Kıyamet Alametleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıyamet Alametleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2024 Pazar

Kıyametin ilk alameti kimdir?

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz kıyametin ilk alametidir. Çünkü o ahirzaman peygamberidir. Kendisiyle kıyamet arasındaki yakınlığa mübarek parmaklarıyla işaret buyurmuştur: "Ben, size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim." Mübarek Zâtı öyle olduğu gibi mübarek ümmeti de öyledir. Mübarek ümmeti öyle olduğu gibi mübarek nev'i de böyledir. Evet. İnsanlık da kıyametten önce dünyanın gördüğü son misafirdir. Final bizimle yapılacaktır. Hem biraz da bizden kaynaklanacaktır. Zira mürşidim bir yerde der: "Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir." Demek ibadetimiz kainatın nihayetindeki kemal olduğu gibi isyanımız da felaketinin müessir sebebidir. (Sebep olduğumuz çevresel felaketlere dikkat edenler şu sırrın sırrını hemencecik derkederler.)

Bu hususu bazı inkârcılar lakırdı ediniyorlar arkadaşım. Herşeyin insan için yaratılmış olmasının mümkün olmayacağını, çünkü, varlığının evrenin yaşı karşısında çok az bir vakit kaldığını söylüyorlar. Onlara göre hazırlık dönemi fazlasıyla uzun. Ve insanlığın ömrü övünmek için fazlasıyla kısa. Peh, peh, peh. Lakin ıskaladıkları birşey var: Ehemmiyetin ölçüsü 'hayat sürülen zaman aralığı' olmak zorunda değildir. Nihayetinde biz müslümanlar dehrîyyûndan değiliz. Zamana tapmıyoruz. Zamanı da maddeyi de halkeden tek bir Allah'a iman ediyoruz. Öyleyse değerlilik kıstası olarak 'varlık süresini' kabul etmeye mecbur değiliz. Bize göre birşeyin önemi Allah'ın ona verdiği kıymetle ilgilidir. Allah ona 'daha kıymetli' olduğunu buyurursa bir ân-ı seyyale bütün zamanlardan önemli olabilir. Bir tane birçoğu aşabilir. Nitekim yine kudsî metinlerimizde buyrulmuştur ki: "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır." Ve yine denilmiştir ki: "Bazen, ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibâdet hükmüne geçebilir." Öyleyse, şuraya dikkat, 'fonksiyonu maddeye önceleyen bir itikadımız var' demektir. Evet. Biz, sayıca ne kadar az olursa olsun, insanı dağa-taşa, ota-ağaca, böceğe-sineğe önceleriz. Çünkü onun Rabbin katındaki fonksiyonunu önceleriz. Fonksiyonunu yerine getirdikçe de giderek eşsizleşir. Getirmezse, ne yazık ki, 'herhangi'leşmiş olur.

Biraz da insanın kainatın merkezinde olmasıdır bizi böyle cesaretle konuşturan. Ne yönüyle? Maddesi yönüyle değil. Coğrafyası yönüyle değil. Bilmek yönüyle. Kulluk yönüyle. Hatta hayal yönüyle... Öyle ya, anlamanın merkezinde insan vardır, bunu kâfirler bile kabul eder. Eteğimizdeki şu çeşit incilerin âlemlerde dengi yoktur. İşte bu! Merkeziyetimizi 'varoluşun başından sonuna herşeyin maddeten merkezinde olmayışımızla' gözden düşürmek isteyenlere 'merkeziyetin bu şeklinin zorunluluk olmadığını' ifade ederek karşı koyarız. Biz, Cenab-ı Hakkın mahlukatı yaratmaktaki amacının merkezindeyiz, yoksa maddesinin merkezinde sayılmayabiliriz. (Dünya da coğrafî olarak evrenin merkezinde olmak zorunda değildir.)

Yaratmanın manevî merkezinde olansa yalnız Allah'tır. Herşey Ondan gelir ve Ona döner. Müslümanlar, hâşâ, kendilerini böyle bir yere koymuyor. Müslümanlar kendilerini meyvenin ağacı için oluşturduğu amaç/anlam merkeziyeti gibi bir ölçüyle değerlendiriyorlar. (İnsanlık içinde de insaniyet-i kübra olan İslamiyeti böyle değerlendiriyorlar.) Herşey nihayetinde Necip Fazıl merhumun mısralarına bağlanıyor: "Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi." Süreç tamamlanırken sahneye çıkmamız boşuna değil yani. Aksine süreçler böyle tamamlanırlar zaten. Halkalığın şanında bu vardır. Bu bir sırr-ı kavuşmadır. Başlangıçla son bir olur. Ancak böyle 'son' olur. 

Elbette kainatın bizden başka amaçları da var. Bir kere Rabbü'l-Âlemîn'in nazarında ifade ettiği anlamlar var. Ona aynalığı var. Onu zikredişi var. Ona ibadeti var. Biz, bu şiirin en güzel mısrası olmakla, asla şiiri kendiliğimize hasrettirmedik. Fakat "Şiirin akışı bizi haber veriyor!" dedik. Bunu da Subhaniyet sahibi Şairinin varlığına bir delil saydık. Çünkü o da böyle saydı: "Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi. O suyla size ürünlerden rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah'a denk tutmayın." Âmenna. Şiirin tamamı, evrenin başından sonuna, Onu övüyor, Onu anlatıyor, Onu tesbih ediyor. Hakettiği senayı Ustası olarak önce O seyrediyor, işitiyor, takdir ediyor. Şu manaya değil milyonlar sene, milyarlar sene de olsa yetmez, çünkü sonsuzu sonsuza anlatmaya kelimeler yetmez. O anlamda, evet, biz yokken evren elbette âtıl kalmadı arkadaşım. Kainat fonksiyonunu yine görüyordu. Vazifesi olan ibadetleri yapıyordu. Melekler dönüyordu. Semekler yüzüyordu. Yalnız çorbanın son tuzu eksikti. Gelişimizle kıvamı tamam oldu. Gidişimizle de görevi tamam olacak..

2 Şubat 2024 Cuma

Bediüzzaman kâhinlik mi yapıyor?

Hazret-i Üstadın Kastamonu Lahikası'nda 'kıyametin vakti'ne dair söyledikleri yıllardır tartışılır. Esasında tartışılacak birşey yoktur ya. Anlatamazsınız. Nihayetinde müellif-i muhterem metninin içerisinde "Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh!" demeyi ihmal etmemiştir. Yani istihracının kesinlik ifade etmediğinin farkındadır. Lakin kronik alerji sahipleri bu tür insaf ifadelerine kulak vermezler. Onu, hâşâ, 'kâhinlik yapmakla' suçlarlar. Sanki o gelecek hakkında kat'î bildirimlerde bulunmuştur. Gayba dair acip sırları açıklamıştır. Ehl-i Sünnet usûlünün dışında bir yol tutmuştur.

Bunun böyle olmadığını bu yakınlarda okuduğum bir kitap vesilesiyle tekrar gördüm. Eserin ismi: İslam Ümmetinin Ömrü ve Mehdi Aleyhisselamın Gelmesinin Yakınlığı. Yazarı: Emin Muhammed Cemalüddin. (Yayınevi ismi veremiyorum. Zira kitapta herhangi bir yayınevi bilgisi yok. Hatta jenerik sayfası da ihmal edilmiş.) 2. baskısını 1996'da yaptığı anlaşılan kitapta yazarı hakkında görebildiğimiz sıfat: el-Ezher Üniversitesi Davetü'l-İslamiye Fakültesi Öğretim Görevlisi.

Kitap '2. Baskının Takdimi' bölümüyle başlıyor. Bu bölümün eklenmesinin nedeni daha önceki baskısının aldığı bazı eleştiriler. İçlerinden bir tanesi özellikle önplana çıkıyor: Yazarın isimde 'İslam Ümmetinin Ömrü' ifadesini kullanması. Yani Emin Muhammed Cemalüddin de, tıpkı Bediüzzaman gibi, kâhinlik yapmakla suçlanıyor. Girmesi doğru olmayan bir alana girdiği iddia ediliyor. O da kendisini bu suçlamalara karşı savunuyor. Savunurken de, Ehl-i Sünnet bir âlim olarak, geçmiş ulemanın kaynaklarından faydalanıyor. Onlara atıf yapıyor. Yaslanıyor. Okurken farkediyorsunuz ki: Kıyametin zamanına dönük tahminler sadece Bediüzzaman'a veya Emin Muhammed Cemalüddin'e ait şeyler değilmiş. Ya? Başkaları da benzer istihraçlarda bulunmuşlar.

Şimdi, mezkûr takdimden küçük alıntılar yaparak, ben de bu aziz yola girmek istiyorum:

"Doğrusu sizin yeryüzünde kalış süreniz... manasındaki hadisi İbn-i Hacer (r.h.) şerhetmiştir. Kim 'Bu hesap meselesi asla caiz olmaz!' derse yahut 'İbn-i Hacer bunu kesin hesap manasında değil de yaklaşık bir ifade ile yorumlamıştır...' diyecek olursa ona deriz ki: (...) Bu tür deliller İbn-i Hacer'de çokça bulunmaktadır. İbn-i Hacer bu hadisleri zahirî manalarına göre yorumlamıştır. Bu da hesap anlamına geldiğini göstermektedir. (...) Bir de bu hesap konusunu İbn-i Hacer'den önce de muhterem ilim adamları süre olarak değerlendirmişlerdir. Nitekim İbn-i Hacer diyor ki: 'Daha önce konuyu bu şekilde ele alan Ebu Cafer b. Cerir b. Taberî (r.h.) olmuştur.' O Tarih'inin mukaddimesinde İbn-i Asakir'den naklederek... (...) Yukarıda saydığımız o büyük önder ve ilim adamları kervanına İmam Süyûtî'yi (r.h.) de ekleyin. Çünkü o bu meseleye, yani dünyanın ömrünün hesabı konusuna, çok cesurca dalmıştır. (...) el-Keşfu fi Mücavezeti Hazihi'l-Ümmeti el-Elfe adlı risalesinde diyor ki: 'Haberlerin gösterdiğine göre bu ümmetin dünyada kalış süresi bini aşacak fakat esas olarak binbeşyüzü geçmeyecektir.' (...) İslam ümmetinin ömrü konusunu bir hurafe olarak değerlendirenler, taşlamalarda bulunanlar bilsinler ki, öncelikle adı geçen âlimleri sözlerine hedef edinmiş olurlar."


Müellif, başka isimleri de sayıyor, onlardan da alıntılar yapıyor. Fakat yazıyı uzatmamak için küçük bir buketle yetindim. Bütün bu beyanlardan özetle anlaşılması gereken şu gibi geliyor bana: Bediüzzaman'ın girdiği bu yol sadece kendisinin yürüdüğü bir yol değil. Bir bid'a değil. Yine ulemadan referansları olan bir yol. Evet, inanabilirsiniz-inanmayabilirsiniz, lakin İslam'a aykırı birşey yapılmış gibi bakamazsınız. Geçmiş ulemamızdan da yakın-uzak istihraçlarda bulunanlar olmuş çünkü. Elbette bu tahminler büsbütün ilimsiz yapılmamış. Hepsi kendilerince bir usûle yaslanmışlar. Nakillerden de bazı deliller bulmuşlar. Öyle ya. Bediüzzaman'ın da dayandığı yine bir hadistir. Hatta mektubun başlığı da şöyle zaten: "Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis."

"(...) Hattâ ye'tiyallahu bi emrihi... (şedde sayılır) fıkrası dahi makam-ı cifrîsi binbeşyüzkırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder. Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh. Cây-ı dikkat ve hayrettir ki: Üç fıkra bil'ittifak binbeşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette binbeşyüzaltıdan (1506) ta kırkbeşe (1545) kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez, fakat böyle îmalarla bir nevi kanaat, bir gâlip ihtimal gelebilir."

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Mustafa Öztürk nereye koşuyor (5)

Efendim, Starkoğulları'ndan Arya Stark ablamızın, Gece Kralı nam-ı menhusu ile meşhur buzlu badem evladının amel defterini dürüp eline vermesiyle cümle Game of Thrones izleyenleri handan u şadan olduk. Bu küçücek kızın minyonluğuna bakmadan "Ulan cümle hortlakların pir-i freezei! Soğuktan korksak Winterfell'de yaşamazdık. Dur sana dalağından azıcık antifreeze vereyim!" deyu bıçağını aşketmesi, Gece Kralı'nın, magazin medyasının eğlence mekanı mesaisine dayanan şöhret-i kazibesini de derhal tuzla buz eyledi. Herhalde Kurtlar Vadisi Irak'ta Necati Şaşmaz ağabeyimizin Billy Zane'e sabitlediği bıçaktan sonra en çok alkış alan hareket de bu oldu. Yiğitliği seviyoruz efendim. Yapacak birşey yok.

İşin geyik kısmını hızlı geçelim. Ben asıl dizide 'kuzeydeki duvarı aşarak' insanlığa tasallut eden White Walkers/Beyaz Yürüyenler güruhunun ahirzaman ile ilgili rivayetlere, özellikle ye'cüc-me'cüc ile ilgili olanlara, benzerliğine dikkat çekmek istiyorum muhterem kârilerim. Hatta kuzeyden gelişi itibariyle Deccal'e dair tasvirlerle Gece Kralı arasında dahi bir benzerlik kuruyorum. (Belki onlar da kendilerine ulaşmış, her ne kadar her tarafı tahrifle bulanmış olsa da, kutsal metinlerin benzer nakillerinden faydalanıyorlar.) Hani Bediüzzaman 5. Şua'da Deccal'in Üç Günü meselesini tefsir ederken der:

"Büyük Deccalın kutb-u şimâlî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimâlînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendiferle bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkie yakın bulunuyordum. Demek Büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu'cizâne bir ihbardır." Yani, Allahu'l-a'lem kaydıyla söyleyelim, rivayetlerden çıkarıldığı kadarıyla Deccal fitnesinin de yayılışı kuzeyden güneye doğru olacaktır. Çünkü şimal kuzey demektir.

Fakat bundan ziyade ilgimi çeken şey, kârilerim, dizideki büyük kuzey duvarının, bize hem Kur'an'da hem hadis-i şeriflerde haber verilen Sedd-i Zülkarneyn'e yaptığı gönderme. Evet. Kıssayı bilenler bilirler. Bilmeyenler için özet geçeyim: Zülkarneyn aleyhisselam büyük fetih yolculuğu sırasında ye'cüc-me'cüc isminde vahşi bir topluluğun eziyet ettiği insanlara rastlar. Onlar Zülkarneyn aleyhisselamdan korunmak için yardım isterler. O da sed/duvar yapma fikrini verir. Kimi metalleri de kullanarak aşılması/yıkılması epey güç bir duvar yaparlar. Kur'an-ı Hakîm bu seddin yıkılışıyla kıyametin birbirlerine yakın olduklarını söyler. Zaten alametlerinden birisi de bu seddin yıkılışıdır.

Bediüzzaman, Lem'alar'da bu konu hakkındaki soruyu yanıtlarken, kıssayı, 20. Söz'de öğrettiği şekilde 'küllî kanunların ucu' olarak okumayı tavsiye eder. Yani, ona göre her zamanda sedler, sed yapıcı Zülkarneyn aleyhisselam misali mürşidler ve o seddi aşmaya çalışan ye'cüc-me'cücler vardır. Yerinden okuyalım:

"Âyât-ı Kur'âniyenin zikrettiği hâdisât-ı cüz'iyeler, küllî hâdisâtın uçları olduğu cihetle, Zülkarneyn olan İskender-i Kebirin nübüvvetkârâne irşâdâtıyla akvâm-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mâni olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misilli müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar maddî cihetinde, ve mânevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktab dahi mânevî ve irşadî cihetinde, o Zülkarneyn'in arkasında gidip, iktidâ edip, mazlumları zalimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri, sonra dağlar başlarında kaleleri kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahut irşad ve tedbirleriyle tesis etmişler."

Devamında ise şehir surlarının, kalelerin ve kale savunmasında kullanılan topların da bu kanunun fertleri olduğunu belirtir. Hadi, bir cesaret, popülere temas etmekten de kaçınmayalım: S-400 gibi savunma sistemlerinin dahi bu kıssadan bir hissesi vardır Bediüzzaman'a göre. Yani mürşidliğin şanı gerektirir ki: Zalimin mazluma tasallutuna karşı savunma hatları oluştursun. Saldırının kolaylığını engellesin. Hatta bir yerde irşad edici eserleri de aynı kanunun gölgesine perçinler:

"Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'ânî vazifesini görebilir."

Şimdi, muhterem kârilerim, sözü buradan alıp başka bir yere götüreceğim. Götüreceğim ki seriye verdiğimiz başlığın da yazıda bir hakkı olsun. Efendim, benim, Zülkarneyn aleyhisselam kıssasından ve oradaki sedden çıkardığım bir ders de şudur: Sabiteler olmadan değişkenler ayakta duramaz. Veya şöyle söylemeli: Değişkenlerin hayatı sabitelerinin sağlamlığına bağlıdır. Veyahut da şu şekilde toparlamalı: Çevresine 'fesaddan koruyucu sabiteler' inşa edilmemiş değişkenlikler çabuk bozulurlar. Evet. Kendimce böyle bir ders çıkarırım ve bu dersin en küçük hücreden en büyük sisteme kadar bir geçerliliği olduğunu hissederim.

Yani, nasıl ki hücrelerin 'seçici-geçirgen' zarları vardır, aynen öyle de, dünyanın da her geleni içeriye buyur etmeyen bir atmosferi vardır. Belki galaksilerin de öyledir. Belki daha üst sistemlerde de böyle bir koruma kanunu hüküm sürmektedir. Hepsini bilemem ama şunu bilirim: Ben de imanımın sabiteleri sayesinde şeytanın, nefsin veya vehmin tasallutundan korunmuş olurum. Marifetullahla eriştiğim 'emniyetli varlık algısı' sayesinde evren kalbimin içinde baskı uygulayamaz bana. Kainatı 'nazarında pek fena bir memlekete düşenlerden' daha başka algılarım. Mürşidim yine bu sadedde der:

"Ey insan! Kur'ân'ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."

İşte, en nihayet, asıl söylemek istediğimize yaklaştık: Bence 'vahyin mahiyetine' dair Gece Kralı Mustafa Öztürk tarafından yeniden hortlatılan Beyaz Yürüyen fitnelerin cevabı da burada saklıdır. Vahiy, lafız surlarıyla korunmadığı sürece, mana şehri (Umberto Eco'nun tabiriyle) 'aşırı yorumcu' ye'cüc-me'cüclerin fesadından kurtulamaz. Herşeyi istedikleri her anlama getirebileceklerin zulmünden korunması için vahyin lafzının da, tıpkı meyveyi hayatta tutan bir kabuk gibi, beraberinde olması lazımdır. Çünkü kabuğu soyulanlarda görülmektedir ki fesad çabuklaşmaktadır. Kur'an'dan evvelki kitapların tahrifinin bir etkeni de 'tercüme üstüne tercümeye' uğramasıdır. Bu tercümeler nedeniyle onların nurları uçmuş dumanları kalmıştır.

"Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır." Yine başka bir yerde der: "Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır."

Peki, tarihselciliğin sözüne gelip, Kur'an'ın Aleyhissalatuvesselam'a mana olarak geldiğini, lafızlarını ise kendisinin şekillendirdiğini söylersek biz Kur'an-ı Hakîm'e ne yapmış oluruz? el-Cevap: Onun etrafındaki muhkem surları teşkil eden lafızların cildiyetini yıkmış oluruz. Onları libas yerine koymuş oluruz. Elbise gibi çıkarılabileceklerini, değiştirilebileceklerini ve 'sabitliklerine çok da takılmamak gerektiğini' kastederiz. Böylece artık çıplak bedenleriyle herşeyin içine girebilirler. Her kıyafeti giyebilirler. Ne söylediklerini sağlam çizgilerle belirleyen lafızlarının kudsîyeti kalmadığına göre her yeni tasarımcıyla bambaşka birşey söyleyebilirler. Yani, sünnetin fonksiyonu Kur'an için neyse, Kur'an'ın lafızlarının naklolan mana için yüklendiği fonksiyon da odur. Koruyuşudur. Sünnetin somutluğu nasıl Kur'an'ın çarpıtılmasına karşı mübarek bir sed oluşturuyorsa, Kur'an'ın lafızları da mananın 'farklı dile getirişler' içinde kaybolmasına karşı mübarek bir sed oluşturur.

İşte Mustafa Öztürk vb.'lerinin asıl ima ettikleri şey de bir parça budur. Onlar, Cenab-ı Hakkın, hayatlı en küçük hücreden içinde has bir denge bulunan en büyük galaksiye kadar câri olan bir kanununun vahyinde geçerli olmadığını/olmamışlığını savunuyorlar. Elmayı bile kabuğuyla yaratan Allah'ın vahyini cildi sayılacak lafızlardan eksik olarak gönderdiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaya hakverebilmek mümkün mü? Bir mü'minin buna içi elverir mi? Türkiye'nin kuzeyinde dünyaya gelmiş bu hocamızı(!) Winterfell Savaşı'ndan ibret almaya davet ediyoruz. Yoksa 'Fitne is coming!' yani.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...