Said Alpsoy Hoca, Youtube derslerinden birisinde, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Batılılaşma serüvenimizi şu üç cümleye sığdırıyordu: "Önce hayret ettik. Sonra hayran kaldık. Sonra da teslim olduk." Kendimce açarsam: Önce başardıklarına bakarak şaşırdık. (Çünkü kısa bir sürede büyük seküler bir gelişim yaşadılar.) Sonra kendimiz kalmaktan bunalmaya başladık. (Çünkü bu durum dünyevî anlamda 'geri kalmak' gibi görünüyordu.) Sonra da her açıdan onlar gibi olmaya karar verdik. (Çünkü uhrevî anlamda ileri olmanın kıymetini unuttuk.) Yani enformasyon ihtiyacıyla başlayan etkileşim/temayül en nihayet endoktrinasyona kadar dayandı. Kuyuya merakla bakanlar buharından zehirlenerek içine daldılar. Belki ismimiz Davud-İbrahim olarak kaldı. Fakat içimiz çoktan David-Abraham oldu. Kıvamımız bozuldu.
Süreç halen devam ediyor. Zira her çocuk, elhamdülillah ki elhamdülillah, İslam fıtratı üzerine doğuyor. Üstelik Batı'nın bozulması da bitmiyor. O (me)deniyette sürekli ilerlediği için beraberinde sürüklediği başkalıkları da aşağıya çekmeye çalışıyor. Dalaletinde mesafe alıyor. Daha önce "O kadar olmaz!" dediği kötülükleri artık normalleştiriyor. Onlara da meşruiyet alanları açıyor. (LGBT gibi örgütlerin dünyanın her köşesinde milyonlarca dolar bütçelerle yürüttüğü faaliyetler başka nasıl açıklanabilir ki?) Lakin hepsinin meş'um muvaffakiyet sırrı yine aynı formülde gizleniyor gibidir arkadaşım. Nedir? Hayret-merak-ilgi-irade-gayret ilişkisidir. Biraz daha detaylandırırsak diyebiliriz belki: Neye hayretleniyorsak merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak ilgimiz ardından yürüyor. Neyle ilgileniyorsak irademiz, aklımızın/duygularımızın tüm gayretini/imkanlarını alıp, oraya-onlara temerküz ettiriyor.
Popülarite sahte bir gerçeklik kurguluyor. Bununla duyguları manipüle ediyor. Bu 'sanrı itibar alanı'nı da medya illüzyonuyla vurgulayarak aklı/kalbi gayrısına körleştiriyor. Çünkü vurgu azı çoğa galip eder. Altı çizilmiş tek satır bir sayfa metinden fazla dikkat çeker. Arkadaşım, Deccal'in sahip olacağı söylenen, 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler de buradan bakınca azıcık anlaşılır oluyor. Nasıl? Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik radyallahu anh gibi cennet bahçeleri açacaklar, ne yazık, yerde Enes Batur çalılığı olarak kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman'ın da dikkat çektiği birşeydir. Yani bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır:
"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir."
Bilmem bana hakverir misin arkadaşım. "Namaz dinin direğidir!" hadis-i şerifinin bu makamda da bize söyleyeceği şeyler olduğunu düşünürüm. Yani onda ahirzamandaki bozulmayı açıklayan bir yan/yön görürüm. Hatta mürşidimin Birinci Cihan Harbi musibetini "Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât..." diye açıklamasını da bununla bağlarım. "Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı mahbubun gaddârâne adâvetidir." Evet, eğer sen ilgini Allah'ın murad ettiği şeylerde tutmazsan, Allah da seni yanlış ilgiler üzerinden cezalandırır. Bu kelamî şeriata uygunsuz hareketinin kevnî şeriatça tokatlanmasıdır. Zira Allah'ın bütün şeriatları birbiriyle uyumludur.
Namaz neden dinin direğidir? Belki de bu sorunun cevabı şudur: Namaz kulun Rabbiyle kurduğu en dinamik ilişkidir. Günde beş vakit tekrarlanan, yani İslamî manaların kalpte diri tutulmasını garanti eden, ikinci bir ibadet yoktur. Oruç yılda bir aydır. Zekat yılda bir seferdir. Elbette insan bu türden ibadetlerin sayısını arttırabilir. Lakin namazın zorunlu-garanti ilgisi onlarda yoktur. Namaz, Allah'ın size bağışladığı zamanın 24'te 1'ini, tekrar Ona vermektir. Onun rızası için sarfetmektir. Ancak güne serpiştirilmiş haliyle aslında 24'te 24'ü de etkisi altında bırakır. Bu nedenle "Namaz dinin direğidir!" hadisiyle başlayan 4. Söz şu cümlelerle biter: "Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder."
Yıkımları takip ettiyseniz, ki İstanbul'un her yerinde görmek mümkün, dikkatinizi çekmiştir: Anasütunlar en sona bırakılır. (Çünkü onlar yıkıldığında bina çöker.) Önce başka bölgeler darbelenir. Tekrar kullanılacak şeyler varsa sökülür. Duvarlar dökülür vs. En nihayet iş son darbeyi vurmaya bakar. O darbe de en çok ayakta tutana vurulacaktır. Yani anasütuna/sütunlara. İşte müslüman için namaz da böyle bir anasütundur. Hatta beş sütundur. Direktir. Ayakta tutucudur. En dinamik-devamlı süreçtir. Onu çatlattığınız zaman, aksattığınız zaman, ihmal ettiğiniz zaman yıkım mukadder olur. En azından tehlike başlar. Diğer yerleri onarmanın da pek anlamı kalmaz. Maneviyatı hayatta tutan namazdır çünkü. Onun bağıdır. Hatırlattığıdır. Terapisidir. Çağrısıdır. Ama eğer namazınızı kılarsanız, yani ki anasütunları korursanız, bir güçlendirmeyle depremi atlatabilirsiniz. Tadilatınız-tamiratınız boşa gitmez. 'Mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır' sırrını buradan da kavrayabilirsiniz.
Peki bu mevzunun ahirzamanla ne ilgisi var? Onu da şöyle tefekkür ediyorum arkadaşım: Yukarıda zikrettiğim 'hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ilişkisinin, yani "Hayreti yöneten gayreti de yönetir!" meselesinin, öncesinde anmadığımız bir 'gizli nesne' daha var. Hayretin yönetimi de biraz ona bakıyor gibi duruyor. Nedir? Zamandır. "Zamanı yöneten de hayreti yönetir." Yani ancak zamanının yönetimini kaybedenler hayretlerinin de yönetimini kaybederler. Bunu da bir parça açmaya çalışalım: Bugünün popüler sahte kahramanlarından birisini sıkıca takip ettiğinizi düşünelim. (Çünkü böyle yapmanız size medya tarafından pompalanıyor.) Bu hayreti ona ne karşılığı duyarsınız? Daha doğrusu: Neyinizden verirseniz bunun karşılığının-anlamının 'hayret' olduğunu düşünülebilir?
Bence bu sorunun cevabı 'zaman'dır. Eğer takibi teşvik edilen kişiye zamanınızdan feda ederseniz bu kişiye hayransınız denilebilir. Yok, onunla ilgili şeylere zaman ayırmıyorsanız, vaktinizin merkezinde böylesine tahsil edilmiş bir aralık yoksa, muhabbetinize inanılmaz. Zaten bu 'zaman ayırmama'nın tezahüratı da bilgisizlik/ilgisizlik olarak tebarüz etmeye başlar. Yani insanlar konu kişi hakkındaki bilgisizliğinizden/ilgisizliğinizden 'zaman ayırmadığınızı' keşfederler. Dünyanızda olmadığını anlarlar. Demek hepsinin özü zamana bakıyor. Üzerimizde oynanan her oyun zamanla kurgulanıyor. Zaman ayırmaya devam ettiğimiz şeyler hayatımızda kalıyor. Ayırmadığımızsa yavaş yavaş ölüyor.
Namaz burada nereye düşüyor? En doğrusunu Allah bilir elbette. Ama bence namaz 'zaman yönetiminde istikametimizi yitirmemizi' engelliyor. Nasıl oruç irade yönetimi sağlıyor. Namaz da zaman yönetimine alıştırıyor. Aslında her ibadette böyle bir eğitim var. Bediüzzaman'ın onlara asıl muhtaç olanın biz olduğumuza dikkat çekmesi bu yönüyle de düşünülebilir. Evet. Bize ibadet emrediliyor. Çünkü herbirinden almamız gereken bir eğitim var. Bir şifa var. Onları hakkıyla alamazsak ahirzaman girdaplarına kapılmamız mümkün. Namaz kılanları tenzih etmem, ama bir istatistik çalışması yapılsa, kılmayanlara oranla zamanlarını yönetmek hususunda hassasiyet kazandıklarının görüleceğini iddia ederim. Çünkü bütün bir ömrü böyle bir talimle yaşamak tesirsiz olamaz. İşte bir hadis-i şerifi anlamak için yazılmış şu satırların ahiri bir ayet-i celileye dayandı. Elhamdülillah. Ankebût sûresindeki 'namazın kötülüklerden alıkoyacağı' haberini de bu pencereden okuyabilirsin arkadaşım. Onu da 'zaman-hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ekseninde düşünebilirsin. Görebilirsin. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi hidayetinden ayırmasın. Âmin.
Yetenek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yetenek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Ekim 2021 Cuma
13 Nisan 2018 Cuma
İnsan kendisinden de Allah'a sığınır mı?
Hep bir yoksunluğa sancıyarak yazıyorum en güzel yazılarımı. Yokluğun en şiddetlisi varlığın en güzeline dönüşüyor. Muradı içinde bir dua bu. Yaralarımdan güller açıyor. Demek fakirlik her zenginliğin başlangıcıdır. Fakir olduğumda elde edebileceklerimi/edebilirliğimi de öğrenmiş oluyorum. Bir açıdan zenginlikten haberdar edilmektir bu. Onu koklamaktır. Ona dokunmaktır. Hem zenginlikten haberdar edilmek de bir tür zenginliktir. Zenginliktendir. Çünkü habersiz olanların zengin olduğu görülmemiştir. Demek 'marifet' ile 'ikram' bir yerde kardeşleşiyor. Kime 'bilmek' veriliyor ona 'hayır' veriliyor. Kime hikmet veriliyor ona pekçok hayır veriliyor. Zira varlığa ulaşmak önce varlığın bilinciyle oluyor.
Fakat tuzakları var. Nasıl? Mesela: Benim gibi cahiller başlarda 'yetenek' ile 'istikamet'i birbirine karıştırıyorlar. "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" ayetini "Kime yetenek verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" gibi anlıyorlar. 'Bilmek' ile 'elde etmek' arasındaki ilişkiyi imtihansız bir alan sanıyorlar. Halbuki onun da imtihanı var. Ta İblis'ten beri, Samiri'den beri, Karun'dan beri, cahiliye döneminde lakabı Ebu'l-Hikem olan Ebu Cehil'den beri, yetenek sahipleri de bir imtihan yaşıyorlar. Onların imtihanları 'ortaya çıkmak'la olmuyor. 'İstikamette kalmak'la sınanıyorlar.
İstikamet, bir açıdan, Allah'ın seni kendinden gelebilecek zararlardan da korumasıdır. Çünkü yetenekler, Bediüzzaman'ın 'had konulmayan kuvveler' bahsiyle birlikte düşünülürse, 'varolmanın her şeklini' doğru olarak algılarlar. Ellerindeki 'istemek-amel etmek-elde etmek' düzeneğini ve bu düzenekteki işlevliği, hâşâ, Allah'ı aradan çıkaracak kadar deterministçe okurlar. Madem ki başka insanların ellerinden çıkmayan şeyler onların elinden çıkmaktadır; ve madem ki bu durum tekrar tekrar talep etmeleriyle tekrar tekrar vukû bulmaktadır; "O halde" derler, "ancak sayemde olabilir." Seküler sanatlarda sıklıkla şahit olduğumuz 'sınır' tartışmaları yeteneğin bu yanından ileri gelir.
Ah, arkadaşım, şunu da bilmek lazım: Allah'ın her istediğimizi bize vermeyişi de onun bize nimetidir. Her istediğini elde eden insan sınırlarını karıştırmaya başlar. Kendi dilemesiyle varoluş arasındaki Allah'ın ilim, irade ve kudretini seçememeye başlar. Tekdüzelik körleştirir. Kimse güneşin her sabah doğduğuna şükretmez de, işleri biraz kötü gitsin, duaya başlar. Bunun misali karanlıkta yolunu şaşırmış bir adama fener yakıp-söndürerek işaret vermek gibidir. Allah'ın nimetlerini bir verip-bir alması da (istikamet arayanlar için) nimettir. Yanıp-sönmesi ardındaki asıl ilimden, iradeden, kudretten haber verir. Tekdüzelikte insan asıl failin farkındalığına kolayca ulaşamaz. Çünkü, insandır, kabı küçüktür, farkındalığı farklılıklarla kuşanır. Bir dolar bir boşalır.
Biz Allah'tan hep istikamet dilemeliyiz. Çünkü selametimiz orada. Yeteneklerimizle kendimize verebileceğimiz zararların ilacı orada. Dehamızla insanları kandırıp günahlarına girebiliriz. Sesimizle kulakları yanlış yerlere yönlendirebiliriz. Güzelliğimizle nice gözleri alıkoyabiliriz. Bizim kendimizden de Allah'a sığınmamız gerek. İşte, her Fatiha okumamızda, "İhdina's-sırata'l-mustakîm/Bizi doğru yola hidayet et!" demekle şunu yapıyoruz. Yalnız başkalarının şerlerinden değil kendimizden de Allah'a kaçıyoruz. Çünkü görüyoruz: Kendisinden Allah'a kaçmayanlar pekçok saçmalıyorlar. Hatta yansımasına âşık olup göle atlayan meczup gibiler. Kendilerinde boğuluyorlar.
Fakat tuzakları var. Nasıl? Mesela: Benim gibi cahiller başlarda 'yetenek' ile 'istikamet'i birbirine karıştırıyorlar. "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" ayetini "Kime yetenek verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" gibi anlıyorlar. 'Bilmek' ile 'elde etmek' arasındaki ilişkiyi imtihansız bir alan sanıyorlar. Halbuki onun da imtihanı var. Ta İblis'ten beri, Samiri'den beri, Karun'dan beri, cahiliye döneminde lakabı Ebu'l-Hikem olan Ebu Cehil'den beri, yetenek sahipleri de bir imtihan yaşıyorlar. Onların imtihanları 'ortaya çıkmak'la olmuyor. 'İstikamette kalmak'la sınanıyorlar.
İstikamet, bir açıdan, Allah'ın seni kendinden gelebilecek zararlardan da korumasıdır. Çünkü yetenekler, Bediüzzaman'ın 'had konulmayan kuvveler' bahsiyle birlikte düşünülürse, 'varolmanın her şeklini' doğru olarak algılarlar. Ellerindeki 'istemek-amel etmek-elde etmek' düzeneğini ve bu düzenekteki işlevliği, hâşâ, Allah'ı aradan çıkaracak kadar deterministçe okurlar. Madem ki başka insanların ellerinden çıkmayan şeyler onların elinden çıkmaktadır; ve madem ki bu durum tekrar tekrar talep etmeleriyle tekrar tekrar vukû bulmaktadır; "O halde" derler, "ancak sayemde olabilir." Seküler sanatlarda sıklıkla şahit olduğumuz 'sınır' tartışmaları yeteneğin bu yanından ileri gelir.
Ah, arkadaşım, şunu da bilmek lazım: Allah'ın her istediğimizi bize vermeyişi de onun bize nimetidir. Her istediğini elde eden insan sınırlarını karıştırmaya başlar. Kendi dilemesiyle varoluş arasındaki Allah'ın ilim, irade ve kudretini seçememeye başlar. Tekdüzelik körleştirir. Kimse güneşin her sabah doğduğuna şükretmez de, işleri biraz kötü gitsin, duaya başlar. Bunun misali karanlıkta yolunu şaşırmış bir adama fener yakıp-söndürerek işaret vermek gibidir. Allah'ın nimetlerini bir verip-bir alması da (istikamet arayanlar için) nimettir. Yanıp-sönmesi ardındaki asıl ilimden, iradeden, kudretten haber verir. Tekdüzelikte insan asıl failin farkındalığına kolayca ulaşamaz. Çünkü, insandır, kabı küçüktür, farkındalığı farklılıklarla kuşanır. Bir dolar bir boşalır.
Biz Allah'tan hep istikamet dilemeliyiz. Çünkü selametimiz orada. Yeteneklerimizle kendimize verebileceğimiz zararların ilacı orada. Dehamızla insanları kandırıp günahlarına girebiliriz. Sesimizle kulakları yanlış yerlere yönlendirebiliriz. Güzelliğimizle nice gözleri alıkoyabiliriz. Bizim kendimizden de Allah'a sığınmamız gerek. İşte, her Fatiha okumamızda, "İhdina's-sırata'l-mustakîm/Bizi doğru yola hidayet et!" demekle şunu yapıyoruz. Yalnız başkalarının şerlerinden değil kendimizden de Allah'a kaçıyoruz. Çünkü görüyoruz: Kendisinden Allah'a kaçmayanlar pekçok saçmalıyorlar. Hatta yansımasına âşık olup göle atlayan meczup gibiler. Kendilerinde boğuluyorlar.
10 Kasım 2017 Cuma
Keşke demek de bir duadır
Bana bahşedilen her 'e-bilme'nin en nihayet 'e-bilemediğimi' farketmem için verildiğini anladım. Kolay olmadı. Ama nihayetinde anladım. Anlamak da sadece akılla olan birşey değil. Nefsimin her konuda onunla amel ettiğini söyleyemem. Nefsimin aklımdan başka bir aklı var. (Ve o henüz anlamadı.) Yahut da şöyle söylemeliyim: Sanki her hissimin bir aklı var. Veyahut akıl kirada bir giysi de her isteyen kullanabiliyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hepsi onunla ikna olmalı ama olmuyor. Aklın da, kendisini sınayabilmek için, genel-geçer'liğini kabul etmeyen latifelere ihtiyacı var.
'Bazen'leri çoğaltmakla mesele netleşmiyor. Size aslında iradenin de 'kullanan' değil 'kullanılan' birşey olduğunu anlatmam gerek. Akıl da, gücü yettiği zamanlarda, onu kullanıyor. İşleyişin prosedürünü tam olarak çözebilmiş değilim. Mutlaka bir düzeni var ama çok karmaşık. Sanki irade tutanın/tutulanın elinde kalıyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hangisine daha çok yol verirsem. Daha çok 'daha çok yol vermişsem.' Ancak iradeye ulaşırken aklın bir engelleyiciliği de yok değil. Hatta diyebilirim ki: Aklımı rahatça kullanan hislerim irademi onun kadar kolay kullanamıyor.
Bu söylediğim doğrudan kullanımlar için geçerli. Eğer doğrudan kullanmayacaklarsa mutlaka akla müracaat ediyorlar. Kendilerince güzel olanı akla da beğendirmeye çalışıyorlar. Beğendi mi? Tamam o zaman. Akla doğru gidebiliriz. Ya beğenmezse? Öyle ya. O da var. Bazen hislerim de birbiriyle çatışarak aklı paylaşamıyorlar. Canımın istediği birşeye korkum karşı koyuyor mesela. Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye birbirleriyle ters düşerek birbirlerinin hızını kesebiliyorlar. Onlar anlaşırsa aklın işi zor. İkiye karşı bir. Çok fena. Kaybedecek. Akıl bu iki müddeiyi de dinliyor. Verdiği kararların her zaman adaletli olduğunu söyleyemem. Âdil olmak için takvaya sahip olması lazım. Takvayı âdet edinmiş bir bünyenin aklı olması lazım. Eğer böyle bir bünyede yeralmıyorsa, en çok hangisini beslemişse daha önceleri, o müddei kazanıyor.
Kem duygularım kolay semizleşiyor. Farkındayım. Beslediğim hiddetler, arzular, şehvetler, ilgiler büyüyor. Beni yutacak bir hale geliyor. Farkındayım. Önceki seçimlerim, inayet-i ilahîye özel bir müdahale ile yönlerini değiştirmedikçe, sonraki seçimlerimin rengini etkiliyor. Daha iyi bir adam olabilmem için 'daha iyi bir adam olmayı sonuç verecek' işleri yapmış, seçimlerde bulunmuş, en azından kötü bir adam olmaya pişmanlık göstermiş olmam lazım. O kadarcık olsun ayağımı basacak bir yere ihtiyacım var.
Bir yerden başlamam lazım. Her şekilde bir duaya ihtiyacım var. Tevbe bir duadır. Buğzetmek de bir duadır. 'Keşke' demek bile bir duadır. Yetim çocuğun başını okşamak dahi kalbin kasavetini, katılığını, kemliğini alması için Allah'a yapılmış bir duadır. Dua aklımın 'akıl' olduğu, yani 'gel peşime takıl' olmadığı zamanlarda istikamette kalabilmek için ışığa yalvarışıdır.
Beni kötü bir adam yapacak çok eylemim var. Ve bunlar beni ileride daha da kötü bir adam olmam için esir alıyorlar. Kötü seçimlerim, onları seçtikçe tekrar be tekrar, birer alışkanlığa dönüşüyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Onları mahiyetimin kendisi sanıyorum. Aklım da öyle sanıyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünmeye başlıyor. Akıl bu yönüyle akılsızdır. Büyük bir uyarıcı ile karşılaşmadığı sürece, yani işler tıkırında gittiği sürece, hep/umumen seçilenin doğru olduğunu düşünür. Genelin seçimi bu yüzden onu kandırır. Musibetler bu yüzden kurtarıcıdır insan için. Sıradışı 'sıradanlığın körlüğünden' kurtarıcıdır.
Bunu da açıklıkla beyan ederim: Aklımla da hiçbirşeyi esir alabilmiş değilim. Farkındayım. Ancak aklım sayesinde bazen esir alınmaktan kurtarılıyorum. Bazen de aklım bizzat beni esir alan oluyor. Duygularımı yeterince yaşamamış olmaktan dolayı aynalara kızıyorum. Biraz koyuvermeli miydim ipi? Biraz 'neler olacağını öngörmeden eyleme cesareti'ni göstermeli miydim? Belki... Ama yine de içimdeki müsabakada bu bir ihtimal olarak gelip geçiyor. Gökyüzünde hangi bulut bir saniye öncesine tıpatıp benziyor?
Bir esaretten kurtulmak için başka bir esarete sığınıyorum. Benim için bir özgürlük yok. Özgürlük ancak külli iradenin malıdır. Birşeyin olmasını istediği zaman 'ol' demesi yeten ancak özgür olabilir. Hakiki manada ancak ona özgürlük derler. Cüz'i irade sahipleri asla özgür olamazlar. Ancak doğru esareti seçebilirler. Hakiki olan herşey yalnızca Allah için var. Bizde olanlar yalnızca yanılsama. Yalnızca 'öyle olmadığımızı' anlamak için kıstas buyrulmuş 'öyle olduğumuzu sanma'lar. Bir avuç sanrı ile ediniyoruz tüm hakikat bilgisini. Demek bilmek için de önce yanlışa düşmek gerekiyor. İmtihan böyle başlıyor.
'Bazen'leri çoğaltmakla mesele netleşmiyor. Size aslında iradenin de 'kullanan' değil 'kullanılan' birşey olduğunu anlatmam gerek. Akıl da, gücü yettiği zamanlarda, onu kullanıyor. İşleyişin prosedürünü tam olarak çözebilmiş değilim. Mutlaka bir düzeni var ama çok karmaşık. Sanki irade tutanın/tutulanın elinde kalıyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hangisine daha çok yol verirsem. Daha çok 'daha çok yol vermişsem.' Ancak iradeye ulaşırken aklın bir engelleyiciliği de yok değil. Hatta diyebilirim ki: Aklımı rahatça kullanan hislerim irademi onun kadar kolay kullanamıyor.
Bu söylediğim doğrudan kullanımlar için geçerli. Eğer doğrudan kullanmayacaklarsa mutlaka akla müracaat ediyorlar. Kendilerince güzel olanı akla da beğendirmeye çalışıyorlar. Beğendi mi? Tamam o zaman. Akla doğru gidebiliriz. Ya beğenmezse? Öyle ya. O da var. Bazen hislerim de birbiriyle çatışarak aklı paylaşamıyorlar. Canımın istediği birşeye korkum karşı koyuyor mesela. Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye birbirleriyle ters düşerek birbirlerinin hızını kesebiliyorlar. Onlar anlaşırsa aklın işi zor. İkiye karşı bir. Çok fena. Kaybedecek. Akıl bu iki müddeiyi de dinliyor. Verdiği kararların her zaman adaletli olduğunu söyleyemem. Âdil olmak için takvaya sahip olması lazım. Takvayı âdet edinmiş bir bünyenin aklı olması lazım. Eğer böyle bir bünyede yeralmıyorsa, en çok hangisini beslemişse daha önceleri, o müddei kazanıyor.
Kem duygularım kolay semizleşiyor. Farkındayım. Beslediğim hiddetler, arzular, şehvetler, ilgiler büyüyor. Beni yutacak bir hale geliyor. Farkındayım. Önceki seçimlerim, inayet-i ilahîye özel bir müdahale ile yönlerini değiştirmedikçe, sonraki seçimlerimin rengini etkiliyor. Daha iyi bir adam olabilmem için 'daha iyi bir adam olmayı sonuç verecek' işleri yapmış, seçimlerde bulunmuş, en azından kötü bir adam olmaya pişmanlık göstermiş olmam lazım. O kadarcık olsun ayağımı basacak bir yere ihtiyacım var.
Bir yerden başlamam lazım. Her şekilde bir duaya ihtiyacım var. Tevbe bir duadır. Buğzetmek de bir duadır. 'Keşke' demek bile bir duadır. Yetim çocuğun başını okşamak dahi kalbin kasavetini, katılığını, kemliğini alması için Allah'a yapılmış bir duadır. Dua aklımın 'akıl' olduğu, yani 'gel peşime takıl' olmadığı zamanlarda istikamette kalabilmek için ışığa yalvarışıdır.
Beni kötü bir adam yapacak çok eylemim var. Ve bunlar beni ileride daha da kötü bir adam olmam için esir alıyorlar. Kötü seçimlerim, onları seçtikçe tekrar be tekrar, birer alışkanlığa dönüşüyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Onları mahiyetimin kendisi sanıyorum. Aklım da öyle sanıyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünmeye başlıyor. Akıl bu yönüyle akılsızdır. Büyük bir uyarıcı ile karşılaşmadığı sürece, yani işler tıkırında gittiği sürece, hep/umumen seçilenin doğru olduğunu düşünür. Genelin seçimi bu yüzden onu kandırır. Musibetler bu yüzden kurtarıcıdır insan için. Sıradışı 'sıradanlığın körlüğünden' kurtarıcıdır.
Bunu da açıklıkla beyan ederim: Aklımla da hiçbirşeyi esir alabilmiş değilim. Farkındayım. Ancak aklım sayesinde bazen esir alınmaktan kurtarılıyorum. Bazen de aklım bizzat beni esir alan oluyor. Duygularımı yeterince yaşamamış olmaktan dolayı aynalara kızıyorum. Biraz koyuvermeli miydim ipi? Biraz 'neler olacağını öngörmeden eyleme cesareti'ni göstermeli miydim? Belki... Ama yine de içimdeki müsabakada bu bir ihtimal olarak gelip geçiyor. Gökyüzünde hangi bulut bir saniye öncesine tıpatıp benziyor?
Bir esaretten kurtulmak için başka bir esarete sığınıyorum. Benim için bir özgürlük yok. Özgürlük ancak külli iradenin malıdır. Birşeyin olmasını istediği zaman 'ol' demesi yeten ancak özgür olabilir. Hakiki manada ancak ona özgürlük derler. Cüz'i irade sahipleri asla özgür olamazlar. Ancak doğru esareti seçebilirler. Hakiki olan herşey yalnızca Allah için var. Bizde olanlar yalnızca yanılsama. Yalnızca 'öyle olmadığımızı' anlamak için kıstas buyrulmuş 'öyle olduğumuzu sanma'lar. Bir avuç sanrı ile ediniyoruz tüm hakikat bilgisini. Demek bilmek için de önce yanlışa düşmek gerekiyor. İmtihan böyle başlıyor.
4 Eylül 2015 Cuma
Molla Fethullah (k.s.) neye hayret etti?
Yazarak yaşamayı isterdim. Bir roman kahramanı gibi. Detayların tümünün farkında olarak. Yaptığım herşey kalemime uğramış olarak. Dinlenmiş olarak. Durulmuş olarak. 'Neden?' dersen: Konuşurken aptallaştığımı hissediyorum. Yazarken sanki daha zekiyim. Parmaklarımın ucundan akarken kelimeler, aldıkları yolun uzamasından mıdır nedir, daha bir kıvamlarını buluyorlar. Daha bir istikametli çıkıyorlar. Daha bir arkalarında duruyorum onları sahiplenirken.
Ancak bunu 'daha çok düşünmek' gibi tarif etmek de istemem. Çünkü, yalan olur, bir deneme-yanılma yaşıyor değilim. Birkaçının içinden bir tanesini seçiyor değilim. Onu koyuyor, şunu kaldırıyor, değilim. (Bunu 'hiç yapmıyorum' desem, o da yalandır.) Konuştuğum kadar hızlı yazıyorum çoğu zaman. Sadece yazarken herşeyin akıp gitmesi daha kolay oluyor. Bölünmüyor. Kirlenmiyor. Karışmıyor. Kızışmıyor. Kızdırılmıyor. Üstelik dilim gibi kalemim sürçmüyor. (Hele bir de yeterli duygusal yoğunluğa/ızdırara erişmişsem.) İçimde en güzel cümleleri fısıldayan yer neresiyse, elhamdülillah, oranın sesini duyuyorum yazarken.
Konuşurken karşısında konuştuklarım o netliği bastırıyor. Acele ediyor ve istikametimi yitiriyormuşum gibi hissediyorum. Yahut bana öyle geliyor. Hani, hızlı sürerken bisikleti, dengede durmak daha kolaydır derler. Hiç sürmedim ya. Diyenlerin yalancıyım. Hem benzer hem farklı birşey bu söylediğim işte.
Ağzımdan çıkan cümlelerden çoğu zaman pişmanlık duymuşumdur. Hakikatsiz olmasalar bile 'daha güzel olabileceklerini' düşünmüşümdür. Süratli ve ayakta kalabilmek için kimbilir nelerden nelerden kısmışımdır. Yazarken bu daha az olur. Eski yazılarımı şöyle bir gözden geçirsem fikrim değişir mi? Herhalde değişir. Her yazar eski metinlerinden tuhaf bir rahatsızlık duyar. Hatta metinlerini düzeltmek, bir başkasının metinlerini düzeltmekten daha büyük bir eziyettir, yazanı için. Metinlerle arasındaki mesafe arttıkça, yani onları yazdığı zaman diliminden uzaklaştıkça bugün, metinleriniz de sizden uzaklaşır. Tamam. Bir yabancının yazdıkları gibi olamazlar asla. Fakat yine de bir parça yabancılaşırlar. Ya çok seversiniz onları. Yahut da nefret edersiniz. Nötr kalmanız imkansızdır.
Bunun çaresini bulamadım. O yüzden kendi yazılarımı, özellikle üzerlerinden uzun zaman geçmişse, reddediyorum. Sadece okumayı değil yargılamayı da reddediyorum. Bir hatam gösterilse tevil etmeye çalışmıyorum. (İnsanın kendinden kurtulmaya çalışması ne kadar ağır yük! Benimse kalbim zayıftır. Büyük iddiaların yükünü kaldıramaz.)"O zamanki Ahmet böyle bir halt yemiş olabilir!" diyorum. Çok şükür. Yazdığı her metni kaplumbağa kabuğu gibi beraberinde taşıyanlardan değilim. Eskilerinden alıntılar yapan insanları takdir ederim ama taklit etmem. Öyle olabilecek bir hafızaya sahip değilim. Bunun da bana bağışlanmış bir nimet olduğunu düşünürüm. Eskiden ne söylediğimi hatırlamamak aynı mesele hakkında farklı düşünebilmeme de imkan sağlar. Eskinin bağlayıcılığından/hazırcılığından kurtarır beni. Bence, bu açıdan, hafıza ile yorum gücü arasında ters bir orantı vardır. Genel için söylüyorum bunu.
Evet, özetlersem, teorimin temeli şu: Yorum gücü yüksek olan insanların hafızası daha zayıf olur ve tekrar tekrar bakması gerekir aynı şeye. "Ne söylemiştim?" diyemeyeceği için "Tekrar ne söyleyebilirim?" demek zorunda kalır. Her bakışında 'şey' ona daha farklı birşey daha söyler. Bu, onu ve yorumlarını daha zengin kılar. Hafızası güçlü olanlarsa başkalarının o mesele hakkında daha önce ne söylediğini ve kendisinin daha önce ne düşündüğünü hatırlarlar. İyi de hatırlarlar. Bu bir kolaylıktır. İkinci kez zihni yormayı gerektirmez. Lazımdır. Ayakları istikamette tutar. Fakat böylece hafıza ancak 'tekrar-ı nazarla' veya 'dikkat-i nazarla' gelişebilecek olan yorum yeteneğinin düşmanı olur. Herkeste böyle olur demiyorum. Ama çoğunlukla böyle olduğunu düşündürdü tecrübelerim.
Tarihçe-i Hayat'ta da geçen, Molla Fethullah Efendi'nin (k.s.), Bediüzzaman'ı, (daha gençlik çağında) hem zekası hem hafızası itibariyle imtihan edip ikisinde de kuvvetli olduğunu görünce söylediği; "Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir!" cümlesini biraz da böyle anlarım.
Bediüzzaman'ın, hem 'yorumlayışta' hem de 'ezberleyişte' birden iyi oluşunun, ikisinin arasındaki mezkûr uyumsuzluk nedeniyle, Molla Fethullah Efendi'yi (k.s.) hayrete düşürdüğünü düşünürüm. Ki kendisi de bir nakil şaheseri olan Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin sonunda şöyle der: "Hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kîle suretiyle gitmemiştim..." En nihayet şu önemli detayın altını çizerek bitirelim: Bunlar ancak beni esir alabilecek yorumlardır. "Kesinlikle böyledir!" diyemem. En doğrusunu ancak Allah bilir. Rabbim, o güzellerin şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin bizi.
Ancak bunu 'daha çok düşünmek' gibi tarif etmek de istemem. Çünkü, yalan olur, bir deneme-yanılma yaşıyor değilim. Birkaçının içinden bir tanesini seçiyor değilim. Onu koyuyor, şunu kaldırıyor, değilim. (Bunu 'hiç yapmıyorum' desem, o da yalandır.) Konuştuğum kadar hızlı yazıyorum çoğu zaman. Sadece yazarken herşeyin akıp gitmesi daha kolay oluyor. Bölünmüyor. Kirlenmiyor. Karışmıyor. Kızışmıyor. Kızdırılmıyor. Üstelik dilim gibi kalemim sürçmüyor. (Hele bir de yeterli duygusal yoğunluğa/ızdırara erişmişsem.) İçimde en güzel cümleleri fısıldayan yer neresiyse, elhamdülillah, oranın sesini duyuyorum yazarken.
Konuşurken karşısında konuştuklarım o netliği bastırıyor. Acele ediyor ve istikametimi yitiriyormuşum gibi hissediyorum. Yahut bana öyle geliyor. Hani, hızlı sürerken bisikleti, dengede durmak daha kolaydır derler. Hiç sürmedim ya. Diyenlerin yalancıyım. Hem benzer hem farklı birşey bu söylediğim işte.
Ağzımdan çıkan cümlelerden çoğu zaman pişmanlık duymuşumdur. Hakikatsiz olmasalar bile 'daha güzel olabileceklerini' düşünmüşümdür. Süratli ve ayakta kalabilmek için kimbilir nelerden nelerden kısmışımdır. Yazarken bu daha az olur. Eski yazılarımı şöyle bir gözden geçirsem fikrim değişir mi? Herhalde değişir. Her yazar eski metinlerinden tuhaf bir rahatsızlık duyar. Hatta metinlerini düzeltmek, bir başkasının metinlerini düzeltmekten daha büyük bir eziyettir, yazanı için. Metinlerle arasındaki mesafe arttıkça, yani onları yazdığı zaman diliminden uzaklaştıkça bugün, metinleriniz de sizden uzaklaşır. Tamam. Bir yabancının yazdıkları gibi olamazlar asla. Fakat yine de bir parça yabancılaşırlar. Ya çok seversiniz onları. Yahut da nefret edersiniz. Nötr kalmanız imkansızdır.
Bunun çaresini bulamadım. O yüzden kendi yazılarımı, özellikle üzerlerinden uzun zaman geçmişse, reddediyorum. Sadece okumayı değil yargılamayı da reddediyorum. Bir hatam gösterilse tevil etmeye çalışmıyorum. (İnsanın kendinden kurtulmaya çalışması ne kadar ağır yük! Benimse kalbim zayıftır. Büyük iddiaların yükünü kaldıramaz.)"O zamanki Ahmet böyle bir halt yemiş olabilir!" diyorum. Çok şükür. Yazdığı her metni kaplumbağa kabuğu gibi beraberinde taşıyanlardan değilim. Eskilerinden alıntılar yapan insanları takdir ederim ama taklit etmem. Öyle olabilecek bir hafızaya sahip değilim. Bunun da bana bağışlanmış bir nimet olduğunu düşünürüm. Eskiden ne söylediğimi hatırlamamak aynı mesele hakkında farklı düşünebilmeme de imkan sağlar. Eskinin bağlayıcılığından/hazırcılığından kurtarır beni. Bence, bu açıdan, hafıza ile yorum gücü arasında ters bir orantı vardır. Genel için söylüyorum bunu.
Evet, özetlersem, teorimin temeli şu: Yorum gücü yüksek olan insanların hafızası daha zayıf olur ve tekrar tekrar bakması gerekir aynı şeye. "Ne söylemiştim?" diyemeyeceği için "Tekrar ne söyleyebilirim?" demek zorunda kalır. Her bakışında 'şey' ona daha farklı birşey daha söyler. Bu, onu ve yorumlarını daha zengin kılar. Hafızası güçlü olanlarsa başkalarının o mesele hakkında daha önce ne söylediğini ve kendisinin daha önce ne düşündüğünü hatırlarlar. İyi de hatırlarlar. Bu bir kolaylıktır. İkinci kez zihni yormayı gerektirmez. Lazımdır. Ayakları istikamette tutar. Fakat böylece hafıza ancak 'tekrar-ı nazarla' veya 'dikkat-i nazarla' gelişebilecek olan yorum yeteneğinin düşmanı olur. Herkeste böyle olur demiyorum. Ama çoğunlukla böyle olduğunu düşündürdü tecrübelerim.
Tarihçe-i Hayat'ta da geçen, Molla Fethullah Efendi'nin (k.s.), Bediüzzaman'ı, (daha gençlik çağında) hem zekası hem hafızası itibariyle imtihan edip ikisinde de kuvvetli olduğunu görünce söylediği; "Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir!" cümlesini biraz da böyle anlarım.
Bediüzzaman'ın, hem 'yorumlayışta' hem de 'ezberleyişte' birden iyi oluşunun, ikisinin arasındaki mezkûr uyumsuzluk nedeniyle, Molla Fethullah Efendi'yi (k.s.) hayrete düşürdüğünü düşünürüm. Ki kendisi de bir nakil şaheseri olan Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin sonunda şöyle der: "Hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kîle suretiyle gitmemiştim..." En nihayet şu önemli detayın altını çizerek bitirelim: Bunlar ancak beni esir alabilecek yorumlardır. "Kesinlikle böyledir!" diyemem. En doğrusunu ancak Allah bilir. Rabbim, o güzellerin şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin bizi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...