Son Peygamber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Son Peygamber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2024 Pazar

Kıyametin ilk alameti kimdir?

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz kıyametin ilk alametidir. Çünkü o ahirzaman peygamberidir. Kendisiyle kıyamet arasındaki yakınlığa mübarek parmaklarıyla işaret buyurmuştur: "Ben, size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim." Mübarek Zâtı öyle olduğu gibi mübarek ümmeti de öyledir. Mübarek ümmeti öyle olduğu gibi mübarek nev'i de böyledir. Evet. İnsanlık da kıyametten önce dünyanın gördüğü son misafirdir. Final bizimle yapılacaktır. Hem biraz da bizden kaynaklanacaktır. Zira mürşidim bir yerde der: "Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir." Demek ibadetimiz kainatın nihayetindeki kemal olduğu gibi isyanımız da felaketinin müessir sebebidir. (Sebep olduğumuz çevresel felaketlere dikkat edenler şu sırrın sırrını hemencecik derkederler.)

Bu hususu bazı inkârcılar lakırdı ediniyorlar arkadaşım. Herşeyin insan için yaratılmış olmasının mümkün olmayacağını, çünkü, varlığının evrenin yaşı karşısında çok az bir vakit kaldığını söylüyorlar. Onlara göre hazırlık dönemi fazlasıyla uzun. Ve insanlığın ömrü övünmek için fazlasıyla kısa. Peh, peh, peh. Lakin ıskaladıkları birşey var: Ehemmiyetin ölçüsü 'hayat sürülen zaman aralığı' olmak zorunda değildir. Nihayetinde biz müslümanlar dehrîyyûndan değiliz. Zamana tapmıyoruz. Zamanı da maddeyi de halkeden tek bir Allah'a iman ediyoruz. Öyleyse değerlilik kıstası olarak 'varlık süresini' kabul etmeye mecbur değiliz. Bize göre birşeyin önemi Allah'ın ona verdiği kıymetle ilgilidir. Allah ona 'daha kıymetli' olduğunu buyurursa bir ân-ı seyyale bütün zamanlardan önemli olabilir. Bir tane birçoğu aşabilir. Nitekim yine kudsî metinlerimizde buyrulmuştur ki: "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır." Ve yine denilmiştir ki: "Bazen, ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibâdet hükmüne geçebilir." Öyleyse, şuraya dikkat, 'fonksiyonu maddeye önceleyen bir itikadımız var' demektir. Evet. Biz, sayıca ne kadar az olursa olsun, insanı dağa-taşa, ota-ağaca, böceğe-sineğe önceleriz. Çünkü onun Rabbin katındaki fonksiyonunu önceleriz. Fonksiyonunu yerine getirdikçe de giderek eşsizleşir. Getirmezse, ne yazık ki, 'herhangi'leşmiş olur.

Biraz da insanın kainatın merkezinde olmasıdır bizi böyle cesaretle konuşturan. Ne yönüyle? Maddesi yönüyle değil. Coğrafyası yönüyle değil. Bilmek yönüyle. Kulluk yönüyle. Hatta hayal yönüyle... Öyle ya, anlamanın merkezinde insan vardır, bunu kâfirler bile kabul eder. Eteğimizdeki şu çeşit incilerin âlemlerde dengi yoktur. İşte bu! Merkeziyetimizi 'varoluşun başından sonuna herşeyin maddeten merkezinde olmayışımızla' gözden düşürmek isteyenlere 'merkeziyetin bu şeklinin zorunluluk olmadığını' ifade ederek karşı koyarız. Biz, Cenab-ı Hakkın mahlukatı yaratmaktaki amacının merkezindeyiz, yoksa maddesinin merkezinde sayılmayabiliriz. (Dünya da coğrafî olarak evrenin merkezinde olmak zorunda değildir.)

Yaratmanın manevî merkezinde olansa yalnız Allah'tır. Herşey Ondan gelir ve Ona döner. Müslümanlar, hâşâ, kendilerini böyle bir yere koymuyor. Müslümanlar kendilerini meyvenin ağacı için oluşturduğu amaç/anlam merkeziyeti gibi bir ölçüyle değerlendiriyorlar. (İnsanlık içinde de insaniyet-i kübra olan İslamiyeti böyle değerlendiriyorlar.) Herşey nihayetinde Necip Fazıl merhumun mısralarına bağlanıyor: "Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi." Süreç tamamlanırken sahneye çıkmamız boşuna değil yani. Aksine süreçler böyle tamamlanırlar zaten. Halkalığın şanında bu vardır. Bu bir sırr-ı kavuşmadır. Başlangıçla son bir olur. Ancak böyle 'son' olur. 

Elbette kainatın bizden başka amaçları da var. Bir kere Rabbü'l-Âlemîn'in nazarında ifade ettiği anlamlar var. Ona aynalığı var. Onu zikredişi var. Ona ibadeti var. Biz, bu şiirin en güzel mısrası olmakla, asla şiiri kendiliğimize hasrettirmedik. Fakat "Şiirin akışı bizi haber veriyor!" dedik. Bunu da Subhaniyet sahibi Şairinin varlığına bir delil saydık. Çünkü o da böyle saydı: "Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi. O suyla size ürünlerden rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah'a denk tutmayın." Âmenna. Şiirin tamamı, evrenin başından sonuna, Onu övüyor, Onu anlatıyor, Onu tesbih ediyor. Hakettiği senayı Ustası olarak önce O seyrediyor, işitiyor, takdir ediyor. Şu manaya değil milyonlar sene, milyarlar sene de olsa yetmez, çünkü sonsuzu sonsuza anlatmaya kelimeler yetmez. O anlamda, evet, biz yokken evren elbette âtıl kalmadı arkadaşım. Kainat fonksiyonunu yine görüyordu. Vazifesi olan ibadetleri yapıyordu. Melekler dönüyordu. Semekler yüzüyordu. Yalnız çorbanın son tuzu eksikti. Gelişimizle kıvamı tamam oldu. Gidişimizle de görevi tamam olacak..

14 Eylül 2019 Cumartesi

Deistlere dindarlık neden 'dar' gelir?

Nobelli yazarlardan Elias Canetti (1905-1994) 'İnsanın Taşrası' isimli notlarının bir yerinde şöyle der: "Muhammed, bütün peygamberler bağlamında, istenilenlerin gerçekleşmesi gibi birşeydir. O, yasa koyucu ve fiilî iktidar sahibi olur, peygamberler ilk kez onunla gerçek iktidara kavuşabilmişlerdir. Daha önce hiçkimse tanrıyı böylesine tutarlı ve başarılı bir biçimde kullanmamıştır." İnanç konusunda soyca bağlı olduğu yahudiliğe dahi pek prim vermeyen Canetti'nin bu sözleri, kanaatimce, mürşidimin Mesnevî-i Nuriye'sinde geçen şu ifadeleri ışığında bir parça yorumlanabilir:

"Nübüvvet-i Ahmediyenin nübüvvet silsilesini mühürlemiş olmasına kat'î delil, herbir kaidesinde dinin hudutlarını öyle bir hadde ulaştırmasıdır ki, ondan daha genişini, daha mükemmelini ve etemmini düşünmek mümkün değildir." Yani, niyeti ister iyi ister kötü olsun, Elias Canetti'nin yukarıdaki sözleriyle dikkatimizi çektiği şey, Aleyhissalatuvesselamın getirdiği dinin kemalidir. O, öyle bir dinin peygamberidir ki, mü'min hayatlarının en küçük detaylarına kadar dokunuşu vardır. Varlık algımızın her yanıyla ilgisi vardır. Hepsine bir sözü vardır. Vahyi vardır. Sünneti vardır. Edebi vardır.

Kur'an'ın, hadislerin ve bunlara bağlı hükümlerin 'insanlığın sorularına cevap verebilirliği' sürmektedir. (Potansiyele bakılırsa kıyamete kadar da süreceğe benzemektedir.) Hatta bu cevap verebilirlikten hariçte kalan boşluk yoktur. Kör nokta yoktur. Unutulmuşluk yoktur. Olmadığından dolayı da bu dinin sapkınları meşreplerini genişletmek için hep boş alan kovalarlar. 'Boş alan kovalamak' ile neyi kastediyorum? Aslında, arkadaşım, bugün yaşadığımız bir drama azıcık değinmek istiyorum.

Bazen 'sünneti reddederken sırtını sağlam bir yere dayamak adına' Kur'an Müslümanlığı kisvesiyle karşımıza çıkan, bazen "Rahatlığı deizmde buldum!" deyu topluca dinin haram/helal sınırlarını terkeden, bazen lokal meselelerde "Artık bir reformun zamanı geldi canım!" deyip 14 asırlık zaruriyatı kışkışlamaya çalışan, bazen "Ya o hükümler kendi zamanları içindi!" diyerekten 'tarihsellik' derdine düşen, bazen de o kadar yukarıya çıkmaya cesaret edemeyip alttan alttan İslam geleneğine/âlimlerine sataşan tüm bid'a akımların arzusunda birleştiği şey şudur: Hevalarına ayak oynatacak yer açmak. Boşluğu bulunmayan bu dinde boşluk yaratmak. Oluşmasına engel olan otoritelerin/usûllerin altlarındaki minderleri çekmek.

Evet. Tümünün ulaşmaya çalıştığı sonuç budur. Çünkü hakikaten Aleyhissalatuvesselamın getirdiği dinde, elhamdülillah, boşluk yoktur. Boşluk sanılan şey dinin parçasıdır. Açığı değil dallarıdır. "Bugün dininizi kemale erdirdim!" ayetinin hükmü kıyamete kadar geçerlidir. Esaslar konulmuş, bu esaslara bağlı sistemler oturmuş, bu sistemlerin usûlleri oluşturulmuştur. Kıblemiz dört mezheptir. Gökte kusur arayan gözlerin bitkin olarak sahibine dönmesi gibi bu dinde kusur arayanların da akılları bitkin olarak sahiplerine döner. Fakat o sahipler yine de inatlarından vazgeçmezler. Bediüzzaman sahabeye sataşanların da amaçlarının bu olduğu belirtir:

"Ehl-i dalâlet baktılar ki müçtehidînlerle iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyât-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl-i dalâlet, zaruriyât-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. 'Onlardan daha iyiyiz' deseler meseleleri tamam olmuyor. Çünkü müçtehidîn nazariyâta ve kat'î olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhepsiz ehl-i dalâlet, zaruriyât-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat'î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette, zaruriyât-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler."

Fakat onların bu 'boşlukla kemale çıkma' çabaları dahi bir açıdan İslam'ın kemaline ve Aleyhissalatuvesselamın nübüvvetinin hatemine delil oluşturuyor. Öyle ya: Eğer bu dinin üstünde bir din ortaya konulabilseydi elbette bu 'boşlukla' değil 'varlıkla' ortaya konurdu. Yıkılarak değil yapılarak gösterilirdi. Mevcut cevapları, usûlleri veya sistemleri yokederek değil, aksine, verilemeyen cevapların boşlukları doldurularak inşa edilirdi. Lakin bizde ne kadar genişlik isteyen varsa, varlığa değil, boşluğa koşuyor.

Hatta şimdi fıskıyla iyice gaza gelen bir kısmı "Çare Sarıgül'den sonra deizm!" diyerekten hepten zincirlerinden boşalıyor. Dinsizlikte dinin kemalini bulduğunu sanrılıyor. Aman efendim, etmeyin, serserilikte kemal olur mu? Düzeni boşlayarak kemale erilir mi? Ağacı bir üst versiyonuna çıkarabilmek için gövdesi delinir mi? Yapmayın. Düzgün motoru tamire çalışıp fazla parça çıkarmayın. Yapabiliyorsanız dallarını uzatıverin. Köküne balta sallamayın. Fehminizden geliyorsa dava için burhan üretin. Geminin hızını beğenmeyip "Ben yüzerek gideceğim!" diyene akıllı demezler ya. Hasılı: "Bunlar gibi diğer bütün meselelerde de bu dini bir başkasının ikmal ve itmam etmesi mümkün değildir. Onun için kıyamete kadar devam ve beka onun hakkıdır."

27 Şubat 2018 Salı

Allah dinini reformistlerle düzeltmez

Mürşidim, Mektubat'ında, ahirzaman hadislerine dair bir suale cevap sadedinde diyor ki: "Yeryüzünde 'Allah Allah' diyecek kalmayacak; yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette 'Allah Allah' denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

Şimdilerde, ben, bu meselenin Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate de bir delil oluşturduğunu düşünüyorum. Nasıl? Şöyle: Aleyhissalatuvesselamın, Kur'an'ın ifadesiyle, 'hatemü'l-enbiya/peygamberlerin sonuncusu' oluşu, aynı zamanda, 'getirdiği dinin ta kıyamete kadar bozulmadan kalacağının' da haberini veriyor gibi geliyor. Allahu'l-alem. Bunu da bencileyin şöyle izah ediyorum:

Cenab-ı Hakkın bir mübarek kanunu ki, ne zaman din-i hak yeryüzünden silinecek gibi olsa, yeni bir peygamber ile o dini yeniden tesis ediyor. Hz. Yusuf'un (a.s.) getirdiği mesaj unutulduğunda Hz. Musa'yı (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) getirdiği şeriat unutulmaya başlandığında Hz. İsa'yı (a.s.); onun getirdiği din tahrif edildiğinde de "Bugün dininizi tamamladım!" hükmünün mazharı, peygamberliğin hatemi, resullerin şahı Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamı yolluyor. Yani 'nübüvvet kanunu' dünya üzerinde bu şefkatli koruyuculuk üzere işliyor. (Allah hepsinin şefaatine nail eylesin bizleri.)

Şu berrak pınar, asırlar boyu saflaşa saflaşa, en nihayet Mustafa'da (a.s.m.) ıstıfa ediyor. Onda kemale eriyor. Bu kemale eriş, bir açıdan getirdiği şeriatın kendisinden önce gelen bütün şeriatları kapsayan/kuşatan bir mahiyeti olduğunu haber vermekle birlikte, diğer bir açıdan da şunu söylüyor: Bu din bozulmayacak. Bir istikametli fırka her zaman hak üzere bu dini yaşamaya devam edecek. Edecek ki tekrar peygamber göndermeye ihtiyaç kalmayacak.

İşte, tam da bu noktada, reformistlerin iddiaları boşa çıkıyor. Eğer şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam, bahsettikleri gibi, 'uydurulmuş'u ile yer değiştirmiş olsaydı, Allah, onu düzeltmek için bu muğalatacı reformistleri değil, her zaman olduğu gibi, ismet sahibi peygamberlerini ve vahyini gönderirdi.

Cenab-ı Hakkın âdeti, gönderdiği hak din tahrif olduğunda, onu hevasına yaslanmış filozoflar eliyle düzeltmek değildir. Vahyine istinad eden peygamberler eliyle düzeltmektir. İslam'da bu yüzden 'reform' olmaz. Çünkü 'nübüvvete iman' bu düşüncenin makuliyetini reddeder. Akıl vahye ayar çekemez. Vahiy akla ayar çeker. Yeniden bir peygamber gelmeyeceği de nass-ı Kur'an'la sabit olduğuna göre, o halde bu din, hak bir fırka tarafından istikamet üzere kıyamete kadar yaşanacaktır, yaşanıyordur, yaşanmıştır. Hep de, inşaallah, böyle kalacaktır. "Hâzâ min fadli Rabbi."

Bozulmadan devam eden cadde budur. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin dayandığı hak meslek budur. Yani: Cenab-ı Hakkın, ardından bir daha peygamber göndermeyeceğini haber verdiği Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın dinini, ilk kaynadığı yerden son akacağı yere kadar, tahrifattan da koruyacağıdır.

Bunun bir ucu peygamberin ismeti ise diğer ucu da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin hadis-i şeriflere bakışıdır. Dikkatidir. Adaletidir. Güvenidir. Şu pınar, Asr-ı Saadetten ahirzamana bulanmadan akacaksa/akıyorsa, sırrı Cenab-ı Hakkın "Şüphesiz o Zikr’i biz indirdik. Onun koruyucusu da elbette biziz!" garantisidir. Bu garanti, sadece Kur'an'ın lafızlarını değil, dinin istikametle anlaşılmasını ve yaşanmasını da kasteder. (Din yanlış yaşandıktan/anlaşıldıktan sonra onu öğretmek için gelen lafızların korunmasının ne anlamı vardır?) Evet, Cenab-ı Hak, Son Peygamber aleyhissalatuvesselamın dinini kıyamete kadar istikamet üzere koruyacaktır. Hem zaten koruyordur. Hem zaten korumuştur. Modernistler/reformistler istemese bile...

İşte, arkadaşım, 'peygamberlere iman' rüknünün ne denli önemli olduğuna da buradan bir pencere bulabilirsin. Biz o silsilenin tamamına iman etmekle aslında Cenab-ı Hakkın 'nübüvvet kanununa' da iman ederiz. Ve nübüvvet kanunu bize söyler ki: Eğer yeni bir peygamber gönderilmeyecekse, ki Kur'an bunu söylemektedir, o zaman bu dinin 'indirilmiş'i ilelebed devam edecektir.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...