Kurban etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kurban etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2022 Cuma

Kurbanıma laf eden bari vejetaryen olsa!

Bir kurban bayramını daha geride bıraktık muhterem kârilerim. Hamdolsun. Cenab-ı Hak tekrarını nasib eylesin. Âmin. Hem de Türkiye müslümanlarına güç-kuvvet versin. Yok. Yanlış anladınız muhterem kârilerim. Güç-kuvvet duası 'kaçan boğaları kovalamakla' veya 'kaçamayanları kıbleye yatırmakla' ilgili değil. Ona bir şekilde muvaffak oluyoruz zaten. Bin yıllık tecrübemiz var. Değil mi ya? Hey yavrum hey! İspanyollar boğadan kaçar boğalar da bizden. O kadar. Bayram sporu sayarız onu. Kavurmasını yemeden kalorisini yakarız yani. Neyse. Asıl tecrübesiz olduğumuz konuda Hak Tealanın yardımına muhtacız. Nedir? Artık geleneksel hale gelen, yani ki her kurban bayramında yaşadığımız, 'Allahsızların Allahlık taslaması' dramıdır. Evet. Müslümanlara güç-kuvvet daha çok bu alanda lazım şimdilerde.

Diyeceksiniz ki: "Be Ahmed ne abarttın! Hele sen Hindistan coğrafyasına bak. Oradaki müslümanlara yaşatılanlara bak. Onlarınki yanında seninki dert mi ki?" Doğrudur muhterem kârilerim. Hindistan müslümanlarının yaşadıkları yanında yaşadıklarımızın çok bir hükmü yoktur. (Allah yardımcıları olsun.) Fakat yine de âdemoğlunun kanına dokunmaktadır. Nihayetinde burası özbeöz bilâd-ı İslam'dır. Hinduların çoğunlukta olduğu bir yer değildir. Yani ki müslümanlar Türkiye'de esir değildir. Azınlık değildir. Mülteci değildir. Vatanın asıl sahipleridir. Hadi, dün secde ettiği sarı tosunu, ertesi gün müslümanın kıyma tenekesinde görünce hinduların şafağı atmaktadır. Peki bizim Allahsızların şafağı kimedir-neyedir? Öyle ya. Kurbanıma laf eden bari vejetaryen olsa! Bunlarda vejetaryenliğin 'v'si de yoktur.

Evet. Yanlış duymadınız. Hangisinin mazisini şöyle bir tarasanız bir kebapçının kartviziti çıkar. Olmadı bir balıkçıda poz verilir. Daha olmadı 'Kendin pişir kendin ye'de boyverilir. Yani bunların kurban husumetinin hindularınki kadar bile saygı duyulacak yanı yoktur. Hindu, öküzlüğünün gereği olarak, taptığı öküzün etini yemez. Bâtıl itikadında bir tutarlılık sahibidir. Bizimkiler kurbanın kavurmasını da kaşıklarlar. Hem şöyle ikircikli bir yanları daha vardır:

Gündelik hayatı tastamam bir Allahsız olarak yaşamaya devam ederler. Hatta bununla övünürler. Oruç tutmazlar. Namaz kılmazlar. Kur'an okumazlar. Yanlarında hasbelkader 'Allah' diyene aldırmazlar. (Belki epeyce rahatsız olurlar.) Lakin iş müslümanların bunları yapmasına geldi mi (mesela, ramazana erişildi mi, kurban bayramına kavuşuldu mu, hac mevsimine yetişildi mi) Allahsızlığı bir kenara bırakıp müslümanlara Allahlık taslama görevini de üstlenirler. Yani inanmadıkları dinin de, hâşâ, Allah'ı onlar olmaya çalışırlar. Hem de nasıl! Oruç tutulacaksa nasıl tutulacağını da onlar söylerler. Bayram kutlanacaksa nasıl kutlanacağını da onlar anlatırlar. Hacca gidilecekse nasıl gidileceğini de onlar tembih ederler.

Elbette bu psikolojinin altından 'sosyal darwinizmin' kokusu yükselmektedir. Hastalığın özeti şudur: Bu insanlar 'doğrusal tarih anlayışları' gereğince müslümanların evrimin daha aşağı bir katmanında kaldığını düşünürler. Onlar basit varlıklardır. Varoşlardır. Köylülerdir. Maymunluktan pek az çıkmışlardır. Ama kendileri? Kendileri öyle midir ya! Konken bilirler. Vals ederler. Salsa sallanırlar. Başkalarından karılarını-kızlarını da sakınmazlar. Hoş, batılı insanlar kadar onlar da 'insan-üstü'leşememişlerdir ya, olsun. En azından yolunda giderler. Tuvaletlerinden taharet musluğunu çoktan sökmüşlerdir. Küvetlerindeki durgun suyla şıpşıp yıkanmışlardır. Rakı bardağıyla poz da vermişlerdir. Bunlar elbette onları üst-insan sınıfına yaklaştırmıştır. Müslümanlar doğrudan batılılardan sufle almadıklarına göre bir de. O zaman iş başa düşmüştür. Nasihati onlar vereceklerdir. Köylü kızları plaj hayatına hazırlanacaktır.

Halbuki standart müslüman mevzuun 'kendisi kalmak' olduğunu bilir. Dünya imtihanında muvaffakiyet her zurnaya köçek olmakta değildir. Ya? Aleyhissalatuvesselam Efendimizin öğrettiği sünnet üzerine yaşamaktadır. Bizde değişmesi gerekenleri birdörtyüzyıl önce gelip o değiştirmiştir zaten. Cahiliyeden bilgeliğe o taşımıştır. Bunda sonra müslüman için yakîn gelinceye kadar korunması gereken sabiteler vardır. O sabitelerden birisi de kurbanıdır. Kestiğinde kimliğini korumuş olur. Bediüzzaman da ibadetler hakkında der ki: "İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur." 

Müslümanlar neden hindular gibi öküzleri kutsamamaktadır? Neden hayvanlarla ilişkilerinde şefkatlerini korudukları halde ifratları yoktur? İşte bu eşikte istikametlerini  sağlayan eğitimi kurbanda bulabilirsiniz. Mürşidim de başka bir yerde aynen öyle der:

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."

Musa aleyhisselam, İsrailoğullarına öyle bir inek kestirdi ki, bir daha ineğe tapmadılar. Maşaallah. O yaralarından şifa buldular. Kurtuldular. Belki sen de her sene böylesi bir ibadetle içindeki birçok kaymadan-yaradan kurtuluyorsun. Olamaz mı? Olur elbette. Ama lütfen kavurmasını yeyip sonra müslümanlara Allahlık taslayanların sözlerine kanma. Onların derdi seni müslümanlığının sabitelerinde tutmak değil. İnsanlığının ayarlarıyla oynamak! Belini ayıya çiğnetirsen, elbette omurlarının başka şekle girdiğine şaşırmayacaksın, vesselam.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Yozdil'in 'gör' dediği

Bir filmde dikkatimi çekmişti. Hintçede 'kurban' kelimesini 'fedakârlık' anlamında da kullanıyorlar. Bu bilgiyi twitter'da paylaştığımda bir arkadaşım başka dillerde de kurban kelimesinin aynı anlamda kullanıldığını söyledi. Hatta 'kurban' ibadetinin o dillerde 'fedakârlık' anlamına gelen kelimelerle karşılandığını ekledi. Bu, elbette Hz. İbrahim ve Hz. İsmail aleyhisselamın kıssası eşliğinde ele alınınca anlaşılır birşey. (Hatta Habil ve Kabil'in kıssası ile bakara kıssası da bize aynı dersi veriyor.) Kurbanın öyküsü bir fedakârlık öyküsü aynı zamanda. Sevdiğin şeyi bağışlıyorsun Allah'a. Böylelikle en çok sevdiğinin o olduğunu gösteriyorsun.

Sahabe efendilerimiz de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama şöyle demezler miydi: "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!" Bu cümle salt bir âdetten değil, mana-i Muhammedî'nin taşıdığı 'Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!' sırrına da dairdir. (Bizde de "Allah'ına kurban" ifadesi böyle bir manayı karşılar.) Sırrının aynı zamanda âlemin mayası olduğu Allah Resulü, elbette bize, sadece bedensel varlığımızı mayalandıran ebeveynimizden daha hayırlıdır. Adına kurban kesilen, kurban edilenden daha hayırlıdır. Fedakârlık, bu noktada kalbe istikametli sevgiyi ve hiyerarşisini hatırlatır. En çok sevilmesi gereken; daha menfaatli olan değil, daha hayırlı olandır.

Burada 'hayır' ve 'menfaat' arasına bir mesafe koydum. Hayırlı olanın aynı zamanda menfaatli olan olduğunu biliyorum. Fakat menfaat ve hayır kelimeleri arasında bir nüans olduğunun da farkındayım. Menfaat, daha yakın, daha çabuk ve daha hızlı elde edilen 'lezzetli faydayı' karşılıyor kanaatimce. Üstelik menfaat kelimesi tek başına helal/haram ayrımını da bize fısıldamıyor. Sadece o şeyin nefsimize varlıksal geldiğini söylüyor. Fakat hayırlı olan; salt nefse değil, hatta bazen nefsin rağmına; kalbe, hayata, toplumsal hayata, ruha, insaniyete, insanlığa, fıtrata, vicdana ve şeriat-ı kevniyeye iyi gelendir. Huzurlu faydadır. Yani hayırlı olan şey 'varlığa iyi gelen' olduğu halde, menfaat, daha çok bencilliğimize/nefsimize iyi gelendir. Veya öyle görünendir. Bu noktada hayır ve menfaat arasındaki ayrım bizi vicdan ve nefs arasındaki ayrıma götürür. Nefs, çabuk ele geçen şeyi menfaatli olarak algılar. Vicdan ise büyük insaniyet resmi içinde varlıksal görünene hayırlı der. Nefis lezzetliyi, vicdan huzurluyu tanır. Vicdan hayrı tanır, nefis ise menfaati. Bazen ikisinin uyuştuğu da olur. Ama garanti değildir.

Bediüzzaman'a yüzümü dönersem: "Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir" derken mürşidimin kastettiği; hastalığın ebedî varlığımıza yaptığı müsbet hizmet nedeniyle 'menfaatli' oluşu iken; "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!" derken olumsuzladığı ise, işte büyük kulluk resmini görmezden gelen nefsî/bencil menfaatçiliktir.

Bu yönüyle kurbanın her iki türden menfaate de sahip bir ibadet olduğunu görüyoruz. Yani hem hayırlı, hem menfaatli... Hayırlı, çünkü yaptığınız fedakârlık Allah'ın emirlerine uygun hareket etmekle ebedî varlığınıza olumlu bir katkı sağlıyor. Bugün malınızdan birşey yitiriyorsunuz görünse de aslında kazanan siz oluyorsunuz. Tıpkı kesilen bir hayvandan yalnız bir budun kendilerinde kaldığını öğrenen Allah Resulünün Hz. Aişe annemize dediği gibi: "Ey Ayşe, demek ki bir bud dışında hepsi bizim oldu."

Tabii fedakârlığın kazandıran olduğu bir düzlemi bugünün seküler insanına anlatmak zordur. O yüzden kurbanın dünyevî getirileri de vurgulanır kurban tebliğlerinde. Mesela; o kurban sayesinde, çevrenizdeki insanlar/fakirler de et nimetinden faydalanır. Üstelik siz de kurban etinden faydalanırsınız. Derin dondurucular sayesinde, bu senenin kurban etini, seneye keseceğiniz kurbanın vaktine kadar tüketebilirsiniz. (Derin dondurucular paylaşımcılığımızı azaltıyor mu?) Akrabalarınızı, dostlarınızı, mahallenizi, sokağınızı, yakınlarınızı o et sayesinde sevindirebilir, hep beraber mangal yapabilirsiniz. Ancak bu menfaatler kurbanın ancak ikincil faydası mesabesindedir. Kurbanın asıl amacı ise, Kur'an'da da vurgulandığı gibi, Allah'a yakınlaşmaktır. Ve kişisel menfaatlerimiz, fedakârlığımız kadar bizi Allah'a yaklaştıramaz. Bu nedenle kurbanı 'sadece Allah rızası için yapılan bir fedakârlık/ibadet' olarak görmek, bir menfaat odağı olarak görmekten hayırlıdır. Velev ki menfaatleri tabağınıza ulaşmıyor olsun.

Yılmaz Özdil'in geçtiğimiz günlerde Erdoğan'ın yurtdışında kestirdiği kurbanlara atıf yaparak, tamamen milliyetçi/ulusalcı kaygılarla, "Allah kabul etmesin!" demesi, yukarıda söylediklerim eşliğinde bakınca bana manidar geliyor. Bediüzzaman, bir asabiyet/ırkçılık tahlilinde şöyle der: "Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaati şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır." Yani aslında aradığı kendi menfaatidir felsefe talebesinin/şakirdinin, fakat bunu kavminin menfaati içinde 'saklayarak' arar. Tek başına ulaşacağı menfaat miktarı elbette kavimce elele verip ulaşabilecekleri menfaate kıyasla kısıtlıdır. Saklaması ise, dışavuracağı bencil taleplerinin insanlar tarafından tiksintiyle karşılanması korkusundandır. Zira bencillik, diğer bencilleri size karşı kendilerini korumaları noktasında uyarır. Bu nedenle "Ben, dünyaya bedelim!" demez de "Bir Türk dünyaya bedeldir!" der mesela milliyetçi adam. Ama ikinci cümleyi söylerken birincisini söylemiş gibi de bir tatmin hisseder.

Özdil de bunu anlatmaya çalışıyor. Belki ömrünce hiç yapmadığı (belki doğru da bulmadığı) bir ibadeti maşa kılmakla milliyetçilik adına dindarlığa kılıç çalmaya çalışıyor. Vicdanın sesini nefsin homurtularıyla bastırabileceğini düşünüyor. Hayırlı olanın gırtlağına menfaat ile çökmeyi planlıyor. Tutar mı bu tuzak? Kurbanı 'fedakârlık' olarak değil 'menfaat' olarak görenler için, belki.

Şu da ilginç birşey: Bugünlerde müslümanlara ibadetleri konusunda en çok ayar vermeye çalışanlar, o ibadetlerle en mesafeli olanlar. Örneğin: Hacca gideceğini söyleyen ihtiyara "Paranı Araplara kaptırma!" diyen Önder Sav'ın hacca gidesi var mıydı? 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere 'tesettürü' yeni baştan öğretmeye cüret eden laik zorbaların dine dair malumatları ve hassasiyetleri ne ölçüde idi? Fakat gelgelelim, bu zevat, ilgilenmedikleri şey hakkında racon kesmekten de beri durmuyorlar. Halbuki, en kara cahil bile bilir, eğer ehl-i ihtisası değilsen hiçbir alan hakkında çene çalmaya hakkın yoktur. Tıbbın kapağını açmamış, ilmine kafa yormamış, doktora nasıl tedavi öğretebilir? Bunların da din hakkında durumu böyledir.

"Evet, bir fende ve bir san'atta mütehassıs bir iki zâtın o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hattâ başka fenlerde âlim ve ehli ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi (...) İşte bu kat'î hakikate binaen, binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehli ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehli hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."

Fakat yüzyıla yakın bir zamandır durumumuz Dücane Cündioğlu'nun Anlam'ın Tarihi kitabında Mehmed Lütfî'den naklettiği gibidir: "Camiin içindeki meselelere ait işlerle camiin dışındakilerin meşgul olduğu bir memlekette bulunuyoruz." Üstelik bu meşguliyet tarzı, bize, ehl-i kitabın Allah Resulünün davetine icabet etmemekteki direnişini hatırlatıyor. Nasıl? Mesela, demez mi Bakara sûresi 91 bize: "Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler." Burada yahudilerin Tevrat'ı, 'bize indirilen' olarak anışları manidar değil midir? Halbuki vahyin vahiy olması için Allah'ın katından indirilmesi yeterlidir. Fakat hayır, yahudiler, bir de milliyetçilik şartı aramaktadırlar kullukta. Vahiy 'onlara indirilen' olmalıdır. Muhammed-i Arabî'ye (a.s.m.) değil.

Kur'an onların sahte hamiyetlerine şöyle bir tokat çalar ayetin sonunda: "(Ey Muhammed!) Onlara: 'Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' deyiver." İşte Yılmaz Özdil ve benzeri faşistlerin cevaplaması gereken soru da budur. Acaba kendilerinin bu sahte hamiyet namına şimdiye kadar milletlerine ne faydaları dokunmuştur? Kaç kurban yedirmişlerdir şimdiye kadar Türkün fakirlerine? Haydi, onu aştık. Acaba ideolojileri rağmına bu millete verdikleri zararı hiçbir düşman vermiş midir? Ben şimdi, yazıyı bitirirken, zaman geçtikçe gençleşen Kur'an'ın bu ayetini şöyle de okumanızı istirham edeceğim: "Kendilerine: Allah'ın (kesilmesi emrini) indirdiği (kurbana) iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (bizim için kesilene) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler."

Not: Yılmaz Özdil'in yazısının benim için bir ilginç yanı da, o yazıdan birkaç gün önce yazdığım "Bir Meşrulaştırma Yöntemi Olarak Müsbet Milliyetçilik...'te şöyle bir ifadenin bulunmasıydı: "(...) Hayatı 'çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?)"

9 Ekim 2014 Perşembe

Leman Sam ve kurban üzerine: Bazen insan şefkatiyle de sınanır

Hiç boşta kalmıyoruz. Fazıl Say'ımız olmazsa Hülya Avşar'ımız, o da olmazsa bir başka 'İslam uzmanımız' dinî vecibeler hakkında bizi bilgilendiriyorlar. Eğitim dönemlerini 'dinle ilgilenmeyerek' geçiren bu uzmanlar, bu şekilde kazandıkları uzmanlığı, cahilce empatilerini vicdanın sesi yerine koyup bunu bize dayatarak, büyük yararlar(!) sağlıyorlar. Fatiha'yı okutsan okuyamayacak, elifi görse mertek sanacak dehaların fıkhı hallaç pamuğu gibi attığı, Kur'an okunmadan Kur'an hakkında konuşulan ilginç bir devirdeyiz. Diploması olmayan doktorluk yapamaz, ama camiden yolu hiç geçmemişler din konusunda ahkam keser ahirzamanda.

Uzmanlaşma istemeyen tek ilim dalı: Din. Erkan öğrenmede Zekeriya Beyaz'a kadar düşen bir medyada, bir adım ötesinde yer alan sanatçılarımız neden görüş beyan edemesinler? Ederler elbet. Geçtiğimiz günleri de Leman Sam'ın kurban hakkındaki twitini anlamlandırmaya çalışarak geçirdik: "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır, IŞİD beni şaşırtmıyor."

Kasaplar Odası bu sözden üzerine alınıp bir cevap yayınladı mı, bilmiyorum. Ama ben hem onlar, hem kendi adıma alındım. Takdir edersiniz ki, mevcut anayasal düzende suça karışmış hayvan bulabilmek zor. Sovyet Rusya'da olsaydık, belki. Soljenitsin hikayelerinde böyle şeyler olduğunu anlatıyor. Ama bizde yok. Bir de kurbanlık şartlarını düşününce bu kesilebilecek hayvanı bulmak iki kere zorlaşıyor. Hem köftehor bir kere suça karıştıktan sonra sahibinin yanında durur mu hiç? Elbet, efendi olanlar getiriliyor satış alanına. Bu yüzden de biz hep masum hayvanları kesiyoruz. Nasıl da yakaladı 14 asırdır düşünemediğimiz noktadan bizi Leman Sam. Hay aksi! Fakat bir saniye: Ya bitkiler? Biz onları da bıçakla kesiyoruz bazen. Salata falan yaparken. Domatesler suçlu mu peki?

Görüyor musunuz nerelere uzanıyor bu iş. Bir de IŞİD'den açıklama gelmiş diyorlar. Onca işgalin, kıyımın içinde üşenmemişler Leman Sam'ın twitini değerlendirmişler. Halife Hazretlerinin cevabı ise şu: "Leman Sam'ı şaşırtmaya çalışmıyoruz."

Üstelik Leman Sam vejeteryan falan da değilmiş. Hele balık falan çok severmiş diyorlar. Demek ki, onların ecelleriyle ölmesini bekliyor, sonra yiyor. Kalmadı ki böyle ince düşünceler. Leş yemek akbaba zerafetidir. Yemesek de saygı gösteririz.

Şakası bir yana, aslında bütün bunlar tek sebepten: Empatik cehalet. Yerine kendini koymakla 'yerinde olmayı' aynı şey sanmaktan. Örneğin; Leman Sam, istediği kadar empati yapsın, bir müslümanın mülk algısının nasıl olduğunu, bir müslüman kadar bilebilir mi? Yani varlığı nasıl gördüğünü? Ve nasıl düşünmekle mümin olunduğunu? Dinin böyle bir bakış açısı/varlık algısı da içerdiğini biliyor mu Leman Sam? Muhtemelen bilmiyor ve kendi varlık algısını bir müslümanın üzerine koyarak, onu öyle olmaya mahkum ederek, zalim benzetmeler kuruyor. Mesela diyor ki: Benim dünya algımda ancak herkes kendinin sahibidir. Herkes kendisinin olduğu için yaşam hakkı kutsaldır. O halde bir suça karışmadığı halde, masum kaldığı halde canı alınamaz. Canını alan, bunu, kendi keyfi ve sadistik tatmini için yapmıştır. Bu sadistik tatmin elbette o insanın sadist olduğunu gösterir. Müslümanlar kurban kestiklerine göre sadistler. Sadistler de elbette insan kafası keser. IŞİD'leşmesi şaşırtmaz.

Ne kadar güzel geldi buraya kadar değil mi mantık? Hiçbir sorunu da yokmuş gibi. Fakat öyle değil. İlk adımında yanlış var bu yürüyüşün. Dansa yanlış ayakla başlayanın toparlaması zor. "Herkes kendinin sahibidir..." Bir müslümanın mülke bakışı öyle değildir ki. Bir mümin için mülk Allah'ındır. Dilediği gibi tasarruf eder. Kendi hayatı da dahil olmak üzere bütün hayatlar Onundur. Yaşam hakkı, tüm hayatlar Onun sanatı olduğu için kutsaldır, kendi mülkü olduğu için değil. İnsan nefsine dahi zulmedemez, haddini aşamaz.

Bediüzzaman'ın 26. Söz'deki örneklemesiyle; terzi Odur, model birey birey bütün varlıklardır. Terzi, modeli kiraladıktan sonra, elbiseyi biçerken istediğini yapabilir. Oturur kaldırır, bollaştırır daraltır, istediği rengi istemediği rengin yerine yerleştirir, hakkı Ondadır. Model diyemez ki: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun."

Bu nedenle bir müslüman hayata da, hayatın başına gelen herşeye de güzel bakar. Çünkü nihayetinde Ondan gelinir ve Ona dönülür. Hastalık, musibet, ölüm, savaş... Bütün bu 'sureten siyah' tabloların içinde bir müminin gördüğü 'hikmeti bembeyaz terzinin' varlığıdır. Bir terzi onu oturup kaldırmaktadır. Elbisesini veya rızkını daraltıp bollaştırmaktadır. Yine bu nedenle "Birşey ya bizzat güzeldir veya neticesi itibariyle güzeldir." Müminin gözü böyle görür âlemi. Böyle gördüğü için de böyle hükmeder. "La ilahe illallah!" yalnızca 'La ilahe' değildir, aynı zamanda 'illallah'tır.

Bu kısım önemli, çünkü müminin günah/sevap algısı da bu mülk algısının üzerine bina edilmiş. Kürtaj gibi bir cinayete "Benim bedenim benim kararım!" diye destek verenlere müminin aynı stilde verebileceği cevap şudur: "Allahın bedeni, Onun emri." Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi ismiyle meşhur, 30. Söz'ü 'emanet ayeti' ve o ayetten hareketle insanın mülk algısı üzerine inşa etmesi boşuna değil. Allah'ı bilmek için verilen 'mülk edinebilme yeteneği/vehmi' eğer yanlış kullanılırsa, Allah'ı bilme önündeki en büyük engele dönüşebilir. En görünmez silahı ise şefkat olur. Terzi ve model misalini verdiği kısma "Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım!" diye başlaması, bunun içindir. Allah'ın mülkünü Allah'tan alıp başkalarına veriyorsan, bunu hislerin en masumu şefkat ile de yapsan, yaptığın masum değildir. Çünkü insan, bazen şefkatiyle de sınanır. Tıpkı öfkesiyle, hasediyle, kibriyle, kıskançlığıyla sınandığı gibi.

Kur'an'da geçen, Bakara sûresinin 'bakara' ismiyle anılmasının da sebebi olan Hz. Musa kıssasını hatırlayalım. Bir çocuk, amcaları tarafından katledilir mirasına konmak için. İsrailoğulları bu çocuğun katilinin bulunması için Hz. Musa'ya gelirler. Hz. Musa, Allah'a dua eder. Ve Allah, İsrailoğulları'na bir inek kesmelerini emreder. (İneğin kemiğiyle dokunulduğunda çocuk canlanacak ve katillerini söyleyecektir.) Tam bu noktada Kur'an, onların tereddütlerini anlatır bize. İyice tarifini isterler, bulamıyoruz diye bahane ederler. Daha ayrıntılı bilgi gelir. Daha da diretirler. Daha da ayrıntılı bilgi vahyolunur. En sonunda öyle bir hayvan tarif edilir ki, işte budur demek mecburiyetinde kalırlar. Ve keserler. Fakat ayet onların halet-i ruhiyesini şöyle tarif eder: "Neredeyse kesmeyeceklerdi!"

Neden kesmemekte direndi İsrailoğulları? Bunun cevabını Bediüzzaman, 20. Söz'de, Eski Mısır teolojisinin tarım hayvanlarına kutsallık atfetmesine ve İsrailoğullarının da orada yetişmelerinden ötürü bu sığır-tapıcılıktan etkilenmelerine bağlıyor. Hatta Hz. Musa'nın Tur'a çıkışının ardından, Samiri'nin değerli madenlerden yaptığı buzağıya tapmaları da (icl hadisesi diye bilinir) bu görüşü destekliyor. Va vahiy, aslında onlara bu ineği kestirmekle bakar-perestliğin, yani sığır-tapıcılığının boynuna bıçağı vuruyor. İnsan, kesip etini yediği hayvana tapamaz. Kutsamak aynı zamanda onu 'dokunulmaz' kılmaktır. (Bugün Hindistan'daki örneklerinde olduğu gibi.) Bakara kıssasının içinde bu ders de var.

Şimdi bu pencereden Leman Sam'a ve twitine bakın. Müslümanlar neden kurban kesiyor, bir tefekkür edin. Hatta zekat gibi, namaz gibi, hac gibi ibadetleri de böyle bıçaklar olarak düşünün. Zekat, mal-perestliğe vurulan bir bıçak; namaz, zaman-perestliğe vurulan bir bıçak; hac, mekan-perestliğe vurulan bir bıçak; oruç, rızık-perestliğe vurulan bir bıçak. Allah, kendisine ne kadar kul olduğumuz yalnızca herşeyi Ondan bilmemizle sınamıyor. Aynı zamanda istediğinde geriye vermemizle de deniyor bizleri. Tevbe 111'in dediği gibi: "Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır." Satamıyorsan, zarardasın.

Peki, kurban kesenler şefkatsiz insanlar mı? Kesinlikle hayır. Üç örneğim var bu konuda. Birincisi babam. Babam ki, yarım kasap sayılırdı, hayvanlara şefkatinden incitmeye çekinir, vuranlara öfkelenirdi. Hayatı boyunca çobanlık/hayvan bakıcılığı yaptı. İstanbul'a göçtüğümüzde bıraktı hayvanlara bakmayı. Fakat o zaman bile kurban kesimleri sırasında yaşananları izlerken hayvanlara eziyet edildiğini görürse öfkeyle bağırırdı. Televizyonda görse televizyona bağırırdı. Biz onun beslediği hayvanlardan birisine vuracak olsak, bize kızardı, ki babamın ömründe pek az sinirlendiğini söylemeliyim. Kurban kesiyordu. Beraber kesmişliğimiz de var. Masumiyetleri konusunda hiçbir şüphesi yoktu. Ama mülk Allah'ındı. İsterse, kesmek lazımdı. Çünkü Allah'tan bilmek kadar, Allah istediğinde vermek de kulluktu ona göre. Şefkatinin kulluğunun önüne geçmesine izin vermiyordu. Allah, kabrini pür-nur etsin. Fatihanıza vesile olsun.

İkinci örneğim, Önder abi. Beraber büyüdük sayılır. Şu an bir kesimhanede çalışıyor hâlâ. Babam hayvanlara bakarken, babama çok heves ettiği için ve hayvanları da çok sevdiği için, o da bir nevi hayvancılığa başladı. Şimdi, her memleket ziyaretimde bana düzenli bir şekilde şikayet ettiği şey şudur: "Dayanamıyorum. Bırakacağım bu işi. Hayvanlar gözüme bakarsa, içim yanıyor." Fakat yine de bırakamıyor. Çünkü işini onun kadar iyi, temiz ve acısız yapan yok. Başkalarına bıraktığında hayvanlara eziyet edilmesinden korkuyor. "Beceremiyorlar, süründürüyorlar" diyor. Bu adamın, tüm merhametine rağmen, hayvanlara eziyet eden birini elleriyle boğabileceğini söyleyebilirim. Ona da sorsanız cevabı aynı: "Allahın emri, Allahın mülkü."

Üçüncü örneğim, eniştem: Eniştemin durumu daha da başka, çünkü beslemediği çok az hayvan türü kalmış. Bir sürü güvercini var, işyerinde duruyorlar ve çocuğu gibi ilgileniyor onlarla. Sonra hem işyerinde hem evinde akvaryumu var ki, bizzat kendisi ilgilenir. Bir keresinde kaza eseri hepsi öldüğünde günlerce nasıl üzgün olduğunu ve bahsi her açıldığında yüzünün nasıl asıldığını hatırlıyorum. Onun da kurban kesmesinin hikayesi şöyle: "Baktım dedemin gücü yetmiyor, hayvana eziyet oluyor, ben alıp kestim." Kesmesinin sebebi kesmeyi sevmesi değil. Hayvanın acı çekmemesi, ama ona da sorsanız cevabı aynı: "Allah emrediyor, ben kimim ki Allah'ın emrine karşı geleyim?" Bediüzzaman'ın ifadesinden mülhem bu cümleyi şöyle değiştirebilirim. "Ben kimim ki, Allah'tan fazla şefkat edeyim? Allah emrediyorsa, şefkatimi ondan ileriye götüremem." Şeriat, kuvveleri gittikleri yere kadar salmak değil, hadd-i vasatta tutmaktır.

Yani Leman Sam, senin sorunun bıçakta, hayvanda değil; bakış açında. Bizi bilmiyorsun ki, bizim ne yaptığımızı/duygularımızı anlayasın. Bir aşçı, tıp konusunda konuşmaya ne kadar hak sahibiyse, senin de din hakkında konuşmaya o kadar hakkın var. Şefkatimizi, insanlığımızı sınamak ise, haddin değil. Peki, İslam'ı sınamak? Ağzına almaya hakkın yok senin. Çünkü o ağız başka şeyler söylemeye alışmış. Allah'ı bilmemiş ki, Allah'ın emrettiğini bilsin. Çamlıbel'in bir şiirinde söylediği gibi: "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar."

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kurban, ama neden?

"(Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. 'İşte şimdi gerçeği anlattın' dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi." Bakara sûresi, 71.

Biz küçükken “Kurban kesimi esnasında çocuklarınızı uzakta tutun!” tarzında uyarılar olmadığından izlerdik. Çoğunlukla meraklı gözlerle izlemişimdir. Ama bir keresinde evsahibimiz Ali amcanın (Allah gani gani rahmet eylesin) birkaç gündür beslemekte ve oynamakta olduğumuz koçu kesişine dayanamamış, tüm çocuklar ağlamıştık. O zaman Ali amca bize şöyle demişti: “Üzülmeyin evladım, şükredin. Onlar kendini feda ediyor. Eğer onlar kesilmeseydi, siz kesilecektiniz.”

Bu cümleler aklımda, büyüdüm. Camiye gittiğimiz vakitler, hocaefendiler, Ali amcanın aslında ne söylemek istediğini daha etraflıca ifade ettiler. Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.) kıssasını, Hz. İsmail tam kesilecekken bıçağın tersyüz olmasını ve Hz. Cebrail’in (a.s.) bir koçu onun yerine getirişini naklettiler. Ve eklediler: “İşte bugün kestiğimiz kurbanlar da o gün yaşananların bir nevi tekrarıdır. Evlatlarımızın yerine Allah bu kurbanları istiyor bizden. Eğer o kurbanlar olmasa, belki bugün bile çocuklarımızı kurban ediyor olacaktık.”

Şu kulaklar, yaşadığı yıllar boyunca yalnız bu izahı duydu kurban konusunda. Evet, kurbanın pekçok hikmeti vardı. İnsanlar yardımlaşıyor, fakirler hatırlanıyor, toplum kaynaşıyordu. Ama başka türlü de sağlanamaz mıydı bu?

Orada hâlâ bir boşluk hissediyordum. Kurban hadisesini yıllar boyunca Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.) ekseninde anlatanlar sanki gönlümdeki o boşluğu dolduramıyorlardı. Hatta (yaşanmış bir olaydan sinemaya aktarılan) Tarık Akan’ın başrolünü oynadığı Adak filmini izledikçe daha bir kötü oluyordum. Daralıyor, daralıyordum: “Allahım ne olur bir cevap!” diye inliyordum. Bu böyle sürüp gitti. Ta ki, Yirminci Söz’ü, Kenan Demirtaş ağabeyden ders alana kadar.

Yirminci Söz’ü okuyanlar bilirler. Kur’an’daki kıssaların ve bize garip gelebilecek benzetmelerin hikmetini anlatır o güzel söz. Onların alelade hikayecikler olmadığını, her birinin bütün zamanlara, mekanlara ve insanlara hitap eden kanunların uçları mesabesinde olduğunu söyler. Hatta Kenan ağabey o kısmı anlatırken Newton’un başına düşen elma hikayesini kullanır ve eklerdi: “Bizim için bir insanın kafasına elma düşmesi hadisesi sıradan birşeydir. Ama Newton’un başına elma düşmesi hadisesini her kime anlatsanız, azıcık fiziğe dair malumatı varsa, aklına hemen yerçekimi kanunu gelir. Yani o kıssa yerçekimi kanunun ucu olmuştur. İşte Kur’an kıssalarında böyle çok kanunlar var.”

Ve ondan sonra İkinci Nükte. Yani Hz. Musa’nın kavmine 'bir sığır kesmelerini emretmesi' hadisesinin arkaplanı. Bakara suresinin sırrı. Ucu gösterilmiş o kanun. Ve o kanunda inkişaf eden kurbanın hikmeti. Evet, benim içimde “Neden kurban kesiyoruz?” sorusunun cevabı, ancak o nükteyi okumakla berraklaştı. Ne yalan söyleyeyim, bana kurbanın hikmetini Hz. İbrahim efendim değil, Hz. Musa efendim anlattı.

Demek ki insanda rağbet ettiği veya muhtaç olduğu şeye tapma hissi vardı. Mısırlılar da o devirde ziraat için sığırlara muhtaç olduklarından, onlara duydukları muhabbet tapma seviyesine varmıştı. Aynı topraklarda yaşayan İsrailoğullarına da bu hastalık bulaşmıştı. Ve Hz. Musa (a.s.) hikmetli bir olayın neticesinde onlara bir sığır kestirerek kalplerinde o hayvanlara tapmak derecesine varan sevgiyi kesip atmıştı. Atmıştı ki, Samiri’nin yaptığı o buzağı heykelinden sonra bir daha İsrailoğulları hayvanlara tapmadılar.

Demek kurban bunun için vardı. İnsanın kalbinde ziyade sevgisiyle tapmak derecesine gelebileceği bir mahluku öldürmesiyle aslında o hayvan değil, kalbindeki put devriliyordu. Seciyesinde ortayı çıkmayı bekleyen bir hastalık ilaç buluyordu. Hem bu yönden düşününce belki zekat da mal hırsının boynunda bir bıçaktı. Namaz da bir günde hayatperestliğe/zamanperestliğe vurulmuş beş bıçaktı. Oruç da nefisperestliğimize bir ay satır çalıyordu. Hac da mekanperestliğimize kılıç vuruyordu, vesaire.

Her birisi aslında bir hikmete binaen aşırılıklarımızı törpüleyen, sınırlarından taşmaya meyyal olan fıtratımıza haddini bildiren şeylerdi. Ve ancak nükteyi okuduktan sonra kalbim böylesi bir itminana erdi. Bediüzzaman’ın ibadetlere dair şu sözünü de anlamamı sağladı bu nükte: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın.”

Evet, hakikaten de ben muhtacım o ibadetlere. Her birinin bana öğrettiği, bende sınırladığı ham yanlar var. Gariptir, ben Bediüzzaman’dan başka kurban hadisesini böyle ele alan duymadım. Vardır belki de ama okumadım. O yüzden bu nükteyi, kurbanın hikmetini anlama ve anlatma noktasında da kıymetli buluyorum. Bugün Hindistan gibi yerlerde hâlâ hayvanlara tapan, kutsal sayan insanlar varsa sanıyorum biraz da bu sırdan nasiptar olamayışlarından. Kimbilir? O bölgelerde kurban bayramlarında yaşanan tartışmalar sanıyorum biraz da bunun altını çiziyor.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...