveyi tedirgin ederek onu durdurabiliriz. Zaten terbiye-i Kur'anî de böyle yapmıyor mu? Kuvve-i şeheviyenin bizi günaha ittiği yerde azabını, kuvve-i gadabiyenin bizi cihaddan korkuttuğu yerde de nimetlerini hatırlatmıyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan zina etmek için izin isteyen genci hatırla. Orada da Allah Resulü, yapacağı kem işe verilecek cevazın dönüp kendisini de bulabileceği ihtimali ile onu korkutmamış mıydı?
Bir denizkenarında otursak ve yüzenleri tahlil etsek, karadan uzaklıklarına bakarak kimin özgüveninin daha güçlü olduğunu anlayabiliriz bence. Çocuklar hariç. Onların tabiatı tahlile uygun gelmiyor. Bilmeyenin özgüveni elbette bileninkini geçer. Cahil cesareti denen şey biraz da budur. Buraya da bir parantez açayım: Cahil cesareti ve cehaletin korkusu, ikisi de iddiamızdır. 'İnsan bilmediği şeyden korkar' da deriz, 'Cahil cesur olur' da. Peki cahilin korktuğu veya delice cür'et ettiği alanları ne belirler?
Bence cahil kuvve-i gadabiyesi söz konusu olursa korkar, kuvve-i şeheviyesi mevzubahis ise cesaret eder. Onun hareketleri bir bilginin tetiklediği akılcı bir hareketten çok, kuvvelerin tetiklediği bir yaşam şeklidir. Elbette burada ayrı bir canlı sınıfından bahsetmiyoruz. Ama ayrı bir tabiatı konuşuyor olabiliriz. Kendimizi de bu gözle tahlil etmekte yarar var. Cahil, eğer kuvve-i şeheviyesinin gayretiyle bir işe girişmişse, çok zor caydırılır. Kolay vazgeçmez. Elde etmede inatçı olur. Fakat kuvve-i gadabiyesi söz konusu olduğu anda zarar görme endişesi daha baskın çıkar, ürkmeyi tercih eder. Galebede 'ikna' ile 'icbarın' yer değiştirmesi böylesi bir kuvve tahliliyle daha anlaşılır olabilir. "(...) medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir."
"Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister." Muhatabınızın, güçlü olduğunuzu farkettiği anlarda, aniden keskin dönüşler ve korkular yaşadığını görürsünüz kavgalarda. Fakat eğer sizin güçlü veya zarar verici olduğunuzu düşünmüyorsa en büyük vaveylayı koparır! Merhamet göstermenin, alttan almanın zalimin iştahını açması biraz da bu yüzdendir. Kuvve-i gadabiyesi sizden endişe etmezse, artık kuvve-i şeheviyesini kim durdurabilir? Kuvve-i akliye zaten geri planda, onların güdümünde çalışmaktadır. İknaya elverişli değildir.
Bu da ilginç birşey, kendilerinde had konmamış kuvveler, bir yönüyle birbirilerine sınır oluyor. Birisinin uyarılması, diğerinin uçlara kaymasını engelliyor. Belki bu yönlerini çalışarak bir terbiye metodu elde edebiliriz. Bir kuvvenin bizi şeriatın dışına ittiğini hissettiğimizde, ikinci bir kuvveyi tedirgin ederek onu durdurabiliriz. Zaten terbiye-i Kur'anî de böyle yapmıyor mu? Kuvve-i şeheviyenin bizi günaha ittiği yerde azabını, kuvve-i gadabiyenin bizi cihaddan korkuttuğu yerde de nimetlerini hatırlatmıyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan zina etmek için izin isteyen genci hatırla. Orada da Allah Resulü, yapacağı kem işe verilecek cevazın dönüp kendisini de bulabileceği ihtimali ile onu korkutmamış mıydı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...