"Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) 'Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz!' diye hüküm indirmiştir..." (Nisa sûresi: 4/140)
Kısacık da olsa bu konuya değinmeden geçemeyeceğim: Yılmaz Özdil, 'yağmur duasıyla alay etmesi' üzerinden başlayan tartışmada, mevzuyu çok başka yerlere çekmeye çalışıyor. Kaçak güreşiyor. Hatta yazılarından birisinde "Camiye almazsan, cemevinden kaldırırlar, müsterihim..." gibi bir cümle kurdu. Hoş, ona bu cümleyi kurmasında yardım edenler de oldu ya, neyse. Meselenin o kısmına çok girmeden burada çevrilen bir muğalataya dikkatinizi istirham edeceğim. Nedir? Özdil'in bireysel hatasıyla başlayan süreci 'mezhep çatışmasına' dönüştürmek istemesidir. Yani? Yani sanki Ebubekir Sifil Hoca malum uyarısını kendisine değil de alevilere yapmış gibi lansesidir. Halbuki, takip edenler bilirler, Ebubekir Hoca'nın gösterdiği haklı tepkide hiç böyle bir yan yoktur. Mevzuun merkezi bellidir.
Hatta, ihtiyacı yok ama, haklı tepkisinde Ebubekir Hoca'ya, değil yalnız sünniler, hem aleviler hem de sair din mensuplarının destek olması gerekirdi. Çünkü, yalnız sünnilikte değil, bütün manevî öğretilerde duayı ehemmiyetli bir parçaları sayıyorlar. Önemsiyorlar. Kime dua ederlerse etsinler. Neye tapınırlarsa tapınsınlar. Kudsîyetini itikadlarınca kabulleniyorlar. Sözgelimi: Özdil, bu alayı Türkiye'de değil de Roma'da etseydi, mevzu 'yağmur duası' değil de 'katolik ayini' olsaydı, Vatikan'dan tepki almaz mıydı? Alırdı. Hem de sağlam alırdı. Dindarlığı benimseyen her birey duanın hukukunu savunur çünkü. Dini ne olursa olsun. Hatta hatırlarsınız: Charlie Hebdo hâdisesi sonrasında, papa, yaptığı açıklamayla seküler dünyayı bir hayli şaşırtmıştı. Demişti ki: "Eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir. Provokasyon yapmak, başkalarının inancına hakaret etmek, doğru değildir."
Şimdi nasıl oluyor da, aleviliğin de yadsınamaz parçası olan duayı 'alay edilir bulan' birisi, alevilik kalkanına saklanabiliyor? Onları kendisine siper edebiliyor. Bir de aymazlıkla mevzuu 'mezhep çatışması' gibi gösterebiliyor? Tevbe-hâşâ! Aleviler Allahsız mı? Dua etmiyorlar mı? Cenazelerini çukura atar gibi mi gömüyorlar? Üstüne Fatiha bile olsun okumuyorlar mı? Doğrusu, yakınlarımın cenazeleri sebebiyle gittiğim cemevlerinde, böyle bir havaya hiç rastlamadım. Ki ben de alevi kökenli birisiyim.
Toparlarsam: Özdil'in bu taktiksel tutumuna CHP kardeşliği üzerinden alevilerin sahip çıkması, en azından teolojik anlamda, doğru bir tavır değil. Ne kadar ihtilaf noktaları olursa olsun, Özdil'i sünnilerle birlikte uyarması gerekenlerdendiler, çünkü din-diyanet sahibiydiler. Üstelik Özdil'in mevzuu alevi-sünni zeminine çekmesine de iyi gözle bakmamalıydılar. Zira zaten konunun böyle bir bidayeti yoktu. Böyle bir noktadan başlamamıştı. Bu tıpkı, yukarıdaki misalden istifade edersek, Charlie Hebdo baskınından sonra papanın çıkıp "Hristiyanlara karşı düşmanlıklarından dolayı müslümanları kınıyorum!" demesi gibi birşey olurdu. Halbuki ne alaka? Charlie Hebdo müslümanlarla bir alay ediyorsa hristiyanlarla beş alay ediyor. Papanın bu dille olaya dahil olmasının beklenir miydi?
Hiç unutmam: Danimarka'yla karikatür krizinin yaşandığı dönemde bir etkinliğe katılmıştım. Sunum yapanlardan birisi de bir Vatikan görevlisiydi. Sunumlar bitip de seyirciyle soru-cevap faslına geçilince karikatür meselesi hemen gündem oldu. Katılımcılar "Avrupa'da neden müslümanlara böyle eziyet edildiğini..." sordular. O görevli, gayet bağrı yanık şekilde, şu manada birşeyler söyledi: "Siz daha ne gördünüz ki! Ateistlerin asıl bizim başımıza getirmedikleri kalmadı. Ne papanın onurunu sayıyorlar, ne Meryem'in, ne de İsa'nın. En çirkin şekillerde bütün kutsallarımızla alay ediyorlar. Sizden önce biz yılgınız. Bıkmışız. Yani, bunu yapanlar hristiyanlar değil, ateistler. Onlar da zaten herkese saldırıyorlar."
Ben şimdi Bediüzzaman'ın "Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar..." şeklinde tarif ettiği alevilere seslenmek istiyorum: Neden bu meselede kalkanlık ediyorsunuz? Özdil'i uyarsanız da böyle mevzularda cak-cuk etmese daha hayırlı değil mi? Hem şunu da unutuyorsunuz: Sekülerizm sünnilerle işini bitirdiğinde dönüp gitmez. Bin yıllık camileri ahıra çevirenler cemevlerine acır mı sanıyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Allah aldanışınızı yaşatmasın. Âmin.
Yılmaz Özdil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yılmaz Özdil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Ocak 2021 Cumartesi
27 Aralık 2020 Pazar
Tutma, ey Cibali Baba, çünkü mücahid güllesidir!
Bugün twitterda bir sualle karşılaştım. Aslında bir sual değildi. Cevaptı. Daha doğrusu: Sual cevabını da dayatıyordu. Malumunuz: Eğer bir sual cevabını da öğretiyorsa ona 'merak'tan çok 'mühendislik' gözüyle bakmak gerekir. Ne mühendisliği? İnsan mühendisliği. Düşünce mühendisliği. Sosyal mühendislik. Yani arkadaşım bu bir nevi sufle vermektir. "Bu soruya şu şekilde cevap vereceksin ha. Sakın başka cevap arama. Hadi bakalım koyunum. Bu da sana yeni oyunum..." tarzı bir endoktrinasyondur. Basit zihinlere çabuk tesir eder. Fakat kendi 'acaba'larınızı üretebilen bir beyne sahipseniz böylesi dayatmalara cevabınız şöyle olur: "Cevabın burada aranması gerektiği ne belli? Belki de bu sorunun başka bir cevabı vardır ha? Ne dersin?"
Evet. Herkes aynı kaval sesinin peşine düşmüş gidiyor: "Din istismarcıları yüzünden bu toplumda deizm-ateizm artıyor bla bla..." Kavala kim üflüyor? Soran yok. Azıcık daha kurcalasanız, mesela, deseniz: "Kim efendim o istismarcılar?" Hemen ehl-i sünnet ulemayı saymaya başlıyorlar. "Yahu, ötekiler de kitap satıyor, seminer veriyor, program program geziyorlar?" deyu soracak olsanız, el-Aman. Sakın. Aaaa! Nasıl böyle birşey dersiniz? Hiç onların yaptığı ile şunlarınki bir mi? İslamoğlu'nun, Özdil'in, Saymaz'ın sattığı ile Cübbeli Hoca'nın sattığı eşitlenir mi? Cık, cık, cık. Sizin meseleyi anlayamadığınız hemen belli oluyor canım.
Yani efendim, bu ülkede, ömür verdikleri ihtisas alanları üzerinden geçimini sağlamaya cür'et eden (başka nasıl kazanacaklarsa) sadece 'ehl-i sünnet uleması' oluyor. Ne doktorlar doktorluktan, ne fizikçiler fizikten, ne akademisyenler akademisyenlikten, ne de bilmem kim bilmem neyden para kazanmıyor. Yok. Hayır. No. Hepsi eğitimlerini Allah yoluna, vatan uğruna, halkın rızasına adamış (hey maşaallah) geceleri çöplerden topladıkları çürük meyveleri yerken, ah bu gelenekçiler, yağlı pilavları götürüyorlar. Yalnız götürmekle kalsalar efendim, bir de halkı 'kutuplaştırıp' duruyorlar, 'din jandarmalığı' yapıyorlar. Yaaa!
Halbuki, bakınız, Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı'nın son döneminden bugüne 'bir bütün olarak' yaşadığımız şu hazin bozulmayı nereye bağlıyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."
Dur bakalım. Aaa! Mürşidim bugünkü bozulmanın "Geliyorum!" seslerini daha evvelden mi okumuş? Galiba öyle. Peki esbabını neye bağlamış? 'Din istirmarcılarına' öyle değil mi? Hatta belki Cübbeli Hoca'yı falan görünüşüyle bile tarif etmiştir. Yehu! Ne? Kendisinin görünüşü de mi onlara benziyordu? Yapma yahu! Ah. Of. Püf. Kimi suçlayacağız peki? Hürriyetçileri mi? Ne? Olamaz! Modern zamandayız. Böyle suçlamaları kaldıramayız. Özgürlüğün kötülük getirebileceğini 'bazı' takyidiyle dahi inanamayız. Üf. Tüh. Peh. Neyse. Biz yine suçu 'gelenekçilere' atacağız dostum. Cübbeyi-sarığı-sakallıyı suçlayacağız. Onları dövmek kolay çünkü:
"Batsın kutuplaşma. Yansın din jandarmaları. İslam'ın sınırlarını hatırlatanlar kaybolsun! Bu dinde herşeyin caiz olmadığı zikredenler kahrolsun! Hârim-i İslam yolgeçen hanına dönsün. Ancak bu yumuşaklıktır ensemizi seküler tokatlardan kurtaracak. Belki teslim olursak tecavüze uğramayız."
Acaba? Acaba uğramaz mıyız? Yahut da teslim oluşun kendisi zaten bizatihi tecavüz mukaddimesi midir? Arkadaşlar, ben, böylesi arızalı tutumların şöyle bir yanlış kanaatten kaynaklandığını düşünüyorum: İslam'da cihadın bittiği sanılıyor. Hayır. Asla. İslam'da cihad bitmez arkadaşlar. Kıyamet kopana kadar bu cihad devam edecek. Maddisi olmazsa manevisi olacak. Tebliği olmazsa tedbiri olacak. Fakat imtihan sürüp gidecek. Kur'an'da, sünnette, kısacası dinde, 'yakîn gelinceye kadar' sınanacağımız hiçbir hususta bu kavga bitmeyecek. Yalnız yöntemler-usûller-şekiller değişecek. Beden ne kadar değişse de ruhu bâki kalacak.
Aleyhissalatuvesselam bu dinin 'tenzili' için cihad etti. Hz. Ebubekir radyallahuanh dönemindeki irtidat hâdiselerine karşı 'tevil' cihadında bulundu. Ömer radyallahuanh ile Osman radyallahuanh hidayetin tüm dünya coğrafyasına ulaşması uğrunda 'tebliğ' cihadı ettiler. Sonra yine bulutlanmalar oldu. Şah-ı Merdan Ali radyallahuanh meydana çıktı. Yine bir 'tevil' cihadı başladı vs... (Allah cümlesini hayırlarla mükâfatlandırsın.) Büyük resimde görünense şuydu: Evet. Bu ümmetin bir daha 'tenzil' için cihad etmesine gerek yoktu. Allah dinini tamamlamıştı. Vahiy bitmişti. Ancak 'tebliğ' ve 'tevil' cihadları kıyamete kadar sürecekti. Dört Halife döneminde bu cihadların varolması 'kıyamete kadar da süreceklerinin' belirtisiydi. Çünkü sahabe tecrübesi bu ümmetin hayatının özeti gibidir. Misal-i musağğarıdır. Her hususta rehberidir.
Gerçi sonraki dönemlerde daha belirgin bir 'görev paylaşımı' olduğu söylenebilir. Mesela: Cihadın maddisinden sorumlular başkalarıdır. Ordudur. Manevisinden sorumlu başkalarıdır. Ulemadır. O manevi cihad içinde 'mübelliğ' görevi başkalarındadır. 'Murabıt' görevi başkalarındadır. Yani, kimisi yeni toprak kazanırlar, kimisi sınırları korurlar. 'Kazanma' mesleğindekiler nisbeten yumuşakçadır. 'Koruyucuların' üslûbu uyarıcıdır. 'Kazanma mesleği'nde gidenler muhataplarına karşı 'tolere edici' tavırlar takınırlar. Fakat 'koruyucular' sapmalar konusunda cidden hassastırlar. Çünkü mücadele verdikleri alan dinin, akidenin, amelin 'seleften tevarüs ettiği kemalde/saflıkta muhafazası'dır. Elbette müdebbir hali mübelliğden başkadır.
Denî bir misal olmakla birlikte şöyle diyebiliriz: Bir AVM'nin, güvenliği başka hassasiyetler gösterir, pazarlamacısı başka hassasiyetler gösterir. Pazarlamacı ister ki: Hasbelkader birşey alabilecek herkes içeri dolsun. Gönlünce takılsın. Canı sıkılmasın. Sıkılmasın ki satışlar da iyi olsun. Bereketlensin. Fakat güvenlik böyle davranamaz. O satıştan ziyade asayişten sorumludur. Elbette herkesi içeri almaz. Üzerlerini arar. Tavırlarına karşı daha dikkatli olur. Bazen aykırı davranışlarda gördüklerini cebirle dışarı atar. Onun hali öyledir. Bunun hali böyledir. Ve bu ikisi birarada olmazsa AVM'de denge sağlanmaz. İstikamet ikisinin de olmasındadır. Bu tıpkı insandaki 'kuvve-i şeheviye' ile 'kuvve-i gadabiye' dengesine benzer. Her neyse...
Nihat Hatipoğlu Hoca'nın Ebubekir Sifil Hoca'ya yaptığı eleştirileri okurken de bu misal hatırıma geldi. Öncelikle: Kim ki İslam'ın saadetine sa'yederse onun duacısıyım. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'ya eleştirisinde Nihat Hoca'nın cidden hataya düştüğünü düşünüyorum. Ebubekir Hoca murabıttır. Sizse mübelliğsiniz. Mesleğinize sa'y edebilirsiniz. Fakat istikametin tek öğesi sanırsanız fena aldanırsınız. Hatta sizin programlarınızı takip eden bir yakınım şöyle bir yargıda bulunmuştu: "Nihat Hoca'ya 'Şu-bu helal mi?' diye birşey soruyorlar. O kadar çok laf çeviriyor ki... Bitirdiğinde bence kimse yargısından emin olamıyor. Soru olduğu gibi kalıyor. Ne tam 'helal' diyebiliyor ne de tam 'haram' diyebiliyor. Herkes istediğini alıyor."
Konu dallandı-budaklandı. Toparlamayı deneyeyim: Mübelliğler murabıtları 'kutuplaştırmakla' suçlarlarsa kıvamımız kaçar. Özdil güler. Öz-bir kardeşin ağlar. Kimin akidesi kimin cebinde belli olmaz. Mübelliğ işine bakıp murabıtın mesleğine hürmet duymalıdır. Bu sınırlar bekçisiz kalırsa düşmanın nerelere hücum ettiğini kimse göremez. Mübelliğ hiç sezemez. Hele ki ahirzamanda! Ebubekir Hoca ve emsali, Allah onları hayırla mükâfatlandırsın, bir sınır nöbeti tutuyorlar. Düşmanın uyumadığı yerlerde onlar da göz kırpmıyorlar. Nöbetçinin tavrı elbette teşrifatçı tavrı gibi olmaz. Haşin olur. Celal görünür. Nihat Hoca eğer hasma uyup ordusunun sınır karakollarına savaş açarsa hârim-i ismetini telef eder. Cenab-ı Hak cümle ulemamızın gözlerini istikamete açsın. Murabıtta 'dikkat'i mübelliğde 'rikkat'i eksik etmesin. Âmin. Âmin.
Evet. Herkes aynı kaval sesinin peşine düşmüş gidiyor: "Din istismarcıları yüzünden bu toplumda deizm-ateizm artıyor bla bla..." Kavala kim üflüyor? Soran yok. Azıcık daha kurcalasanız, mesela, deseniz: "Kim efendim o istismarcılar?" Hemen ehl-i sünnet ulemayı saymaya başlıyorlar. "Yahu, ötekiler de kitap satıyor, seminer veriyor, program program geziyorlar?" deyu soracak olsanız, el-Aman. Sakın. Aaaa! Nasıl böyle birşey dersiniz? Hiç onların yaptığı ile şunlarınki bir mi? İslamoğlu'nun, Özdil'in, Saymaz'ın sattığı ile Cübbeli Hoca'nın sattığı eşitlenir mi? Cık, cık, cık. Sizin meseleyi anlayamadığınız hemen belli oluyor canım.
Yani efendim, bu ülkede, ömür verdikleri ihtisas alanları üzerinden geçimini sağlamaya cür'et eden (başka nasıl kazanacaklarsa) sadece 'ehl-i sünnet uleması' oluyor. Ne doktorlar doktorluktan, ne fizikçiler fizikten, ne akademisyenler akademisyenlikten, ne de bilmem kim bilmem neyden para kazanmıyor. Yok. Hayır. No. Hepsi eğitimlerini Allah yoluna, vatan uğruna, halkın rızasına adamış (hey maşaallah) geceleri çöplerden topladıkları çürük meyveleri yerken, ah bu gelenekçiler, yağlı pilavları götürüyorlar. Yalnız götürmekle kalsalar efendim, bir de halkı 'kutuplaştırıp' duruyorlar, 'din jandarmalığı' yapıyorlar. Yaaa!
Halbuki, bakınız, Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı'nın son döneminden bugüne 'bir bütün olarak' yaşadığımız şu hazin bozulmayı nereye bağlıyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."
Dur bakalım. Aaa! Mürşidim bugünkü bozulmanın "Geliyorum!" seslerini daha evvelden mi okumuş? Galiba öyle. Peki esbabını neye bağlamış? 'Din istirmarcılarına' öyle değil mi? Hatta belki Cübbeli Hoca'yı falan görünüşüyle bile tarif etmiştir. Yehu! Ne? Kendisinin görünüşü de mi onlara benziyordu? Yapma yahu! Ah. Of. Püf. Kimi suçlayacağız peki? Hürriyetçileri mi? Ne? Olamaz! Modern zamandayız. Böyle suçlamaları kaldıramayız. Özgürlüğün kötülük getirebileceğini 'bazı' takyidiyle dahi inanamayız. Üf. Tüh. Peh. Neyse. Biz yine suçu 'gelenekçilere' atacağız dostum. Cübbeyi-sarığı-sakallıyı suçlayacağız. Onları dövmek kolay çünkü:
"Batsın kutuplaşma. Yansın din jandarmaları. İslam'ın sınırlarını hatırlatanlar kaybolsun! Bu dinde herşeyin caiz olmadığı zikredenler kahrolsun! Hârim-i İslam yolgeçen hanına dönsün. Ancak bu yumuşaklıktır ensemizi seküler tokatlardan kurtaracak. Belki teslim olursak tecavüze uğramayız."
Acaba? Acaba uğramaz mıyız? Yahut da teslim oluşun kendisi zaten bizatihi tecavüz mukaddimesi midir? Arkadaşlar, ben, böylesi arızalı tutumların şöyle bir yanlış kanaatten kaynaklandığını düşünüyorum: İslam'da cihadın bittiği sanılıyor. Hayır. Asla. İslam'da cihad bitmez arkadaşlar. Kıyamet kopana kadar bu cihad devam edecek. Maddisi olmazsa manevisi olacak. Tebliği olmazsa tedbiri olacak. Fakat imtihan sürüp gidecek. Kur'an'da, sünnette, kısacası dinde, 'yakîn gelinceye kadar' sınanacağımız hiçbir hususta bu kavga bitmeyecek. Yalnız yöntemler-usûller-şekiller değişecek. Beden ne kadar değişse de ruhu bâki kalacak.
Aleyhissalatuvesselam bu dinin 'tenzili' için cihad etti. Hz. Ebubekir radyallahuanh dönemindeki irtidat hâdiselerine karşı 'tevil' cihadında bulundu. Ömer radyallahuanh ile Osman radyallahuanh hidayetin tüm dünya coğrafyasına ulaşması uğrunda 'tebliğ' cihadı ettiler. Sonra yine bulutlanmalar oldu. Şah-ı Merdan Ali radyallahuanh meydana çıktı. Yine bir 'tevil' cihadı başladı vs... (Allah cümlesini hayırlarla mükâfatlandırsın.) Büyük resimde görünense şuydu: Evet. Bu ümmetin bir daha 'tenzil' için cihad etmesine gerek yoktu. Allah dinini tamamlamıştı. Vahiy bitmişti. Ancak 'tebliğ' ve 'tevil' cihadları kıyamete kadar sürecekti. Dört Halife döneminde bu cihadların varolması 'kıyamete kadar da süreceklerinin' belirtisiydi. Çünkü sahabe tecrübesi bu ümmetin hayatının özeti gibidir. Misal-i musağğarıdır. Her hususta rehberidir.
Gerçi sonraki dönemlerde daha belirgin bir 'görev paylaşımı' olduğu söylenebilir. Mesela: Cihadın maddisinden sorumlular başkalarıdır. Ordudur. Manevisinden sorumlu başkalarıdır. Ulemadır. O manevi cihad içinde 'mübelliğ' görevi başkalarındadır. 'Murabıt' görevi başkalarındadır. Yani, kimisi yeni toprak kazanırlar, kimisi sınırları korurlar. 'Kazanma' mesleğindekiler nisbeten yumuşakçadır. 'Koruyucuların' üslûbu uyarıcıdır. 'Kazanma mesleği'nde gidenler muhataplarına karşı 'tolere edici' tavırlar takınırlar. Fakat 'koruyucular' sapmalar konusunda cidden hassastırlar. Çünkü mücadele verdikleri alan dinin, akidenin, amelin 'seleften tevarüs ettiği kemalde/saflıkta muhafazası'dır. Elbette müdebbir hali mübelliğden başkadır.
Denî bir misal olmakla birlikte şöyle diyebiliriz: Bir AVM'nin, güvenliği başka hassasiyetler gösterir, pazarlamacısı başka hassasiyetler gösterir. Pazarlamacı ister ki: Hasbelkader birşey alabilecek herkes içeri dolsun. Gönlünce takılsın. Canı sıkılmasın. Sıkılmasın ki satışlar da iyi olsun. Bereketlensin. Fakat güvenlik böyle davranamaz. O satıştan ziyade asayişten sorumludur. Elbette herkesi içeri almaz. Üzerlerini arar. Tavırlarına karşı daha dikkatli olur. Bazen aykırı davranışlarda gördüklerini cebirle dışarı atar. Onun hali öyledir. Bunun hali böyledir. Ve bu ikisi birarada olmazsa AVM'de denge sağlanmaz. İstikamet ikisinin de olmasındadır. Bu tıpkı insandaki 'kuvve-i şeheviye' ile 'kuvve-i gadabiye' dengesine benzer. Her neyse...
Nihat Hatipoğlu Hoca'nın Ebubekir Sifil Hoca'ya yaptığı eleştirileri okurken de bu misal hatırıma geldi. Öncelikle: Kim ki İslam'ın saadetine sa'yederse onun duacısıyım. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'ya eleştirisinde Nihat Hoca'nın cidden hataya düştüğünü düşünüyorum. Ebubekir Hoca murabıttır. Sizse mübelliğsiniz. Mesleğinize sa'y edebilirsiniz. Fakat istikametin tek öğesi sanırsanız fena aldanırsınız. Hatta sizin programlarınızı takip eden bir yakınım şöyle bir yargıda bulunmuştu: "Nihat Hoca'ya 'Şu-bu helal mi?' diye birşey soruyorlar. O kadar çok laf çeviriyor ki... Bitirdiğinde bence kimse yargısından emin olamıyor. Soru olduğu gibi kalıyor. Ne tam 'helal' diyebiliyor ne de tam 'haram' diyebiliyor. Herkes istediğini alıyor."
Konu dallandı-budaklandı. Toparlamayı deneyeyim: Mübelliğler murabıtları 'kutuplaştırmakla' suçlarlarsa kıvamımız kaçar. Özdil güler. Öz-bir kardeşin ağlar. Kimin akidesi kimin cebinde belli olmaz. Mübelliğ işine bakıp murabıtın mesleğine hürmet duymalıdır. Bu sınırlar bekçisiz kalırsa düşmanın nerelere hücum ettiğini kimse göremez. Mübelliğ hiç sezemez. Hele ki ahirzamanda! Ebubekir Hoca ve emsali, Allah onları hayırla mükâfatlandırsın, bir sınır nöbeti tutuyorlar. Düşmanın uyumadığı yerlerde onlar da göz kırpmıyorlar. Nöbetçinin tavrı elbette teşrifatçı tavrı gibi olmaz. Haşin olur. Celal görünür. Nihat Hoca eğer hasma uyup ordusunun sınır karakollarına savaş açarsa hârim-i ismetini telef eder. Cenab-ı Hak cümle ulemamızın gözlerini istikamete açsın. Murabıtta 'dikkat'i mübelliğde 'rikkat'i eksik etmesin. Âmin. Âmin.
3 Ekim 2015 Cumartesi
Yozdil'in 'gör' dediği
Bir filmde dikkatimi çekmişti. Hintçede 'kurban' kelimesini 'fedakârlık' anlamında da kullanıyorlar. Bu bilgiyi twitter'da paylaştığımda bir arkadaşım başka dillerde de kurban kelimesinin aynı anlamda kullanıldığını söyledi. Hatta 'kurban' ibadetinin o dillerde 'fedakârlık' anlamına gelen kelimelerle karşılandığını ekledi. Bu, elbette Hz. İbrahim ve Hz. İsmail aleyhisselamın kıssası eşliğinde ele alınınca anlaşılır birşey. (Hatta Habil ve Kabil'in kıssası ile bakara kıssası da bize aynı dersi veriyor.) Kurbanın öyküsü bir fedakârlık öyküsü aynı zamanda. Sevdiğin şeyi bağışlıyorsun Allah'a. Böylelikle en çok sevdiğinin o olduğunu gösteriyorsun.
Sahabe efendilerimiz de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama şöyle demezler miydi: "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!" Bu cümle salt bir âdetten değil, mana-i Muhammedî'nin taşıdığı 'Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!' sırrına da dairdir. (Bizde de "Allah'ına kurban" ifadesi böyle bir manayı karşılar.) Sırrının aynı zamanda âlemin mayası olduğu Allah Resulü, elbette bize, sadece bedensel varlığımızı mayalandıran ebeveynimizden daha hayırlıdır. Adına kurban kesilen, kurban edilenden daha hayırlıdır. Fedakârlık, bu noktada kalbe istikametli sevgiyi ve hiyerarşisini hatırlatır. En çok sevilmesi gereken; daha menfaatli olan değil, daha hayırlı olandır.
Burada 'hayır' ve 'menfaat' arasına bir mesafe koydum. Hayırlı olanın aynı zamanda menfaatli olan olduğunu biliyorum. Fakat menfaat ve hayır kelimeleri arasında bir nüans olduğunun da farkındayım. Menfaat, daha yakın, daha çabuk ve daha hızlı elde edilen 'lezzetli faydayı' karşılıyor kanaatimce. Üstelik menfaat kelimesi tek başına helal/haram ayrımını da bize fısıldamıyor. Sadece o şeyin nefsimize varlıksal geldiğini söylüyor. Fakat hayırlı olan; salt nefse değil, hatta bazen nefsin rağmına; kalbe, hayata, toplumsal hayata, ruha, insaniyete, insanlığa, fıtrata, vicdana ve şeriat-ı kevniyeye iyi gelendir. Huzurlu faydadır. Yani hayırlı olan şey 'varlığa iyi gelen' olduğu halde, menfaat, daha çok bencilliğimize/nefsimize iyi gelendir. Veya öyle görünendir. Bu noktada hayır ve menfaat arasındaki ayrım bizi vicdan ve nefs arasındaki ayrıma götürür. Nefs, çabuk ele geçen şeyi menfaatli olarak algılar. Vicdan ise büyük insaniyet resmi içinde varlıksal görünene hayırlı der. Nefis lezzetliyi, vicdan huzurluyu tanır. Vicdan hayrı tanır, nefis ise menfaati. Bazen ikisinin uyuştuğu da olur. Ama garanti değildir.
Bediüzzaman'a yüzümü dönersem: "Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir" derken mürşidimin kastettiği; hastalığın ebedî varlığımıza yaptığı müsbet hizmet nedeniyle 'menfaatli' oluşu iken; "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!" derken olumsuzladığı ise, işte büyük kulluk resmini görmezden gelen nefsî/bencil menfaatçiliktir.
Bu yönüyle kurbanın her iki türden menfaate de sahip bir ibadet olduğunu görüyoruz. Yani hem hayırlı, hem menfaatli... Hayırlı, çünkü yaptığınız fedakârlık Allah'ın emirlerine uygun hareket etmekle ebedî varlığınıza olumlu bir katkı sağlıyor. Bugün malınızdan birşey yitiriyorsunuz görünse de aslında kazanan siz oluyorsunuz. Tıpkı kesilen bir hayvandan yalnız bir budun kendilerinde kaldığını öğrenen Allah Resulünün Hz. Aişe annemize dediği gibi: "Ey Ayşe, demek ki bir bud dışında hepsi bizim oldu."
Tabii fedakârlığın kazandıran olduğu bir düzlemi bugünün seküler insanına anlatmak zordur. O yüzden kurbanın dünyevî getirileri de vurgulanır kurban tebliğlerinde. Mesela; o kurban sayesinde, çevrenizdeki insanlar/fakirler de et nimetinden faydalanır. Üstelik siz de kurban etinden faydalanırsınız. Derin dondurucular sayesinde, bu senenin kurban etini, seneye keseceğiniz kurbanın vaktine kadar tüketebilirsiniz. (Derin dondurucular paylaşımcılığımızı azaltıyor mu?) Akrabalarınızı, dostlarınızı, mahallenizi, sokağınızı, yakınlarınızı o et sayesinde sevindirebilir, hep beraber mangal yapabilirsiniz. Ancak bu menfaatler kurbanın ancak ikincil faydası mesabesindedir. Kurbanın asıl amacı ise, Kur'an'da da vurgulandığı gibi, Allah'a yakınlaşmaktır. Ve kişisel menfaatlerimiz, fedakârlığımız kadar bizi Allah'a yaklaştıramaz. Bu nedenle kurbanı 'sadece Allah rızası için yapılan bir fedakârlık/ibadet' olarak görmek, bir menfaat odağı olarak görmekten hayırlıdır. Velev ki menfaatleri tabağınıza ulaşmıyor olsun.
Yılmaz Özdil'in geçtiğimiz günlerde Erdoğan'ın yurtdışında kestirdiği kurbanlara atıf yaparak, tamamen milliyetçi/ulusalcı kaygılarla, "Allah kabul etmesin!" demesi, yukarıda söylediklerim eşliğinde bakınca bana manidar geliyor. Bediüzzaman, bir asabiyet/ırkçılık tahlilinde şöyle der: "Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaati şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır." Yani aslında aradığı kendi menfaatidir felsefe talebesinin/şakirdinin, fakat bunu kavminin menfaati içinde 'saklayarak' arar. Tek başına ulaşacağı menfaat miktarı elbette kavimce elele verip ulaşabilecekleri menfaate kıyasla kısıtlıdır. Saklaması ise, dışavuracağı bencil taleplerinin insanlar tarafından tiksintiyle karşılanması korkusundandır. Zira bencillik, diğer bencilleri size karşı kendilerini korumaları noktasında uyarır. Bu nedenle "Ben, dünyaya bedelim!" demez de "Bir Türk dünyaya bedeldir!" der mesela milliyetçi adam. Ama ikinci cümleyi söylerken birincisini söylemiş gibi de bir tatmin hisseder.
Özdil de bunu anlatmaya çalışıyor. Belki ömrünce hiç yapmadığı (belki doğru da bulmadığı) bir ibadeti maşa kılmakla milliyetçilik adına dindarlığa kılıç çalmaya çalışıyor. Vicdanın sesini nefsin homurtularıyla bastırabileceğini düşünüyor. Hayırlı olanın gırtlağına menfaat ile çökmeyi planlıyor. Tutar mı bu tuzak? Kurbanı 'fedakârlık' olarak değil 'menfaat' olarak görenler için, belki.
Şu da ilginç birşey: Bugünlerde müslümanlara ibadetleri konusunda en çok ayar vermeye çalışanlar, o ibadetlerle en mesafeli olanlar. Örneğin: Hacca gideceğini söyleyen ihtiyara "Paranı Araplara kaptırma!" diyen Önder Sav'ın hacca gidesi var mıydı? 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere 'tesettürü' yeni baştan öğretmeye cüret eden laik zorbaların dine dair malumatları ve hassasiyetleri ne ölçüde idi? Fakat gelgelelim, bu zevat, ilgilenmedikleri şey hakkında racon kesmekten de beri durmuyorlar. Halbuki, en kara cahil bile bilir, eğer ehl-i ihtisası değilsen hiçbir alan hakkında çene çalmaya hakkın yoktur. Tıbbın kapağını açmamış, ilmine kafa yormamış, doktora nasıl tedavi öğretebilir? Bunların da din hakkında durumu böyledir.
Fakat yüzyıla yakın bir zamandır durumumuz Dücane Cündioğlu'nun Anlam'ın Tarihi kitabında Mehmed Lütfî'den naklettiği gibidir: "Camiin içindeki meselelere ait işlerle camiin dışındakilerin meşgul olduğu bir memlekette bulunuyoruz." Üstelik bu meşguliyet tarzı, bize, ehl-i kitabın Allah Resulünün davetine icabet etmemekteki direnişini hatırlatıyor. Nasıl? Mesela, demez mi Bakara sûresi 91 bize: "Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler." Burada yahudilerin Tevrat'ı, 'bize indirilen' olarak anışları manidar değil midir? Halbuki vahyin vahiy olması için Allah'ın katından indirilmesi yeterlidir. Fakat hayır, yahudiler, bir de milliyetçilik şartı aramaktadırlar kullukta. Vahiy 'onlara indirilen' olmalıdır. Muhammed-i Arabî'ye (a.s.m.) değil.
Kur'an onların sahte hamiyetlerine şöyle bir tokat çalar ayetin sonunda: "(Ey Muhammed!) Onlara: 'Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' deyiver." İşte Yılmaz Özdil ve benzeri faşistlerin cevaplaması gereken soru da budur. Acaba kendilerinin bu sahte hamiyet namına şimdiye kadar milletlerine ne faydaları dokunmuştur? Kaç kurban yedirmişlerdir şimdiye kadar Türkün fakirlerine? Haydi, onu aştık. Acaba ideolojileri rağmına bu millete verdikleri zararı hiçbir düşman vermiş midir? Ben şimdi, yazıyı bitirirken, zaman geçtikçe gençleşen Kur'an'ın bu ayetini şöyle de okumanızı istirham edeceğim: "Kendilerine: Allah'ın (kesilmesi emrini) indirdiği (kurbana) iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (bizim için kesilene) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler."
Not: Yılmaz Özdil'in yazısının benim için bir ilginç yanı da, o yazıdan birkaç gün önce yazdığım "Bir Meşrulaştırma Yöntemi Olarak Müsbet Milliyetçilik...'te şöyle bir ifadenin bulunmasıydı: "(...) Hayatı 'çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?)"
Sahabe efendilerimiz de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama şöyle demezler miydi: "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!" Bu cümle salt bir âdetten değil, mana-i Muhammedî'nin taşıdığı 'Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!' sırrına da dairdir. (Bizde de "Allah'ına kurban" ifadesi böyle bir manayı karşılar.) Sırrının aynı zamanda âlemin mayası olduğu Allah Resulü, elbette bize, sadece bedensel varlığımızı mayalandıran ebeveynimizden daha hayırlıdır. Adına kurban kesilen, kurban edilenden daha hayırlıdır. Fedakârlık, bu noktada kalbe istikametli sevgiyi ve hiyerarşisini hatırlatır. En çok sevilmesi gereken; daha menfaatli olan değil, daha hayırlı olandır.
Burada 'hayır' ve 'menfaat' arasına bir mesafe koydum. Hayırlı olanın aynı zamanda menfaatli olan olduğunu biliyorum. Fakat menfaat ve hayır kelimeleri arasında bir nüans olduğunun da farkındayım. Menfaat, daha yakın, daha çabuk ve daha hızlı elde edilen 'lezzetli faydayı' karşılıyor kanaatimce. Üstelik menfaat kelimesi tek başına helal/haram ayrımını da bize fısıldamıyor. Sadece o şeyin nefsimize varlıksal geldiğini söylüyor. Fakat hayırlı olan; salt nefse değil, hatta bazen nefsin rağmına; kalbe, hayata, toplumsal hayata, ruha, insaniyete, insanlığa, fıtrata, vicdana ve şeriat-ı kevniyeye iyi gelendir. Huzurlu faydadır. Yani hayırlı olan şey 'varlığa iyi gelen' olduğu halde, menfaat, daha çok bencilliğimize/nefsimize iyi gelendir. Veya öyle görünendir. Bu noktada hayır ve menfaat arasındaki ayrım bizi vicdan ve nefs arasındaki ayrıma götürür. Nefs, çabuk ele geçen şeyi menfaatli olarak algılar. Vicdan ise büyük insaniyet resmi içinde varlıksal görünene hayırlı der. Nefis lezzetliyi, vicdan huzurluyu tanır. Vicdan hayrı tanır, nefis ise menfaati. Bazen ikisinin uyuştuğu da olur. Ama garanti değildir.
Bediüzzaman'a yüzümü dönersem: "Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir" derken mürşidimin kastettiği; hastalığın ebedî varlığımıza yaptığı müsbet hizmet nedeniyle 'menfaatli' oluşu iken; "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!" derken olumsuzladığı ise, işte büyük kulluk resmini görmezden gelen nefsî/bencil menfaatçiliktir.
Bu yönüyle kurbanın her iki türden menfaate de sahip bir ibadet olduğunu görüyoruz. Yani hem hayırlı, hem menfaatli... Hayırlı, çünkü yaptığınız fedakârlık Allah'ın emirlerine uygun hareket etmekle ebedî varlığınıza olumlu bir katkı sağlıyor. Bugün malınızdan birşey yitiriyorsunuz görünse de aslında kazanan siz oluyorsunuz. Tıpkı kesilen bir hayvandan yalnız bir budun kendilerinde kaldığını öğrenen Allah Resulünün Hz. Aişe annemize dediği gibi: "Ey Ayşe, demek ki bir bud dışında hepsi bizim oldu."
Tabii fedakârlığın kazandıran olduğu bir düzlemi bugünün seküler insanına anlatmak zordur. O yüzden kurbanın dünyevî getirileri de vurgulanır kurban tebliğlerinde. Mesela; o kurban sayesinde, çevrenizdeki insanlar/fakirler de et nimetinden faydalanır. Üstelik siz de kurban etinden faydalanırsınız. Derin dondurucular sayesinde, bu senenin kurban etini, seneye keseceğiniz kurbanın vaktine kadar tüketebilirsiniz. (Derin dondurucular paylaşımcılığımızı azaltıyor mu?) Akrabalarınızı, dostlarınızı, mahallenizi, sokağınızı, yakınlarınızı o et sayesinde sevindirebilir, hep beraber mangal yapabilirsiniz. Ancak bu menfaatler kurbanın ancak ikincil faydası mesabesindedir. Kurbanın asıl amacı ise, Kur'an'da da vurgulandığı gibi, Allah'a yakınlaşmaktır. Ve kişisel menfaatlerimiz, fedakârlığımız kadar bizi Allah'a yaklaştıramaz. Bu nedenle kurbanı 'sadece Allah rızası için yapılan bir fedakârlık/ibadet' olarak görmek, bir menfaat odağı olarak görmekten hayırlıdır. Velev ki menfaatleri tabağınıza ulaşmıyor olsun.
Yılmaz Özdil'in geçtiğimiz günlerde Erdoğan'ın yurtdışında kestirdiği kurbanlara atıf yaparak, tamamen milliyetçi/ulusalcı kaygılarla, "Allah kabul etmesin!" demesi, yukarıda söylediklerim eşliğinde bakınca bana manidar geliyor. Bediüzzaman, bir asabiyet/ırkçılık tahlilinde şöyle der: "Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaati şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır." Yani aslında aradığı kendi menfaatidir felsefe talebesinin/şakirdinin, fakat bunu kavminin menfaati içinde 'saklayarak' arar. Tek başına ulaşacağı menfaat miktarı elbette kavimce elele verip ulaşabilecekleri menfaate kıyasla kısıtlıdır. Saklaması ise, dışavuracağı bencil taleplerinin insanlar tarafından tiksintiyle karşılanması korkusundandır. Zira bencillik, diğer bencilleri size karşı kendilerini korumaları noktasında uyarır. Bu nedenle "Ben, dünyaya bedelim!" demez de "Bir Türk dünyaya bedeldir!" der mesela milliyetçi adam. Ama ikinci cümleyi söylerken birincisini söylemiş gibi de bir tatmin hisseder.
Özdil de bunu anlatmaya çalışıyor. Belki ömrünce hiç yapmadığı (belki doğru da bulmadığı) bir ibadeti maşa kılmakla milliyetçilik adına dindarlığa kılıç çalmaya çalışıyor. Vicdanın sesini nefsin homurtularıyla bastırabileceğini düşünüyor. Hayırlı olanın gırtlağına menfaat ile çökmeyi planlıyor. Tutar mı bu tuzak? Kurbanı 'fedakârlık' olarak değil 'menfaat' olarak görenler için, belki.
Şu da ilginç birşey: Bugünlerde müslümanlara ibadetleri konusunda en çok ayar vermeye çalışanlar, o ibadetlerle en mesafeli olanlar. Örneğin: Hacca gideceğini söyleyen ihtiyara "Paranı Araplara kaptırma!" diyen Önder Sav'ın hacca gidesi var mıydı? 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere 'tesettürü' yeni baştan öğretmeye cüret eden laik zorbaların dine dair malumatları ve hassasiyetleri ne ölçüde idi? Fakat gelgelelim, bu zevat, ilgilenmedikleri şey hakkında racon kesmekten de beri durmuyorlar. Halbuki, en kara cahil bile bilir, eğer ehl-i ihtisası değilsen hiçbir alan hakkında çene çalmaya hakkın yoktur. Tıbbın kapağını açmamış, ilmine kafa yormamış, doktora nasıl tedavi öğretebilir? Bunların da din hakkında durumu böyledir.
"Evet, bir fende ve bir san'atta mütehassıs bir iki zâtın o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hattâ başka fenlerde âlim ve ehli ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi (...) İşte bu kat'î hakikate binaen, binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehli ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehli hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."
Fakat yüzyıla yakın bir zamandır durumumuz Dücane Cündioğlu'nun Anlam'ın Tarihi kitabında Mehmed Lütfî'den naklettiği gibidir: "Camiin içindeki meselelere ait işlerle camiin dışındakilerin meşgul olduğu bir memlekette bulunuyoruz." Üstelik bu meşguliyet tarzı, bize, ehl-i kitabın Allah Resulünün davetine icabet etmemekteki direnişini hatırlatıyor. Nasıl? Mesela, demez mi Bakara sûresi 91 bize: "Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler." Burada yahudilerin Tevrat'ı, 'bize indirilen' olarak anışları manidar değil midir? Halbuki vahyin vahiy olması için Allah'ın katından indirilmesi yeterlidir. Fakat hayır, yahudiler, bir de milliyetçilik şartı aramaktadırlar kullukta. Vahiy 'onlara indirilen' olmalıdır. Muhammed-i Arabî'ye (a.s.m.) değil.
Kur'an onların sahte hamiyetlerine şöyle bir tokat çalar ayetin sonunda: "(Ey Muhammed!) Onlara: 'Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' deyiver." İşte Yılmaz Özdil ve benzeri faşistlerin cevaplaması gereken soru da budur. Acaba kendilerinin bu sahte hamiyet namına şimdiye kadar milletlerine ne faydaları dokunmuştur? Kaç kurban yedirmişlerdir şimdiye kadar Türkün fakirlerine? Haydi, onu aştık. Acaba ideolojileri rağmına bu millete verdikleri zararı hiçbir düşman vermiş midir? Ben şimdi, yazıyı bitirirken, zaman geçtikçe gençleşen Kur'an'ın bu ayetini şöyle de okumanızı istirham edeceğim: "Kendilerine: Allah'ın (kesilmesi emrini) indirdiği (kurbana) iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (bizim için kesilene) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler."
Not: Yılmaz Özdil'in yazısının benim için bir ilginç yanı da, o yazıdan birkaç gün önce yazdığım "Bir Meşrulaştırma Yöntemi Olarak Müsbet Milliyetçilik...'te şöyle bir ifadenin bulunmasıydı: "(...) Hayatı 'çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?)"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...