Kuvve etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kuvve etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2025 Cuma

Ya evrenin tamamı bir canlıysa?

"Bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir..." Münazarat'tan.

Hayatın özünde bir çeşit 'ilme' dayandığını düşünüyorum. Ve her ilim esasında farkındalıktır. Sahibinin farkında olmadığı şey ilim değil kayıttır. Kitapta ilim kayıtlıdır ama kitap âlim değildir. Çünkü üzerindeki ilmin farkında değildir. Onun ne olduğunu bilmez. Onunla nereye varılacağını da bilemez. Evet. Hayat sahibi herşey, hatta tek hücreliler bile, en temelde iki şeyin farkındadırlar: 1) Kendi bütünlüğünün farkındadırlar. 2) Kendisine dair olmayanın farkındadırlar. Yani bir 'iç bilgisine' ve bir de 'dış bilgisine' sahiptir hayatlı herşey. 'Kendisinin varolduğunu bilir' ve bir de 'kendisi olmayanların varolduğunu bilir...'

Böyle bir farkındalığı olmayan hayatta da kalamaz. Zira dışarısıyla içerisi arasında farklı düzenler işlemektedir. İçerisini dışarıya alabildiğine açarsa iç düzeni bozulacaktır. Alabildiğine kaparsa yine devamını sağlayamayacaktır. İşte tam da bu noktada kuvvelerimiz meydana çıkıyor. Varolan herşeyin de iki temel temayülü var: 1) Varolan herşey var kalmak ister. 2) Varolan herşey varlığını arttırmak ister. Var kalabilmeye devam etmesi için kendisini çevresinin zararlarından koruması gerekir. Herşeyi gelişigüzel düzenine dahil etmemesi gerekir. Ancak varlığının arızî oluşundan dolayı, yani kendi yaratılışını kendisi yönetmediğinden dolayı, yani yaratmak elinden gelmediğinden dolayı, yaralanan yanlarını da çevresinden sarmalıdır.

Bir 'tek hücreli' bile şu temel temayüllere sahiptir. O yüzden çevresinin zararlarından sakınır. 'Kuvve-i gadabiye.' Ve faydalarını elde etmeye gayret eder. 'Kuvve-i şeheviye.' Geriye bir de zararlıları faydalılardan ayırmak kalıyor. 'Kuvve-i akliye.' Bu üç temel kuvve varolan herşeyin varda kalması için sahip olduğu temayüllerdendir. Göze görünmeyen virüslerin dahi hayatı olarak bildiği şeyi/bütünlüğü korumaya/çoğaltmaya arzusu vardır. Bu yolda çabalar-çalışır. Ancak, elbette, hayat mertebesinin düşüklüğünden dolayı kuvvelerinin tezahürü zayıf görünür. Hem gazabı, hem şehveti, hem de aklı 'yüklendiğine göre' zayıflar.

'Emanet' yükü herkesin sırtındadır. Ancak insandan başkası için emanetin yükü daha hafiftir. Vacibü'l-Vücud olan Allah'ın bahşettiği vücud nimeti her varolanda bir emanettir. Sahibi değildir. Birşeyin asıl sahibi ancak yaratıcısı olabilir. Yoktan yaratamayan herkes emanetçidir. Yani emanetleri ancak Onun devam ettirmesiyle devamdadır. O devam ettirmeyi bıraktığında ellerinde tutamazlar. Ellerinde tutamamalarından asıl sahip olmadıkları anlaşılır. Hatta mecazî sahiplikler içinde de vesilelik gücü üzerinden mertebeler oluşur. Sözgelimi: ABD'dan F-35 alsanız bile aslında bir emanetçisinizdir. Çünkü onu üretecek gücünüz yoktur. "F-35 aslında kimindir?" sorusunun cevabı "Amerika'nındır!" diye cevap bulur bu yüzden. Fakat ABD'nin de F-35 üretirken kisbini dayandırdığı herşey aslında Allah'a aittir. Metalleri yoktan yaratmamıştır mesela. Yahut da uçağı yaparken kullandığı aklı yokluktan varlığa çıkarmamıştır. Bunlar hesaba katıldığında Amerika da bir emanetçiye dönüşür.

Dağıtmayalım. Konumuza dönelim. el-Hayy olan Allah Teala'nın da hayatı bu çeşit bir 'farkındalıkla' açıklanabilir. Ancak elbette Subhaniyetine yakışır manalarla düşünmek gerekir bunu. Allah hiçbirşeyin sonradan farkına varmaz. Sonradan farkına varmak öncesinde bir cahillik imâ eder. Ancak el-Alîm-i Hakîm elbette yarattıklarına karşı cahil değildir. Olamaz. Zira onları yaratan zaten Odur. "Yaratan bilmez olur mu hiç?" diye soran Kur'an bu hususta da gözlerimizi açar. Yarattığını sonradan öğrenen bir ilah 'ilah' olamaz. Eğer O sonradan öğreniyorsa vücuda gelenin inşası kimin ilmine yaslanmaktadır? Tabii ki bu soruya verilecek cevapların sürükleyeceği çıkmazlardan kurtulmanın yolu Allah'ın ilminin herşeyi kuşattığını kabullenmektir.

'Farkındalık' kelimesini bu yönüyle eksik buluyoruz. Evet. Şân-ı Uluhiyete yakıştırmıyoruz. O yüzden yerine 'bilmek' koyacağız. el-Hayy olan Allah Teala da hem Zat-ı Subhanîsini bilir hem de mahlukatını bilir. Yukarıda 'iç-dış' dedim. Elbette Hüda'nın cihetten, mekandan, mahlukata ait özelliklerden münezzeh oluşuyla bu iki kelimenin de bir anlamı kalmadı. Yerine 'kendisi-başkası' yahut 'Zâtı-masivası' demeyi tercih edeceğim. Kendi Zât-ı Sübhanîsini, sıfatlarını, isimlerini, yaratışını en bilen yine Cenab-ı Haktır. Yine kendisi olmayanı, yani masivasını, kusurlarını, dualarını, ihtiyaçlarını, yaralarını vs. en iyi bilen Odur.

Kendimizde kuvvelerden bahsediyoruz. Çünkü bizim varlığımız arızî. Biz varolmakta tedirginiz. Varlığımızın yaratılışı elimizde olmadığı gibi devamı da elimizde değil. 'el-Hayy' Hak Teala olduğu gibi 'el-Kayyum' da yine O. Zaten O, el-Hayy olup, kendisi-masivası ilmine sahip olmasa bizi devam ettirmenin ilmine de sahip olamaz. el-Hayy ile el-Kayyum isimlerinin kardeşliği de buradan. Allah, hayat sahibi olduğu için, kayyum da oluyor. Çünkü Zât-ı Sübhanîsini bildiği gibi mahlukatını da biliyor. Ve Onun varlığı bizim varlığımız gibi, hâşâ, arızî değil. Başkası tarafından varda tutulmuyor. O Kadîm. O Ezelî. O Bakî. Bu nedenle kendi kuvvelerimizden Cenab-ı Hakkı tenzih ederiz. Zira bu kuvveler bizde bizim arızîliğimizden dolayı varlar. Biz varda kalmak elimizde olmadığı için varda kalmaya çalışıyoruz. Aslında varda kalmaya dualanıyoruz. Kuvvelerimizi varlıkta tutuşunun vesilesi yaparak vücudumuzu devam ettirense el-Hayyu'l-Kayyum olan Rabbimizdir. Onları kendisine yakarmamıza sebep kılmıştır.

Varlığını şehvetle arttırmaya çalışan herşey Allah'a dualanıyor. Varlığını menfaatini celble arttırmaya çalışan herşey Allah'a dualanıyor. Aynı şekilde gadabıyla korunmaya çalışan herşeyde de aynı dualanma mevcuttur. Bizim gibilerde bu iş şuur düzeyine de çıktığı için lisan-ı kâl ile de dua edilir. Ancak varlığın tamamı fiilen zaten dua etmektedir. Herşeyin ameli onun duasıdır. Tohumu tarlaya atmak yaratılışının içinde zerre kadar yer tutar. Olmazsa olmaz. Tamam. Ama olmasına da yetmez. Tohumun bin ihtimal içinde serpilip ekin haline gelmesi Rabbin her an devam eden birbir yaratışından başkasıyla açıklanamaz.

Bizdeki kuvveler gitti. Onlar kusurlu. Ve onlar arızîlerin lazımı. Hüda ise Vacibü'l-Vücud'dur. Samediyetinin şânı gereği herşey Ona muhtaç ama O hiçbirşeye muhtaç değildir. O halde Hakkın hayatında kuvve-i gadabiye yok. Hayır. Hâşâ. Ona zarar verebilecek hiçbirşey yok ki korunmaya çalışsın. Fakat Onun da gazabı var. Evet. Çünkü rızasına uygun işler yapmayanlar isimlerini-sıfatlarını tahkir ediyorlar. Muhtemel hayırların ademine sebep oluyorlar. Rabbimiz mahlukatını onlardan korkmadan cezalandırıyor. Onlardan sakınmıyor. Onları cezalandırıyor. Bu ayrıma dikkat edelim. Ve bizdeki kuvve-i şeheviye de Hüda'nın Zât-ı Sübhanîsinde, hâşâ, bulunmuyor. Onu faydalandıracak, yokluğunda eksik kalacağı, bir varlık çeşidi yok ki öyle birşeyi olsun. Fakat Onun da rahmeti var. Çünkü rızasına uygun işler yapanlar isimlerini-sıfatlarını hamd u sena ediyorlar. Hak Teala mahlukatını faydalarından yararlanmadan mükâfatlandırıyor. Onlardan yararlanmıyor. Fayda görmüyor. Onlara rahmet ediyor. Bu ayrıma da dikkat edelim. Rahmeti asla mecburiyeti değildir. Kibriyasının şânıdır. Azametine yakışandır.

Son olarak, "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal, mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal. Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal..." bahsine de bir dokunalım. Yukarıda dedik ki: Hayatlı olan herşey bir iç-dış farkındalığına sahip olur. Dışının düzeninin kendisi gibi olmadığını bilir. O yüzden biyolojide öğretilir: Canlı olan herşeyin seçici-geçirgen bir zarı bulunur. Yani zararlıyı bünyesine almaz. Faydalıyı bünyesine katar. Böyle baktığınız zaman dünyanın atmosferi de bir hücre zarı gibi çalışmaktadır. Mesela: Güneşten gelen zararlı ışınları süzer. Almaz. Veya uzaklaştırır. Fakat yararlı ışıkları da içine çeker. Bırakır. Yolunu açar. Yine meteorların zarar verecek büyüklükte bünyesine katılmasına izin vermemeye gayret eder. Ufaltır. Parçalar. Fakat meteorlar aslında dünyanın gıdasıdır. Madenler onlarla birlikte dünyaya teşrif ederler. O yüzden büsbütün de almamazlık etmez onları. 

Arkadaşım, çok konuştum, belki kafanı da karıştırdım. Özetle demek istiyorum ki: Kendi iç düzenini dış düzenden ayıran, korumaya çalışan herşey, şuur düzeyi ne olursa olsun, 'canlı' olarak isimlendirilebilir. Çünkü hayatın şânı böyle eylemektir. Bilimadamları da diyorlar ki: Güneş sistemi de dışından içini korumaya çalışıyor. Jüpiter de diğer gezegenleri göktaşlarından korumak için yaratılmış. Ay da dünyayı zararlı taşlardan koruyor. Daha büyük bakınca galaksilerin de böyle koruyucu reflekslerinin bulunduğu söyleniyor. Yani sanki evrende herşey kendinin iç düzenini seziyor. Dış düzene karşı da devamını kollamaya gayret ediyor. Evet. Bediüzzaman rahimehullah küremizi canlıya benzetti. Belki de az dedi. Bize bir ışık çaktı. Devamını aklımıza bıraktı. En nihayet evrenin tamamının da canlı olduğu ortaya çıkabilir. Kıyamet de onun ölümü olabilir. Yukarıyı anladınsa, aşağıya şaşırmazsın, inşaallah. Eh, bitirelim, Cenab-ı Hak sırr-ı hayattan istifademizi ziyade eylesin. Âmin.

21 Haziran 2023 Çarşamba

Parçanın bütünlüğü hayattır

Hayat, en temelde, parçanın kendisine dair bir 'bütünlük bilincine' sahip olmasıdır. Yani, her ne ki hayatlıdır, kendi varoluşunu, başkaların varoluşundan ayırdığı yanlar vardır. (Şuur değil sezgi kadarcık dahi olsa vardır.) Tek hücrelilerde de görürsünüz. O şey minnacık cirmiyle rızkını arar, tanır, bulur, sindirir. Ve zararlısından, düşmanından, hatta emaresinden bile sakınır. Yaralandığında tekrar tamamlanmaya yönelir. 

Bu tür tavırlar kendini ötekinden ayırmadan olamaz. Belli ki, o şey, el-Hayy olan Allah'ın lütfu ile, özgeliğinden haberdar kılınmıştır. Dışından ayrı bir düzen sahibi olmuştur. Evet. Allah nasıl zatını bilir, kemalini bilir, kudretini bilir; aynen öyle de; masivasını da bilir, kusurlarını da bilir, ihtiyaçlarını da bilir. Yaratışıyla ikram eder. Kayyumiyetiyle varlıkta tutar. Rezzakiyetiyle devam ettirir. Hayat sahibi olan herşey de karınca-kaderince kendisini-başkasını tanır. Mesela: Taşın kendisinden haberdar olduğuna dair emare göremeyiz. (Belki bu şimdilik göremediğimiz birşeydir.) Ancak hayatın her sûretinde farkındalığın izleri vardır. Hayat bütünlüğünü başkasından ayırır. Ve kendisinin bir tür iç sahibi olduğunu derkeder. Dışından içine girecekleri-çıkacakları kontrol eder. Ki dışındaki parçalıklar has dairesinin bütünlüğünü bozmasın. Böylece hayatın üç temel kuvvesi her canlıda tezahür eder: 1) Dışındaki ihtiyacına yönelir. (Kuvve-i şeheviye.) 2) Dışındaki zararlıdan sakınır. (Kuvve-i gadabiye.) 3) Faydalıyı zararlıdan ayırır. (Kuvve-i akliye.)

Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi'nde, 'emanet ayetini' tefsir ederken nazarlarımızı çevirdiği 'bütünlük bilinci' ise, mezkûr farkındalığın en imtihanlı boyutudur belki. Yani göklerin, yerin ve dağların dahi Allah'a karşı taşımaktan çekindiği kadar yüksek bir bilinç düzeyi. Hak Teala'yı bilmenin en acayip yolu. Melekleri bile secde ettiren şekli. Evet. İnsan sadece 'ben' sezgisine sahip değildir arkadaşım. "Ben de, benimle, benim sayemde, ben var ya ben, benim..." gibi daha birçok 'hilkat kurgularını' sanrılayabilir. Esasında 'Rabbü'l-alemîn' (Bütünün Sahibi) olan Allah'a ait yaratılışı kendi parçasına, hatta sair parçalara, pay edebilir. Halbuki bu vehmetme yeteği ona 'sahip çıkması için' değil 'marifet üretebilmesi için' verilmiştir: 

"Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir." Evet. İnsan gerçekte yaratıcı değildir. Lakin 'mış gibi' yapabilmesiyle de hakiki yaratanı kavrar: "Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı."

Misallendirelim: Nasıl ki, bir uzay roketinin kocaman tankları, onu semaya taşımak içindir. Ateşine sermaye sağlamak içindir. Fakat yakıtları tükendikten sonra zararlarından başka kârları kalmaz. Boşturlar. Ağırlıklarından başka sermayeleri olmaz. Roket de, mâkulu bu olduğu için, gövdesinden ayırarak ardında bırakır onları. Hiç canı yanmaz bu ayrılıktan. Hiç sıkılmaz. Aynen onun gibi de: İnsan, Allah'ı bildiren parçasal sanrılarını, bir eşikte terketmek zorundadır. Yoksa yukarı iteceğine aşağıya doğru çeker benliğini: 

"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."

Parça, bütünü, Bütünün Sahibini 'kendi kısıtlılığına bakmadan' yargılamaya başlarsa 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmaktan kurtulamaz. Zira ne zamanda ne de mekanda 'ancak külliyette görünen hayrın' bilgisine sahip değildir. Daha resmin bütününü görmemiştir. Dünya ve ahiret nazarında tek manzara olmamıştır. Kuşatamamıştır. Kuşatamaz da. el-Muhît olan yalnız Allah'tır. Bütünün sahibi de Odur. Onun bildirdiği kadarıyla bütün bilinir. Bildirmediği bilinmez. Her neyse. Tefekkürümü toparlarsam arkadaşım: 

Cenab-ı Hak, el-Hayy isminden hayatı bahşetmekle, eşyasını 'âlemler' kılmış. Bütünlükler içinde bütünlükler yaratmış. Birini bine çevirmiş. Böylelikle hem içlerini hem dışlarını sezer olmuşlar. Bilginin yolları açılmış. Bunlardan bir tanesini de âleme misal-i musağğar eylemiş. Kainat aynasını o küçük aynada özetlemiş. Öyle de eylemiş ki, bu âlem, farkındalık seviyesini sadece iç-dış seviyesinde tutmuyor. Allah'ına kadar bilmenin yollarına koyulabiliyor. Dış farkındalığının seviyesi o kadar yüksekte yani. Ve fakat bir de imtihanı var. İçinin sevgisinde de 'kendisini ilah sanacak kadar' yanılabiliyor. Haddini aşabiliyor. Yansımaya şaşırabiliyor. Boş yakıt tanklarını gövdesinden koparamıyor. Ağırlaşıyor. Katılaşıyor. Arızalaşıyor. Evet. Göğsündeki sır Allah'ı göstermesi için verilmişken, gösterdiğini boşverip, camına-çerçevesine tutuluyor. Hatta bizzat görüntünün membaı sanıyor. İç-dış karışıyor. Bilmenin zirvesinden en aşağılara düşebiliyor. Alâ-yi illiyyînken potansiyeli, esfel-i safilîn çukuruna inebiliyor. Allah bizi muhafaza eylesin arkadaşım.

21 Haziran 2019 Cuma

Kanserin özgürlüğü olmaz

Duyanlarınız olmuştur ya ben yine de azıcık çıtlatayım: Geçenlerde TEDx'in Almanya'da düzenlediği bir etkinlikte tıp öğrencisi Mirjam Heine 'pedofilinin fıtrî olduğunu' savunur bir sunum yaptı. Hatta dedi: "Pedofili de eşcinsellik gibi doğal bir cinsel yönelimdir. Onları izole etmek çocuklara yönelik cinsel istismar olaylarını daha da arttırır." Sonra tabii bu sunum Avrupa'da dahi öyle büyük tepkilerle karşılandı ki TEDx Youtube'dan kaldırmak zorunda kaldı. Üzerine bir de açıklama yaptı: "TEDx olarak pedofiliyi desteklemiyoruz." Açıklanmanın yayınlanmayan kısmında ise şöyle bir ifadenin olduğunu hayal ettim ben: "Yerseniz."

Böyle diyorum, çünkü biliyorum, TEDx'in yapılacak sunumları yerel bazda da olsa inceleyen kurulları var. Hiçbirisini körebe edasıyla kabul etmiyorlar. Öncesinde metinlerini alıyorlar. İnceliyorlar. Seçiyorlar. Beğenirlerse yaptırıyorlar. O nedenle şu "Desteklemiyoruz!" bâbında söylediklerini de kâle alınır bulmuyorum. Bu işler epeydir vur-kaç taktiğiyle sürdürülüyor zaten. Kurbağa tencerenin içinde ağır ağır kaynatılıyor ki "Aman yanıyorum!" deyip kaçmasın. Fakat oraya gelmeden önce sizinle paylaşmak istediğim başka birşey var:

Hz. Aişe radyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse Müslim'de şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Bu hadis-i şerifi neden önemsiyorum? Çünkü bu hadiste modern zamanların 'fıtrat' tarifi ile ehl-i sünnetin 'fıtrat' yaklaşımı arasındaki nüansı ortaya koyan bir içerik var. Evet. Biz fıtratı 'herşeyin akışına bırakılması' gibi anlamaz ve de tarif etmeyiz. Ya? Bizim için şeriatın emirleri de fıtrattandır. Mesela: Sakalı uzatmak fıtrattan olduğu gibi bıyıkları kısaltmak da fıtrattandır. Evlenmek fıtrattan olduğu gibi zinadan kaçınmak da fıtrattandır. Su içmek fıtrattan olduğu gibi alkol kullanmamak da fıtrattandır. Yani fıtrat İslam'da 'şeriatın emirlerini de içine alacak şekilde' genişler/daralır. Meşruiyetini oradan tarif eder.

Onun yasakladığı yerlerde 'akışına bırakmak' aksini söylese dahi nazar-ı itibara alınmaz. "İnsanlar doğal olarak sünnetsiz doğuyor canım!" diye sünnet gözden düşmez. "İnsanlar doğal olarak başkasının zenginliğine meyil duyuyor yahu!" denilerek hırsızlık helal olmaz. "İnsanlar doğal olarak kan döküyor!" diyerek cinayetler meşrulaştırılamaz. Hele hele bazı kem tabiatlı insanlar türlü sapkınlıkları nefislerinde normalleştiriyorlar diye o sapkınlıklar fıtrattan sayılamaz. Zaten dinin varlık amacı da bizzat budur. Bizi fıtrî olmayan doğallıklara uyandırmaktır.

Din bizi, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'vücudî görünen ademîliklerden' korumak ve 'ademî görünen vücudîliklere' sevketmek için de vardır. Öyle ya, eğer doğru olan 'herşeyi akışına bırakmak' olsaydı, yani herşey yalnız karışmamakla düzgün kalsaydı, Allah neden peygamber/vahiy göndersindi ki? Neden canımız kazandığımızı yemek isterken orucu, harcamamak isterken zekatı, ölmemek isterken cihadı emretsindi ki?

Mürşidim de bu sadedde der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

Bugünlerde "Allah da onu öyle yaratmışsa ne yapsın canım!" argümanı üzerinden yürüyen büyük bir fitne var. Sanki Cenab-ı Hakkın yarattığını sırr-ı imtihan gereği hizaya çekme hakkı yokmuş, böyle bir ihtimalden sözedilemezmiş, Rabbisi temayülleri üzerinden kulunu sınayamazmış gibi tuhaf bir demagoji bu. Dinin varlık amacına da ters düşen bir argüman aslında söylenen. Evet. Öyle ya, din insanların içlerinden gelen kem temayyüllere de had koymayacaksa, sınır öğretmeyecekse, istikamet aşılamayacaksa o zaman neden var? Herşey zaten doğruysa 'doğruları bildirir' bir vahye neden ihtiyaç olsun? Nübüvvet neden gereksin?

"Canım öyle istiyor!" diyen herkese 'Geç-geç'çilik yapmak için mi var din? Tek fonksiyonu bu mu? Fıtrat(!) neyi arzu ederse buyur etmek mi? Yoksa Bediüzzaman'ın tabiriyle had konulmamış kuvvelere haddini bildirmek mi amacı? Standart bir müslüman elbette ikincisine 'evet' der.

Üstelik Lût kıssasında bize öğretilenlerden birisi de, tıpkı başta alıntıladığımız durumda olduğu gibi, sapkınlığın yeterli meşruiyeti/gücü kazandıktan sonra istikametli olanı baskılamasıdır. "Bunu da kabullenelim!" diyerek kendisine sürekli yeni alanlar açmasıdır. Nasıl? Kıssada azap meleklerinin gelişinin ardından yaşananları hatırlayalım:

Lût aleyhisselama misafir gelen delikanlıların güzelliği nedeniyle kavmi evinin etrafında toplanır. Gençleri kendilerine teslim etmesini isterler. Lût aleyhisselam korkuyla onlara akıllarını başlarına almalarını söyler. Fakat kavmi hiç oralı olmaz. Ayet-i kerimede geçen ifade mealen şöyledir: "Onlar: Sen de bilirsin ki senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun, dediler."

Yani arkadaşlar, bugünlerde yaşananlar, Lût kıssasının modern bir tekrarıdır aslında. Kuvvelerinin gidebildiği yere kadar gitmeyi fıtrattan sayanlar, bu türden bir meşrulaştırma(!) üzerinden koridor açtıklarını sananlar, kendi anormalliklerini hepimize normallik olarak dayatmaktadırlar. Her kazandıkları cephede yeni bir cepheye yığınak yapmaktadırlar. Daha fazlasını istemeyi bırakmamaktadırlar.

Dün eşcinselliğin meşruiyeti alanında verdikleri mücadeleyi biraz kazanır gibi göründükleri için, bugün taleplerini pedofiliye, enseste ve daha nice türlü sapkınlığa taşımaları tuhaf değildir. Çünkü Kur'an bize asırlar ötesinden haber vermektedir: Bu dayatmanın duracağı bir yer yoktur. Okuduklarına inanamayanlar, nette azıcık takılmakla, Batı'da bu tarz cürümlerin meşruiyeti için faaliyet gösteren derneklere dair bilgilere ulaşabilirler. İşlerin ne korkunç zeminlere kaydığını görebilirler.

Durum özetle bu arkadaşlar: Kanserin özgürlüğü olmaz. "O da hücredir canım. Canlıdır. Allah öyle yaratmış. Kıymayalım!" yapılmaz kanserli dokuya. Candan eder bu bakış. İşte, şeriatın sapkınlık dediğine sapkınlık demezseniz, haram görmezseniz, kem-kötü bilmezseniz, karşısında dikçe duramazsanız bu türden marazların yarın yuvanıza kadar sokulmasına karşı koyamazsınız. Evinizin ahalisine musallat olmasına engel olamazsınız. Lût kıssasının verdiği ders açıktır çünkü. Mevzu döner dolaşır evinizin içine de girer. Evet. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bu yanlışın önünde de sebat edebilmeyi nasip eylesin. Ahirzamanda kafası/kalbi karışanlardan olmaktan korusun. Bize istikamet versin. Âmin.

13 Nisan 2018 Cuma

İnsan kendisinden de Allah'a sığınır mı?

Hep bir yoksunluğa sancıyarak yazıyorum en güzel yazılarımı. Yokluğun en şiddetlisi varlığın en güzeline dönüşüyor. Muradı içinde bir dua bu. Yaralarımdan güller açıyor. Demek fakirlik her zenginliğin başlangıcıdır. Fakir olduğumda elde edebileceklerimi/edebilirliğimi de öğrenmiş oluyorum. Bir açıdan zenginlikten haberdar edilmektir bu. Onu koklamaktır. Ona dokunmaktır. Hem zenginlikten haberdar edilmek de bir tür zenginliktir. Zenginliktendir. Çünkü habersiz olanların zengin olduğu görülmemiştir. Demek 'marifet' ile 'ikram' bir yerde kardeşleşiyor. Kime 'bilmek' veriliyor ona 'hayır' veriliyor. Kime hikmet veriliyor ona pekçok hayır veriliyor. Zira varlığa ulaşmak önce varlığın bilinciyle oluyor.

Fakat tuzakları var. Nasıl? Mesela: Benim gibi cahiller başlarda 'yetenek' ile 'istikamet'i birbirine karıştırıyorlar. "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" ayetini "Kime yetenek verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" gibi anlıyorlar. 'Bilmek' ile 'elde etmek' arasındaki ilişkiyi imtihansız bir alan sanıyorlar. Halbuki onun da imtihanı var. Ta İblis'ten beri, Samiri'den beri, Karun'dan beri, cahiliye döneminde lakabı Ebu'l-Hikem olan Ebu Cehil'den beri, yetenek sahipleri de bir imtihan yaşıyorlar. Onların imtihanları 'ortaya çıkmak'la olmuyor. 'İstikamette kalmak'la sınanıyorlar.

İstikamet, bir açıdan, Allah'ın seni kendinden gelebilecek zararlardan da korumasıdır. Çünkü yetenekler, Bediüzzaman'ın 'had konulmayan kuvveler' bahsiyle birlikte düşünülürse, 'varolmanın her şeklini' doğru olarak algılarlar. Ellerindeki 'istemek-amel etmek-elde etmek' düzeneğini ve bu düzenekteki işlevliği, hâşâ, Allah'ı aradan çıkaracak kadar deterministçe okurlar. Madem ki başka insanların ellerinden çıkmayan şeyler onların elinden çıkmaktadır; ve madem ki bu durum tekrar tekrar talep etmeleriyle tekrar tekrar vukû bulmaktadır; "O halde" derler, "ancak sayemde olabilir." Seküler sanatlarda sıklıkla şahit olduğumuz 'sınır' tartışmaları yeteneğin bu yanından ileri gelir.

Ah, arkadaşım, şunu da bilmek lazım: Allah'ın her istediğimizi bize vermeyişi de onun bize nimetidir. Her istediğini elde eden insan sınırlarını karıştırmaya başlar. Kendi dilemesiyle varoluş arasındaki Allah'ın ilim, irade ve kudretini seçememeye başlar. Tekdüzelik körleştirir. Kimse güneşin her sabah doğduğuna şükretmez de, işleri biraz kötü gitsin, duaya başlar. Bunun misali karanlıkta yolunu şaşırmış bir adama fener yakıp-söndürerek işaret vermek gibidir. Allah'ın nimetlerini bir verip-bir alması da (istikamet arayanlar için) nimettir. Yanıp-sönmesi ardındaki asıl ilimden, iradeden, kudretten haber verir. Tekdüzelikte insan asıl failin farkındalığına kolayca ulaşamaz. Çünkü, insandır, kabı küçüktür, farkındalığı farklılıklarla kuşanır. Bir dolar bir boşalır.

Biz Allah'tan hep istikamet dilemeliyiz. Çünkü selametimiz orada. Yeteneklerimizle kendimize verebileceğimiz zararların ilacı orada. Dehamızla insanları kandırıp günahlarına girebiliriz. Sesimizle kulakları yanlış yerlere yönlendirebiliriz. Güzelliğimizle nice gözleri alıkoyabiliriz. Bizim kendimizden de Allah'a sığınmamız gerek. İşte, her Fatiha okumamızda, "İhdina's-sırata'l-mustakîm/Bizi doğru yola hidayet et!" demekle şunu yapıyoruz. Yalnız başkalarının şerlerinden değil kendimizden de Allah'a kaçıyoruz. Çünkü görüyoruz: Kendisinden Allah'a kaçmayanlar pekçok saçmalıyorlar. Hatta yansımasına âşık olup göle atlayan meczup gibiler. Kendilerinde boğuluyorlar.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....