ehl-i sünnet ve'l-cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ehl-i sünnet ve'l-cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2018 Salı

Allah dinini reformistlerle düzeltmez

Mürşidim, Mektubat'ında, ahirzaman hadislerine dair bir suale cevap sadedinde diyor ki: "Yeryüzünde 'Allah Allah' diyecek kalmayacak; yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette 'Allah Allah' denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

Şimdilerde, ben, bu meselenin Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate de bir delil oluşturduğunu düşünüyorum. Nasıl? Şöyle: Aleyhissalatuvesselamın, Kur'an'ın ifadesiyle, 'hatemü'l-enbiya/peygamberlerin sonuncusu' oluşu, aynı zamanda, 'getirdiği dinin ta kıyamete kadar bozulmadan kalacağının' da haberini veriyor gibi geliyor. Allahu'l-alem. Bunu da bencileyin şöyle izah ediyorum:

Cenab-ı Hakkın bir mübarek kanunu ki, ne zaman din-i hak yeryüzünden silinecek gibi olsa, yeni bir peygamber ile o dini yeniden tesis ediyor. Hz. Yusuf'un (a.s.) getirdiği mesaj unutulduğunda Hz. Musa'yı (a.s.), Hz. Musa'nın (a.s.) getirdiği şeriat unutulmaya başlandığında Hz. İsa'yı (a.s.); onun getirdiği din tahrif edildiğinde de "Bugün dininizi tamamladım!" hükmünün mazharı, peygamberliğin hatemi, resullerin şahı Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamı yolluyor. Yani 'nübüvvet kanunu' dünya üzerinde bu şefkatli koruyuculuk üzere işliyor. (Allah hepsinin şefaatine nail eylesin bizleri.)

Şu berrak pınar, asırlar boyu saflaşa saflaşa, en nihayet Mustafa'da (a.s.m.) ıstıfa ediyor. Onda kemale eriyor. Bu kemale eriş, bir açıdan getirdiği şeriatın kendisinden önce gelen bütün şeriatları kapsayan/kuşatan bir mahiyeti olduğunu haber vermekle birlikte, diğer bir açıdan da şunu söylüyor: Bu din bozulmayacak. Bir istikametli fırka her zaman hak üzere bu dini yaşamaya devam edecek. Edecek ki tekrar peygamber göndermeye ihtiyaç kalmayacak.

İşte, tam da bu noktada, reformistlerin iddiaları boşa çıkıyor. Eğer şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam, bahsettikleri gibi, 'uydurulmuş'u ile yer değiştirmiş olsaydı, Allah, onu düzeltmek için bu muğalatacı reformistleri değil, her zaman olduğu gibi, ismet sahibi peygamberlerini ve vahyini gönderirdi.

Cenab-ı Hakkın âdeti, gönderdiği hak din tahrif olduğunda, onu hevasına yaslanmış filozoflar eliyle düzeltmek değildir. Vahyine istinad eden peygamberler eliyle düzeltmektir. İslam'da bu yüzden 'reform' olmaz. Çünkü 'nübüvvete iman' bu düşüncenin makuliyetini reddeder. Akıl vahye ayar çekemez. Vahiy akla ayar çeker. Yeniden bir peygamber gelmeyeceği de nass-ı Kur'an'la sabit olduğuna göre, o halde bu din, hak bir fırka tarafından istikamet üzere kıyamete kadar yaşanacaktır, yaşanıyordur, yaşanmıştır. Hep de, inşaallah, böyle kalacaktır. "Hâzâ min fadli Rabbi."

Bozulmadan devam eden cadde budur. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin dayandığı hak meslek budur. Yani: Cenab-ı Hakkın, ardından bir daha peygamber göndermeyeceğini haber verdiği Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın dinini, ilk kaynadığı yerden son akacağı yere kadar, tahrifattan da koruyacağıdır.

Bunun bir ucu peygamberin ismeti ise diğer ucu da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin hadis-i şeriflere bakışıdır. Dikkatidir. Adaletidir. Güvenidir. Şu pınar, Asr-ı Saadetten ahirzamana bulanmadan akacaksa/akıyorsa, sırrı Cenab-ı Hakkın "Şüphesiz o Zikr’i biz indirdik. Onun koruyucusu da elbette biziz!" garantisidir. Bu garanti, sadece Kur'an'ın lafızlarını değil, dinin istikametle anlaşılmasını ve yaşanmasını da kasteder. (Din yanlış yaşandıktan/anlaşıldıktan sonra onu öğretmek için gelen lafızların korunmasının ne anlamı vardır?) Evet, Cenab-ı Hak, Son Peygamber aleyhissalatuvesselamın dinini kıyamete kadar istikamet üzere koruyacaktır. Hem zaten koruyordur. Hem zaten korumuştur. Modernistler/reformistler istemese bile...

İşte, arkadaşım, 'peygamberlere iman' rüknünün ne denli önemli olduğuna da buradan bir pencere bulabilirsin. Biz o silsilenin tamamına iman etmekle aslında Cenab-ı Hakkın 'nübüvvet kanununa' da iman ederiz. Ve nübüvvet kanunu bize söyler ki: Eğer yeni bir peygamber gönderilmeyecekse, ki Kur'an bunu söylemektedir, o zaman bu dinin 'indirilmiş'i ilelebed devam edecektir.

24 Şubat 2018 Cumartesi

Rüyada modernist görmek...

Biliyorsunuz: Buralarda rüya anlatmak pek âdetim değildir. Hele rüyalarımla amel etmek hiç âdetim değildir. Fakat bu defa bir istisna yapacağım. Çünkü bu rüyada bir hakikat de vardı. Uyanılınca kıssasından hisse de alındı. Paylaşılsa iyidir. Özeti şöyledir:

Elimde kırmızı bir kitapla (muhtemelen bugünlerde okuduğum Barla Lahikası idi o) sabah namazına camiye gidiyorum. Geç kalmışım. Acele ediyorum. İçeriye girdiğimde şaşırıyorum. Neden? Çünkü caminin iki mihrabı var. Birisi, tam da olması gereken yerde, merkezde. Diğeri caminin sol yanından açılmış bir odacıkta. Ve cemaatten küçük bir kısmı bölünmüş. Merkezdekilerden ayrılmış. Orada sola doğru namaz kılıyorlar. Fakat bu durum o mecliste acayibin acayibi bir görüntü oluşturuyor. Bir camide iki kıble birden oluyor. Aynı anda iki ayrı kıbleye doğru namaz kılınıyor.

İçeri girdiğimde cemaati tartışır buluyorum: "Doğru mihrap hangisi?" Ben ya içimden yahut dışımdan diyorum: "Yahu koskoca cami yapılsın da mihrabı sola açılan küçük bir odaya konsun. Böyle saçma tasarım olur mu? Böyle kocaman bir camiyi yapan mimar şöyle bir arızayı neden işlesin? Oraya cemaatten kaç kişi sığar? Safları en fazla kaç kişilik olur? Hem baksanıza caminin ana duvarları şu ana mihrabın yönüne doğru gidiyor. Sütûnları oraya doğru akıyor. Eni de oraya doğru verilmiş. Camiyi böyle yapıp da mihrabını odaya koymak hikmetsizliktir. Mimar dediğin şöyle bir hikmetsizlik yapmaz."

Devamında yaşananları geçeyim. Belki başka bir yazıda da onlardan anladığımı izah ederim. Fakat burada özellikle son zamanlarda modernist (ehl-i bid'a) zümreyle yaşadığımız tartışmalara tutulan muazzam bir ışık vardı. Hadi ona bakalım:

Allahu'l-alem, 'uydurulmuş din-indirilmiş din' demagojisine sapıp, ümmetin cadde-i kübrası olan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisini sapıtmışlıkla suçlayan ahirzaman sapkınlarının halini anlatıyor bu rüya. Yani: Onlar, bindörtyüz yıllık caminin kenarından açtıkları yeni odaya bir sahte mihrap kondurmuşlar, farklı bir yöne doğru namaz kılmaya başlamışlar. Biz de hakikat diliyle diyoruz ki: Yahu böyle şey olur mu? Şu göz önündeki İslam camisini her asır büyüterek, süsleyerek, genişleterek inşa eden Sanî-i Zülcelal, o caminin mihrabını alıp sizin daha yeni açtığınız/farkettiğiniz bir göz odaya koyar mı? Bunu yapmakla sanatla inşa ettiği o caminin sizden evvelini 'boşuboşuna' kılar mı?

O camide asıl ve sahih olan mihrap, elbette, ekserin arkasında saf tuttuğu, hiçbir zaman cemaatsiz/namazsız bırakmadığı ve duvarların/sütûnların da oraya baktığı mihraptır. Yani: Bu ümmetin sütûn misal mürşidleri ve duvar misal müçtehidleri hep o yöne gitmişlerdir. Evliyası, asfiyası, arifanı, meşayihi hep o tarafa doğru namaz kılmışlardır. Siz nasıl oluyor da, 'ahirzaman şımarıklığıyla' açtığınız küçücük odayı caminin asıl bünyesi, mihrabını da o caminin asıl kıblesi ilan ediyorsunuz? Buradan bu İslam camiinin Mimarına (c.c.) ve onun tayin ettiği İmama (a.s.m.) bühtan çıkmaz mı?

Öyle ya! Sanki şu Mimar, sizin vehminizce, İslam camisinin yapılmasını bindörtyüz yıl önce emretmiş, fakat yapılışını hiç takip etmemiştir. Korumamıştır. İşçileri de, her nasıl olmuşsa, onu farklı bir yöne götürmüştür. Veyahut şu İmam (a.s.m.), İslam camisini bir kıbleye doğru yönlendirmek için bindörtyüz yıl önce görevlendirilmiş, fakat muvaffak olamamış, ahirzamana kadar ekser ümmeti yanlış yöne doğru namaz kılmıştır. Mihrap, nasıl olmuşsa, bindörtyüz yıldır şaşırılmıştır. Biz, şüphesiz, Rabbimizi böylesi kusurlardan, hikmetsizliklerden, boşuboşunalıklardan tenzih ederiz.

Bu tenzihin verdiği bakış açısıdır ki, bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak gösterir. Ve, evet, sizin o küçük odada açtığınız mihrap bâtıldır. Çünkü bindörtyüzyıllık caminin mimarisine aykırıdır. Uyumsuzdur. Bid'adır. Buradan bir 'uydurulmuşluk-indirilmişlik' analizine girilecekse, işte o küçük oda hakkında denilebilir ki: Uydurulmuştur. Ve arkasında ekserin namaz kıldığı esas mihrap indirilmiştir. Aksi Sahib-i İslam'a çaktırmadan hakaret etmektir.

İşte, arkadaşım, rüyamdan aldığım hakikat dersi böyle birşeydi. Uyanınca tabirini böyle yaptım. Hissemi de böyle aldım. Cenab-ı Hak, bizi o ana mihrabın, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisinin arkasından ayırmasın. Ayrılanlara da çabucak ayılıp geri dönmeyi nasip etsin. Âmin. Tevfik ve hidayet ancak Allah'tandır.

28 Aralık 2016 Çarşamba

Kim Allah'a daha yakın? (3):

'Akrebiyet' ve 'kurbiyet' yazılarının üçüncüsü için verdiğim söz, onların, bugüne ve özellikle modernizme (ehl-i bid'aya) bakan yönlerine dairdi. Fakat modernistler sadece bugün için var değiller. Onların da bir geçmişi var. Kanaatimce, ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinden ayrılmış her fırkayı, zamanının modernisti sayabiliriz. İşte onlardan birisi de Farabî'dir. Farabî'nin, felsefî okumalarının ve odaklanmalarının yoğun etkisinde kalarak söylediği öyle şeyler vardır ki, ehl-i sünnet mizanlarıyla boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Bunlardan birisi de 'filozofların peygamberlerden üstün oluşu' iddiasıdır.

Farabî'nin bu görüşündeki delili ise; peygamberin isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı, filozofun ise çalışarak İlâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı şeklindedir. İşte, tam da bu noktada mesele yine 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarına bağlanır. Kişinin kendi gayretiyle hakikate ulaşması (kurbiyet), Allah'ın ihsanı olan bir bildirişten (akrebiyet) üstün müdür? Soruya verilecek cevap aslında biraz da 'kıstasın' kim/ne olduğu ile ilgilidir.

Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat deriz ki: Hakikatin kıstası Allah'tır. Allah, nebîlerine gaybdan haber vermiş ve onları bizden üstün saymışsa, üstün olanlar onlardır. Kulları arasındaki hiyerarşiyi belirleyen odur. Bu konuda kulun kendi gayreti/çabası üzerinden ikinci bir hiyerarşi icat edip onunla hak iddiasında bulunması yanlıştır. Bu hem dayandığı zemin açısından yanlıştır hem de sonuçları açısından yanlıştır. Zira hiçbir filozof, eriştiği sözde marifetle, bir nebîyle boy ölçüşememiştir. Bediüzzaman'ın velayet üzerinden verdiği misal, bir açıdan, böylesi bir argümana da cevap oluşturur:

"Şu sırr-ı gamızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb'ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz."

Eğer üstünlük hakikatin bilgisine erişmenin kendisindeyse, bu bilgiye vahiyle erişenin eriştiği, aklıyla erişenin eriştiğinden elbette kat be kat üstündür. Çünkü vahiy, Malik-i Vahid olandan (yani bütünün tek sahibinden) gelen bütünün bilgisidir. Kulun kendi aklı ve gayretiyle öğrendiği ise parçalardan yol almaktır. Mevlana Celaleddin Hazretlerinin verdiği 'körlerin fili tarifi örneği' ile Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği 'dalgıçların hazineyi tarifi' misali bize bu noktada büyük bir sırrı haber verir. Akıl, hakikate karşı körün fili tanımaya, dalgıcın hazineyi anlamaya çalıştığı gibi ilerler. Tuttuğu parçadan bütüne yönelik çıkarımlar yapar veya yapmaya çalışır.

Fakat aklın imkanı kısıtlıdır. Zira parça her zaman bütünden haber vermez. Haber verse bile bütünün sırrına kendisindeki vurguyla bakar. Bütünün bütün özelliklerini aynı dengeyle bize iletmez. Filin ayağına dokunan elbette bir 'şey' bilgisine erişir, ancak bu 'şey' bilgisi filin tümdetay veya tastamam bilgisi değildir. Hazineden eline bir inci geçen dalgıç, elbette, hazine farkındalığına varır. Ancak inci; elması, zümrüdü, yakutu ve daha nice nice değerli nesneyi anlatmaz. İnci hazineyi ancak kendisi kadar/gibi anlatır.

Bugünün modernizminde de aynı hastalık var. Parçalarla fazla meşguliyetten eline geçen bilgiyi 'bütünün haberinden' daha yüksekte tutuyor. Çünkü parçayı kuşatabiliyor. Somut, ona göre, kuşatılabilir ve üstün olan. Soyutun bilgisi, yani kuşatamadığının bilgisi, onun için makbul değil. İnternet, bilgisayar, başka kolaylaştırıcı donanımlar vs. gibi daha çok bilgiye ulaşmasını sağlayan herşeyi bizzat doğruluğun üstünde sanıyor. Bu gibi araçlarla eriştiği kurbiyeti, böyle cihazların hiç varolmadığı bir dönemde erişilen akrebiyete yeğ tutuyor, hatta akrebiyetle alay ediyor.

Sahabenin ve hadisin dindeki konumunun bu insanlar tarafından tartışılmaya açılması aslında yine aynı marazın bir sonucu. Bu insanların dünyasında her kurbiyetten aşkın bir akrebiyet tarifi yok. Akrebiyet kavramına dünyalarında yer vermedikleri için akrebî bir bilginin kurbî gayretlerinden daha üstün olabileceğine dair bir inançları da yok. Okuma-yazması olmayan bir sahabinin, hepsine canımız kurban olsun, hakikate kendisinden daha yakın olacağı kabul edilemez bunlar için. Çünkü hakikati 'daha çok şey bilmekle ilgili' sanıyor. Halbuki hakikat bütünün marifetinin bağışladığı istikametle ilgili birşeydir. Sadece 'ne söylemiş'e hâkim olmakla 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş' bilgisine sahip olanın marifetini aşamazsın. İstediğin kadar bal hakkında kitap oku. Kütüphaneler devir. Külliyatlar hatmet. Bu bal kurbiyetiyle balın aslında ne olduğunu anlayamazsın. Balın aslında ne olduğunu akrebiyet ile parmağını bala çalanlar bilir. Nitekim mürşidimin İçtihad Risalesi isimli eseri de bize hep aynı şeyi söyler: Akrebiyetle bahşedilen yakınlık ile kurbiyet ile kurulan yakınlık asla bir olmaz.

"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin.

Çünkü, Süfyan'ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, 'Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?' diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez."

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dizinin dibinden, sahabesinin dizinin dibinden, tabiinin dizinin dibinden, tebe-i tabiinin dizinin dibinden kalkanla televizyonunun başından henüz kalkanın bu ilimden hissesi bir olmaz. Pınara yakın olanın içtiğiyle denize döküldüğü yerden suyu yudumlayanın içtiği bir olmaz. Biz biliyoruz ki; namazda bile, ilk safta duran ile son safta duranın sevabı bir olmaz. Böyle bir bilişe sahip ümmetin torunları olarak ahirzaman yeniyetmelerinin istikamet ve isabette sahabeyi, tâbiini veya tebe-i tâbiini geçtiklerine nasıl inanırız? Her neyse... Bir dahaki yazıda 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarının modern zamanlara bakan başka bir yönüne daha değinmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...