Zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2024 Pazar

Kıyametin ilk alameti kimdir?

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz kıyametin ilk alametidir. Çünkü o ahirzaman peygamberidir. Kendisiyle kıyamet arasındaki yakınlığa mübarek parmaklarıyla işaret buyurmuştur: "Ben, size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim." Mübarek Zâtı öyle olduğu gibi mübarek ümmeti de öyledir. Mübarek ümmeti öyle olduğu gibi mübarek nev'i de böyledir. Evet. İnsanlık da kıyametten önce dünyanın gördüğü son misafirdir. Final bizimle yapılacaktır. Hem biraz da bizden kaynaklanacaktır. Zira mürşidim bir yerde der: "Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir." Demek ibadetimiz kainatın nihayetindeki kemal olduğu gibi isyanımız da felaketinin müessir sebebidir. (Sebep olduğumuz çevresel felaketlere dikkat edenler şu sırrın sırrını hemencecik derkederler.)

Bu hususu bazı inkârcılar lakırdı ediniyorlar arkadaşım. Herşeyin insan için yaratılmış olmasının mümkün olmayacağını, çünkü, varlığının evrenin yaşı karşısında çok az bir vakit kaldığını söylüyorlar. Onlara göre hazırlık dönemi fazlasıyla uzun. Ve insanlığın ömrü övünmek için fazlasıyla kısa. Peh, peh, peh. Lakin ıskaladıkları birşey var: Ehemmiyetin ölçüsü 'hayat sürülen zaman aralığı' olmak zorunda değildir. Nihayetinde biz müslümanlar dehrîyyûndan değiliz. Zamana tapmıyoruz. Zamanı da maddeyi de halkeden tek bir Allah'a iman ediyoruz. Öyleyse değerlilik kıstası olarak 'varlık süresini' kabul etmeye mecbur değiliz. Bize göre birşeyin önemi Allah'ın ona verdiği kıymetle ilgilidir. Allah ona 'daha kıymetli' olduğunu buyurursa bir ân-ı seyyale bütün zamanlardan önemli olabilir. Bir tane birçoğu aşabilir. Nitekim yine kudsî metinlerimizde buyrulmuştur ki: "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır." Ve yine denilmiştir ki: "Bazen, ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibâdet hükmüne geçebilir." Öyleyse, şuraya dikkat, 'fonksiyonu maddeye önceleyen bir itikadımız var' demektir. Evet. Biz, sayıca ne kadar az olursa olsun, insanı dağa-taşa, ota-ağaca, böceğe-sineğe önceleriz. Çünkü onun Rabbin katındaki fonksiyonunu önceleriz. Fonksiyonunu yerine getirdikçe de giderek eşsizleşir. Getirmezse, ne yazık ki, 'herhangi'leşmiş olur.

Biraz da insanın kainatın merkezinde olmasıdır bizi böyle cesaretle konuşturan. Ne yönüyle? Maddesi yönüyle değil. Coğrafyası yönüyle değil. Bilmek yönüyle. Kulluk yönüyle. Hatta hayal yönüyle... Öyle ya, anlamanın merkezinde insan vardır, bunu kâfirler bile kabul eder. Eteğimizdeki şu çeşit incilerin âlemlerde dengi yoktur. İşte bu! Merkeziyetimizi 'varoluşun başından sonuna herşeyin maddeten merkezinde olmayışımızla' gözden düşürmek isteyenlere 'merkeziyetin bu şeklinin zorunluluk olmadığını' ifade ederek karşı koyarız. Biz, Cenab-ı Hakkın mahlukatı yaratmaktaki amacının merkezindeyiz, yoksa maddesinin merkezinde sayılmayabiliriz. (Dünya da coğrafî olarak evrenin merkezinde olmak zorunda değildir.)

Yaratmanın manevî merkezinde olansa yalnız Allah'tır. Herşey Ondan gelir ve Ona döner. Müslümanlar, hâşâ, kendilerini böyle bir yere koymuyor. Müslümanlar kendilerini meyvenin ağacı için oluşturduğu amaç/anlam merkeziyeti gibi bir ölçüyle değerlendiriyorlar. (İnsanlık içinde de insaniyet-i kübra olan İslamiyeti böyle değerlendiriyorlar.) Herşey nihayetinde Necip Fazıl merhumun mısralarına bağlanıyor: "Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi." Süreç tamamlanırken sahneye çıkmamız boşuna değil yani. Aksine süreçler böyle tamamlanırlar zaten. Halkalığın şanında bu vardır. Bu bir sırr-ı kavuşmadır. Başlangıçla son bir olur. Ancak böyle 'son' olur. 

Elbette kainatın bizden başka amaçları da var. Bir kere Rabbü'l-Âlemîn'in nazarında ifade ettiği anlamlar var. Ona aynalığı var. Onu zikredişi var. Ona ibadeti var. Biz, bu şiirin en güzel mısrası olmakla, asla şiiri kendiliğimize hasrettirmedik. Fakat "Şiirin akışı bizi haber veriyor!" dedik. Bunu da Subhaniyet sahibi Şairinin varlığına bir delil saydık. Çünkü o da böyle saydı: "Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi. O suyla size ürünlerden rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah'a denk tutmayın." Âmenna. Şiirin tamamı, evrenin başından sonuna, Onu övüyor, Onu anlatıyor, Onu tesbih ediyor. Hakettiği senayı Ustası olarak önce O seyrediyor, işitiyor, takdir ediyor. Şu manaya değil milyonlar sene, milyarlar sene de olsa yetmez, çünkü sonsuzu sonsuza anlatmaya kelimeler yetmez. O anlamda, evet, biz yokken evren elbette âtıl kalmadı arkadaşım. Kainat fonksiyonunu yine görüyordu. Vazifesi olan ibadetleri yapıyordu. Melekler dönüyordu. Semekler yüzüyordu. Yalnız çorbanın son tuzu eksikti. Gelişimizle kıvamı tamam oldu. Gidişimizle de görevi tamam olacak..

14 Haziran 2023 Çarşamba

TENET'in 'gör' dediği...


"Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var."

Susan Sontag


Bunu bir ISO uzmanından dinlemiştim. (Yoksa 'ISO danışmanı' mı demeli?) Bir kültürün hassasiyetlerine hâkim olmadan orada pazarlama/reklam faaliyeti yapmanın sakıncalarına dair bir tebliğdi yanlış hatırlamıyorsam. Uzatmayayım. Hikâye odur ki: Coca Cola, Arap coğrafyasına yeni girdiği dönemlerde, bir reklam afişi hazırlatmış. Afişte soldan sağa olaylar şöyle cereyan ediyormuş: 

1. Sahne: Kahramanımız çölde sürünüyor. 2. Sahne: Kola makinesine uzanmaya çalışıyor. 3. Sahne: Kolayı içiyor. 4. Sahne: Çok mutlu oluyor... Fakat, evdeki hesap çarşıya uymamış, afişin afişe edilmesinden sonra satışlar düşmüş. Eh, elmecbur, neden böyle olduğunu araştırmaya başlamışlar. Neticede öğrendikleri şu olmuş: Araplar, Amerikalıların aksine, yazıları sağdan sola doğru okunduğu için, afişleri de aynı yönde anlamayı tercih ediyorlarmış. Ve onların algısıyla değerlendirince hikâye büsbütün değişiyormuş. Nasıl? 1. Sahne: Kahramanımız çok mutlu. 2. Sahne: Kola içiyor. 3. Sahne: Kola makinesinden korkarak uzaklaşıyor. 4. Sahne: Kahramanımız çöllerde sürünmeye başlıyor.

Kıssadan çıkarılacak ilk ders: Kimse içince sürüneceği vâdedilen bir ürünü tüketmez. İkinci ders: Oryantalizm olmadan sömürgecilik de olmaz. (Cemil Meriç merhumun ifadesiyle: Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.) Karşınızdakinin algılama şeklini bilmezseniz algısını yönetemezsiniz. Üçüncü ders (ki yazımızın asıl konusunu bu oluşturuyor): Neden-sonuç ilişkileri aslında şahit olanın yaratılışı algılama şeklinden ibarettir. Soldan sağa algılayan birisi için neden-sonuç ilişkileri bir hiyerarşi oluşturur. Fakat sağdan sola algılayanlar için bambaşka bir hâdiseler zinciri vardır. Bu mekansal anlamda böyle olduğu gibi zamansal bağlamda da böyledir. Bir filmi geriye sararak izlediğinizde, eğer filmin kurgusu da buna elveriyorsa, neyin-neye neden olduğu konusunda kafanız bir hayli karışabilir.

İzleyenler hemen hatırlayacak: 2020'de TENET isminde bir film gösterimdeydi. Filmin kurgusu, hiçkimseyi ileri-geri almaya mecbur etmeyecek şekilde, yukarıda arzetmeye çalıştığım metaforu somutlaştırıyordu. Konusuna gelelim: Âdemoğlu maddeye zamanda ileri-geri yaptırmanın bir yolunu bulmuştu. Aynı süreci kendisine uyguladığında olayları da, tıpkı bir filmi geri sarıyormuş gibi, evvele doğru yaşıyordu. Tam bu noktada çok ilginç birşeye şahit oluyordunuz. Zamanı terse doğru yaşarken sonuçlar neden, nedenlerse sonuç haline geliyordu. Acaba siz ateş ettiğiniz için mi kurşun tabancadan çıkıyordu? Yoksa kurşun tabancaya döneceği için mi ateş ediyordunuz? (Filmde 'zamanda geri giden mermi' diyaloğunu izleyenler göndermeyi anlayacaklar.) Tabii bu noktada, esas oğlanımızın şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, "Sebep sonuçtan önce gelir!" kesinliği yıkılıp gidiyordu. Yerine şu söyleniyordu: "Bu yalnızca bizim zaman görüşümüz." Eğer zamanı tersine şekilde yaşayan birileri varsa onlar hiçbirşeyi böyle algılamayacaktır. Bulutlardan yağdığı için yağmur olmaz. Yerden su yağdığı için bulut oluşur.

Japon fizikçi Michio Kaku, Einstein'dan Ötesi isimli eserinin 'Zamanda Geriye Gitmek' bölümünde, şöyle birşey anlatıyor: "Feynman, 1940'ların başlarında, hâlâ Princeton Üniversitesi'nde bir lisansüstü öğrencisiyken, antimaddenin yapısına ilişkin yeni bir yorum geliştirdi. (...) Örneğin: Bir elektronu bir elektrik alanı vasıtasıyla ittiğimiz zaman, diyelim ki sola doğru hareket ediyor olsun. Eğer elektron zaman içerisinde geriye gidiyor olsaydı, sağa doğru hareket edecekti. Bununla beraber, sağa doğru hareket eden bir elektron, bize negatif değil, pozitif yüklü bir elektron olarak görünecekti. Dolayısıyla, zamanda geriye giden bir elektronun zamanda ileriye giden antimaddeden ayırt edilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, Carl Anderson'un kozmik ışın deneyleri sırasında fotoğrafını çektiği, sanki pozitif bir yüke sahipmiş gibi davranan elektron, aslında zamanda geriye gitmekteydi."

Atomaltı âleme indiğinizde herşey hareketten ibaret bir hale geliyorsa, yani birşeyin zamanda geriye-ileriye gittiği hareketin yönünden ibaret birşey oluyorsa, o zaman hareket tersine çevrildiğinde nesnenin zamandaki yolculuğu da tersine evrilir. "Bilim bilimkurgudan daha gariptir!" diyen yazarımız böyle birşey anlatıyor sanki. Ahmed kardeşinizse 'ezeliyet' üzerinden meseleye yaklaşınca başka şeyler de düşünüyor. En doğrusunu Allah bilir. Fakat tam şimdi Kader Risalesi'nden yardım almam lazım: 

"Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

Evet. Biz âdemoğulları/kızları kendi sınırlarımız içerisinde yaşıyoruz. Hayatımıza dahil olan nesneleri de sınırlarımızla yaralayarak algılıyoruz. Bizim için bir öncelik-sonralık var. Zira bizim başka türlüsünü beceremediğimiz okuma şeklimiz bu. Bununla varlığa gönderilmişiz. Kabımız küçük. Bütünü kaldıramıyor. Parçalara ayırıyor. Ancak bu okuma şekli acaba varlığın aslına ne kadar isabet ediyor? Tamam. Her tohum ektiğimizde ağaç oluyor. Tamam. Her ittiğimizde nesneler ötemize gidiyor. Tamam. Yağmur bulutlardan aşağıya akıyor. Fakat işin atomaltı boyutuna indiğinizde bütün bu süreçler yaratılışın bizzat kendisi oluyor mu? Yoksa sadece hilkati bizim algılayış şeklimiz mi böyle? 

Sözgelimi: Zamanı farklı yaşayan canlılar da varsa şu âlemde, ki olabilir, onlar için bizim kurduğumuz zaruret ilişkileri ortadan kalkmıyor mu? Onlar olanları daha başka şekilde, belki daha başka zaruret ilişkileri eşliğinde, algılamıyorlar mı? Bizim için sebep olan onlar için sonuç olmuyor mu? Onlar için sonuç olan bizim için sebebe dönüşmüyor mu? Bütün bu okumalar bir şekilde ilk temsildeki göz alışkanlıklarına benzemiyor mu? (Arap ile Amerikalı âlemi göz alışkanlıkları eşliğinde kavrıyorlar. Görsellerden farklı dizilimler eşliğinde etkileniyorlar.) Materyalistin nazarında maddeyi giderek kalınlaştıran 'kendi okuma şeklini varoluşun yegane şekli sanmak' değil mi? Halbuki, aksine, mü'min gayba iman ediyor. Aşkınlığa açık duruyor. 'Allah' diye kendisindeki bütün sınırlardan münezzeh bir varlığı kabulleniyor. 'Ezel' diye bir makama inanıyor. Orası öyle bir makam ki bizim için varolan algılama sorunları/sınırları ortadan kalkıyor. Olmuş-olacak, sebep-sonuç, geçmiş-gelecek bir görünüyor. Sonrası öncesine mecbur olmuyor. Öncesi sonrasını zaruret kılmıyor. Çünkü hepsi aynı anda manzaraya sığıyorlar. Zaman-mekan manzarayı bir anda nazarına sığdıramayanlar acizler için var. 

Evet, arkadaşım, Cenab-ı Hak mahlukatını 'mahluk arızalarından müberra olarak' biliyor, görüyor, yaratıyor. İş bu zemine geldiğinde sebep-sonuç ilişkileri anlamsızlaşıyor. Yaratış için bir mecburiyet oluşturamıyor. Ancak 'iktiran birlikteliği' görünüyor. Ve insan olan insan özüne itiraf ediyor: Kadere iman etmek yaratılışı bu düzeyde kavrayacak inceliğe erişmek için de lazımdır. Sebep-sonuç bağlayıcılığından kurtulmuş bir hilkat görüşü kazanmak ancak 'ezel' gibi bir makamı kavramakla mümkün olur. Bu kavrayışı elde edemeyenler maddede boğulur. Çünkü madde müptelasını 'onu algıladığı şekilde' boğar. Reşha görürsen göğe çıkarsın. Taş görürsen altında kalırsın. Ortası yoktur.

5 Ekim 2021 Salı

Kristal ışığı bitirebilir miymiş hiç?

"Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki: Bir meşher açsın. Enzâr-ı nâsta saltanatının haşmetini, servetinin şâşaasını, san'atının harikalarını, mârifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta kendi cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin: Biri, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla baksın. Diğeri, başkaların nazarlarıyla baksın." Nur'un İlk Kapısı'ndan.

Bizden birisi söylese itibarı olmaz. Zira müslümanın kanı acıdır. Ama Michio Kaku Einstein'dan Ötesi'nde diyor ki: "Bilim insanlarının küçük bir azınlığı, aralarında Nobel ödülü sahibi Eugene Wigner da vardır, ölçümün bir tür bilinç ima ettiği görüşünü savunmaktaydı. Onlara göre ölçümü yalnızca bilinçli bir kişi veya varlık yapabilirdi. Dolayısıyla, maddenin tümünün varlığı (kuantum mekaniği uyarınca) ölçmeye, evrenin varlığı da bilince dayalıdır. Bunun insan bilinci olması şart değildir. Evrenin başka herhangi bir yerindeki akıllı yaşam ve hatta bazılarının öne sürdüğü gibi tanrı da olabilir." Maşaallah diyelim o vakit biz de bu nasipli azınlığa. Zira, yolu uzatmak kabilinden de olsa, Allah'ın Vacibü'l-Vücudluğuna yaklaşmışlar. 'Olmazsa olmazlığını' kenarından-köşesinden kavramışlar. Kuantum fiziğinin varlık için şart koştuğu ölçen-ölçülen, gözlemci-gözlenen bağından ta buralara kadar varmışlar. Yahut Bediüzzaman gibi söyleyelim arkadaşım: "Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine..." 

Buradan şuraya geçeceğim: Geçenlerde halasının kristali sayesinde yeğenime bir ışık gösterisi yaptık. Pencerenin önüne tutup bütün odayı renkli parıltılarla kapladık. Onları izlerken ben de şunu farkettim: Parıltılardan bazıları, tıpkı bir güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, yörünge çiziyor. Kristalin hareketiyle başka bir parıltıyı tavaf ediyor. Elbette bunun yaşadığımız dört boyutlu âlemde bir açıklaması var. Nasıl? Şöyle: Herbir yansımanın kristalin bir bölümüyle ilgisi var. Yani oranın cilvesi. Ve o bölgelerin de birbirleriyle geometrik ilişkisi mevcut. Bu matematiksel ilişki duvardaki yansımalarda bir yörünge görünümünü netice veriyor. 

Kristaldeki düzen duvara mesafeye göre genişleyen bir düzeyde yansıyor. Tamam. Ama ya uzay dediğimiz şey de böyleyse? Ya bizim "Taş gibi madde canım!" dediğimiz şeyler daha üst/çok boyutlu âlemlerden bu boyuta düşen yansımalarsa? Biz kendi gerçekliğimizde bu tecrübeyi madde olarak yaşıyoruz. Lakin eğer bir görüntü olsaydık, yani iki boyutlu olsaydık, o zaman duvardaki yansımalar da bize gerçek olacaktı. Belki bildiğimiz tek madde de o olacaktı. 

Vahdetü'l-Vücud'a falan gitmeyeceğim. Hiç korkmanıza gerek yok. Varmak istediğim yer başka. Kitapta "Daha Çok Boyutlu Bir Uzaya Yolculuk" başlıklı bölümde bu soruya da cevap oluşturabilecek izahlar var: "Eğer daha fazla boyutlu bir varlıkla karşılaşsaydık, önce etrafımızda endişe verici bir şekilde dolaşan, giderek yaklaşan, etten yapılmış üç küre görebilirdik. Etten küreler bizi yakalayıp daha çok boyutlu uzaya fırlattığında üst evrenin yalnızca üç boyutlu kesitlerini görürdük. Nesnelerin ortaya çıktığını, renk değiştirdiğini, ölçülerinin büyüyüp küçüldüğünü ve sonra birdenbire ortadan kaybolduğunu görürdük. Bu nesnelerin aslında daha fazla boyutlu bir nesnenin parçası olduklarını anlayabiliyor olmamıza karşın, tümünü veya daha fazla boyutlu bir uzayda yaşamın nasıl olacağını gözümüzde canlandırma imkanı bulamazdık." 


Yani az boyutlular çok boyutluların algı düzeyine çıkamıyor. En azından günümüz fiziği böyle bir sınırdan bahsediyor. Yıldızlararası/Interstellar filmini izleyenler de orada 'daha üst boyutlu canlılar' hakkında bir diyaloğu anımsayacaklar. (Galiba karadelikten geçerken böyle varlıklar konuşuyorlardı.) Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim: "Gelecek onlar için bir dağa çıkmak gibi olabilir..." diyorlardı. Veya "Geçmişe gitmek bir vadiye inmek gibi gelebilir." Yani bizim boyutumuzda imkansız görünen bu işler, zamanda ileri-geri hareketleri, onlar için basit bir mümkünlükte olabilir. Tabii yalnızca 'olabilir.' Çünkü aklımız bir miktar o taraflara doğru uzansa da vücudumuzun başka yerlerinde bu kapasite yok. Bir saniye. Düzeltme: Bize yokmuş gibi geliyor da olabilir. Zira Miraç mucizesi inananlar için bambaşka şeyler fısıldıyor.

Miracı andık. 25. Söz'ün 2. Şule'sinin 9. Nükte-i Belagat'ında arkadaşı kılınan diğer bir meseleyi de anmadan geçmeyelim. Okuyanlar hatırlamıştır belki. Fâtır sûresinde geçen, melek kardeşlerimizin 'ikişer, üçer, dörder kanatlı olması' meselesi. Mürşidim orada diyor ki: "Hem melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret (ikişer, üçer, dörder) kelimeleriyle tafsil verir." Eğer yanlış anlamıyorsam Bediüzzaman Hazretleri burada 'kanat' mevzuunu 'boyut'a yakın tefsir ediyor. Tıpkı bizim çok yönlü âlimleri anlatırken kullandığımız 'zülcenaheyn' ifadesinde olduğu gibi. (Ki mezkûr kavramın bir manası da 'iki kanatlı'dır.) "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşursak arkadaşım: Buradan anlaşılabileceklerin bir katmanını da 'meleklerin daha aşkın boyutlarda yaşadıkları' oluşturmaktadır belki. Yani 'bize göre çok boyutlu canlılar' olduklarıdır. İstedikleri vakit az boyutlu âleme girip-çıkabilirler. Lakin bizim onların çıktıkları boyuta çıkmamız zordur. Mümtaz fertlerimiz ancak bu ihsana kavuşur.

Tefekkür tefekkürü açıyor. Kendimi tutamıyorum. "Şeytanların semadan kulak hırsızlığı yaparken cezalandırılmasını da acaba bir çeşit fizikle anlayabilir miyiz?" diye düşünüyorum. Belki de bu boyutta algılayamadığımız varlıklarıyla onlar uzayda bir tür 'kütle çekim kuvveti' oluşturuyorlar. Yakın semanın dengesini bozuyorlar. Melek kardeşler de, yine çıkamadığımız o fizik düzeyinde, bedenlerini kovalayacak meteorları atıyorlar. (Çünkü göktaşları da diğer herşey gibi müekkel meleklerinin gözetiminde.) Yani bu harp bizden aşkın boyutlarda sürse de gözlerimiz görmüyor. Görünen meteor düşmesi. Yahut yine mürşidimin ifadesiyle: 

"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."

Arkadaşım, affına sığınıyorum, mevzuyu çok dallandırdım. Aslında ben sana başka birşeyi anlatacaktım. "Lokman sûresinin 27. ayetinde kısacık bir mealiyle buyrulan 'Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmezdi. Muhakkak ki Allah'ın kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir!' sırrına buradan bakabilir miyiz?" diye soracaktım. "Ne hikmetle?" dersen açayım: Eğer anlamın 1, görüntünün 2, maddenin 3, zamanın da 4 boyutlu âlemlerde teşekkül ettiğini düşünürsek; düşünsene; biz daha 3 boyutluyla 4'ü, 2 boyutluyla 3'ü, 1 boyutluyla da 2'yi bitiremiyoruz; nasıl olup da Allah'ın boyutlar ötesi kelamını bitireceğiz?


Yani tek bir resmin (görüntü) üzerine cümle (anlam) olarak kimbilir kaç şey söylüyoruz? Bütün yazarlar, şairler, sanatçılar vs. aynı görüntü hakkında konuşuyorlar da bitiremiyorlar. Hep söylenecek yeni şeyler kalıyor. Sonra gelenler önce gelenlere ek yapıyor. Yine de bitmiyor. Bitirilemiyor. Hem bir nesnenin (madde) kaç kişi fotoğrafını (görüntü) çekiyor. Kaç göz görüyor. Kaç açıdan görüyor. Kaç yakınlıkta görüyor. Fakat yine de o nesnede görülebileceklerin sonu gelmiyor. Yine bir süreçle (zaman) tanıştığında varlık (madde) kaç oluş yaşıyor. Kaç şekil değiştiriyor. Kaç kez eski-yeni sahibi oluyor. Fakat yine de zaman ipinde asılı varlıkları/oluşları tüketemiyor. Yani ki: Daha az boyutta olan daha çok boyutta olanı kuşatamıyor. Bitiremiyor. Dilegetiremiyor. Yukarıdaki ayet-i celile ile belki bize böylesi büyük bir hakikatin ucu da kaldırılıyor, gösteriliyor, işaret ediliyor: Daha az boyutluların boyutlardan münezzeh/aşkın bir Allah'ın kelamını yazıp bitirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Denizler nasıl yetebilir? Ağaçlar nasıl kaldırabilir? O sonsuzluğu bu sınırlılıkların taşıması mümkün müdür? Elbette değildir. 

İşte yeğenime yaptığımız kristal gösterisinden içime yansıyanlar da bunlar oldu. Tek nesneden yansıyanlar bütün duvarı sardı. Bir çiçeğe bin şiir yazıldı. Bir güzellik bin şekilde göründü. Her üst boyutun nazırı alt boyuttaki tecellilerin şahitliğini yaptı. Onların fotoğrafı da şunun gözleriyle çekildi. Varlığın o katmanı da şu gözlerde resmoldu. Belki varoldu. Belki 'Başkalarının nazarıyla baksın'a da bu hikmet biçildi. Hatta belki aslında nur-u Muhammedî aleyhissalatuvesselamın çok çok çok boyutlu hakikatinden yansıyanlar bütün evreni kapsıyor. Bütün evreni oluşturuyor. Yalnız onları görmek işi de bizde. Bizim gibi nazırlarda. Herkesin görüşü boyutu çapında. Bir kısmını yalnızca melekler görüyor. Bir kısmını biz de görüyoruz. Çünkü boyutumuzda bu kadarcığı görünüyor. Ama bu kadarcığı görünmekle de bir fotoğraf elde ediliyor. Bir varlık katmanı ölçümleniyor. En nihayet: "En doğrusunu Allah bilir!" derim arkadaşım. Sen de arkadaşına bu sınırlar içinde itimat et. Allah bizi istikametten ayırmasın.

14 Nisan 2020 Salı

Bir öğretmene verilecek 'en güzel hediye' nedir?

Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' iltifatına mazhar olmuş Albay Hulusi Yahyagil merhum Barla Lahikası'nda yeralan bir mektubunda 'Size benim bugün ve yarın en büyük hediyem...' diyor ve devam ediyor: 'Verdiğiniz dersi namınıza olarak vekâleten alâ kadri'l-imkân mü'minlere tebliğ eylemek...' Evet. Elhamdülillah. Hulusi ağabeye katılıyorum. Öğrencinin öğretmenine en güzel hediyesi bu olsa gerek. 'Hediyeyi hediye etmenin sünnet oluşunu' bir de bu açıdan düşünüyorum. Hediyeyi hediye etmek reşha olmaktır. Varlığını aradan çekmektir. Asıllığı terkedip vesileliği omuzlamaktır. Bu şekilde hediye vermekte öğreticinin maddi bir menfaat kazandığı yok belki. En azından doğrudan böyle bir fayda görünmüyor. Fakat şu oluyor: Verdiği dersin karşılığı bir hayatla ödenmiş sayılıyor. Çünkü öğrencisi dersin altına hayatıyla giriyor. Gayretiyle giriyor. Zamanıyla giriyor. Böylece en değerli şeyini öğretmenine adıyor. Bir yanıyla ödüyor. İnsanın en değerli şeyi nedir sahi? Hayatı, gayreti, zamanı. Bu üçüyle alır her ne alıyorsa. Ve bu üçünü alır her ne ödüyorsa.

Otobüsle değil de uçakla gittiniz. Daha fazla para verdiniz. Ne kazandınız? el-Cevap: Hayat, gayret, zaman. Peki ödemede kullandığınız nakdi kazanmak için neyi harcamıştınız? Yine hayat, gayret, zaman. Bu açıdan Hulusi ağabeyin mürşidine ödediği bedel hiç de az değil. Bütün bir hayatını yoluna verdi. Çünkü ondan bütün bir hayat almıştı. İşittiği/okuduğu derslerle öyle bir ömür kazandığını düşünüyordu ki buna bir ömür feda edilebilirdi. Demek alacak-verecek noktasında böyle bir takas düşleyenler de talebelerine öyle bir ders vermeli. Talebe aldığı dersle hayatını kazandığını düşünmeli ki karşılığında da hayatını vermeli. Eğer aldığının bu olduğunu düşünmezse karşılığında da şunu vermez. Hayat vermeyen alamaz.

Tevbe sûresinin 111. ayeti kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor: "Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." Bediüzzaman bu ayet-i kerimeyi 6. Söz isimli eserinde tefsir ediyor. Onu okurken de böyle düşünmüştüm ben: Herşeyin hakiki bedeli cennetidir. Bunu sadece uhrevî anlamda söylemiyorum. Daha dünyadayken bile bize cennetimizi soluklatanlar ancak karşılığında hayatlarımızdan parçalar alırlar. Bir evliliğe ödenecek hayat ücreti aslında evlenilecek kişinin düşlettiği cennetedir. Hatta 'düşlettiği' demek de yarınlı bir cevap oldu. Yanlış oldu. Doğru kelime 'hissettirdiği' idi.

Mevzuu daha aşağılara çekelim. Bir tatilköyü reklamını düşünün mesela. Yahut da daha başka birşeyin reklamını hayal edin. Aslında orada satılan ürünün kendisi değildir. Ya? Cennetidir. Her reklam hakkında olduğu ürünün sizi bir parça cennete taşıyacağını vaadeder. Dondurmasını ısırdığında kendinden geçen kadın, arabasını sürerken ağzı kulaklarına varan adam, bezi değiştirildiğinde gülücükler saçan bebek, hepsinin ardında 'cennet' vardır. Bu eşikten bakarsak "İnsanlar aslında ürünleri almazlar!" diyebiliriz. İnsanlar aslında cennetlerini alırlar. Yahut da kendilerine vaadedilen cennete ulaşabilme ümidine hayatlarını harcarlar.

Demek her insan karşılığının ancak cennet olduğunu biliyor. Yanlış adreslere koşsa da. Yanlış yerlere ödemeler yapsa da. Yanlış reklamlara kansa da. Derinlerde bir yerde ödemenin cennetle yapılması gerektiğini seziyor. Fıtratında var bu. Lakin şu yol ayrımında ayağı kayıyor: Bu cennet 'anlık' mı olmalı yoksa 'devamlı' mı? Yahut da şöyle soralım: Bu cennet 'nefsin' mi olmalı yoksa 'vicdanın' mı? Veyahut şöyle diyelim: Bu cennet 'hayvanî' mi olmalı yoksa 'melekî' mi? Her şekilde cevaplarımızın rengi değişmez. 'Hep kalan cennet'i aramadığımız sürece seçimlerimiz bizi hep 'avuntulara' götürecektir. Bir kilo baklava parasıyla 'yemek süresince bir cennet' de satın alınabilir veya muhtaç birisinin sıkıntısını gidermekle 'sonsuza dek bizimle kalacak bir huzur' da takas edilebilir. Kalıcılığı bir turnusoldur. Hakiki cennetin hangisinin ardında olduğunu fısıldar. Sonsuzun bu dünyadaki kokusu dahi ötekinden kalıcıdır. Sonsöz olarak şunu da söyleyebilirim ki: Hulusi ağabey kalanı aldığı için gideninden vazgeçti.

9 Mayıs 2017 Salı

Bütüne bakmak parçanın miracıdır

"Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin, artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz." Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında'dan.

Sivas'tan İstanbul'a taşındığımızda kendimi hapse düşmüş gibi hissetmiştim. Sanki gökyüzüm ellerimden alınmıştı. Zara'dayken yüksekçe bir yerde ikamet ederdik. Evimizin penceresi karşımızdaki dağları engelsiz bir şekilde görürdü. O manzaraya bakmanın beni rahatlattığını hatırlıyorum. Beden ona eşlik edemese de, göz, görebildiği her yeri mülkü sanarak rahatlıyor. Birisi size 'Dur!' deyinceye kadar, gitmeseniz de, dağlar sizindir. Ne kadar az duvar o kadar çok huzur. İstanbul'a geldiğimizde Yenibosna'da kaldık bir süre. Kuleli semti, yolu düşenler bilirler, tıkabasa apartmanla dolu sıkıntılı bir yerdir. Oraya düşenin, genel anlamda ise İstanbul'un böylesi semtlerine düşenlerin, Allah yardımcısı olsun. Hele göze duvarın olmadığı bir yerden geliyorsa alışmak iki kere zor. Ben o yılları içime çöktüğüm bir dönem olarak anımsıyorum.

İhya'da hadis olarak geçen, fakat senedine dair zaaflar bulunduğunu işittiğim, hakikatli bir söz var: "Üç kişiye acıyın: Cahiller arasında kalmış âlime, zenginken fakir düşene, kavmin ulusu iken aşağı hale düşene.” Ben bunlardan birisini yaşadıklarım üzerinden anlayabiliyorum. Zenginken fakir düşmek sadece maddiyat anlamında olan birşey değil. Bence Anadolu'yu bırakıp metropole yerleşen her insan bir açıdan 'zenginken fakir düşenler'dendir. Peki hangi açıdan böyledir? Bence yaşam kalitesi açısından. Anadolu'da yaşanan hayatın dinginliğini hiçbir metropolde bulamazsınız. Çünkü dağları yoktur.

İstanbul'da yaşadığım şu on yıllar boyunca en çok hissettiğim, daha doğrusu hissedemediğim şey, zaman. Sanki haftalar günden de kısaldı. Yılları avucumdan akıp giden su gibi görüyorum. Sivas'tayken böyle değildi. Zamanın "İşte orada!" denilebilecek kadar havada asılı kaldığı bir hayattı orada yaşanan. Belki bunun bir sebebi hareketlilik. Hareket zamanı farkedilmez kılıyor. Bir diğer sebebi detay çokluğu. Detaylar çoklaştığında zamanı tadımlamak zorlaşıyor. Bütün bunlardan çıkardığım dersse şu: Zamanın farkındalığı bir parça durgunluk istiyor. Biraz hayatın kenarına çıkmanız gerekiyor. Kenardan olanı-biteni izlemelisiniz. Mürşidimin tabiriyle, tam bir "Pencerelerden seyret, içlerine girme..." durumu. Belki namazın da zamanla ve onun farkındalığıyla böyle bir ilgisi var. Namaz hayattan kenara çekildiğiniz bir pencere yani. Dağlarınızı oradan görüyorsunuz. Şehrin dışına çıkılmadan dağlar görülmez.

Namaz, her ne kadar hareket içerse de, aslında günün içindeki 'durmalar'dan oluşuyor. Huşû, tadil-i erkan, zikr gibi ayrıntıları bizi hareketten ödün verip zamanda asılı kalmaya zorluyor. Tabir-i caizse: Zamana daha fazla maruz kalabilmek için namaz kılıyoruz. Onun olmadığı bir hayatta herşey o kadar hızlı ki. Ve o kadar ötekisiz ki. Hareketin aslında bir sarhoşluk olduğunu insan durduğu kısımlarda anlıyor. Bence namazın bu yönüyle de hayata kattığı bir ötekilik var. Nasıl ki, karanlığın varlığı ancak ışıkla anlaşılıyor, aynen öyle de, zamanın varlığı namazın durgunluğunda farkediliyor. Eğer namazlarımız namaz olabilirse... İnşaallah.

Benzer şeyleri oruç hakkında da söyleyebilirim. Oruçlu olmadığım günlerde namazı vakt-i evvelinde kılmakta zorlanırım. Hatta bazen namaz arası vermekte dahi zorlanırım. Nefis dünyasını bölmek istemez. Ancak oruçluyken adeta zaman açılır. Bazen yapacak işlerimin kalmamasından dolayı "Bari namaz kılayım!" diyecek noktaya gelirim. Bunu bana söylettiren ve yaptıran oruçtur. Çünkü oruç da hayatın içindeki fiilerde bir azalma meydana getirir. Bu durgunluktan oluşan boşlukta zaman açılır. Açılan zaman sizi onu farklı şekillerde doldurmaya çağırır. Goethe'nin şöyle dediğini okumuştum bir kitapta: "Şiir hayatın geriye dönüp kendine bakmasıdır." Ben de benzer birşeyi ibadetler hakkında söyleyebilirim. Hem zaten Fred Reed Bir Zamanlar Biz Birdik'te diyor: "Bir oruç eylemi hareketsizliğinde doğrulanır hale gelir."

Hazır 'öteki farkındalığı' meselesine değinmişken dağların bana hissettirdiği başka birşeyden daha bahsetmek istiyorum. Ki bunu deniz bana asla vermedi. Dağlar bir öteki farkındalığıdır. Dağları gördüğünüz zaman, hele benim gördüğüm şekliyle (yani deniz dalgaları gibi dizilmiş şekliyle) âleminizden başka âlemlerin varlığını da hatırlar ve rahatlarsınız. Evet. Dünya sizinkinden ibaret değildir. Evet. Orada başka dünyalar da vardır. Evet. Sizinkinden başka hayatlar da yaşanmaktadır. Evet. Belki onların düşleri de sizin yaşadığınız yer üzerinedir. Her neyse... Bu başkalık farkındalığı hayalgücünün (ve belki başka birçok latifenin) rızkı gibi birşeydir. Gözü rahatlattığı gibi gönlü de rahatlatır.

Denizde bunu bulamam. Deniz bir düzlük. Benim gibi miyoplar için kısa bir düzlük üstelik. Dağa göre pek bir sıradanlık. Hem öteki algısını oluşturacak yüksekliği yok. Belki adalar? O da görülebilen bir yerdeyseniz. O nedenle denize bakmaktan dağlardan aldığım ferahı hiçbir zaman almadım. Demek: Ben bir bozkır çocuğuyum. Sonsuzluğu sahil çocukları gibi algılamıyorum. Girintiler ve çıkıntılar, yükselişler ve alçalışlar, kahverengiler ve yeşiller... Bütün o değişimler bana kendi âlemimden ötede âlemler olduğunu hatırlatıyor. Hele yüksekçe bir yere çıktığımda! 'Benim Rabbim!' dediğim Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi!' olarak da görüyorum. Çünkü yaşadığım yer o sonsuzluk içinde çok küçük kalıyor.

Nebilerin ve velilerin hayatında dağların neden farklı bir yeri var? Aleyhissalatuvesselam nübüvvetinden evvel neden bir dağda inzivaya çekildi? Dervişler neden arzı adım adım yudumluyor? Belki bunlar da birer küçük miraç. Tıpkı namazın mü'minin miracı olması gibi. Seni 'Rabbimden' çıkarıp 'Rabbu'l-âlemin'e taşıyan herşeyde miracın bir izi var. Gönle genişlik veren tesirinde hissediyorsun bunu. Ötekine dair yaşadığın her farkındalık, zihninde veya kalbinde, bir ferahlığa dönüşüyor.

Namaz, seni, yaşadığın zamanın dışında bir eyleme dünyasına çağırıyor. Oruç, seni, bir yıl boyunca yaşadığın tekdüzelikten dışarı fırlatıyor. Dağlar, seni, sadece şehrin gürültüsünden kurtarmakla kalmıyor başka dağların varlığından da haberdar ediyor. Tıpkı Mirac-ı Ahmedî'de Aleyhissalatuvesselamın başka âlemleri görmesi gibi... Sözü çok uzattım. Seni de sıktım. En nihayet şunu diyeceğim: Tefekkür de bir miraçtır. Çünkü bütüne baktırır. En azından bütünü arattırır. Bütüne bakmak parçanın miracıdır. Ne zaman baksan onu miracın bil. Ne zaman parçada boğulsan o miraca çık.

12 Temmuz 2016 Salı

Ya zaman dua için yaratılmışsa?

Sen benim gibi yapma. Dua etmek için uygun zaman aramak yanlış arkadaşım. Zaman dua edelim diye yaratılmış zaten. Bediüzzaman'ın 'dua' ve 'zaman' arasında kurduğu ilgi, 9. Söz'den ta yağmur duasının hikmetini açıkladığı yere kadar, külliyat içerisinde bizi takip eden bir ilgi. Ben bu ilgiyi şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum: Bir oyun var. Bu oyunda çeşitli renklerde butonlar var. Bu butonlar neredeyse gelişigüzel sanılacak bir 'kuşatılamaz düzenle' yanıp sönüyorlar. Oyunu kazanmanız için yanan rengin üzerine, bir başkası/yenisi yanmadan, basmanız lazım. Zira bir başkası yandığında diğerleri sönüyor. Çabuk davranmalısınız. Dikkatli olmalısınız. O rengin yandığı zaman aralığını ıskalamamalısınız. Bu renkten renge koşmalar içinde oyunu yaşıyor ve son ışık söndüğünde tamamlıyorsunuz.

Bana göre hayatı da böyle yaşıyoruz. Esma sayısınca renkte butonların olduğu bir âlemde yaratılmışız. Ve bu renkler 'olaylar' veya 'bilgiler' veya 'bunlarla sıfatlanmış zamanlar' olarak karşımıza çıkıyorlar. Bazen hastalık oluyorlar, bazen kara bir haber, bazen trafik kazası, bazen otobüsü kaçırma, bazen eşler arasında küçük bir anlaşmazlık, bazen yıkıcı bir boşanma, bazen yağmursuzluk, bazen huysuzluk, bazen ihtiyarlık, bazen ölümcül bir bela, bazen sadece bir başağrısı, bazen gelecek kaygısı, bazen düşman korkusu, bazen... Türlü 'bazen'lere dönüşerek çıkıyor karşımıza bu renkler. Butonların yandığını salt dikkatimizle değil; verdikleri acıdan, korkudan, endişeden, öfkeden, rahatsızlıktan, sıkıntıdan, hüzünden, üzüntüden ve saire... farkediyoruz.

Duygularımız bize bazı butonların yandığını haber veriyorlar. İşte o zaman bir koşu başlıyor. Ben bu koşunun 'dua koşusu' olduğunu düşünüyorum. Dua, mürşidimin de isabetle ifade ettiği gibi, sadece dil ile edilen değildir. Fiilî dua başta olmak üzere daha birçok çeşit dua var. "Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi yalnız duadır." Esma sayısınca yanan butonlar, yanan butonlardan bizleri haberdar eden etkilenişler/duygularımız, bizim onlara verdiğimiz tepkiler/dualarımız... Duanın zaman ile ilgisi tam da burada başlıyor. Dua, 'olay' veya 'bilgi' veya 'duygu' veya 'sonuç' için edilmiyor. Dua aslında zamanı geldiğinde butona basmayı başarmamız için ediliyor. Varlığımız birşeyleri değiştirmek için değil. Doğru zamanda doğru butona basmak için... Doğru duayı doğru zamanda edebilmek için...

"Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz..."

Duayı böylece doğru bir konuma oturttuğumuzda duaya dair herşeyi de doğru bir konuma oturturuz. Mesela; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, bütün nebilerin çoklukla ettikleri istiğfarları doğru anlarız. İstiğfarla günah arasında kurduğumuz neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar. Tıpkı yağmurla yağmur duası arasında kurduğumuz ilginin mezkûr bakışaçısıyla ortadan kalkması gibi. Yağmur duası yağmurun yaratılışını sonuç vermek için yapılmadığı gibi istiğfar da bir günahı affettirmek için olmayabilir.

Daha önce de bu konuya bir yazımda değinmiştim. Fikir dilimin sevdiği bir şekerdir. Yine değdireyim. İstiğfar aslında 'aynanın aynalığını diri tutması'dır. Sende görünen ile aslolan arasındaki 'benzerliğin' asla ve asla 'aynılık' seviyesine çıkamayacağını, yansıyana dair marifetimizin aslolana göre her zaman eksik kalacağını kabulümüzdür istiğfar.

Yansıtıcı olan herşeyin bize verdiği derstir bu. Yansıyan, yansıtılanın aynısı olmak gerekmez. Avucunuzdaki kadar suya gökyüzü sığar. Ama o sudaki gökyüzü asl-ı gökyüzünün aynısı değildir. Ondan haber verir ama o değildir. Avucun sahibi istiğfar ettikçe, kendisine, avucundaki yansıma ile gökyüzünü karıştırmamayı öğütler. Peki, ehl-i kibir ne yapar? Avucundaki suyu ayn-ı sema sanır. Ona bunun böyle olmadığını isbat etsen de yine davasından büsbütün vazgeçmez. "Hem deme ki: 'Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bütün bu aşamalar, aynanın yansıttığından hissedar olduğu, 'bir ölçüde o' veya 'bir şekilde onun gibi' olduğu iddiasından vazgeçmeyişinin aşamalarıdır. Peygamberlerin istiğfarları bu kibrin köküne çalınmış en yaman baltalardır. İsmet sahibi en berrak aynanın yansıtmasından istiğfar ettiği yerde kirden/kusurdan kurtulamayan aynaların üzerlerine alabilecekleri ne meziyet vardır? Bu istiğfarların nebilerin makamları yükselirken bir önceki makamlarını eksik görmelerinden kaynaklandığı da söylenir. Bu da benim tezimi güçlendiriyor bence. Orada eksik gördüğü, işte, aslolana kıyasla yansıttığıdır.

Bu durum tıpkı eski yazılarını yıllar sonra tekrar okuyan yazarın misali gibidir. Müellif, yazdığı zamanlar "İşte oldu!" sandığı metinlerini yıllar sonra okuyunca neden orasıyla/burasıyla oynar? Neden cümleler ekler, düzeltir, değiştirir? Aslında bu da bir çeşit yazar istiğfarıdır. Hakikati daha geniş pencerelerden seyretmeye başladıkça eski pencelerinden tevbe eder. Aşk için dua ettiğin zaman sonuç/vuslat için dua edersin. Acz için dua ettiğinde sonuç aradan çıkar. Her acizlik farkındalığı bir butondur. Her buton yanışında insan uyanır ki basma zamanı gelmiştir. Beş vakit namazını kılan nasıl günde beş kez "Ben hâlâ buradayım Allahım!" diyerek Rabbinin onu çağırdığı butona basar, istiğfar eden de bir çeşit butona basar. İmtihanımız yanan butonlara yaptığımız dua sayları üzerine sürüyor. Dünya, belki de daha çok butona basalım diye sürekli değişiyor. Butonlar dünyayı değiştirmek için değil. Değişim butonların sayısını arttırmak için. Allahu'l-a'lem.

12 Nisan 2016 Salı

Yaşamak insanın kendisini keşfe çıkmasıdır

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

Yazmak, aslında bir yönüyle durmaktır. Hayatın hareketinden (ç)aldığınız o zaman diliminde durup; belki dışına çıkıp, sıyrılıp bir nevi herşeyden ve herkesten; olaylara veya kişilere yönelik birşeyler söylemektir. Ömrün kenarında yaşanmış ikinci bir hayattır yazı. Yazılanlar da bu yüzden yazarın ömrünü aşabilirler. Ve yine yüzden metinlerine benzemeyen yazarlara şaşmamalı. Her yazar metnini kaldıramaz. Metin üzerinden girilen tahminler yazarlarla birebir ölçüşmez. Hiyerarşide metin üsttedir. Metinler, günahsızlığa insanlardan daha müsaittir. Zira nihayetinde olmak istediği şeyi yazar müellif, yaşadığını değil. Yazdıklarımız dileğimizdir bizim.

Bu ikirciği hepimiz yaşıyoruz aslında. Birazcık takip edilsek, enseleniriz çelişkinin köşelerinde. Nasihatçilerin/hatırlatıcıların pek sevilmemesi biraz da bundandır. Her nasihatçi sizi bir çelişkinizden yakalar. Ama yazarlar bunun teşhis edilebilmesine kendileri izin veriyorlar. Hatta yolunu açıyorlar. Çünkü an'larını belgeliyorlar. Altına imzalarını atıyorlar. Avlayıp sunuyorlar. İki kapak arasında servis ediyorlar tenkitçilere, kendilerini. İyi cesaret doğrusu. İnsanların senin hakkında zanda bulunacağı şeylerin sayısını ve bunların isbatını kolaylaştırmak, hatta hünermiş gibi habire arttırmak bu malzemeyi, iki haletten birisine işaret eder:

Ya o kişi kusurlarının farkında değil ve kendisini kusursuz görüyor. Yahut da 'ancak birşeylerin parçası olabileceğini' zaten kabul etmiş. İnsanların ona 'teşhis etmekten' öte kötülük yapamayacağını biliyor. Zaten olanı söyleyecekler. İnkar ettiğini değil. Yaralarıyla barışmış. Hatta kanamasından haz alır hale gelmiş. Bu da aslında bir kötülük sayılmaz onun için. Neden kötülük olsun? İftira etmiyorlar ki. Hakkın hatırını tahayyülünün hatırından üstün görebilmekte kemal. Kendini 'o'laştırabilmekte enfüsî tefekkür. Belki malumu ilam sayılmalı en fazla. Öyle bir rahatsızlık oluşturabilir. Çok tekrardan belki sıkabilir. Yeni birşey söylüyorlarsa da ne âlâ! Öğrenmiş olacak böylece kendisini. Buna sevinmeli.

Yaşamak da zaten insanın kendini keşfe çıkmasıdır. Kendi hakkında deliller sahibi olmasıdır. Öyle ya! Neden varız? Bu varlık neden bir süreç içinde devam ediyor? Neden bu kadar 'an' var ömür sepetimizde? Ne farkımız var kelebekten? Bir yağmur damlasıyla yere inen ve bir daha sıra gelmeyen melekten? Neye şahitlik ediyoruz? Bu gibi soruların cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Önce bu şahitliğimiz kendimize. Sonra kendimizden ve eşyadan hareketle Allah'a ve Onun esmasına/sıfatına.

Kendimiz içre yolculuk konusunu biraz açarsam, şöyle bir hayal kurmanızı isteyebilirim: Bütün an'ları zaman ipinde birer tesbih tanesi gibi düşünün. Birbirine yaslandıklarında o delik boncukların içinde bir koridor oluşuyor. Ve her an'ın içinde de size ayrılmış bir beden, bir nazar, bir şahitlik, bir evren var. Siz ruhla (o nasıl bir keyfiyette ise) birlikte bu bedenlerin içinden ömrünüz boyunca geçiyorsunuz. Bedenler koridorunda bir ruh yolculuğu: Hayat.

Her 'an' bir boncuğun içinden geçiş süreniz. Bölünemeyecek bir zaman aralığı, bir şahitlik, an bu aslında. Bedenleriniz bir koridor, nazarlarınız bir koridor, şahitlikleriniz bir koridor, evrenleriniz birer koridor. Hepsi varlar, ama siz zamanla içlerinden geçiyorsunuz. Onlar da zamanla değişiyorlar ve birbirlerinden geçiyorlar. Herşey birbirinin içinden geçiyor. Zamanın dışından bakabilseydik böyle görecektik herhalde kendimizi. Ezel ve ebed (bence zamandışılığı ifade eder her ikisi de) meçhulümüz olan birer makam. Bu yüzden söylüyorum: Yolculuk, aslında biraz da kendimizi keşfetme yolculuğu. 'Belâ' dediğimiz günden beri bu yolculuk sürüyor. Allah, kader kitabında olacakları yazdı. Alîm isminin delillerini ortaya koydu. Biz de yaşayarak Allah'ın asla yanılmayacağına/yanılmadığına şahitlik ediyoruz.

12 Şubat 2015 Perşembe

Sanki cennetinden bir parça dilimize koymuş

"Hepimiz ‘Hayatta kalabildik’ diye kendimizi tebrik ediyorsak, hazin bir gurur duyuyorsak ‘Ayakta kalabildim’ diye, yaşamanın manası nedir?" Nilüfer Kuyaş, Serbest Düşüş'ten...

Ne diyebilirim ki sana? Ben de düştüm o çukurlara. Kelimelerle oynayarak. Bence ahenkli sanrıları yanyana getirerek. Bazı bazı uyaklar düşürerek cümle sonlarına. Kenarlık. Tutamaç. Kaçarak uyumsuzluğundan içimin şiiriyetiyle. Daha güzel olacağımı sandım beyaz sayfalarda. Olmadı. Düşerken kalemine tutunan herkesin yaşadığıdır zannederim. Zaman geçtikçe farkediyor insan: Yatsı, yalnız yalancının mumu için değil, mübalağacının abartısı, üslûbperestin üslûbu, kafiyeperestin kafiyesi, teşbihperestin teşbihi, lafızperestin lafzı, hayalperestin hayali için de tat kaçırıcıdır. Lezzetleri acılaştıran bir ölümdür eskimek. Fenayı bekadan ayırır. Baki'ye bakmayan çok kalamaz üzerinde. Tefsiri amansızdır. Benim de tadımı kaçıran zamandı. Zamanı geçtikçe anlamsızlaşıyordu yazdıklarım. Şöyle gördüm halimi arkadaşım en nihayet: Sûrete yaklaştıkça ömrü azalıyor sanatın. Sirete dokundukça artıyor. Manaya yakınlaşan canından can alıyor. Cesetle halvet olan bir parça geberiyor.

Hem mürşidim de diyor: "Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır." Yani ki sığlaşmakta maraz vardır. Derinlerin balığı yakamozla meşgul olmaz.

Aleyhissalatuvesselam Efendim “Bir kadının ne asaleti, ne zenginliği, ne de güzelliği tartınızın mihengi olsun!” diyor eş seçerken. Ya ne olmalı merkezde peki? Dindarlığı. Fakat yanlış anlama. Bugünün tanımları bizi yanıltır. Zaman-ı Saadet'te dindarlık, fazilet ve ahlak birbirinden kopuk tarif edilen şeyler değildi. Tebessüm namazdan ayrı, sabır oruçtan uzakta, zekat hayattan ötede, kanaat duadan ayrı değildi. Bunlar birbirini kuşanırdı. Birbirlerini getirirdi. Şimdilerde aralarında mesafe varmış gibi anlatılıyor. Dindarlar da dinsizlere kanıyorlar. Ayrı ayrı tartıyorlar. İdeolojiyle imanı karıştırıyorlar. Yazık. Kimse de kolay kolay bütünlük iddiasına giremiyor. "Namazı olmayanın tebessümü sahtedir!" diyemiyor kimse. Veya “Allah’a inanmayanın merhameti tasannudur!”

Bana sorarsan, dindarlıkla evlenmek arasındaki bağ, hakikatçilik ile yazmak arasında da vardır. Cisme dair bir üstünlüğe tav olup izdivaç yaparsan beyaz kağıtla, Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesine uygun hareket etmemiş olursun. Metnin de dindarlığını seçmelisin önce. İçinin ayarlarının düzgünlüğüne bakmalısın. Yazılanın ahlakı zâhirindeki sanatla ölçülmez. Söylediklerinin doğruluğundan/tutarlılığından anlaşılır.

Yine diyor ki mürşidim: "Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir." Demek devamlılık bize bir işaret fişeği çakıyor. Çakmalı. Kalanlara bağlanmalı.

Eleştiri bile yazıyor olsan muhatabını haksız incitmekten korkacak merhametin olmalı. Seni aşırılıktan doğruluk kadar merhamet de alıkoyar. Bu yüzden şefkat tefekkürden önce sayılır nur mesleğinde. Doğruluk, merhamet ve (bir adım ötelerinde) adalet birbiriyle bağlantılı şeylerdir. Evet. Hatta adaletin iki yüzü gibidir bence ‘doğruluk’ ve ‘merhamet.’ Ama burada bir dikkat kesilelim: Doğruyu yapmak merhametli gibi görünmeyebilir her zaman. Merhamet de her zeminde doğru seçimi vermez bize. Bunların hikmet oranında karıştırılmasıyla elde edilecek şifadır adalet. Bütünlüklü bakıştan beslenir. Parçalardan kaçılarak kovalanır. Canavara, merhamet de adalet değildir, cezasından gayrı işkence de.

Affı adaletin parçası saymayanlar yanılıyorlar. Allah'ın ‘Gafur’ oluşu ‘Âdil’ oluşundan ayrılabilir mi? İkisi de hikmetten uzak yorumlanabilir mi? Birbirine bakar şe'nler bunlar. Hepsi yine bir Allah’ta toplanacaklar. Allah'ın affedişi asla adaletsiz olmaz. Aksine adaletini tamamlar. Kemale erdirir. Bir ismin sınırı başka bir isimdir. Bir ismin arkasında binbir ismin tecellisi görünür. Hissedilir. Sezilir. Allah'ın affedişi adaletinin bir parçasıdır. Zirvesidir. Çünkü yaratan bilir: Mahlukat, mahlukat olmasından itibaren, kusurdan uzak kalamaz. Kusur arızîliğin imzasıdır. Yaratılmış olmak sınırlı olmaktır. Bütünü kuşatamamak sınırların/hataların başlangıcıdır. Ezel denilen manzar-ı âlâdan uzakta kalan herşey farketmemeye müsaittir. Melek dahi olsa sormadan edemez: "Kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın?" Sultan-ı Ezel ve Ebed cevap verir: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."

Mürşidim yine hakikati kulağımıza söyler: "Musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."

Kelimelerle oynamak diyordum. Evet. Hepimiz mağlup olduk o parçalara. Onlarla oynadık, başka dizilimler elde ettik, çok hoş mısralarımız/cümlelerimiz de oldu böylece. Fakat bütüne, mananın bütünlüğüne ve hikmetin tüm kainatı kuşatan bütünlüğüne dokunmadığımız sürece eskimeye, çirkinleşmeye, solmaya, çürümeye, gözden düşmeye mahkumduk. Öyle de oldu. Bütünün ahengine, sen buna tevhid de diyebilirsin, dokunamadıkça yaşlandı metinlerimiz. Yıprandı. Sakatlandı. Esmaü'l-Hüsna'dan ışık almayan tüm renklerimiz kirlendi. Birinciliği hiçbirisi kazanamadan hem de...

Çocuklar okuduklarına güldüler. Zaman onlardan yanaydı. Bütünün bir yüzü daha açılmıştı onlara. Daha fazlasını biliyorlardı. Daha fazlasını görecekleri için parçalarımıza güldüler. Kendi parçaları daha büyüktü. Fakat öyle kelamlar daha vardı ki! Bütüne dair konuşmuş kelamlar. Kelam olmak dışında bizim kelamlarımıza hiç benzemeyen kelamlar. Onların sözleri bir türlü eskimiyordu. Onlara dokunanlar, dokundukları miktarca, eskimekten kurtuluyorlardı. Hatta bir tanesi var, bilirsin, bütünün sahibinin, manzar-ı âlâyı görenin kelamıdır. Onun hakkında mürşidim şöyle söylüyor: "İhtiyarlandıkça zaman Kur'an da gençleşiyor." Ne büyük müjde var bunun içinde. Yaaa. Evet. Eskimeyen cümlelerin varlığı insanların da eskimediği bir yerin/cennetin müjdecisi sayılmazlar mı? Eskimeyen, başka eskimeyeceklere, delil olmaz mı? Bu bir umuttur arkadaşım. Sonsuzluğun sahibince bağışlanmış bir umut. İslam cennetin şöyle bir misalidir işte.

31 Ekim 2013 Perşembe

Belki de bütün varlığım bir titreyişten ibaret

Fringe, özellikle ilk sezonlarıyla ilginç bir diziydi. Çok havai şeyler söyledikleri gibi; bazen bilmediğimiz bilimsel detayları da anlatıyorlardı. Hatta bir bölümünde de yaydığı titreşimden hareketle kayıp birisini bulmuşlardı. Meğer her varlık etrafına bir titreşim yayarmış. Hiçbirimizin yaydığı titreşim de diğerine benzemezmiş. Bir nevi parmak izi, ses izi veya retina kalınlığı gibi birşeymiş o da. Tabii günümüz teknolojisinde bu kadar hassas bir titreşim algılayıcı yok. Ama dizide vardı. Ve ilk kez o bölüm vesilesiyle duymuştum Sicim Teorisini.

Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.

Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.

Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...

Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."

Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.

Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”

Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?

Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.

Sinek, Sinema ve Zaman...

“Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. (...) Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir.” Bediüzzaman Said Nursî, 3. Lem’a’dan...

Sinek gözü, insan gözüne göre çok daha hassastır. İnsan gözünün saniyede çektiği resim sayısı, sinek gözüne kıyasla çok daha düşüktür. Bizim gözümüz, saniyede ancak 45-53 arası titreşimi hissedebilirken, sinek gözü 265 titreşimi hissedebilir. Bu nedenle onları yakalama çabalarımız çoğunlukla boşa çıkar. (İnsan, daha hamlesini yapmadan, sinek kaçar.)

Bu durum, sırf daha hızlı hareket etmelerinden kaynaklanmaz. Gözleri, bizim gözlerimizin yakaladığı an’lardan daha küçük an’ları, fiileri, değişimleri yakalayabildiği için çabuk farkında olurlar. Yani ‘farkındalıkları’ bizden çok daha açıktır.

Veya şöyle tarif edelim: Dünya, sinek gözüne göre, insan gözüne kıyasla, çok daha yavaş hareket eder. Eğer kendimizi bir sineğin gözünden seyredebilseydik, yavaş çekimde hareket eden bir filmi izlediğimiz izlenimine kapılabilirdik.

Ki, bir 2013 yapımı olan (Epic) Doğal Kahramanlar’da da esprili bir şekilde bu noktaya dikkat çekilmiş, insan hareketlerinin onların gözlerinden nasıl göründüğü şu cümleyle tarif edilmişti: “O kadar yavaş hareket ediyorlar ki, bizi yakalamaları imkansız.” Fakat o filmde—benim asıl önemsediğim— bu durum daha enteresan bir cümleyle de anlatılıyordu profesör karakteri üzerinden: “Onlar bizimkinden çok daha hızlı bir zaman diliminde yaşıyorlar.”

Zamanın izafiliği modern fizikte ilk kez Einstein tarafından ortaya atılan bir teori. Buna göre Einstein, aynı mekanda yaşayan insanların zamanı farklı şekillerde idrak edebileceğini söylüyor. Annalen der Physik dergisindeki makalesinde şöyle izah ediyor bunu: “Cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi, üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.”

Hareket, cisim ve zaman arasındaki bu bağlılık sanıyorum Zerre Risalesi’nin de en temel örgülerinden birisi. Özellikle ilk karşılaştığınız haşiye—biraz daha üst boyutta—hareket, yaratılış ve zaman arasındaki örgüyü ifade ediyor. Bediüzzaman’ın orada en çok hoşuma giden cümlelerinden birisi şu: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Ve bir diğeri de şu: “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”

Yani madde dediğimiz şeyin özünü; âlem-i gaybdan âlem-i şahadete, ilimden kudrete geçmekteki bir yaratılışın ihtizazatı/harekatı sağlarken; zaman dediğimiz şeyin özünü de bu ihtizazatın/harekatın toplamının oluşturduğu büyük nehir meydana getiriyor. Yani aslında hareket, mekan ve zaman diye üç ayrı şey yok.

Biz, mekan mekan algıladığımız dünyanın, bütününü kuşatamadığımız için, o mekanlar arasına bir öncelik ve sonralık koyuyor ve buna zaman adını veriyoruz. Zamanın en küçük parçası adını verdiğimiz an’lar bile aslında bizim şahit olduğumuz mekanlardan, mekanların da özünde hareketlerden ibaret. “Unutamadığım bir an...” diye tarif ettiğimiz herşey, aslında “Unutamadığım bir mekan/hareket algılaması...” cümlesinin farklı şekilde ifadesi. Varlığımız, mekanların bir sinema filmi kareleri gibi akıp gitmesinden oluşuyor. Ama biz bu sinema şeridine ‘zaman’ demeyi tercih ediyoruz.

Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Zerre Risalesi okumaları sırasında en çok altını çizdiğimiz örneklemelerden birisi bu; sinema şeridi/zaman; film kareleri/mekan veya an. Yalnız sanmayın bu örnekleme öylesine. Hayır, aslında Bediüzzaman’ın sinema, varlık ve zaman arasında kurduğu bağıntı, külliyatın her yerine sinmiş bir örgü gibi. Sırf ‘sinema’ kelimesiyle külliyat içinde bir arama yaptığınızda o kadar çok yerle karşılaşıyorsunuz ki! Şaşırmamak elde değil. Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde gittiği sinemanın (talebelerinin hatıralarından öğreniyoruz bunu) onun varlık ve zaman tefekküründe ne denli önemli bir yer tuttuğunu buradan da kavrayabiliyorsunuz.

Yine külliyat içinde Einstein’ın izafiyet teorisine en yakın (değil aynı, sadece yakın) beyanların bulunduğunu düşündüğüm 3. Lem’a’daki ‘bast-ı zaman’ meselesi bile, aslında ‘farkındalığın’ zamanı ne denli etkileyebilir/yavaşlatabilir olduğunun bir göstergesi. Eğer nazarınız, kâinatın ince sanatını ve tesbihatını görür; kulağınız işitir bir kıvama gelirse, elbette bu ‘daha üst farkındalık’ çevrenizdeki eşyadan daha hızlı bir başka zaman dilimine geçmenize neden olabilir. (Gaflet, yine zıttı şekilde etkileyebilir. Hatta ayetteki ifadesiyle: “Aralarında birbirlerine ‘(Dünya’da) sadece on (gün) kaldınız’ diye gizli gizli konuşacaklar. Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz. O vakit içlerinden en aklı başında olanları, ‘Siz sadece bir gün kaldınız’ diyecektir.”)

Farkındalık, hareket, madde, varlık, zaman arasındaki bu ilişki; üzerinde çok şeyler yazmaya ve konuşmaya değer. Bediüzzaman’ın fiziğe bakışının en zengin ifadelerine rastladığımız Zerre Risalesi de bu gözle incelenmeyi bekliyor hâlâ. Fakat biz bu şerh ihtiyacının neresindeyiz?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...