Gayret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gayret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2023 Salı

Nurcuların cenneti 'garanti' mi?

Yalçın Sayın, Babam Cemil Meriç'e dahledilmiş hatıratında, Meriç merhumun komada yatarken birden gözlerini açıp kendisine "Proses kelimesini Kerim Sâdi nasıl kullanıyor?" diye sorduğunu aktarır. Devamında da der ki: "(...) Kanama geçirmiş bir beyin, ama çok büyük bir elektrik akımı gibi, sağlığını-sıhhatini düşünmüyor. Kelimelere sadakatinden dolayı 'proses'e en uygun karşılığın ne olduğunu, Kerim Sâdi Bey'in ona nasıl bir karşılık bulduğunu, soruyor." Nörolojinin böylesi olaylara dair bir izahını, yakınlarda okuduğum Deli Doktorları'nda, Dr. Jeffrey A. Lieberman şöyle açıklıyordu: "Amigdala-prefrontal korteks-hipokampus sisteminizin birincil varlık sebebi 'deneyimlerinizden ders çıkarabilmenizi' ve 'gelecekte karşılaşabileceğiniz benzer koşullarda' tepki verme yetinizi iyileştirmenizi sağlamaktır. Bir dahaki sefere ormanda ayıyla karşılaştığınızda, olayın ilk karşılaşma deneyiminize benzerliği sizi çabucak/otomatikman tepki vermeye sevkedecektir."

"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz!" hadis-i şerifinin bir hikmeti de buradan bize gözkırpmaktadır belki, arkadaşım. Yani 'üzerine yaşanılan' neyse ölüm anını da 'o doldurmakta'dır. Geriye dönüp bizi o bulmaktadır. Çünkü, tecrübeler üzerinden beyne (veya beyin üzerinden kalbe/ruha) gönderilen mesajlar, hafızadan başka yerlerde de hıfzedilmekte, itinayla saklanmaktadır. (Ruha kaydedilense zaman kaydından büsbütün kurtulur.) Özellikle, yüzeydeki aklın devredışı kaldığı şok anlarında, alttaki bu yazılar daha okunur bir hale gelmektedir. (İçeride nice zamandır biriktirilen nihayet dışarıya taşmaktadır.) Öyle ki, nefes alırken her neye olursa olsun gösterilen sadakat, ölüm anında "İşte buradayım!" deyip sırrını açığa vurur. Nümuneleri de oldukça çoktur.

Mürşidimin, "Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren 'imanla kabre gireceğine' gayet kuvvetli senetler var..." nevinden ifadelerini de bu zeminde kavrarım ben, arkadaşım. Yani onu 'garanti' şeklinde ele almam. 'Asabiyet' ekseninde yorumlamam. Ya? 'Ümit' olarak yaklaşırım. 'Sadakat' sonucu olarak görürüm. Şöyle bir misalle de yaklaşımımı açabilirim sana: Nasıl bir alanın öğrencisi, derslerini sadakatle takip etmekle, aldığı derslere sadakatle çalışmakla, yani kendisine tanınan 'hazırlık sürecini' buna sarfetmekle, buna yoğunlaşmakla, emekle 'sınavda muvaffak olma ümidini' elde eder. Kim onu görse "Bu çocuk imtihanı verir inşaallah!" der. Aynen öyle de, bir nur talebesi, ehl-i sünnet dairesinde akaid-i imaniye üzerine çalıştığı için, hayatını yoğunlukla İslamî manalar doldurduğu için, umulur/beklenir ki, kabre imanla girer. O sınavı muvaffakiyetle atlatır. Yoksa kimse 'papazdan cennet arsası satın almış gibi' bakamaz bu meseleye. Hiçbir nur talebesi öyle yap(a)maz. Akıbetin ne olacağı hiç belli olmaz. Akıbet ancak ümit beslenendir. (Karşısında da dengesini sağlayacak bir endişe çekilebilir.) Bu işin asabiyetle ilgisi yoktur. Gayretle ilgisi vardır. Dersini çalışan çocuk elbet sınavdan başarılı olmayı ümit eder. 

Japon fizikçi Michio Kaku da, Paralel Dünyalar'ında, sık yapılan işlerin 'benzerlerinin yapılmasını kolaylaştıracak' nörolojik yollar inşa ettiğini söyler beyinde. (Biz buna 'meleke kesbetmek' diyoruz.) Hatta 'bisiklet sürmek' misalini kullanır izah ederken. Malumunuz, bisiklet sürmek, ilk günlerinde zor yapılan bir iştir. Sürücüler titrer, düşer, sarsılır. (Ben hâlâ süremiyorum mesela.) Ancak tekrar edildikçe kolaylaşır. Çünkü beyinde bisiklet sürmek için yapılacak işler nizama sokulur. Karla kaplanmış bir arsada yürümek gibidir bu. Yürüdükçe yol daha bir yürünesi olur. İnsanların sıkça kullandığı hatlar belirgin şekilde ortaya çıkar. Öncekilerin açtığı yolu takip etmek sonrakini hızlandırır. Cenab-ı Hakkın bu kanunu iman dairesinde de işletmesinden daha normal ne olabilir? Fakat, bize düşen, kendimizi emniyette sanmak değildir. Aksine sınava daha çok çalışmaktır. Bâtınımızda daha çok hakikat biriktirmektir. Şok anında dışa vuracak içimizi ehl-i sünnet itikadıyla doldurmaktır. O zaman ümidimize verilebilecek bir paye olur. Eğer bu yönde mesaimiz yoksa, kusura bakılmasın, kendisine bir isim takmakla kimse geçiş bileti temin edemez. Orada varlığın yasası değişiktir: "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."


8 Ekim 2021 Cuma

Hayreti yöneten gayreti de yönetir

Said Alpsoy Hoca, Youtube derslerinden birisinde, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Batılılaşma serüvenimizi şu üç cümleye sığdırıyordu: "Önce hayret ettik. Sonra hayran kaldık. Sonra da teslim olduk." Kendimce açarsam: Önce başardıklarına bakarak şaşırdık. (Çünkü kısa bir sürede büyük seküler bir gelişim yaşadılar.) Sonra kendimiz kalmaktan bunalmaya başladık. (Çünkü bu durum dünyevî anlamda 'geri kalmak' gibi görünüyordu.) Sonra da her açıdan onlar gibi olmaya karar verdik. (Çünkü uhrevî anlamda ileri olmanın kıymetini unuttuk.) Yani enformasyon ihtiyacıyla başlayan etkileşim/temayül en nihayet endoktrinasyona kadar dayandı. Kuyuya merakla bakanlar buharından zehirlenerek içine daldılar. Belki ismimiz Davud-İbrahim olarak kaldı. Fakat içimiz çoktan David-Abraham oldu. Kıvamımız bozuldu.

Süreç halen devam ediyor. Zira her çocuk, elhamdülillah ki elhamdülillah, İslam fıtratı üzerine doğuyor. Üstelik Batı'nın bozulması da bitmiyor. O (me)deniyette sürekli ilerlediği için beraberinde sürüklediği başkalıkları da aşağıya çekmeye çalışıyor. Dalaletinde mesafe alıyor. Daha önce "O kadar olmaz!" dediği kötülükleri artık normalleştiriyor. Onlara da meşruiyet alanları açıyor. (LGBT gibi örgütlerin dünyanın her köşesinde milyonlarca dolar bütçelerle yürüttüğü faaliyetler başka nasıl açıklanabilir ki?) Lakin hepsinin meş'um muvaffakiyet sırrı yine aynı formülde gizleniyor gibidir arkadaşım. Nedir? Hayret-merak-ilgi-irade-gayret ilişkisidir. Biraz daha detaylandırırsak diyebiliriz belki: Neye hayretleniyorsak merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak ilgimiz ardından yürüyor. Neyle ilgileniyorsak irademiz, aklımızın/duygularımızın tüm gayretini/imkanlarını alıp, oraya-onlara temerküz ettiriyor.

Popülarite sahte bir gerçeklik kurguluyor. Bununla duyguları manipüle ediyor. Bu 'sanrı itibar alanı'nı da medya illüzyonuyla vurgulayarak aklı/kalbi gayrısına körleştiriyor. Çünkü vurgu azı çoğa galip eder. Altı çizilmiş tek satır bir sayfa metinden fazla dikkat çeker. Arkadaşım, Deccal'in sahip olacağı söylenen, 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler de buradan bakınca azıcık anlaşılır oluyor. Nasıl? Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik radyallahu anh gibi cennet bahçeleri açacaklar, ne yazık, yerde Enes Batur çalılığı olarak kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman'ın da dikkat çektiği birşeydir. Yani bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır:

"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir."

Bilmem bana hakverir misin arkadaşım. "Namaz dinin direğidir!" hadis-i şerifinin bu makamda da bize söyleyeceği şeyler olduğunu düşünürüm. Yani onda ahirzamandaki bozulmayı açıklayan bir yan/yön görürüm. Hatta mürşidimin Birinci Cihan Harbi musibetini "Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât..." diye açıklamasını da bununla bağlarım. "Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı mahbubun gaddârâne adâvetidir." Evet, eğer sen ilgini Allah'ın murad ettiği şeylerde tutmazsan, Allah da seni yanlış ilgiler üzerinden cezalandırır. Bu kelamî şeriata uygunsuz hareketinin kevnî şeriatça tokatlanmasıdır. Zira Allah'ın bütün şeriatları birbiriyle uyumludur.

Namaz neden dinin direğidir? Belki de bu sorunun cevabı şudur: Namaz kulun Rabbiyle kurduğu en dinamik ilişkidir. Günde beş vakit tekrarlanan, yani İslamî manaların kalpte diri tutulmasını garanti eden, ikinci bir ibadet yoktur. Oruç yılda bir aydır. Zekat yılda bir seferdir. Elbette insan bu türden ibadetlerin sayısını arttırabilir. Lakin namazın zorunlu-garanti ilgisi onlarda yoktur. Namaz, Allah'ın size bağışladığı zamanın 24'te 1'ini, tekrar Ona vermektir. Onun rızası için sarfetmektir. Ancak güne serpiştirilmiş haliyle aslında 24'te 24'ü de etkisi altında bırakır. Bu nedenle "Namaz dinin direğidir!" hadisiyle başlayan 4. Söz şu cümlelerle biter: "Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder."

Yıkımları takip ettiyseniz, ki İstanbul'un her yerinde görmek mümkün, dikkatinizi çekmiştir: Anasütunlar en sona bırakılır. (Çünkü onlar yıkıldığında bina çöker.) Önce başka bölgeler darbelenir. Tekrar kullanılacak şeyler varsa sökülür. Duvarlar dökülür vs. En nihayet iş son darbeyi vurmaya bakar. O darbe de en çok ayakta tutana vurulacaktır. Yani anasütuna/sütunlara. İşte müslüman için namaz da böyle bir anasütundur. Hatta beş sütundur. Direktir. Ayakta tutucudur. En dinamik-devamlı süreçtir. Onu çatlattığınız zaman, aksattığınız zaman, ihmal ettiğiniz zaman yıkım mukadder olur. En azından tehlike başlar. Diğer yerleri onarmanın da pek anlamı kalmaz. Maneviyatı hayatta tutan namazdır çünkü. Onun bağıdır. Hatırlattığıdır. Terapisidir. Çağrısıdır. Ama eğer namazınızı kılarsanız, yani ki anasütunları korursanız, bir güçlendirmeyle depremi atlatabilirsiniz. Tadilatınız-tamiratınız boşa gitmez. 'Mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır' sırrını buradan da kavrayabilirsiniz.

Peki bu mevzunun ahirzamanla ne ilgisi var? Onu da şöyle tefekkür ediyorum arkadaşım: Yukarıda zikrettiğim 'hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ilişkisinin, yani "Hayreti yöneten gayreti de yönetir!" meselesinin, öncesinde anmadığımız bir 'gizli nesne' daha var. Hayretin yönetimi de biraz ona bakıyor gibi duruyor. Nedir? Zamandır. "Zamanı yöneten de hayreti yönetir." Yani ancak zamanının yönetimini kaybedenler hayretlerinin de yönetimini kaybederler. Bunu da bir parça açmaya çalışalım: Bugünün popüler sahte kahramanlarından birisini sıkıca takip ettiğinizi düşünelim. (Çünkü böyle yapmanız size medya tarafından pompalanıyor.) Bu hayreti ona ne karşılığı duyarsınız? Daha doğrusu: Neyinizden verirseniz bunun karşılığının-anlamının 'hayret' olduğunu düşünülebilir?

Bence bu sorunun cevabı 'zaman'dır. Eğer takibi teşvik edilen kişiye zamanınızdan feda ederseniz bu kişiye hayransınız denilebilir. Yok, onunla ilgili şeylere zaman ayırmıyorsanız, vaktinizin merkezinde böylesine tahsil edilmiş bir aralık yoksa, muhabbetinize inanılmaz. Zaten bu 'zaman ayırmama'nın tezahüratı da bilgisizlik/ilgisizlik olarak tebarüz etmeye başlar. Yani insanlar konu kişi hakkındaki bilgisizliğinizden/ilgisizliğinizden 'zaman ayırmadığınızı' keşfederler. Dünyanızda olmadığını anlarlar. Demek hepsinin özü zamana bakıyor. Üzerimizde oynanan her oyun zamanla kurgulanıyor. Zaman ayırmaya devam ettiğimiz şeyler hayatımızda kalıyor. Ayırmadığımızsa yavaş yavaş ölüyor.

Namaz burada nereye düşüyor? En doğrusunu Allah bilir elbette. Ama bence namaz 'zaman yönetiminde istikametimizi yitirmemizi' engelliyor. Nasıl oruç irade yönetimi sağlıyor. Namaz da zaman yönetimine alıştırıyor. Aslında her ibadette böyle bir eğitim var. Bediüzzaman'ın onlara asıl muhtaç olanın biz olduğumuza dikkat çekmesi bu yönüyle de düşünülebilir. Evet. Bize ibadet emrediliyor. Çünkü herbirinden almamız gereken bir eğitim var. Bir şifa var. Onları hakkıyla alamazsak ahirzaman girdaplarına kapılmamız mümkün. Namaz kılanları tenzih etmem, ama bir istatistik çalışması yapılsa, kılmayanlara oranla zamanlarını yönetmek hususunda hassasiyet kazandıklarının görüleceğini iddia ederim. Çünkü bütün bir ömrü böyle bir talimle yaşamak tesirsiz olamaz. İşte bir hadis-i şerifi anlamak için yazılmış şu satırların ahiri bir ayet-i celileye dayandı. Elhamdülillah. Ankebût sûresindeki 'namazın kötülüklerden alıkoyacağı' haberini de bu pencereden okuyabilirsin arkadaşım. Onu da 'zaman-hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ekseninde düşünebilirsin. Görebilirsin. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi hidayetinden ayırmasın. Âmin.

14 Eylül 2021 Salı

İhsan Şenocak Hoca "Selçuk Bayraktar Filenin Sultanlarını döver!" mi dedi?

Johan Huizinga Homo Ludens (Oyuncu İnsan) isimli eserinde der ki: "Kültür oyun biçiminde doğar." Ve ekler: "Toplum oyunlar aracılığıyla hayatı/dünyayı nasıl yorumladığını ifade eder." Eserin başka bir yerindeyse şu haklı tesbitini okuruz: "Oyunbozan hilebazla aynı şey değildir. Çünkü hilebaz oynuyormuş gibi davranır. Görünüşte hâlâ oyunun büyülü çemberini kabul ediyormuş gibidir. Toplumun hilebaza oyunbozandan daha hoşgörülü davranması ilginçtir. Bunun sebebi oyunbozanın 'oyun dünyasının kendisini' yıkıp dağıtmasıdır. Oyunbozan önceden başkalarıyla birlikte geçici süreliğine içine kapandığı oyun dünyasının keyfiliğini ve kırılganlığını açığa vurur. Oyunu yarattığı 'yanılsamadan (illusion)' sıyırır. Anlam dolu bir kelime olan 'illusion' sözlük manasıyla 'oyunda kalmak' demektir. Öyleyse o hemen oyundan atılmalıdır."

Bu eşikte Bediüzzaman'ın da bir tür 'oyunbozan' olduğunu düşürüm. Ne açıdan? Elbette tek dünyalı (m)edeniyet açısından. Evet. O, giyiminden tutun söylemine kadar, kurgulanmak istenen oyuna "Sen gerçek değilsin!" diye haykırmaktır. Batı kaselisi rejimin ona karşı uyguladığı tecridi de bir tür 'oyun dışında bırakma gayreti' olarak ele alırım. En azından 'denemesi.' 23. Söz'ün 2. Mebhas'ının 2. Nükte'sinde "Hakikî terakki ise insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur..." diyen mürşidim metnin biraz ilerisinde de 'uyandırıcı' bir temsil arzeder:

"Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki: O sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır. 

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rastgeldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini-tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar-çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san'atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum. Dediler: O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri namuslu Müslüman büyüklerinindir."

Tam da Huizinga'nın 'oyun bozmak' şeklinde tarif ettiği şeydir yaptığı. "Kral çıplak!" diye haykırmanın ifadesidir: "İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin." Bediüzzaman seküler canlılığı hakiki hayat saymamaktadır.


Bakışımızı biraz daha kaldırınca yine farkına varırız ki: Hocaların, dinî sembollerin, İslamî tezahürlerin tek dünyacı cenahta oluşturduğu alerjinin ardında da bu vardır. Yani: Oyun bozulmaktadır. Kur'anî ifadesiyle 'asıl hayata sahip olan ahiret' hatırlanmaktadır. Yine kıymetli bir alıntının yeri geldi. Roman Diliyle İktisat'ında Mustafa Özel Hoca Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Eh, evet, Goethe'nin çan sesleri üzerinden anlattığı metafiziği biz coğrafyamızda ezan sesinden işitebiliriz. Bazılarının 'çav bella' özlemini buradan anlayabiliriz.

Dahası: İhsan Şenocak Hoca'nın 'Filenin Sultanları' hakkındaki sözlerinin neden tukaka edildiğini de buradan okuyabiliriz. Çünkü o 'Filenin Sultanları'na 'Nafilenin Sultanları' demek cür'etinde bulundu. Yani oyun bozdu. "Kral çıplak!" diye haykırdı. (Umarım 'çıplak' kelimesi başımı yakmaz.) Benim şu yazıda çevirdiğim dolapları çevirmedi. Doğrudan söyledi. Yani "Bunun İslamca bir itibarı yok!" demeye getirdi. "Üzerindeki alkışa, ilgiye, övgüye, cikciğe, sanjana, havaifişeklere, medya pohpohuna kanmayın! Bu oyundur. Ve böylesi oyunların hakikatte bir değeri yoktur." Bunlar benim cümlelerim elbette. Kendisinin twitter'daki bir ifadesi ise şudur: "Kur'an beğeniye göre tebliğ edilirse, tefeci rahatsız olmasın diye faiz, zalimin keyfi kaçmasın diye adalet, hırsızın morali bozulmasın diye had, flört yapanlar üzülmesin diye mahremiyet ayetlerini okuyamazsınız. Kur'an reçetedir. Reçete beğeniye göre değil hastalığa göre yazılır." 

Amenna. Ve fakat seküler düzenin devam ettiricileri buna epeyce içerlediler. Hocayı sosyalmedyada-medyada iyice bir linç ettiler. En azından denediler. Ne yazık ki Tek Parti Dönemi'ni kaçırmışlardı. Bediüzzaman'a ettiklerini ona da yapamazlardı. Fakat nihayetinde gözden düşürmek de bir tür tecrid sayılır. Hem hiçbirşey yapamamaktan da yeğdir. Şenocak Hoca'ya da bunu elverdiğince eylediler.

Tartışmayı izlerken dikkatimi çeken başka şeyler de oldu. Nedir? Mesela: Konu 'erkek futbol takımları' olsa pek de eleştirilere ses etmeyecek aydın zümreler de celallendiler bu çıkışa. Entelektüel bir konu kıldılar onu. Buna bir miktar şaşırdım. Şaşkınlığım geçince şöyle bir kanaate vardım: Bu zamanda konu 'kadınlar' oldu mu her işin rengi değişiyor arkadaşım. Çorbanın içine bir parça feminizm, bir tutam liberalizm, hatta bir demet LGBT karışıyor. Öyle ya: Hayreti yöneten ilgiyi de yönetir. İlgiyi yöneten iradeyi de yönetir. İradeyi yöneten gayreti de yönetir.

Evet. Aynen. Neye hayret ediyorsak ilgimiz/merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak irademiz; aklımızın, duygularımızın, latifelerimizin tüm gücünü, gayretini, imkanlarını alıp oraya temerküz ettiriyor. Popülarite manipülasyon yaratıyor. Sanrı bir itibar alanı oluşturuyor. Ahirzamanda Deccal'in sahip olacağı söylenen 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler buradan bir parça anlaşılıyor. Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik açacaklar yerde Enes Batur kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. Hani hep söylenir ya: İngilizler sömürgelerine top oyunlarını onların dikkatlerini bu türden sunî/kurgu gerilimlere çekmek, gayretlerini buraya yoğunlaştırmak, sömürülmek gibi, özgürlük gibi, direniş gibi konulardan uzaklaştırmak için öğretirlermiş. Tabir-i caizse: Oyunlarla gerçek hayattan koparmaya çalışırlarmış. Galiba 'Filenin Sultanları' da bacılarımız için böyle bir işe yarıyor. Yahut da yarıyordu. Veyahut da yarayacaktı. Ancak bir hoca çıktı. Oyunbozanlık yaptı. "O iş öyle değil!" dedi. Sultanları parlatmak, kızlara 'ideal' olarak göstermek, yeşeren istidatlarını meşin yuvarlağın arkasına yoğunlaştırmak yönündeki çabalara çomak soktu. O kadar masrafı, çalışmayı, lanseyi hiç etti. Cık, cık, cık. Olmadı bu iş hocam.

Geçenlerde ben de konuyla ilgili bir paylaşım yaptım. Dedim: "Selçuk Bayraktar'ın başardığı şeyler bana yüz file sultanlığından daha harbi geliyor. İçi hava dolu bir meşin yuvarlağı, değil karşı sahaya, aya fırlatsanız ne hakikati var? Fakat bu adamın yaptıkları, eğer engellenmezse, İslam coğrafyasının tamamını etkileyecek bir irade kazandıracak." 


Sonra korktum bana da bir linç gelir. Aman, yok, kimse beni kâle almadı efendim. Sonra düşündüm: Aslında İhsan Şenocak Hoca'nın parmağı da aynı yönü göstermiyor mu? Daha doğrusu: İslam'ın parmağı bu yönde değil mi? İnsan sahici, faydalı, hikmetli, işe yarar birşeyler ürettiğinde İslam bunlardan hangisiyle savaşıyor? Hangisine 'Olmaz!' diyor? 'Olmaz'ı bırak hatta destekliyor. Teşvik ediyor. Sırtını sıvazlıyor. 'Olmaz!' dediği neyi kurcalasanız peşinde bir zarar var. Abeslik var. İsraf var. Selçuk Bey ekibiyle birlikte cihadda omzumuzu güçlendirecek birşey yapıyor. Geliştirdiği teknoloji müslüman coğrafyasında yeni bir direniş noktası oluşturuyor. Bu ekibin yaptığına kadın-erkek ayırmadan gıpta edilmez mi? Ekibindeki ablalar-abiler hep birden alkışlanmaz mı? Peki Filenin Sultanları ne üretiyor? Popçular ne üretiyor? Tik-Tokçular ne üretiyor? Youtuberlar ne üretiyor? CHP'nin heykel mühendisleri ne üretiyor? (M)edeniyetin her ıslığına koşmak zorunda mıyız? Peşine düşmek mecburiyetinde miyiz? Halimize bakıp, imanımıza bakıp, ahlakımıza bakıp bir 'seçmece' yapamaz mıyız? Eurovizyona kaç yıldır katılmıyoruz mesela. Katılmamakla kim/ne kaybediyor? Hiç. Bilakis epeyce saçmalıktan kurtulduk bence. 

Sorular çoğaltılabilir ama hepsinin gösterdiği şudur sanki arkadaşım: Popülarite bir aygıt. Bir manipülasyon aygıtı. Yönetim aygıtı. İçtihad Risalesi'nde söylendiği şekliyle bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır şu: "Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir..." denmesinin sebebidir. Evet. Birileri hayretimizi popüler/rağbetli kıldıkları şeylerle yönetmek istiyorlar. Çünkü onlarla uğraşırsak zararımız dokunmayacak. (Aslan yün yumağını kovalarken domuzlara zararsızdır.) Gayretimiz hava-cıva mevzulara harcanacak. Huizinga'nın altını çizdiği şekliyle bu oyun biçiminden küresel güçler için zararsız bir kültür/kültürler doğacak. Fakat bu çocuklar ilimle, teknolojiyle, silahla oynadılar mı o kadar rahat vermezler. İyisi mi Filenin Sultanı olsunlar. Füzelerin Sultanı falan olmasınlar. Tamam?

Tamamsa İhsan Şenocak Hoca'yı linç etmeye devam edebiliriz.

14 Nisan 2020 Salı

Bir öğretmene verilecek 'en güzel hediye' nedir?

Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' iltifatına mazhar olmuş Albay Hulusi Yahyagil merhum Barla Lahikası'nda yeralan bir mektubunda 'Size benim bugün ve yarın en büyük hediyem...' diyor ve devam ediyor: 'Verdiğiniz dersi namınıza olarak vekâleten alâ kadri'l-imkân mü'minlere tebliğ eylemek...' Evet. Elhamdülillah. Hulusi ağabeye katılıyorum. Öğrencinin öğretmenine en güzel hediyesi bu olsa gerek. 'Hediyeyi hediye etmenin sünnet oluşunu' bir de bu açıdan düşünüyorum. Hediyeyi hediye etmek reşha olmaktır. Varlığını aradan çekmektir. Asıllığı terkedip vesileliği omuzlamaktır. Bu şekilde hediye vermekte öğreticinin maddi bir menfaat kazandığı yok belki. En azından doğrudan böyle bir fayda görünmüyor. Fakat şu oluyor: Verdiği dersin karşılığı bir hayatla ödenmiş sayılıyor. Çünkü öğrencisi dersin altına hayatıyla giriyor. Gayretiyle giriyor. Zamanıyla giriyor. Böylece en değerli şeyini öğretmenine adıyor. Bir yanıyla ödüyor. İnsanın en değerli şeyi nedir sahi? Hayatı, gayreti, zamanı. Bu üçüyle alır her ne alıyorsa. Ve bu üçünü alır her ne ödüyorsa.

Otobüsle değil de uçakla gittiniz. Daha fazla para verdiniz. Ne kazandınız? el-Cevap: Hayat, gayret, zaman. Peki ödemede kullandığınız nakdi kazanmak için neyi harcamıştınız? Yine hayat, gayret, zaman. Bu açıdan Hulusi ağabeyin mürşidine ödediği bedel hiç de az değil. Bütün bir hayatını yoluna verdi. Çünkü ondan bütün bir hayat almıştı. İşittiği/okuduğu derslerle öyle bir ömür kazandığını düşünüyordu ki buna bir ömür feda edilebilirdi. Demek alacak-verecek noktasında böyle bir takas düşleyenler de talebelerine öyle bir ders vermeli. Talebe aldığı dersle hayatını kazandığını düşünmeli ki karşılığında da hayatını vermeli. Eğer aldığının bu olduğunu düşünmezse karşılığında da şunu vermez. Hayat vermeyen alamaz.

Tevbe sûresinin 111. ayeti kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor: "Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." Bediüzzaman bu ayet-i kerimeyi 6. Söz isimli eserinde tefsir ediyor. Onu okurken de böyle düşünmüştüm ben: Herşeyin hakiki bedeli cennetidir. Bunu sadece uhrevî anlamda söylemiyorum. Daha dünyadayken bile bize cennetimizi soluklatanlar ancak karşılığında hayatlarımızdan parçalar alırlar. Bir evliliğe ödenecek hayat ücreti aslında evlenilecek kişinin düşlettiği cennetedir. Hatta 'düşlettiği' demek de yarınlı bir cevap oldu. Yanlış oldu. Doğru kelime 'hissettirdiği' idi.

Mevzuu daha aşağılara çekelim. Bir tatilköyü reklamını düşünün mesela. Yahut da daha başka birşeyin reklamını hayal edin. Aslında orada satılan ürünün kendisi değildir. Ya? Cennetidir. Her reklam hakkında olduğu ürünün sizi bir parça cennete taşıyacağını vaadeder. Dondurmasını ısırdığında kendinden geçen kadın, arabasını sürerken ağzı kulaklarına varan adam, bezi değiştirildiğinde gülücükler saçan bebek, hepsinin ardında 'cennet' vardır. Bu eşikten bakarsak "İnsanlar aslında ürünleri almazlar!" diyebiliriz. İnsanlar aslında cennetlerini alırlar. Yahut da kendilerine vaadedilen cennete ulaşabilme ümidine hayatlarını harcarlar.

Demek her insan karşılığının ancak cennet olduğunu biliyor. Yanlış adreslere koşsa da. Yanlış yerlere ödemeler yapsa da. Yanlış reklamlara kansa da. Derinlerde bir yerde ödemenin cennetle yapılması gerektiğini seziyor. Fıtratında var bu. Lakin şu yol ayrımında ayağı kayıyor: Bu cennet 'anlık' mı olmalı yoksa 'devamlı' mı? Yahut da şöyle soralım: Bu cennet 'nefsin' mi olmalı yoksa 'vicdanın' mı? Veyahut şöyle diyelim: Bu cennet 'hayvanî' mi olmalı yoksa 'melekî' mi? Her şekilde cevaplarımızın rengi değişmez. 'Hep kalan cennet'i aramadığımız sürece seçimlerimiz bizi hep 'avuntulara' götürecektir. Bir kilo baklava parasıyla 'yemek süresince bir cennet' de satın alınabilir veya muhtaç birisinin sıkıntısını gidermekle 'sonsuza dek bizimle kalacak bir huzur' da takas edilebilir. Kalıcılığı bir turnusoldur. Hakiki cennetin hangisinin ardında olduğunu fısıldar. Sonsuzun bu dünyadaki kokusu dahi ötekinden kalıcıdır. Sonsöz olarak şunu da söyleyebilirim ki: Hulusi ağabey kalanı aldığı için gideninden vazgeçti.

29 Mayıs 2018 Salı

Manipülasyon bir gayret katilidir

Bu yazımda sizinle Enfal sûresinin 46. ayeti hakkında konuşmak istiyorum. Meşhurdur. Fakat başlamadan önce kısaca bir mealini alıntılayalım: "Allah'a ve Resulüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin; yoksa yılgınlığa düşersiniz, gücünüz de elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." Bir başka meal versiyonu da şöyle: "Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."

Bu yakınlarda benim bu ayet-i kerimeye bakışımda bir küçük değişiklik oldu. Aslında değişiklik de denmez buna. Bir 'zenginleşme' oldu. Münazarat'ı okurken yaşadığım bir aydınlanma bu. Sadede geleyim. Mürşidime orada soruyorlar ki: "Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kalemiz olan bir şecaat vardır. (...) Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar?" İşte, Bediüzzaman'ın bu soruya verdiği uzunca cevap, aynı zamanda bana mezkûr ayet-i kerimenin farklı bir okumasını daha öğretiyor. Fakat 'farklı'yı öğrenmeden önce 'önce'yi bilmeniz gerek. O zaman biraz ondan bahsedelim:

Ben, bu bahisteki derinliği farkedene kadar, 'kuvvetin elden gitmesi' meselesini 'azlıkla' ilgili görürdüm. Derdim ki içimden: "Eh, tabii, bölününce sayı azalıyor. Sayı azaldıkça da kuvvet azalıyor. Hem cesaret azalıyor. Hem de sonuç almak güçleştiği için yılgınlık oluyor." Elbette bu okuma şekli hatalı değildi. Ancak bir hayli eksiği vardı. Çünkü ihtilafın içimizde meydana getirdiği yıkımı görmüyordu. Meseleyi hemen sayısal/niceliksel zaviyeye çekiyordu. Nitelikteki kaybı ise ıskalıyordu. Oysa ihtilaf öncelikle bir nitelik kaybıydı.

Ne demek istiyorum? Anlatmaya çalışayım: Mü'minler kendi aralarında hırslı bir ihtilafa tutulduklarında sadece kuvvetlerini bölmekle kalmıyorlar. İçsel üretim kuvvetlerini de (tenkid kadarcık olsun) birbirlerine karşı kullanıyorlar. Yani, Cenab-ı Hakkın, salih ameller eylemeleri için varlıklarına nakşettiği kuvve-i şeheviye (menfaatleri elde edebilme kuvveti), kuvve-i gadabiye (zararlardan koruma kuvveti) ve kuvve-i akliyeyi (doğruyu yanlıştan ayırabilme kuvveti) birbirlerine karşı sarfediyorlar. Bu da, tıpkı sürtünen metallerde olduğu gibi, yıpranmaya neden oluyor. Enerjinin yanlışta sarfedilişi doğru yönde sarfedilecek enerjiden de çalıyor.

Sadece bu mu? Değil. En büyük zarara tenkidi/eleştiriyi bir bıçak gibi kullanarak giriyoruz. Mü'minin mü'mine tenkidinin 'dua' gibi olması gerekirken biz onu 'hırs' gibi yapıyoruz. Hırs gibi eleştiriler ise kaderin önünden gitmeye çalışıyorlar. Vakt-i merhunu gelmemiş şeylerin 'olabilecek en kısa sürede' vücuda gelmesi için uğraşıyorlar. Tabir-i caizse üçüncü ayda bebek istiyorlar. Yüz basamağı üç adımda çıkmaya cüret ediyorlar. Onlar bu müfrit yolu takip ettikleri için hem 'sahiplerinin' hem de 'muhataplarının' dünyasında yıkıcı tesirleri oluyor. Yıpratıyor. Yıpranıyor. Çoğu zaman da aksülamel yapıyorlar.

Mürşidimin mezkûr metinde yaptığı bir benzetme var. Hemen alıntılayayım: "Zira, her bir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekàyı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa, ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler."

İşte, bence, biz de kendi adımıza bu tehlikeden korkmalıyız. Neden? Çünkü bu 'delik açılardan' birisi haline pekala gelebiliriz. Nerede? Öncelikle kendi dünyamızda. "Herşeyi elde etmeye çalışan herşeyden mahrum kalır!" kabilinden biz de içimizdeki kuvvetleri salih hedeflere yoğunlaştıramazsak üretimden düşeriz. Bir sabır ve sebat ipine dizemezsek tesbihten oluruz. Rüzgârımız kesilir. Zira gücümüz ancak sebatımızla tesirlidir. Onu yitirirsek etkisizleşiriz.

Manipülasyon bir gayret katilidir. Dikkat dağıtıcıdır. Eleştirecek onlarca, yüzlerce, binlerce şey var âlemde. Fakat her tenkit edişte bizden de bir miktar güç azalmış olmuyor mu? Öfkelenip hakkında konuştuğumuz her kötülükte bir iyilik yapma fırsatını elimizden kaçırmış olmuyor muyuz? Kötülüğün zikri, iyilik yapılmadıktan sonra, onun vücudunu çağırmak gibi değil midir? Öyle ya! Kötülükten bahsetmekle iyi olunmaz. Ancak iyilik yapmakla iyi olunur.

Sosyal medyada her gün kızılacak yüzlerce şey görüyorsunuzdur. Ben de görüyorum. Yanlışlar, yanlışlar, yanlışlar... Onlara nişan almış atarlı twitler. Bütün bunlar bir açıdan bizim dikkatimizi de elimizden alıyor gibi. Yoğunlaşsak başaracağımız birçok harikayı düşlerimizden çekiyor gibi. Dağıtıyor gibi.

Nihayetinde, sosyal medya karşısında aklını geveze etmiş, eleştirdiği şeylerle dahi meşguliyeti bir twitçik olan, ertesi gün ne hakkında twit attığını daha hatırlamayan bireylere dönüşüyoruz.

Tamam. İhtilaf toplumsal gayretimizi öldürüyor. Kabul. Ama ondan önce, ihtilaf, içimizdeki gayreti de öldürüyor. Şahs-ı manevimizi de katlediyor. Hedefsizliğimizin bize yaşattığı şaşkınlık içinde giderek yılgınlığa düşüyoruz. Parçalarımız dağılıyor. Evet, ayet-i kerimeden, kendi içimdeki ihtilafa dair böyle bir ders de aldım ben: Her yola doğru yürümeye çalışan aslında hiçbir yere gitmiyor. Herşey hakkında yorum yapan aslında hiçbirşey bilmiyor. Herşey hakkında konuşan aslında hiçbirşey duyurmuyor. Ve işte, kardeşlik, öncelikle şu 'gayretin iktisadını' sağladığı için kıymetlidir.

15 Mart 2018 Perşembe

İktidar hayrettedir

Hiç kıvırmaya gerek yok. Hayreti yöneten gayreti de yönetir. Bu hep böyle olmuştur. Bediüzzaman'ın, gerek İçtihad Risalesi'nde 'selefin yetkinliği' ve 'bizim yetkisizliğimiz' hakkında söyledikleri, gerekse II. Dünya Harbi'ne duyulan merakın 'hizmet-i imaniyeye vereceği zararlar' bağlamındaki endişesi, aynı sırrı fısıldar bize: Hayretimiz gayretimizin paçasıdır. Onu kaptırırsak şunu da kaptırmış oluruz. Odak noktamızı yitirirsek (veya başkalaştırırsak), bu, peşinden gelen her çabayı da sürükler. Kendisinin malı yapar.

"Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı celb eden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ, bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetle iştigal ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i Salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'ân'la kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih idi. Bunun için, istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi. Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarf edilecek müstakim bir içtihad yoktur."

Bu nedenle, ben derim ki, yeniden elde edilmek istenen 'kültürel iktidarın' lazımlarından birisi de şu hayrettir. Neye hayret ettiğinizin cevabı iktidarın kimde olduğunu da belirler. Görünürde ne kadar savletli olursanız olun. Geçicidir. Eğer bu gücü (veya hakikati diyelim) sizden sonrakilere 'hayret' olarak aktaramıyorsanız soyunuz kesiktir. Kevser sûresi bu noktada kimin 'ebter' olduğunu tam bir isabetle teşhis eder. Hayret edilecek ahlak, ehl-i şirkte değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdadır. Akması kesilmeyen kevser ondadır. Dersi hiç bitmeyen istikamet ondadır. O halde devam edecek olan hakikat de odur. Onundur. Zaman da bu hükmü isbatlamıştır.

Bunun benim çocukluğuma bakan yanı ise şöyle: Ben çocukken, bilmiyorum hangi saikle, evliya menkıbesi okumaya pek meraklı idim. Siyer, sahabe hayatı, peygamberler tarihi türü eserlerden sonra en yoğun ilgim menkıbelereydi. (Yahut da çevremde o türden kitapların çokluğu nedeniyle bu ilgim gelişmişti.) Ve ben menkıbeleri okurken şimdi yeğenimin Örümcek Adamı veya Süpermen'i izlerken aldığına benzer bir lezzet alırdım. Özellikle kerametlere dair bahisler ayaklarımı yerden keserdi. Güzel ahlaklarına dair örnekler ruhumu ateşlerdi. Zekalarını kullanış tarzları, hakkı savunmaktaki sebatları, belalara karşı sabırları, ezberlerinde bilgi miktarı ve ilim yolunda girdikleri zahmetler benim için büyüleyiciydi. Eğer hakikaten bir süper kahramanlar dünyasından bahsedilecekse, işte, onlardı. Ben bu hayret ile büyüdüm. Geçenlerde Emirdağ Lahikası'nı okurken farkettim ki: Mürşidim de aynı hayretle büyümüş.

"Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar—onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebeler, âlimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa, büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı."

Bu hayreti küçük görmemek gerekiyor. Küçükken dünyasına hayretin böylesi nakşolmamış bir çocuğun gayretini sonradan çevirmek de zor. Şimdi bakıyorum, görece dindar yayınevlerinde dahi, böyle evliya menkıbelerini (özellikle çocuklara göre versiyonlarını) bulmak güçleşiyor. Çünkü böylesi bir hayretin o yaşlarda uyandırılması gerektiğine inançlarını yitirmiş durumdalar. Hatta kimi dindar aileler böylesi menkıbelerin çocuklarının kafalarını karıştıracağını dahi düşünüyorlar. (Her nedense evrim ve ateizm üzerine kurulu süperkahraman yapımları değil de bunlar karıştırıyor.) Naklolan hâdiselere 'hurafe' demeyi seçenleri hiç anmıyorum bile. Onların çocuklarının, eğer Allah'tan bir inayet gelmezse, alacakları hal belli. Geçmişe karşı öfke. Köklerine karşı bir tepki. Özlerine dair bir küçük görme. Varacakları yer az-çok burası.

Bu açıdan bakınca 'kültürel iktidar' meselesini artık daha doğru bir zemine oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Neden? Biraz da şundan: Eğer sen, köklerine dair bir hayreti uyandırmak yerine, yine ellere hayret uyandırıyorsan; varsın bütün yayınevleri, sinemalar, tiyatrolar senin olsun; iktidar falan elde edemezsin. Öncelikle hayretinin köklerine yönelmesi gerek. Ve yönlendirmesi gerek. Diğerlerinin öncelikle senin gözlerinden düşmesi gerek. Fakat şimdi bakıyorum: En çok 'kültürel iktidar' meselesini atıf yapanlar aynı zamanda takdiratını en çok dağıtanlar. Sen bu hayret üzere gidersen gayretin nasıl 'senin iktidarını' netice verebilir ki? Yapabileceğinin en ilerisi gayrının iktidarını tahkim etmek olur. Çünkü sen, aynı iktidarın isminin üzerinden görünürlüğünü istiyorsun, hakiki hayretini istemiyorsun. Ebterliğin kaçınılmaz senin.

29 Eylül 2015 Salı

Demirciler çarşısı itibarı...

Bir ehl-i sünnet âliminin sözlerini, içinde yetiştiği geleneğin mirasıyla değil de modern ve hâkim söylem eşliğinde tevil etmeye başlarsanız, tedrisine takla attırırsınız. En çok karşı çıktığı şeyleri bile savunuyor(!) hale getirirsiniz. Neden böyle olur? Çünkü bazı kelimeler çok yüzlüdür. Sûreten benzese de, içeriği, daha önce kullanıldığı cümlelerde ne kastediliği ile değişir. Bir onkoloji servisinde 'Ölüyorum!' diyen insanla, size sevdiğine duyduğu hislerin şiddetini tarif ederken 'Ölüyorum!' diyen insana tepkiniz aynı olmaz. Anladığınız şey aynı değildir çünkü. Bu noktada, yüzünüzün müellifin metinlerinin bütünlüğüne dönük olması, hatta bir adım ötesinde, o müellifin beslendiği geleneğe dönük olması, sözün kendisi kadar bağlamıyla da irtibatınızı sağlar. Bağlamı bilmek istikamet verir. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın da dikkatlerimizi çektiği gibi, modern zamanlar, kelimelerin karşılıklarının dahi kararında kalamadığı zamanlardır. Demagoji de zaten en çok 'aynı kelimelerle farklı şeyler kastedilerek' yapılır:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Bediüzzaman'ın metinlerinin de kimi zaman böylesi bir bağlam tahrişine maruz kaldığına şahit oluyorum. Bu şahitliğim bir anlamda benim de ezberlerimden kurtulmam ve bütüne uyanmamla mümkün olabiliyor. Zira cemaat grupları içinde yeralan 'hâkim söylem' dahi (tıpkı modern hâkim söylemin beyinlerimize/kelimelerimize taktığı pranga gibi) prangalayabilme gücüne sahip. Bir metin, ehl-i sünnet geleneğine vâkıf olunmadan, dolayısıyla bağlama vâkıf olunmadan, sırf Bediüzzaman'ı hâkim söyleme yamamak ve oradan bir 'demirciler çarşısı itibarı' devşirmek amacıyla şerh edilirse, yapılan şey tefekkür değil ilmî istibdat olur. Bu yazıda, mezkûr endişemi 8. Nota üzerinden örneklemeye çalışacağım:

17. Lem'a'nın 8. Nota'sı şöyle başlar: "Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur..." Peki, böylece devam edip giden ve işlemenin/eylemenin bir fıtrat gereği olduğuna bizi ikna eden metin boyunca anlatılmak istenen nedir? Müslümanların daha çok çalışması gerektiğini mi söylemek istemektedir Bediüzzaman? Avrupa gibi sanayileşmemiz, onlar gibi fabrikalar kurmamız, üretmemiz/tüketmemiz, gelişmemiz gerektiğini mi nasihat vermektedir bize 8. Nota? Acaba müellif-i muhterem sa'y zemininde müslümanlarda bir eksik olduğunu mu düşünmektedir? Yani çokların (ve özellikle Bediüzzaman'dan Çözümler kitabında merhum İbrahim Canan Hoca'nın) dikkatimizi çekmeye çalıştığı gibi, Calvinist-Protestan çalışma ahlakına mı bizi çağırmaktadır mürşidimiz? 8. Nota ve onun sa'ye yaptığı vurgu böyle mi anlaşılmalıdır?

Sorularımın sizi şaşırtmadığına kaniyim. Zira ben de yıllar yılı bu metnin 'kapitalistçe çalışmak' ekseninde okunduğuna şahit oldum. Hatta 8. Nota'nın ders yapıldığı yerlerde/zamanlarda mutlaka şu hadis-i şerif de yanına katık edilirdi: "Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünya için, yarın ölecekmişsin gibi de ahiret için çalış..." Bu derslerde âlem-i İslam'ın mevcut gerikalmış(!) pozisyonu vurgulanır, bundan çıkışın ancak Avrupalılar kadar çalışıp/üretmekle mümkün olabileceğinin altı çizilirdi. 8. Nota okumalarına dair hatırımda kalan notlar genelde böyle. Kapitalistçe çalışmak bir hâkim/sorgulanmaz söylem durumundayken kim bu tarz tevillere karşı koyabilirdi ki? Karşı koyabilmeniz için kendinizi ve Bediüzzaman'ı demirciler çarşısına/seküler söyleme beğendirmeye çalışmıyor olmanız gerekirdi. Âlem tersine doğru gidiyor görünse de doğru olanın 'aslında söylenen' olduğuna kanaat etmeliydiniz. Bu da, bu derece şiddetle teveccüh-i nas ararken, zordu.

Peki, Bediüzzaman bu metinlerde seküler bir çalışma ahlakından bahsediyorsa ve müslümanların bu yönde eksikleri olduğunu düşünüyorsa, 17. Lem'a'da yer alan diğer notalarda neden aksini söylüyordu? Hatta 8. Nota'dan alıntıladığımız kısmın hemen öncesinde, 7. Nota'nın finalindeki şu ifade de neyin nesiydi mesela: "(...) ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur."

Peki, ya daha öncesindeki şu ifadeler: "(...) zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş'et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun." Peki ya şunlar: "Zanneder misin ki, Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir." Peki, mesela şu: "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş!" Bediüzzaman, böyle bir cümleyi kurduktan sonra, bir sonraki notada kendisi mi insanları terakkiyat-ı ecnebiyeye sevketmekteydi? Böyle mi açıklanmalıydı bu metin?

8. Nota örneği bana ilginç geliyor. Zira bir metin, bir önceki metinle beraber düşünülmezse, yani bağlamından koparılırsa (adacığa dönüştürülürse) nasıl yörüngesinden çıkarılabilir, 8. Nota buna yeterli bir misal. Halbuki 8. Nota'nın mukaddimesini/girişini 7. Nota'dan arasak, şerhini de 9. Nota'dan sorsak, Bediüzzaman'ın yüzünü 'ibadetlere/namaza' döndüğünü görürüz. Yani onun amel/sa'yden ne kastettiği 9. Nota'ya yüzümüz dönük olduğunda anlaşılır ancak. "Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..."

Farkederiz ki; bu notaların genelinde ve özellikle 8. Nota'da bize anlatılmak istenen seküler bir çalışma ahlakı değil, Allah'a ibadet etmenin mantığıdır. Yani ibadetlere dair eylemelerin/gayretlerin amacını derketmekte zorlanan modern insana, Bediüzzaman, kulluğun ve amel-i salihe dair sa'yin, fıtratın ve kainatla uyumun bir parçası olduğunu öğretmektedir. Modern insan ibadet ve çalışmak arasında kurulan (ve dayatılan) sıkı bağlantı nedeniyle en çok bu noktada afallar çünkü. Çalışmanın 'kazandırma' noktasında hemen ele geçen nefisçe somut bir yanı vardır, peki ya ibadetin? "Çalışmak ibadettir!" mottosunu pek seven seküler söylem, "İbadet de çalışmaktır!" cümlesiyle neden barışık değildir? (Neden seküler işyerlerinde ibadetlerini yapmak, işini yapmak kadar kolay olmamıştır hiçbir zaman?) İşte, 8. Nota'da ders verilen, amel-i salihteki lezzet, bu asrın nefisperest insanına nefsini ikna için bir yol sunar: "Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur..."

Ameldeki lezzet bahsinin külliyatının geneline dağılmış bir ahengin parçası olduğunu görürüz, dikkatle bütüne nazar ettiğimizde. Mesela Üçüncü Söz'ün temsilî hikayeciğine yüzümüzü çevirdiğimizde... Orada, sol yolun yolcusu neye kanmıştır? "Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür." Sağ yolun yolcusunun ödemesi gereken bedel nedir? "(...) mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur." İşte 8. Nota da bize bu iki yolcunun yaşadıklarının mantığını anlatıyor bir bakıma. İbadetteki lezzeti farkeden; "Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur." Ancak, seküler bir kafayla, çalışmanın ancak hemen elde edilecek maddî/somut sonuçlara endeksli birşey olduğunu düşünen ise, ibadeti terkeder. "Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir." En nihayet, demek istediğim şu ki: Bediüzzaman bize çok şeyler söyledi. Fakat işitmemiz, bütüne dair dikkatimize bağlı. Ve değerimizi antikacıda aramamıza...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...